Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam aleykum
Forum bu bolum yazılarını okudum baslangıcta bir arkadas nefsin mertebelrinden bahsetmis ama yeterli gorulmemis bazı arkadaslar surek itiraz etmekteler ki bazı uydurma rivayetleri de delil diye getirmişler zaten hep oyle olur uydurma rivayetleri alırsın ayetleri de kendi reyine göre tevil edersin ne ala savunma ve delil olur örneğin bir arkadas su hadisi delil diye getirmis
“Küçük
Cihaddan Büyük Cihada Döndük. Büyük
Cihad Nedir? Diye Sordular. Bu, Kalbin Cihadıdır. Buyurdu.” (Racanâ
Minel-Cihâdil-Asğari İlel-Cihâdil-Ekberi. Kâlû:
Ve Mâ Cihâdul-Ekber?, Kâle: Cihâdul-Kalb)
Hz.
Peygamberin Tebuk Gazvesi dönüşünde söylediği
iddia edilen bu sözün de hadis olarak aslı
bulunmamaktadır. Münâvînin Feyzul-kadîri
(III, 109), Zürkânînin Şerhi (I, 463) ve birkaç
müsned ve tarih kitabı dışında neredeyse hiçbir hadis
kitabında geçmemektedir. İçeriği itibariyle nefis
terbiyesini öne çıkarması sebebiyle Gazâlînin,
İhyau Ulûmiddin, II, 85, 210; Sırrul-âlemîn, s.
35; Mîzânul-amel, s. 19; İbn Acîbenin,
İkâzul-himem, s. 269; Berîka Mahmûdiye fî
şerhi Tarikati Muhammediyye (III, 354) adl
kitaplarında
ve benzeri tasavvuf kitaplarında hadis olarak yer almıştır.
Beyhakî, İbn Hacer el-Askalânî, Münâvî,
Zeylâî, Suyûtî, Irâkî, Aclûnî,
el-Fettenî, İbn Teymiyye ve Muhammed Nâsıruddin Elbânî
gibi hadis âlimleri tarafından bu sözün, Hz.
Peygambere ait olmadığı, dolayısıyla hadis olmadığı haber
verilmiştir. Bunun, Hz. Peygamberin ağzından uydurulmuş bir söz
olduğu açıktır. İbn Hacer, gerçekte bu ifadenin,
İbrahim b. Ebû Uble isimli Şamlı bir tâbiûnun
sözü olduğunu bildirmiştir. İbn Teymiyye ise, hadis
olarak aslının bulunmadığını söyledikten sonra, onun anlam
olarak da doğru olmadığını; düşmanla savaşmanın nefisle
cihaddan daha üstün bir amel olduğunu söylemiştir.
(Bkz. Münâvî, el-Fethus-semâvî, II,
513-514, 851-852; Zeylâî, Tahrîcul-ehâdîs;
Aclûnî, Keşful-hafâ, I, 511; Suyûtî,
ed-Durerul-muntesire, I, 11; el-Fettenî, Tezkiretul-mevzûât,
s. 191; Irâkî, Tahrîcu ehâdîsi İhyâ,
VI, 216; Muhammed Nâsıruddin Elbânî, ez-Zaîfe,
V, 478). BAZI arkadasların uydurma rivayetleri de delil getiridğini görüyorum onları bu konuda UYARIYORUM. nASIL Kİ BENİM AĞZIMDAN SÖYLEMEDİĞİM BİR SÖZÜ RİVAYET EDEN CEHENNEMDE YERİNİ HAZIRLASIN DİYORSA RASULULLAH (SAV) AYNI ŞEKİLDE O UYDURMA RİVAYETLERİ DE DELİL DİYE GETİRENLERDE AYNI TEHDİT ALTINDADIR HABERİNİZ OLSUN HADDİNİZİ BİLİNİZ VE UYDURMALARI DELİL DİYE GETİRMEYİNİZ YANLIZCA AYETLER VE SAHİH OLAN GERÇEK OLAN RASUL SÖZLERİNİ GETİRİNİZ Tasavvuftaki nefis mertebelri ile söylenmek istenen maksat ile KURAN daki nefis ile ilgili geçen terimler kesinlikle birbirinden farklıdır ama tasavvufçular bunu kıvırarark kendi düşünceleri dogrultusunda almıslar kendilerine göre tevil edip delil diye getirmeye çalışmışlardır. şimdi size A.Bayındır ın kitabından aldıgım yazı metnini yazacağım okuyunca göreceksiniz kine kadar isabetli tesbitler yapmış ve onların tezlerini nasıl çürütmüştür bişlimsel akılcı ve kuran ın ışığında
Nefsin mertebeleri veya nefsi tanrılaştırma süreci
Tasavvufta nefsin yedi mertebelerinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i merziyye ve nefs-i kâmile’dir. Altınoluk’la yaptığımız görüşmenin bir yerinde bu mertebelerden bahsetmiş, bunların Kur’an ile bir ilgisinin olmadığını açıklamaya çalışmıştık. Burada konuyu bir başka maksatla tekrar ele alıyoruz.
