c.tayyar Yeni Uye
Katılma Tarihi: 16 haziran 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 23
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
esselam sevgili kardeşim.
allah cc. nun bir ismide el Hadi değilmi..
yani hidayet edici
HAMDİN SAHİBİ
ELHAMDULİLLAHİ RABBÜL ALEMİYN
EL HAMİD VE MAKAMI MAHMUD
EL HADİ VE MAKAMI MEHDİ
ŞÖYLE DÜŞÜNELİM MESELA
HİDAYET EDEN VE EDİLEN
HİDAYETE EREN VE ARACI OLARAK HİDAYETE VASITA OLAN
HUD'A (ALDATMA)
Hile, aldatma, düzen kurma, insanın içinde gizlediği şeyin aksini açığa çıkarması. Dilimizdeki "aldatmak" kelimesi, hud'a kelimesinin karşılığıdır.
İslâm'da fertlerin birbirini aldatması yasak olduğu gibi, müslümanın aldanmaması da bir esastır. Çünkü müslüman bir başkasının hakkına tecavüz etmeyeceği gibi, kendi hakkını da başkasına çiğnetmez. Gerek alışverişte olsun, gerek diğer sosyal münasebetlerde olsun bir müslüman ne aldatır, ne de aldanır. Böyle bir yola asla tenezzül de etmemeli ve bir müslümanı asla aldatmamalıdır. Her müslüman diğer müslümanın kardeşi olduğu için (el-Hucurât, 49/10) toplumun birlik ve beraberliğini, bozmak bundan da öte kardeşliğini temelinden sarsan böyle bir yola tevessül etmek haramdır. Nitekim Hz. Peygamber çarşıda ıslak buğdayı, çuvalın altında kuru buğday ile kapatarak sattığı malın hatasını gizlemek suretiyle halkı aldatmaya çalışan kişiye: "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, İmâm, 164; Ebû Dâvud, Büyü', 50; Tirmizi, Büyü', 72) ihtarında bulunmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de de "hud'a" kelimesi bazı ayetlerde geçmektedir: "Münafıklar Allah ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar; halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da, farkında bile olmazlar" (el-Bakara, 2/9); "Münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, halbuki O, onların aldatmalarını kendilerine çevirir. Namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı pek az anarlar" (en-Nisâ, 4/142); "Eğer sana hile yapmak isterlerse, Allah sana yeter. Yardımı ile seni ve mü'minleri destekleyen O'dur" (el-Enfâl, 8/62).
Görüldüğü gibi, âyetlerde münafıkların aldatıcılığından söz edilmekte, fakat Allah Teâlâ'nın onların aldatmasına müsaade etmediği belirtilmektedir. Münafıkların, küfürlerini içlerinde gizleyip, sonra da dilleri ile müslüman olduklarını söyleyerek, Allah'ı mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vahiyle açığa çıkarılmıştır. Çünkü yüce Allah insanın içinden geçenleri ve niyetlerini de bilir. Zira O, insana şah damarından daha yakındır (Kaf, 50/16). Dolayısıyla her şeye hâkim olan Allah, asla aldatılamayacağını âyetleri ile açıklamıştır. Bu durum karşısında münâfıkların böyle bir yola tevessül etmeleri, kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir.
Âyetlerde geçen "münafıkların Allah'ı aldatmaları" sadece bir mecazdır. Çünkü aldatma, insanın içindeki bir çeşit hainlik olduğu için, âdeta münafıklar da şirklerini gizleyip, hile ve gurur ile iman ettiklerini ifade etmekle, hud'a yapmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple âyetteki aldatma ifadesi, münafıkların, normal bir insanı aldatmak için hilelere başvuran bir kişinin yaptığı işleri yaptıkları için kullanılmıştır.
Münafikların bu hareketlerinin günahı kendilerine dönecektir. Bu sebeple de, kendilerinden başkasını aldatamamışlardır (el-Cessâs, Ahkâmü'l Kur'ân, I, 26).
