ETİMOLOJİ-2
Muhacir ve Ensar'ı Allah ayırmıştır ayetlerde... Özellikle Tevbe suresinde ikisinin de yerlerinin FARKLI olduğunu; Mekkelilerin "Kafirlikle, münafıklıkla” suçlanmalarına karşın, Ensar'a (Medineliler'e) büyük iltifatlar vardır. Ve Buna Yesrib mucizesi deniyordu. Medine, "uzaktan" kendi kendine Müslüman olmuştur ve hiç tanımadığı Resulullah'a biat etmiştir. Düşünürseniz bu MUCİZEdir! Yahudi iki kabile dışında tüm MEDİNE müslüman olmuştur. Allah onları "uygar" diye niteleyince o kentin adı "MEDENİ" anlamında Medine olmuştur.
Ömer de öyle hışımla kızkardeşi ve eniştesinin "kellesini" BİR DARBEDE kesmek üzere doldurulmuş ve gönderilmişti. Ama O sırada İKRE (Oku) suresi hem de orijinal biçimiyle okunuyordu. Dondu kaldı... "Oku esmeyla Rabb’inin... Ve Ömer'imiz Müslüman oldu. Kılıç bu kez İslam düşmanları için bela oldu. Allah dilediğine hidayet verir ANINDA, dilediğini de ANINDA şaşırtır.
Bu kadar kişi boşuna mı MESİH ve MEHDİ oluverdiler? Şaşırılmaları zamanı gelmişti çünkü... İçlerindeki hinliğin açığa çıkması gerekiyordu. Milatyum gelince işte böyle şaşırır bazıları...
Bizler MEDİNELİ'yiz. Yani medeniyiz. Kavramlardan söz ediyordum. Kavramları anlatırken, bir bakıma, Mekkelilerin niçin Kureyşçeyi, ticaret ve edebiyat dili olarak zaten var olan ORTAK ARAPÇA yerine koyduklarını, on harfi Kur'an'dan sildiklerini de anlamış oluyoruz. Halbuki Allah "ARAB" ve "KUREYŞ" i ayırmıştır. Kureyş suresi vardır: Arap suresi değildir o... Kureyşçe'nin hakimiyetine giren Arapça Kur'an ona göre tanzim edildi. On harf (G, J, Ç, P, Ö, O, Ü vb.) atıldıktan sonra HAREKELENDİ Kur'an ve Kureyşçe öncesi ASIL KUR'AN bir anlamda lehçe faşistliğiyle yok edildi. Kufi ve köşeli olan Nıbti alfabesi sülüs, celi ve talik yazılara çevrildi. Harften daha çok noktalama kondu. Artık harekeden ve işaretlerden gerçek harfler görünmez oldu. Başta, ortada, sonda AYRI AYRI yazarak, yeryüzünde görülmemiş bir alfabe icat ettiler. Keyfi olarak “Hı”, “Cim” vb. nin keyfi koydukları kuyruklarını, el yazısında yazamadıklarını görünce bu sefer o çengelleri de attılar, hatta “ayn” denen koskoca bir harfin çengellerini kaldırıp, “elif” üstünde “Hemze” yaptılar...
Öyle şaşkınlardı ki Allah adında sanki “AL”(İngilizce the) harfitarifmiş gibi, getirip “lam” üzerine “şedde” koydular. Ve o yazılan Allah değil ALLLLAH oldu. Ama bunlar ğalatı meşhurdur. Hep derim ya: “Şakkı Kamer” yaptılar “Sakkı Kameri”. Ay bölündü, al sana mucize! Ötekisi Ay'a iskan edildi, yerleşildi demek... Hangisi MUCİZE siz söyleyin Allah aşkına? Bence “TABAK-en TABAK”, kademeli roketlerle, gelecekte de TABAK (UFO) bile bildirilmiş. Çünkü Tabak ARAPÇA değildir, Sanskritçedir. Nitekim Farsça (Sanskritin en batı ucu) “Tabekçe”=”Tabak” demektir ama Arapça'da “tabak” yoktur. Ayet ise “Tabaken Tabak” diyor... Farsça sözlüklere bakarsanız, Kur'an'ın TABAK denen Hind dilini kullandığını görürsünüz. Kur'an dili grameri Arapça fıshı üzerine EVRENSEL bir dildir. < o:p>
Arapça ve Farsça akraba değiller, aynı kaynaktan çıkan başkalaşmış dillerdir tüm diller. Ayrı ayrı denizlere dökülmüşlerdir. Orta Asya içdenizinin kuzeyinde yaşayan Turanlılar da Tabak ve Kapak kelimelerini kullanıyorlardı. “Kab”, “kap-kacak”, “kep”, “kebenek” (örtü). Yani “cup” ile “kap” aynı şeydir. Ama İngilizce ile Türkçe akraba değildir... Kaynak aynı sadece. Çobanın örttüğü “kebe”, dükkanı kapattığımızda çektiğimiz “kepenk”, HEP “KAPAMAK”. “Kep” Türkçe. “Cap” de var İngilizce. Hatta bizim “kebe”miz karşılığında “cape” bile var. O ise “capo”dan geliyor. "Burun" diyorlar yanlış... Limanlar “KAPI”dır, “Cape”>>>”KAPI”dır. Bu ilintilere rağmen diller birbirinin akrabası değildir. Portekiz>>>Porto (Liman, giriş yeri) GAL (Galyalıların), Portugal. “Gal Kapısı” demek.