Sayın YILMAZ diyor ki;
“Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir.
Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin arkasından zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini kötülüğe yapışmasından dolayı ayıplayan ve tevbeye eğilimi olan nefistir.
Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Yani bu duruma gelmiş kişinin içine ilham gelir, perdelerin arkasındaki gerçekler görünmeye başlar, iyiyi kötüden ayırma özelliği kazanır ve kötü arzularına karşı az da olsa direnebilir. Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile donanmış olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği başarı ve yardım ile huzura kavuşur ve tam bir kanaate vararak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulur, yani insan olma özelliği biter. “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkar ve nefis, hitâb-ı ilâhîye mazhar olur, yani Allah ile karşılıklı konuşabilir.
Nefs-i râziye: Kendisi hakkında gözüken kadere tereddütsüz teslim olup rızâ gösterir. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır.
Nefs-i merziyye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır. Demek ki, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geliyor, ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. İnsan-ı kâmil ile ne kastedildiği yukarıda geçmişti.
Nefs-i râziye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i merziyye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir? Burada M. Fuad KÖPRÜLÜ’ye hak vermemek elde değildir. O diyor ki; “Felsefe ile uğraşanlar, zındık ve mülhid (dinsiz) sayıldığından Kelâm üzerinde çalışanlar hariç olmak üzere diğer felsefe ile meşgul olanlar, ya din, yahut daha fazla tasavvuf perdesi altında gizlenmeğe mecburiyet görüyorlardı.” Bir takım tasavvufi kavramları din içinde göstermek için ilgisiz ayetlerin uluorta kullanılmasını başka şekilde izah mümkün görülmüyor.
“İnsan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Ancak onun tarihi şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halindeyken Peygamber olan Muhammed ’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyedir.
BAYINDIR - İşte bu, tam bir reenkarnasyon inancıdır. Demek ki, insan-ı kâmil, her devirde yeni bir bedene giren ruhtur. Bunun için Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin adı insafsızca kullanılmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Muhammed, başka değil, sadece Allah’ın elçisidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir. (Al-i İmran 3/144)
Bunlara göre ilk elçi Hz. Muhammed’dir. Allah’a göre “ondan önce de nice elçiler gelmiştir “ Bu sözü bir an için doğru saysak bile o, Adem’den önce kime elçi olarak gönderilmiş olabilir. Hiç düşünmez misiniz?
Hakikat-i Muhammediye inancı, insan-ı kâmili Allah ile aynı kabul etme inancıdır. İlahiyat Fakültesi mezunu bir şeyhin yazısında geçen şu sözlere bakınız: “Ahad Ahmed’dürür, kim mim eder fark, Bütün âlem o mîm içre olur gark. Ahad yani Allah’tır.” Ahad Ahmed’dir, Ahad Allah’tır, derseniz, Ahmed Allah’tır, demiş olursunuz.
Deniyor ki, arada “m” farkı vardır. Bütün alem o “m”nin içindedir. Yani Ahmed sözünde m var, Ahad’da yoktur. Bütün alem o harfin içinde yer alır. Öyleyse Ahmed Ahad’dan büyük olur!!? Altınoluk’ta da yazı yazan Mehmed DEMİRCİ’nin Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisine yazdığı aşağıdaki sözler, yukarıdaki ifadeyi desteklemektedir: “... Hakîkat-i Muhammediyye varoluşun başlangıcıdır. Bu aynı zamanda Allah’ın kendi zâtında kaybolmuş halinden kendindeki özellikleri bilme seviyesine inişini ifade eder. Allah ile hakîkat-i Muhammediyye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir. Allah'tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir.... Hakîkatü'l-hakâik yani Allah, var veya yok, ezeli ve hadis şeklinde nitelenmediği halde hakîkat-i Muhammediyye var ve ezelî diye nitelendirilir. Hakîkat-i Muhammediyye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu hakikat Hak'tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur....