Ayetteki bu kelimeler, münafıkların Allah'ı aldatabileceklerini sanmalarına da hamledilebilir. Çünkü münafık bir kişi, gerçek mânada Allah'ı ve sıfatlarını tanıyamamıştır (ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, Mısır 1354, I, 31).
"Harb aldatmadır (hiledir)" hadisi (Buhârî, Cihâd, 157; Menâkıb, 25; Müslim, Zekât, 153; Ebu Davûd, Cihad, 93). Âlimler bu hadise dayanarak, savaşta düşmana karşı aldatma ve hile yapmanın câiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Savaşta imkanlar ölçüsünde hile ve tuzağın her türlüsüne başvurulabilir. Fakat bunu yaparken, yapılan anlaşmayı ve verilen emânı bozmamaya da gayret sarfedilmelidir. Bu tür anlaşmaları bozacak davranışlardan da azami ölçüde kaçınılır. Prensip olarak düşman anlaşma şartlarına uyduğu sürece İslâm Devleti de uyar. Düşman bunu çiğnerse, müslümanlar için de misliyle mukabele etme hakkı doğar. Diğer yandan, yukarıdaki hadiste, savaş sırasında bütün kabiliyeti ortaya koyarak ve iyi düşünerek savaşı kazanma yollarını araştırmanın gerekliliğine de işaret vardır (İbn Hacer, Fethu'l Bârî, Mısır 1959, VI, 499).
Talat SAKALLl
BURAYI BİRAZ DEĞERLENDİR KARDEŞİM
VE HUDA VE HİDAYETİ MUKAYESE EDİVER OLURKİ YAŞADIKLARIMIZ VE YANILDIKLARIMIZA BİR NEBZE IŞIK TUTAR NE DERSİN.
HİDÂYET
İrşat etmek, doğru yolu göstermek, rehberlik yapmak. Zıddı; Saptırmak, yanıltmak, dalâlete düşürmektir. Hidâyet kelimesi (HDY) kökünden bir mastar olup terim olarak; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm'ın aydınlık yoluna girmektir.
Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde hidâyet ve dalâletten söz edilmiştir!
"Ey Muhammed de ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim" (Yûnus, 10/108). "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola sevk edecek, hiç bir kimse bulunmaz" (er-Ra'd, 13/33).
"Biz, her Peygamberin karısına, böylece mücrimlerden bir düşman çıkarmışızdır. Yol gösterici ve yardımcı olarak sana Rabbin yeter" (el-Furkân, 25/31).
İslâm'ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar âyette şöyle uyarılır:
"İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesna. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edenim" (el-Bakara, 2/159, 160).
Cenab-ı Hakk'ın bazı kimselere hidayeti nasip etmemesinin sebepleri âyetlerde şöyle açıklanır: "Yalancılık ve küfürde ısrar etme" (ez-Zümer, 39/3). "Âşırı yalancılık" (el-Mü'min, 40/28). "Zâlim ve fâsık olma" (el-Âhkâf, 46/10, es-Saf, 61/5,7; el-Cum'a, 62/5; el-Münâfıkûn, 63/6).
Bir kimsenin, Allah dilemedikçe, Peygamber'in istemesiyle hidayete kavuşamayacağı ayetlerde şöyle ifade edilir: "Ey Muhammed şüphesiz sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidâyete erdirir. O, hidayete erecekleri çok iyi bilir" (el-Kasas, 28/56). "Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir" (el-Bakara, 2/272),
"Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar" (Yûsuf, 12/103).
Buhârî ve Müslim'in naklettiği bir hadise göre, yukarıdaki ilk ayet Allah Rasûlünün amcası Ebû Talib, Rasûlullah (s.a.s)'i korur, ona yardım eder, bu yüzden Hz. Peygamber onu tabiî bir sevgi ile severdi. Vefatına yakın, yanına gelerek şöyle demişti: "Ey amca, Allah katında kendisiyle senin lehinde şehadette bulunabileceğim bir kelimeyi; Allah'tan başka ilâh yoktur kelimesini söyle" Ancak, Ebû Talib, bu kelimeleri söyleyemedi (bkz. İbn Kesîr, el-Kasas 56. âyet tefsîrî). Vefatından sonra, Hz. Peygamber'in, onun hakkında istiğfarda bulunması üzerine hidayete ermeyenler için yapılacak duanın geri çevrileceği şu âyetle bildirilmiştir: "Ne Peygamberin ne de Mü'minlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın hısımları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz" (et-Tevbe, 9/113).