Şöyle bir derinlemesine girseniz, kavram kargaşası yerine NOSYON birliği doğuyor... Meşhur yanlışlar insanı kandırır. Allah üzerindeki GEREKSİZ şedde gibi... Artık onu atamazsınız. O yanlış ile birlikte Kur'an'ı Kur'an yapar zihnimiz... Alfabe oluştururken, “s” harfi üç tane ama “ş” bir tane olduğundan aslında “s”lerden birinin üstüne konan üç nokta “SİN” ile “ŞIN”ın bugün de karışmasına neden oluyor. “Şecere”>>>”Ağaç” ama “Secere” (Farsça ve Osmanlıca) yine ağaç. “Secere” mi, “Şecere” mi? “Sakkı Kamer” mi “Şakkı Kamer” mi? Yanlışlar çok büyük: Güneş “ŞEMŞ”, yani iki tane ş ile yazılırken oldu sonradan “ŞEMS”, yani ikinci “ş” yerine “s” geldi. Halbuki orijinali “Şamaş” ya da “Şamş”dır, bilen bilir... Bunlar, Kur'an toplandığında oldu... Çok eskilere dayanmıyor... Ve şu meşhur yanlışları asla zihinlerden söküp atamazsınız.
Yurtdışındayım ve Cuma'ya gideceğim... Adamlar beni turist niyetine camiye içeri bırakmıyorlar... Onbeş yıl Almanya'da yaşamış, daha benimle Almanca konuşamıyor. "Du bist Cenabet" diyor, "Du bist Kâfir" diyor. Ben de ona diyorum ki, (Freiburg'da Kahdelhoff sineması vardır. O sinemayı, Cuma günleri camiye çeviren BENDİM) “Bırak beni kardeşim, ben Müslümanım”. Adamın üzerinde şalvar, başında sarık, sakallar... Belinde kuşak, kolunda bilezik gibi tesbih, üstünde kaftan vb. Beni süzüyor ve şöyle diyor: “Neden Resulullah gibi giyinmiyorsun? Biz birbirimizi bu üniformayla tanımak zorundayız. Bu ceket, kravat ile namaz ve sünnet olur mu?". Sakallarım da top sakal ya, "Yahudi sakalını bırak, benim gibi sakal uzat. Saçların da uzun" dedi. "Sence Resulullah senin gibi mi giyiniyordu?". “Elbette" dedi, "Tıpatıp aynı!".
Resulullah'ın hiç şalvar giymediğini, her Arap gibi beyaz ENTARİ giydiğini söyledim. Yanıtı şöyle, "Olur mu öyle şey!". Resulullah'ın ve Arapların tamamının entari giydiğini, Arapların aynen (Örneğin Hulki Cevizoğlu gibi) sakal bıraktığını söyledim. Hatta oradan geçen Arap turistleri de gösterdim, sakalları da benimki gibi top biçiminde idi. “Resulullah böyle giyinirdi" dedim. “İyi bak... Sarık hiç takmadı, Arap kıyafetinde sarık yoktur. Onları bizim ressamlar falan çiziyor, bir de kostüm bilgisi olmayan sanat yönetmenlerinin çevirdiği filmlerde var sarık”. “Resulullah tüm savaşlara şehidleriyle birlikte tıpkı İskoçyalı gibi etek ile katıldı”. “Resulullah'ın elinde asla ve asla bir tesbih görülmemiştir” (Olsaydı, Topkapı Emanetler Dairesinde olurdu, biz de bakardık). Hristiyanlarda ve onlara veren Yahudilerde tesbih var. Takke de öyle geçti. .. Rahibe türbanı ve cilbabı da öyle geçti bizim karaçarşaf oldu. Haniflik hariç her Yahudi adeti geliverdi.
Haniflik kelimesini bilirlerdi Yahudiler. Beni İsrail ile Yahudiler AYNI değildir dersem şaşıracaksınız. Haniflik, İsmail ve İsrail'de bitti. Onun üzerine zaten Tevrat ve Zebur hatta İncil indirildi. Ve de Kur'an... Kur'an'a uyduğunu sananlar ise Hanifliği asla BİLEMEDİLER... 1200 yıldan beri bir tek HANİF kişi ve HANİF ESER veren var mı? Hanifliği Allah ve dolayısıyla BİZLER kadar öven ve benimseyen birine daha rastladınız mı? Ben rastlamadım! İhyayı Ulumiddin içinde yani 20 ciltte tek bir Hanif kelimesi yok! Hanefi çok, Hanif yok. Hambeli çok Hanif yok. Tabutüssekine gibi bir yerde gömülü kaldı, Nuh'un gemisi gibi kayıp oldu Haniflik...
Din varsa mezheb yoktur. Mezheb varsa din yoktur. Yesevi, Dede Korkut’un öğrencisiydi. Elbette Hanifti. Onun tüm yetiştirdikleri de "İntikamını alan şairlerdir". Yani lanetlenmeyen Allah aşıkları onlardır. Ama Süleyman Çelebi lanetlidir. Çünkü Hamdu sena ettiği methiyeler naatler dizdiği tek kişi Resulullah'tır ve annesidir. O Allah'ı girişte üç mısra yapmış, sonra asıl Allah'ına hamd etmiş... Onunki beşeri aşk! Nur'u Muhammediye de inanır onlar. Bu yanlışlar günlük hayatımızda da süregelmektedir.
Adamın giydiği mesmerg denen (Kürdistan'dan İran, Afganistan, Pakistan'a kadar) bir şalvar. Sakallar Resulullah'ın değil! YAHUDİ HAHAHAMLARIN SAKALI. Resulullah'ın sakalı (ki kutsal emanetlerde) kısadır. Adam Afgan (Fars ve Kürt) kıyafetini SÜNNET diye yutturuyor. Adam entari giymiyor, benim sakalıma YAHUDİ diyor.