Hıristiyanların kullandığı Allah’ın oğlu terimini Kur’an mahkum ettiği için Hakîkat-i Muham mediyye, Nur-i Muhammedî ve İnsan-ı Kâmil gibi masum ve kolayca başka tarafa çekilebilecek terimler seçilmiştir. İnsanlar da havass’ul-havass yani üsttekiler; havass yani orta tabaka ve avam yani alt tabaka diye üçe ayrılmıştır. O terimlerin gerçek anlamını sadece üsttekiler bilmiş, orta ve alt tabaka ise onları bala katılmış zehirler olarak zevkle yemişlerdir. Şimdi lütfen söyler misiniz, ruhbanlık iddiasında bulunanlar bu kadar ileri gitmişler midir?
Merhale, hedefe ulaşmak için geçilmesi gereken konak yerine denir. Tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i merziyye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır. Ama Kur’an-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Şimdi Altınoluk’un yayınladığı bir kitaptan alıntı yaparak konuyu ele alalım: Kitapta deniyor ki; “Nefsin manevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır. Emmâre, levvâme, mülheme, mutmeinne, râziye, merziyye ve kâmile gibi.” Bunlar delili olmayan iddialardır. Nefsin manevi yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münafığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur’an-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münafıkları tanıyamadığını bildirmektedir. Ayet şöyledir: “Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münafıktır. Medine halkından da münafıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz; sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir.” (Tevbe 9/101) Bazı münanfıklar Hz. Peygamberin hoşuna giderdi. Eğer münafık olduklarını bilse onlardan hoşlanır mıydı? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar dayalı odunlara benzerler. Her kopan gürültüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin, nasıl döndürülüyorlar.” (Münafikûn 63/4) Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere bakalım: “Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Kur’an’daki: “Çünkü nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” âyet-i kerimesi nefsin bu makamına işaret eder.”
Bu ayet, Hz. Yusuf’un kendi nefsi ile ilgili sözlerini haber verir. Ayetin tamamı şöyledir: “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis kötülüğü emreder durur. Ama Rabbimin esirgediği olursa o başka. Benim Rabbim çok bağışlar ve çok esirger.” (Yusuf 12/53) Nefs-i emmâre her insanda olur. Ayete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur.
Ayetin metni de önemlidir. “Nefis kötülüğü emreder durur.“ diye tercüme edilen, İnne’n-nefse le emmâretun b’is-sû” isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübut ve devam ifade eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Başına inne ve haberine te’kid lamının gelmesi de bu konuda doğabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Yani ayet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder.
İkinci merhaleye nefs-i levvâme konmuştur. Kitabın ifadesi şöyledir: Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülâzemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temâyül gösteren nefstir. Adını Kur’an’daki: “Levvâme (pişmankâr) nefse and olsun.” ayetinden alır. İnsan zaman zaman nefsine uyar ve yanlış davranışlar yapar. Eğer bunlara üzülüyor ve sık sık pişmanlık duyuyorsa bu Allah’ın beğendiği bir durumdur. Allah Tâlâ şöyle buyurur:
Hayır! Yemin ederim o Kalkış gününe. Hayır hayır ! Yemin ederim o kendini kınayıp duran nefse (nefs-i levvâmeye). insan şöyle mi hesabediyor, onun kemiklerini derleyip toparlayamayız? Öyle bir toparlarız ki, parmaklarını bile aynı duruma getirmeye gücümüz yeter. (Kıyame 75/1,2,3,4) Üçüncü merhaleye nefs-i mülheme konmuştur. Kitabın ifadesi şöyledir: Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene.” âyetinden alır. Nefsin bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırmaları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayılır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır. İlham, Allah’ın, kulunun kalbine bir şey doğurmasıdır. Allah’ın ilhamı olmasa insanoğlu ilerleyemez. Bütün ilmi gelişmeler ve keşifler Allah‘ın ilhamıyla olur. Ama bu, Müslümanlara has değildir. Kâfirler de ilham alır. İlham, Kur‘an’da yalnız bir yerde geçer. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “(Nefse) isyankârlığını ve takvâsını ilham edenin hakkı için, onu arındıran gerçekten umduğuna kavuşmuş, kirletip karartan da kaybetmiş olur.” (Şems 91/8-10) İsyankarlık, kişinin Allah’a, insanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. Böyle biri, hem isyandan önce hem de sonra huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vicdan azabı denir. Günah karşısında insan önce irkilir, sonra, ya vazgeçer ya da günaha dalar. İşte insanı irkilten, Allah Teâlâ’nın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi”dir. Merhameti sonsuz olan Rabbimiz günah işleyecek olana son bir ihtarda bulunarak “isyana giriyorsun, dikkat et.” demiş olur. İsyandan sonra da kendine bir iç sıkıntısı vererek onu tevbeye teşvik eder. Yusuf aleyhisselamı Züleyha’dan uzaklaştıran bürhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi” olmalıdır. Yusuf suresinin 24. âyetinde şöyle buyruluyor: “And olsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti...”