Sonuç olarak, bir kimse hidâyeti yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, salih amel işlemelidir. Allahu Teâlâ, irade-i cüz'iyesini hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kimselere aydınlık yolu gösterir.
Şâmil İA
EY KARDEŞ LÜTFEN ÖN YARGISIZ VE BİRBİRİMİZİ SEVMEYİ ŞİAR EDEREK LÜTFEN İNCE VE DERİN DÜŞÜNELİM NE OLUR MAKSADIM KESİNLİKLE NE SENİ NEDE BAŞKALARINI SİGAYA ÇEKMEK DEĞİL.
el-HÂDÎ
Allah'ın Esma-i Hüsnâ'sından biri, Hâdî, doğru yolu gösteren, demektir. Allah'ın, kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtması, yaratıklarına hayatlarını devam ettirme yollarını öğretmesi ve onları buna yöneltmesi anlamına gelir. O, bu yönüyle insanlara kurtuluş yolunu; dünya ve âhiret mutluluğunun yollarını gösterir.
Allah, hayvanlara içgüdü vermiştir. Onlar içgüdüleriyle kendilerine yararlı olanı bulurlar. İnsanlara ise, akıl verilmiştir. İnsanlar, akıllarını kullanarak bilinçli seçim yapma imkânına sahiptirler ve bu sebeple de yükümlü tutulmuşlardır. Bununla birlikte yüce Allah, akıllarının yanısıra onlara peygamberler de göndermiştir. Hattâ yüce Allah, insanlara akıl vermek ve peygamber göndermenin yanında, fıtratlarına hakkı kabul etme eğilimini vermiştir. Her insan, hak dini kabul edecek istidatta yaratılmıştır: "Biz ona vermedik mi; iki göz, bir dil, iki dudak? Ona iki tepe (iki hedef hayır ve şer yolunu) gösterdik" (el-Beled, 90/8-10). "Rabbimiz, herşeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra ona doğru yolu gösterendir" (Tâhâ, 20/50).
Hz. Peygamber (s.a.s.) de, "Her doğan çocuk (İslâm) fıtratı üzerine doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecûsileştirir" (Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17) buyurmaktadır.
Allah bizi bu fıtrat üzere yaratmakla birlikte yükümlü tutulmamızın bir gereği olarak dilediğimizi seçebilmemiz için akıl ve irade de vermiştir. Akıl ve irademizi kullanarak doğru yolu bulmamızı istemektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de insanın çevresine bakıp ibret almasını teşvik eden birçok âyet vardır.
"İnsan (bir kere) yiyeceğine baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık, orada bitirdik;' tâne(ler), üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyvalar ve çayırları sizin ve hayvanlarınızın geçimi için"(Abese, 80/24-32). " Allah gökten bir su indirdi, onunla yeri ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz bunda işiten bir kavim için bir âyet (Allah'ın kudretine işaret) vardır. Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır. Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz" (en-Nahl, 16/65-66).
Yüce Allah bu delilleri gözler önüne sererek insanlara yol göstermektedir.
Peygamberler, öğüt vermek, mucizeler göstermek sûretiyle insanları hakka dâvet ederler. Hidâyet yolunu gösterirler ama, hidâyetin yaratıcısı, Allah'ın kendisidir. Hidâyet vermek O'na âittir:
"Ey Peygamber sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin; fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir" (el-Kasas, 28/56).
"Allah kimi doğru yola iletirse o, yolu bulmuştur, kimi de sapıklığında bırakırsa, artık onun için yol gösteren bir dost bulamazsın " (el-Kehf, 18/17).
Allah'ın Hâdî oluşu Kur'ân'ın birçok âyetinde dile getirilmiştir. İnsanın hidâyet vasfı, sadece hak dine dâvet ve yol gösterme şeklindedir. Peygamber de olsa, bundan öte bir etkinliği yoktur.