Resulullah saçlarını iki yanda örecek ya da arkada bir kuyruk yapacak biçimde uzatmıştır. Bir kere de tamamen kazıtmış, yine uzatmıştır. Hangisi sünnet bunların? İşimize gelen mi? Aynı zamanda Yahudiler de Ehli Sünnet Müslüman oluyor böylece...
ALLAH ismi celali asla tanımlanamaz. Ne çoğul olabilir, ne de "şu anlama geliyor" denemez, ŞEDDE'de konamaz. "Semi=Duyar, Basar=Görür" deriz ama, Allah=İlah diyemeyiz, çünkü İnsanların ilahı diyor ayette kendine, İnsanların ALLAH'ı demiyor. Zatından söz ederken ya HU=o diyor, ya da "Rabb’iniz" diyor. Allah'ımız derken ben bunun için böyle yazıyorum. Allah'ımız, yani ben sahipleniyorum. Allah aşığı bence uygun değil. Allah tanımlanamaz. Allah=O yani üçüncü tekil şahıs olarak tanımlanır. “De ki o Allah bir tekdir, Samed (tek kutuptur) doğmadı doğurulmadı...”, vs. İşte İhlas Allah'ın yarattıklarını değil de kendini ANLATTIĞI istisna bir suredir ve asıl yeri ise Bakara bitiminin hemen arkasındadır. Sanki 287. ayetmiş gibi. Onun için ben ikisini birlikte okurum çoğunlukla.
Rab Sanskritçe, Allah sadece Kur'an'ca. Hak >>>Tüm Sami dil ailesinde “hakikat”i anlatır. Gerek İbraniler gerekse Araplar, Rab kelimesini ataları olan İbrahim'den İLK KEZ öğrendiler. Uzaktan da olsa RA (Güneş) ile ilgili bir kelimedir RAB. Münevver, öğretmen aydın anlamında. Veli, bakıcı anlamında, mürebbiye bile diyenler var. Terbiye eden anlamında. RAB aslında tek “B” ile yazılıydı. Ama KALKALE denen soytarılık abartılınca oldu iki “BB”, böylece Rebab dermiş gibi, Rab>>>RuBuBiyet falan gibi uydurukçalar da doluştu dinimize.. İdgam, Ğunne vb. sadece "KONSERVATUAR" öğrencisi olan din görevlilerimiz için bir ŞAN yani şarkı kurallarıdır. Ben Kur'an'ı öyle okumam. “SabRRR”, “asRRRR”, “husRRRR”, bunlar abartıdan ve teğanniden başka bir şey değil. Dil rahat konuşulmalı... Kendimi sıkacağım “Sab” diyeceğim önce. Sonra arada “ı” o lmadığı için durup uzun bir “RRRR” diyeceğim. “Sab+RRRRR”.
Günlük hayatta böyle konuşulmuyor ki? Kalkaleler yapaydır. Dünyanın hiçbir dilinde vurgu EN SONA vurulmaz. İtalyanlar üç heceden ikincisine; Almanlar birinci heceye, Türkler tamamen vurgusuz okur. İngilizce tek heceli olduğundan her heceye vurgu yapılır. Ama Arap (Kureyşli) gider, bitmiş cümlenin sonuna vurgu koyar. “Vel Asr”... Cümle bitti derken, “Vel as+RRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRR”, yani R kükremekten “Vel asr” kaynadı gitti. Bunlar doğru şeyler değil. Orada gizli bir “ı” vardır ve çok kapalıdır. “HRVAT” (Croat) derken “HRVAT” ilk ikisi arasında “Hırvat” olarak gizli bir “ı” vardır ve “sabır”da da bu çok kapalı “ı” vardır. Kureyşliler onu yok etmek için basmışlar kalkaleyi “RRRRR“diye. Ve biz sanıyoruz ki Allah'ımız semadan onu öyle matbu ve sesli olarak indirdi. Kur'an bir vahydir (fısıltı gibi tel epatik). “RRRRRRR” diye kükreyip inemez ve inmemiştir. Nunlatacağım diye 12 tane “NNNNNNNNNNNN” denmemeli. “İnnnnnnnnnnnnnnnnnna...” diye şarkı başlıyor...
Kur'an saba ve zerguleye uygun gerçekten. Onu annemizin ninnisi gibi usulce ve yumuşak okumalıyız, eğer o anlamda okunacaksa... Ben Kur'an'ı makamıyla da okuyorum (müzisyenim aynı zamanda) ama İYİCE OKU'yup anladıktan sonra makamıyla okuyorum ve bu beni dinlendiriyor. Düşününce yoran Kur'an, bir bakmışsın ki, "ninni" gibi kadife olarak sizi dinlendiren bir başka huzur kaynağı oluyor. Benimki, sadece kafa sesiyle (göğüs sesi ile değil) kendimin duyacağı kadar ve onun doğal 1 ve 0'larına (aruz) uygun okuyorum... Hani Jazz ve Blues nasıl ki bir DOĞAÇLAMA ise, notaya bağlı değilse, Kur'an'da bir Blues'dur. Hüzünlü değil, coşkulu değil, rahatlatır sadece.
“Etimoloji”
Allah rakamları yaratırken (Rakim) onlara bizim gibi ruh verdi.
1=Ahin adlı bir ruhtur.
2=Bikatriyalin
3=Celisin
4=Demyalin, gibi...