Bu irkilme Müslüman olmayanlarda da olur. İşlediği bir cinayetten sonra, vicdan azabından kurtulmak için gidip teslim olan insan sayısı az değildir Müslümanlığa karşı olmak en büyük suçtur. Bu durumda olan herkes içten rahatsız olur ve sıkıntıya düşer. Bu yüzden “Zaman olur kâfirler, keşke müslüman olsalar, diye iç geçirirler.” (Hicr 15/2) Günahtan sonra devam eden vicdan rahatsızlığı da kişiyi pişmanlığa ve tevbeye yönelten ilhamdır. işte Allah’ın merhametinin büyüklüğü! Takvâ, nefsi fenalıktan korumak demektir. Kişi, Allah’a karşı, insanlara karşı ve kendine karşı fenalık yapmamalıdır. Bu onu dünyada töhmet altına girmekten, ahirette de cehennem azabından korur. insan, bu iyi davranışlarının neşesini içinde duyar. İşte bu neşe Allah’ın ilhamıdır. İyi davrananlarda görülen iç huzuru ve kararlılık bu ilhamla oluşur.
Vabısa b. Mabed diyor ki, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e gittim buyurdu ki; “iyilikten ve günahtan sormak için mi geldin? “ Evet, dedim.
Parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa! iyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.”
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Seni işkillendiren şeyi bırak işkillendirmeyene geç. Çünkü doğruluk iç huzuru verir, yalan da şüphe ve tereddüt doğurur.”
İçe doğan şey, şeytan vesvesesi de olabilir. Çünkü o, “insana vesvese veren, onların içini karıştıran” varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bir takımını yola getirdi, bir takımı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliya edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar. (Araf 7/30) İlham ile vesveseyi ayırmak için içe gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denetlemek gerekir.
İşte nefs-i mülheme budur. Mü’min-kâfir, herkesin nefsi nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyankarlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şeyleri de ilham eder.
Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, beşincisine nefs-i râziye, altıncısına da nefs-i merziyye adı verilmiştir. Kitabın konu ile ilgili ifadesi şöyledir: Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile hemhâl olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve inâyetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulup “Nûr-i Muhammedî” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı ilâhîye mazhar olur: “Ey itmi’nâna ermiş itâatkar nefs!”
Nefs-i râziye: Kendisi hakkında tecellî eden kazâ hükümlerine tereddütsüz teslim olup rızâ gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Kur’an’daki: “Dön Rabbine, sen O’ndan râzı olarak.” âyeti bu makama işarettir.
Nefs-i merziyye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır. Yukarıda geçen âyetin devamı olan: “Rabbin de senden râzı olarak” ifadesi bunu göstermektedir. Nefsin bu üç merhalesini gösterdiği iddia edilen ayetler, Fecr Suresinin 27 ve 28. Ayetleridir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Sen, ey mutmain olan (huzura kavuşan) nefis! Sen Rabbına dön, sen ondan razı; o, senden razı. Haydi kullarım arasına katıl, Cennetime gir. Bu ayetler, Kıyamet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitabı bildirir. Bunların öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Hayır hayır! Yer un ufak ve dümdüz olunca, Rabbının buyruğu gelip melekler sıra sıra dizilince, O gün Cehennem getirilmiş ve o gün insanın aklı başına gelmiş olur. Ama o akıllanma nesine yarar ki? Der ki: “Ah! Ne olurdu, bu hayatım için önceden bir şeyler yapmış olsaydım!” Artık o gün Allah’ın edeceği azabı kimse edemez. Onun vuracağı bağı kimse vuramaz. Sen, ey huzura kavuşan nefis! Sen Rabbına dön, sen ondan razı; o, senden razı. Haydi kullarımın arasına gir; Cennetime gir. (el-Fecr/21-30) Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile konmuştur. Kitabın ifadesi şöyledir: Nefs-i kâmile: Bu makamda sâlik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir. Bu iddiaları iliştirecek bir ayet veya hadis bulunamaz. Allah‘ın ve Resulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?
__________________ ilmin efendisi olmak için çalışmanın uşağı olmak gerkir
|