Allah'ın hidâyetinden mahrum kalanlar ise, zâlimlerdir. Onlar apaçık delillerle karşılaştıkları halde inat ederek yüz çevirirler:
"İman ettikten, Rasûlün hak olduğunu gördükten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkâr eden bir kavme Allah nasıl yol gösterir? Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez" (Âlu İmran, 3/86) ; "Allah zâlim toplumu doğru yola iletmez" (el-Bakara, 2/258).
Kula yaraşan, çevresinde olup bitenleri ibretle değerlendirmek; Allah'ın gözler önüne serdiği delilleri gözardı etmemek, daima âciz bir kul olduğunun şuurunda olup Allah'tan hidâyet dilemektir.
M. Sait ŞİMŞEK
İNSAN OKUDUKÇA VE TEFEKKÜR ETTİÇE KULLUĞUNUN ONURUNU FARKEDEBİLİYOR.
HELE OLAYLARA BİRDE ÖN YARGISIZ BAKABİLİRSE SANIRIM DAHA ÇOĞUNU RABBİMİZ İHSAN EDER TIPKI RABBİ ZİDNİ İLMA GİBİ.
HANİF, HANİFLER
Hz. İbrahim'in tebliğ ettiği tevhid akidesini koruyan ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce Allah'ın birliğine iman edenler. .
Sözlükte; hanif masdarından bir sıfattır. Hanef, dalaletten doğruluğa, çarpıklıktan düzgünlüğe meyletmek demektir. Nitekim doğruluktan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye de "cim" ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl mefhumu, eğriliği bırakıp, doğrusuna giden demektir. Bu mefhum ile örfte İbrahim (as)'ın milletine isim olmuştur ki; başka dinlerden, batıl ilanlardan kaçımp yalnız bir olan Allah'a eğilen " Müvahhid" demektir (Okyanus, Mütercim Asım Efendi, Hanef ve Hanîf maddeleri; Hak Dini, Kur'ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, VI, 3821).
Hanif'in çoğulu Hünefâdır.
Bazı Müfessirler, haniflerin, hacılar, sünnetli olanlar, ananın, mahremlerin nikahını haram tanıyanlar, namazda kıbleye yönelenler, İbrahim'in dinine uyanlar, anlamlarına geldiğini yazmışlardır. Bunlardan başka Ebu Kilâbe'ye göre: " Peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz" (el-Bakara, 2/285) âyetinin işaretiyle peygamberlerin hepsine iman edenler anlamına gelir. Dinin hepsini cami' olanlar diye de tarif edilmiştir ki, bu son iki tarif, birbirine yakındır. Ancak bu tariflerin çoğu mefhumu ile değil, bazı özel durumlarda tarif edildiği için tam tarif değildir. Bazı açıklamalar için nakledilir.
Din istilahında ise: Daha önce geçtiği gibi bütün bâtıl akidelerden İslâm'a meyletmektir. Bütün peygamberlere iman ve her dini içine almak da bununla olur. Bütün kitaplar ve Peygamberler dini yanlış akidelerden kurtararak "Allah katında gerçek din İslâm'dır" (Alû İmrân, 3/19) âyetinde olduğu gibi hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a ibadet etmek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için ehl-ı Kitab da bununla emrolunmuşlardı.
Kurân-ı Kerim'de Hanif kelimesi on yerde, hanifler ise iki yerde zikredilmiştir:
1- (Yahudi ve Hristiyanlar Müslümanlara) "Yahudî veya Hıristiyan olunki doğru yolu bulasınız" dediler De ki, (Habibim) Hayır (biz) Muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrahim'in dinindeyiz. O, Allah'a müşriklerden (eş tutanlardan) değildi" (el-Bakara, 2/135).
Kur'ân-ı Kerîm'de hanif kelimesinin müslim kelimesiyle beraber zikredildiği her yerde, hanif kelimesi hacı anlamına gelmektedir. Ancak, yalnız başına zikredildiği yerde ise Müslüman manâsına gelmektedir" (H. Basri Çantay, Kur'ân-r Hakim ve Meâl-i Kerîm,, I, 40).