ABCD harfleridir bunlar. Rakim (1, 2, 3, 4) ile Kehf (A, B, C, D) birbirine dönüşebilir (Ebced denen numeroloji de budur zaten). Mesela ben 2121 yazarsam anlamı BABA'dır (Rahman). Adem babasız doğduğundan 2121 yerine BABA dedi (aslı 121 eba gibi). Allah babasız kuluna isimlendirmeyi öğretti. O melekler gibi 2121 değil, BABA demiş oldu. Ve melekler bu eşdeğerlik ilkesine çok şaşırdılar ve secde ettiler. “Secde” ile “Sejde”yi karıştırmayalım. Arapça yerine Kureyşçe konduğunda Sejde >>> Secde oldu.
Sejde, enerjinin maddeye yönelmesi, ruhun görünürlüğü vb. demek. Secde ise alnı yere koymaktır. Yine “Ziynet” ve “Jiynet” var. Hatta “j“harfinin iki ayrı biçimi de var: “Şifa” ve “Şafii” kelimelerinde olduğu gibi... “ŞİFA” ayrı, “ŞAFİ” ayrı. Bunun şefkat, acıma vb. ile ilgisi yok. “Şefkat” değil bu kelime. O yüzden Kur'an'da Şefaat kelimesini ararken çok tuzağa düşeriz. Allah'tan başka kimse şefaatçimiz değildir. Ama öte yandan şefaat ediciler olduğunu da görüyoruz. Doğru kelime “şifa” mi “şefkat” mi? Şifa >>> Jifa... ŞEFAAT yani... Ama diğeri doğrudan “S” (sin) ŞİFA, derde derman demek (“Şin” harfi, “şifa” da da “şin” var). Biri ŞEFAAT eden tek merci ALLAH'tır demek. Ötekisi ise şifa veren, derde deva olan demek... Geçmiş ola... “J”ler gidince işte böyle kanıtlanamazlara mahkum edildik. “Zikr” baska “jikr” başka.
Etimoloji başlıbaşına bir bilim dalıdır. Çünkü insanların anlaşmasını sağlayan ortak dile yüklenen kavramların/nosyonların ayıklanmasıdır. Örneğin, Türkçe'deki Lütfen sözcüğü... Kökü Latif olan Allah'ın ismidir, lütfetmekten, güzellikle, başa kakmadan, güleryüzle lütfetmekten (Latife) hatta şaka yapmaktan ve estetikten (Letafet, cinsi latif gibi) geçmektedir.
Bir dönem ben bir dergide çalışırken halkımızın nabzını tutmak için bir anket yapmıştık. Sokaktaki adamlara "Lütfen"in anlamını sorduk. Beyoğlunda, İstiklal Caddesinde "Aldığımız bin yanıttan" sanırım beşte-dördü lütfeni şu anlamda algılamışlardı. Sorduklarımızın yüzü asılıyor, kaşları çatılıyordu ve elleriyle sizi iter gibi yaparak, bir ön uyarı yapıyorlardı, "Lütfen" demek, "Birazdan seni döverim, çek git başımdan" demekmiş... Hatta bir muhabirimize "Lütfeeen" diye saldırmaya kalktı. Çünkü kendindeki agresifliği, kabadayılığı tetikleyen sihirli ve tetikleyici bir kelimeydi. Beni öyle şartlanmıştı, anlamını kendi idrakine öyle yüklemişti. Lütfen'i bir düello gibi düşünüyordu.
Kelimeleri anlamlandıran bizim beynimizdir. Yani sezgilerimiz, algılarımızdır. Etimoloji, şive/ağız'dan başlayarak, lehçe/Diyalekt, kardeş dillere ve akraba dillere hatta ilintisiz dillere kadar analojiler yapar.
Örneğin bizde Merdiven, anahtar gibi Farsça kelimelerin Türk dünyasında karşılıkları vardır. Çağatay lehçesinde Merdiven=Ayakçak'tır. Eldiven=Elkabı'dır (Ayakkabı gibi). Anahtar=Açkı'dır. Don=Donanım ve pantolon (Külot değil, Külot Tumandır). Köynek (Gömlek)=Üste yani belüstüne giyilen donanım. Köybek (Göbek)=Ön alta giyinen donanım, giysi. Köt=Belden aşağı ve arkaya has giyilen donanım, vb. (Kısa kesiyorum, çünkü bunlar Türkiye Türkçesiyle müstehcen sayılıyor. Oysa Özbekçe, Kıpçakça ve Uygurca gibi lehçelerimizi konuşan soydaşlarımız için sıradan günlük laflar)
Türkmenistan'a gittiğinde şunu duyacaksın: "Kötüme don kiyerem"=Altıma pantolon giydim). Sen gülerken o sözü söyleyen soydaş sana şaşıracak ve hatta senin "Cinselliği" vurguladığını sanarak, garip anlamlar çıkaracaktır.
Bu örnekleri şunun için yazdım:
Kelimelere yüklediğimiz anlamlar bizim ŞARTLANMALARIMIZDAN geçer. Yani büyüdüğün çevredeki sözcükleri bir kere beynine nasıl yazmışsan odur. Lütfeeen diyen kişi nasıl ki seninle kavga etmeye hazır barut ise, yüklenen anlamlar da öyledir.
Ne büyük talihsizlik ki: Arapça diye bir dil ile Kur'an indirilirken, vahy edilirken, Resulullah'ın aile ağacı olan Kureyş lehçesi ile değiştirilmiştir. Bunu koruyacak kimse de yoktu, çünkü tüm hafızlar vefat etti... Kureyş lehçesi ise Hz. Osman dönemindeki bir komisyon tarafından kabul edildi ve Zalim Haccac adlı Kureyş'ten ve Ebu Süfyan'ın (dolayısıyla Muaviye ve Yezid'in) yakın akrabası olan biri tarafından harekelendirildi. Kureyşçeye uymayan harfler elimine edildi. 28+1 harfe indirgendi. Yani Türkmen ile Oğuz Türkü'nün arasındaki farka dönüştü... Her lehçe kendi anlamını o kelimeye yükledi. Derin ayrılıklar gözardı edildi. Konu Kur'an olunca diğer kabileler de ses çıkarmadı ve zaman içinde "AYNI BİÇİMDE" düşünmeye başlanıldı.
Bir örnek: Arapça ve Hazrec şivesiyle "Şar" eşarp demekti. Saç ise Hımar idi. Anlamı püsküldür ve organiktir (Mısır püskülü gibi). Şimdi Hımar=Başörtüsü olunca, Şar=Saç olunca buyur Nur-31'inci ayeti çevir bakalım: "Bi Humurihinne..." Başörtülerini... oluyor. Şu don giymek konusu gibi... Bu ünlü yanlışlara çok örnek verilebilir:
1. Türkçe'deki Kar (karbeyaz), Kırağı (Beyazlanmak), Kır (Saçın, sakalın beyazlanması) yani beyaz kelimesi, ğalatı meşhur halinde nosyon değiştiriyor. Türkçe ile Moğolca ayrılırken (Ural-Altay döneminde tek bir dildik) Türkçede KAR kelimesine bir de sonek getirildi ve KAR+A=Siyah biçimine döndü. Şimdi kar bir doğa olayına ve Kara ise (Karaoğlan der gibi) bize zifiri siyahı çağrışıtırıyor. Yani tam ZITTINI beynimize kazımış durumda. (Ak=Ağarmak kökünden geliyor, siyah bir kumaş da ağarır. Beyaz lekelenmek demektir).
2. Aynı biçimde Latin dillerinde Blanc=Beyazboşluk demektir. (Fransızca Blanch=Beyaz gibi) Norman dillerindeki biçimi Blaekk'tır. İngilizceye aynı kelime Black=Kara diye geçmiştir. Normanca Hvettera=Ağarmak ise İngilizceye White olarak yansımıştır. Demek ki, ĞALATI MEŞHUR'lar EVRENSEL niteliklidir.
3. Osmanlıca inanılmaz sayıda ĞALATI MEŞHUR vardır: Arapça aslı ŞECERE=Ağaç kelimesindeki ŞIN harfinden üç nokta (Şapka) kaldırılmış ve şimdi SECERE (Sin harfi ile yazılmış, Örneğin Aile seceresi, soyağacı derken...). Bunun tersine SAKK ise Şakk olmuştur. (Şakkı Kamer=Ay'ın ikiye yarılması????) Aslı SAKK=İskân edilmek, yerleşilmektir.)
4. En eski dil olan Samice çiviyazı tabletlerinde de ŞAMAŞ=Güneş'ten şimdiki Arapça'da Şemş, Kureyşçede ise ŞemS olmuştur. Yani sondaki ve ikinci Ş harfi S harfine çevrilmiştir. (G ile yazılan GÜMAR da sonradan kanın K=Gaf ile yazılan Kumar ya da Kamer=Ay olmuştur ki, ikisi de proto-samilerin tanrılarıdır).
G harfini çıkaramayan Kureyşliler bu harfi KAF ya da Ğayn harfine çevirirken, diğer şive ve lehçelerde bu harf yaşayagelmiştir. Örneğin Cemel yani Deve kelimesinin aslı Gemel'dir. Cilt ise GİLT'tir. Başta Mısırlılar olmak üzere, iki düzine yerel şivede G harfi vardır ama, kur'an Kureyşçesinde yoktur. Kureyşçe Ummu ğulsum diye yazdığın bir ismi bütün Mağrib, Türkler gibi Ümmü Gülsüm" diye okurlar.
Kureyşçeden çıkarılıp atılmış bulunan P harfini (Noktasız b ile yazılırdı) Suudiler dışındaki tüm sami ağızları kullanmaktalar (Bazaar yazıp Pazar okurlar. Yazılış okunuş farkından halen etkilenmemişlerdir). Şimdi tüm bunların ışığında Etimolojik olarak bazı kelimeleri inceleyelim:
Araplar ve ataları samiler yazı icadı öncesi konuşmaya "Hitab=Hıytab, Hitap" derlerdi. Yazının icadıyla aynı kelimenin ilk harfi K=Kef ile değiştirilerek Kitab oldu. Daha sonra da mastar haliyle KTB=Yazmak haline getirildi. Yani Hitap=Yazılmamış kitap, Kitap=Yazılmış Hitap demektir.
Kur'an indirildiğinde yaklaşık olarak 2000 sankritçe kelimeyi ilk kez duydular araplar. Cehennem, Kevser, Dünya gibi... Sankritçe Jeyenim=Tandır demektir. Dünya= Arapça değildir. (FidDÜNYA derken Fersçe, Kürtçe'den başlayarak, ta Bengaldeş'e dek, yaşayan ve halen konuşulan 150 kadar Hint-İran lehçesinde DÜNYA kelimesi kullanılmaktadır. Ama Arap almış onu, Nasıl ki Türk kelimesinin çoğulu Etrak oldurulmuş ise, Dünya kelimesi de DENY haline getirilmiştir.
Araplar ikinci sure olarak inen NUN'un bitişiğindeki KALEM kelimesini İLK KEZ DUYMUŞLARDI. Çünkü kelime HİNT-AVRUPA DİLLERİNDEN idi. Örneğin Latincesi Calamus yaşayan dillerde Calam, Almanca Kulim (Argocası kullie). Hatta mürekkep balığı Calamarus=Kalamar bu yüzden kendi ismini almıştır (Mürekkeple yazan ince uzun bir ahtapot cinsi anlamında). Gerçek anlamda yazmak KeTeBe değil, Kaleme'dir. Ama Kureyşçe olunca KeTeBe ön plana çıkmıştır (Türevleri, Kitab, Katib, Mektub vb., bilirsiniz). KLM=Kelime (Kelam, mütekellim, kelime) ile Kalem'in birbirine olan durumları Hitab-kitab gibidir. Kalem ve Kelam yani...
Elbette Kur'an'ın sadece alimler için verilmiş bir misal denen müteşabih bölümü daha vardır (Müteşabihler AMM ve Muhkem değildir elbette). Muhkemler için katı matematik (RAKİM), müteşabihler için GEOMETRİ (Kehf=Topoloji) denen iki tip EBCeD (ABCD) uygulanır.
Birinci tipteki Mucize 19 asal sayısına endeksli olandır. İkincisi ise keşfi beklenen "Topoloji geometrisi" yani mağaraya benzetilebilecek bir üçboyutlu topoloji... Ashabı KEHF ver RAKİM'i anımsarsan ikisi de Allah katında geçerlidir. Hatta Kehf (Geometri) Rakim (Rakam, Matematikten) önce zikredilmiştir. Rakim tek boyutludur. Kehf ise evren gibi üç boyutlu ve 300+9 dendiğinden ayrıca dördüncü boyut olan ZAMAN koordinatını da içermektedir.
Quantum mekaniğinde ve quantum aritmetiğinde (Tünel süreci) kullanılan biçimi Kehf'tir (CP denmektedir). Buna bir de zaman boyutu eklenmekte ve CPT denen üç simetri biçimi çıkmaktadır. Bu simetri üçlüsü, bize CP denen Rakim'i CPT yani Kehf biçiminde yazmayı elverdirir. CPT evrenseldir. Yani kuantum fiziğini tüm diğer bilimlere de uygulattırır (Sosyal bilimler olan Ekonomi, politika, hukuk, etimoloji vb.). Böylece terminolojinin de bir açılımı (Geometrisi) ortaya çıkar. İşte herkesin aklını karıştıran da bu...
ZKR kelime kökünden bilinen türetmeleri yapalım: Zikir (Ama tesbih değil), Mezkur=Zikredilen, sözkonusu. Yani kelimeye yüklediğin anlam değil gerçek NOSYONU. Nitekim, "Zikri biz indirdik, onu korumak da bize düşer ayetindeki" Zikr ile sözü edilen NOSYON'dur. Nosyon kehf ile özdeştir, geomatrix bir kelimedir. Sadece Matematik ile analiz edersek elbette kısıtlanır ve hatta paradoks doğar.
Örneğin Salat'a rakim olarak dosğruca NAMAZ derseniz, açmaza düşersiniz. "İnnallahe ve melaiketehi yuSALLİne alen Nebi...." ayetindeki Salatı namaz olarak algılarsan, "Allah ve melekleri nebilerine NAMAZ KILARLAR" diye çevirmek zorunda kalırsın. Haşa Allah ve meleklerinin yeni bir MABUDU, taptıkları bir üst Tanrı mı var? Rakim'in açmazı olanı Kehf açıklar. Çünkü Kur'an'daki bildiğimiz namaz BİR TEK ŞEKİLDE geçmektedir. Namaz (Rakim) ise EkımetüsSALAT=İkame edilen, yani dört bedeni hareketle yapılan namaz oluverir. Doğrusu da budur.
Namaz "Yerine konmuştur". Namaz Kalu bela'da Allah'a verdiğimiz bir sözdür. Bir kredi kartı gibi... Yaşadığımız süre içinde o krediyi VAKİT farzına bağlı olarak vadelendirip ödemek zorundayız. Akıme, İkame, İka etmek vb. gibi KEHF NOSYONU olmayan sadece Rakim=Salat diye algıladığımız bir kavram/Mevhum bizi yanıltır. Örneğin "Orta namazınıza dikkat ediniz" diye çevrilen "Salatı Vusta" içinde ikame kelimesi yok ki, NAMAZ olsun... Vusta=Vasat kökünden gelir, ortalama, averaj'dan başka Kur'an'daki anlamı gözden kaçmıştır. Vasat=Direk demektir. Bizim orta direk dememiz gibi...
İF VE Fİ IŞIĞINDA
"ETİMOLOJİ" ve PARA-ETİMOLOJİ
Şimdi ana konuya dönelim: İF KUN=Olmak. Tekvin, Kainat, Mütekevvin, kevniyat
vb.ise (Yaratılış ve olmak bazında) Yerdeki parayı aldık, çevirdik gördük ki,
bu kez karşımıza HUN çıktı. Parayı yere atıp "Saçma" diye geçemezsiniz. CP ve
Fİ fenomenini kullanırsınız. Türetme ve üretme yaparsınız. HUN=ÖLMEK, İSE
Tehvin=Yaratılma öncesi (İF=TEKVİN) HA'inat= Ölmaş evren (Özellikle iki sur
arasındaki, "Bugün Mülk kimindir sorusuna, Vahidül Kahhar olan ALLAH'ındır"
diye yanıt vermesi arasında geçen süre... (İF=KAİNAT) Mütehavvin= Allah
dilemeseydi kainatı yaratmazdı anlamında (İF=MÜTEKEVVİN)
HUvniyat=Yaratılmayış (İF=KEVNİYAT)
HUNNES (CHAOS) ve KÜNNES (COSMOS) iştebu CPT'leri kullanmaktır. Ziya Gökalp'in
Mefkure'si FKR (Fikir, müte fekkir gibi) bir Fİ türetmesidir. Türkler İF=CMH'den
Fİ=Cumhuriyet kelimesini türetmişlerdir. Osmanlı yönetimindeki Mısır Hariç,
hiç bir ülke Cumhuriyet kelimesini kullanmaz, Mefkure de demez. TÜRK
kelimesinin çoğulu Arapça'da eTRaK'tır. Biz kendimize ETRAK*LAR demeyiz.
Veli'nin çoğulu Evliya'dır, evliyalar demek yanlıştır. Bunlar ğalatı
meşhur=Büyük yanlışlardır. Şecere=Ağaç olan Arapça kelimeyi SECERE
yapmışızdır.
Hunnes ve Künnes'de H ve K harfleri hariç kalan (UNNES) aynıdır. Şimdi, buna
benzer (Analojik ve algoritmik) kelimeleri arayalım:
Künnes gibi KİTAB ve KUBBE (Büyük olanı)KABİL, KÜSUF
Hunnes gibi HİTAB ve HABBE (Küçük olanı)HABİL, HÜSUF
Biri yazılmış Hitab ötekisi yazılmamış Kitab. Başta ikisi de birdi. Ama yazıya
geçildiğinde H ve K harfleriyle ayrıldı. Bunların tümü Sankritçedir.
Kalem=Yazmak (Eskiden KeTeBe mastarı yoktu)
Kelam=Söylemek.
Biri yazılmış Kelam, ötekisi yazılmamış kalem.
Biri QEF ile biri KAF ile ayırt edilmi ş.
Kalem suresindeki kalem. Arapça mı? İmkansız. Latince Calamus, latinceden mi
Arapçaya geçti? Hayır! Danca Kalim , Almancası KULİM (Halk ağzıyla ayrıca Kuli)
Ya şu yediğimiz kalamar? Hani ince uzun mürekkep balığı CALAMARE? EN-NAR-ENC=
El Nar enci= ENERGİE, ENERGY (Narenciyeden tutun da ORANGE kelimesine dek
türetin)
Kim kimden almış bunları? İşin başına dönelim. Nuh tufanı Ham, Sam Yafes ve
(Boğulan oğlunun
eşi ve çocuklarının şahsında YAMM ya da Kenan) Hami dilleri, Sami,dilleri Yami
(Çin, Tibet vb) ile YAFES dilleri...
Geldik mi Sankritçeye... Yafes dili bu işte...
Hz. İbrahim Yafesi' idi. Çünkü adı BRAHMİ ırkı da öyle. Babası Azer ile Hint
ülkesinden Babil'e göçtüler. İbrahim as. önce SAMİ'DEN SARA ile evlendi İshak
as. oldu. Bu ırk Beni İsrail olarak ayrıldı.
HAMİ'DEN HACER ile
evlendi. Bu ırktatan İsmail, beni İsmail türedi.
Baba dili YAFESÇE idi. İsmail oğulları ve İsrail oğulları, babalarının Sankrit
dili üzerine annelerinin Samice ve Hamicesini de konuşuyorlardı.
YAFES+SAMİ+SARA(Malike)=İSRAİL (Oğulları,Beni İsrail=İbrani, Yahudiler.
Yahudiler Dünyaya en üstün kılınmış, lanetlenmişlerdir.)
YAFES+HAMİ+HACER(Memluke)=İSMAİL (Oğulları,Beni İsmail=Araplar. Tevbe 97 ve
Hucurat-14'de olduğu gibi kafir, münafık, imanları kalplerine inmemiş olarak
aşağılanmışlar, ancak lanet edilmemişlerdir.)
Böylece iki ırk çıktı. İsrail oğulları ve İsmail oğulları.
Böylece iki dil çıktı. İbranice ve Arapça
Hz.İbrahim yani babaları Sankritçe dili konuşuyordu, BRAHMİ ırkındandı. Pekiyi
BABA dilini nereye koyacağız? Eridi gitti de mekle kurtalamayız ve zaten
gerçeklere aykırıdır. Zaman çekmecesinde hiç bir şey kaybolmaz. 17 yıl önce
yazdığım "Dabbet ül Arz=Yer hayvanı=DİNOZOR, bile yeniden imal edilecektir.
Ben bunu yazdıktan on yıl sonra JURRASIC PARK filminin çevrildiğini
anımsayınız.
Herkes baba dilini konuşmuyor mu? İyi de baba dili ne oldu? Asimile oldu
dersek yanılırız, çünkü ayet "İbrahim ne Yahudi ne Nasraniydi, O Hanif idi"
demektedir. Yani İbrahim, İsrail ve İsmail oğullarının babası ve bu iki dilin
de kurucusudur.
Bu iki dil tıpatıp akrabadır. Her ikisi de üç harf üzerine kuruludur. Üç
harften türetirler. Ama üç harfin NEREDEN geldiğini bilmezler. "Ne bileyim bu
böyle gelmiş gidiyor" derler.
Örneğin İbranice MLH ve Arapça MLK'den
EL Maleh=El Melik=Kral demektir. İkisi de Allah'ın adıdır.
El Şalom=El Selam=Allah'ın güzel adıdır. (ŞLM ve SLM üç harfinden)
El Hoda= El Hüda, El Hadi Esması HDY üç harfinden.
KHN (Kohen=Kahin)
ADM (Adam=Adem)
BU ÜÇER HAR F GRUPLARI YAFESÇE'DİR. ARAPLAR ANLAMINI VEREMEZLER!
Hz.İbrahim'in dili ARAPÇA VE İBRANİCEYE ÜÇ HARF HALİNDE GEÇTİ.
Sankritçe MELKİ=Kral
Sankritçe SELMİ=Barış
Sankritçe KHODA=Doğru yola ileten Tanrı.
Sankritçe YUĞAM (Çağ)=İbranice YOM, Arapça YEWM=Gün demektir.
Sankritçe aynı zamanda "Hind-Avrupa" dil ailesinin de atası sayıldığından, Ari
ve Avrupa dallarında da yaşar. Örneğin KHODA (Ğode okunur.) Germen dillerinde
, İng, GOD, Alm. GOTT, skandinav dillerinde GOT, Arapça KDS (Kuddüs gibi)
Türkçe KUT (Kutluğ uluğ=Kutsal ilah, Kut+lamak, kut+samak=Kutsal, kudüs vb.)
Sankritçe PUR, PURG, PURK ve Kale, içkale, iç barınak,Örneğin Hindistanda
Kanpur kenti gibi... Germen dillerinde, Borg, Burg, Borrough, (Marl+boro son
ek bunun halk arasındaki söylenişidir.) Fransızca Bourgeois=Burjuva
örneğindeki Bourge (Burj) Arapça BURÇ (Kale burcu anlamında, Burg ile tıpatıp
aynı) Latince PARC (Park, parkur, içteki kaleyi kuşatan koruğanlı kale
demektir.) Fin -Ogrien dillerinde PURİ, Pori, Pork ve Turan dillerinde BARK
(Ev-Bark'taki gibi, anlamı barınmaktan, barınılacak yer. Oğuz efsanelerindeki
Kutluğ Bark=Kutlu bak ile İsveç dilindeki Göteborg'un hiç bir farkı yoktur.
Kur'an indiğinde Araplar bu üç harf kombinezonları dışında 1200 kelime kadar
YAFESÇE (Sankritçe'nin babası) öğrendiler. Örneğin Araplar ilk kez "Dünya"
kelimesini (Rabbena atina, fidDÜNYA gibi. Dünya kök olarak bugün de Kürtçe,
Farsça ve tüm Hint lehçelerinde kullanılmaktadır.) Araplar bu hiç duymadıkları
kelimeyi alarak ÜÇ HARF yöntemiyle DNY=Dünya, Deniy vb. olarak dillerine
kattılar.
Sankritçe Kundas=(Kunda+lini'de olduğu gibi) Kelebek Sankritçe Hondas= (Hondasutra
deki gibi)Koza (Tırtılın henüz kelebek olmadığı dönem)
Antik Yunanca KOZMOS=Düzen, düzenlilik Antik Yunanca CHAOS (HHaos okunur)
düzensizlik, kargaşa, anafor.
Bu kelimelerden ikisi ilk kez Arapların da bilmediği fakat Tekvir suresi
16-17. ayette geçen Hunnes,(cHaos) Künnes (Cosmos)
Hatta Habbe (Küçük kabarcık) ve Kubbe (Büyük küre)
Hatta Habil ve Kabil
Hatta Hitab ve Kitab
Hatta Habl(İçteki tünel damar, batı dillerinde KABLO, Cable) ve Kabl
(Kıble'den anımsayınız, kablolunmak bir şeyin bir şeye tekabül etmesi, tohumun
koca ağaca dönüşmesi,)
Kalem(Calamus)yazmak, kayda geçmek, kalem,
Hulem (ağzdan ağıza geçen efsaneler, söylenceler, masallar, sözlü belgeler.
Kalem ve Kelam ikilisi
Küll ve Kall (Külli ve kalil gibi)
Kısaca, Yafes (Sankrit) dili arapçaya, ibraniceye ÜÇ HARF olarak geçti.
Araplar ve ibraniler bunun neden üç harf olduğunu, nereden geldiğini ve
anlamını BİLMEZLER.
Sankritçe Nozel=İnmek
Araplara örneğin NZL, üç harf verilmiş: Bunun neden böyle olduğunu
bilmezler, anlamı da yoktur. Ama türetebilirler:
NeZLe=Burun akması, sümük
inmesi,
meNZiL=Erişim, bir merminin inmesi
teNZiL ve Tenzilat=İndirim
NüZuL=İnme ve felç (Ünzile, tenzile vb.)
Yafes(Yavuz, Oğuz) dan Turanca olarak ayrılan, sonra finlilerden ayrılarak
kendi başına bir dil olan Türkçe de aynı kurallar vardı.
Bir sandık düşünün içinden dışına ÇıK+mak
Bu sandığın içine oturuyorsanız...ÇöK+mek
Bu sandığı yanlarını dışa alıyorsanız ÇeK+mek (Çekmece gibi düşünün)
Bu sandığın dibinden aşağı çıkıyorsanız ÇüK+mek yani sarkmak
Bu sandığı kilitlemek, kapamak istiyorsanız ÇaK+mak
Bu sandığın içine bir şey koymak istiyorsanız ÇoK+mak. (Sonradan sokmak ile
bütünleşti. Oysa Sok, Sak+ın, Sök sık, sek, vb. ayrıca vardır)
EL-HAMD HAMD ETTİRENE