2- "İbrahim ne bir yahudî, ne bir hristiyandır. Fakat o Allah'ı tanıyan (Hanif) dost doğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Alu İmran, 3/67).
Görüldüğü gibi bu ayette hanif kelimesi müslüman manasına gelmektedir.
3- " De ki; Allah (sözün) doğru(sunu) söylemiştir. Onun için Allah'ı birleyici (hanif) olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi" (Alu İmran, 3/95).
4- " Îyilik yaparak kendisini Allah'â teslim edip Hakka yönelen Muvahhid İbrahim'in dinine uyandan din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrahimi dost edinmiştir" (en-Nisa, 4/125).
5- "Şüphekiz ki ben, bir müvahhid (Allah'ı bir tanıyıcı) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değildim" (el-En'âm, 6/79).
6- "(şöyle) de: Şüphesiz Habibim beni dost doğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine İbrahim'in hakka yönelmiş (hanif) milletine iletmiştir. O, Allah'a eş koşanlardan değildi" (el-En'âm, 6/161).
7- "Ve yüzünü Hanif (tevhîd) dinine döndür sakın müşriklerden olma" (Yunus, 10/105).
8- "Hakikaten İbrahim (başlıbaşına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı, (batıl dinlerden uzak ve) Hanif (müvahid) bir müslümandı. O (hiç bir zaman) müşriklerden olmadı (en-Nahl, 16/ 120).
9- "Sonra (Habibim) sana: Hanif bir müslüman olarak İbrahim'in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı" (en-Nahl, 16/123).
10- "O halde (İbrahim) sen yüzün bir Hanif (müvahhid) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey) bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilemezler" (er-Rum, 30/30).
11-"Allah'ın hanifleri (müvahhidleri), ona eş tutmayanlar olarak (kaçının çekinin) kim Allah'a eş koşarsa o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendini kuş kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir" (el-Hacc, 22/31).
12-"Halbuki onlar Allah'a Onun dininde ihlas erbabı ve hanifler (müvahhidler) olarak, ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi" (el-Beyyine, 98/5).
Hadislerde de hanif, hanifler ile fıtrat kelimesi arasında bir irtibat olduğunu görmekteyiz. Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut hristiyan veya mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a'zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?" Sonra Ebu Hüreyre (r.a.); "Habibim, Allah'ın insanları Hakkı idrak ve kabule müsait yarattığı fıtrat-ı asliyeyi -ki, fıtratı İslâmiyyedir- rehber edinmekle Allah'ın yarattığı bu İslâm ve tevhid seciyesinin şirk ile değiştirmek uygun değildir: Bu İslâm ve Tevhid dini, en doğru bir dindir" (er-Rum, 30/30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur (Buhârî, Cenâiz, 80).
Bu hadis-i Şerifin öğrettiği en büyük bir gerçek de insanlarda din duygusunun ve hakikat aşkının fıtrî oluşu ve akıllara hayret veren şu hayatın ve iç, dış bir takım özelliklerle mücehhez bulunan şu muazzam insanlık binasının, o din duygusu üzerine kuruluşudur. Bu gerçeği, gerek konumuz olan hadis-i şerifteki Peygamberimizin sözlerinden gerekse zikredilen (fıtratullah) âyet-i kerîmesinden öğrenmiş bulunuyoruz.
Müfessirler, âyet-i kerimedeki "fıtrat"ı, Hak dini kabule kabiliyetli anlamına hamlederler ki, âyetin gereği budur. Asıl yaradılış demektir. İbn. Atiyye diyor ki; fıtrat lafzının en iyi tefsiri, insanın Allah'ın yarattıklarını farketmeye, dünyevî işleri de birbirinden ayırabilen uygun bir kabiliyettir. Bu kabiliyet açıldıkça, kul yaratıcısını bilir ve bulur, şerîattaki güzelliği idrak eder.
Fıtrî Din, İslâm Dinidir, Tevhîd Dinidir ve bir Allah'a İmân Dinidir. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e gelinceye kadar bütün peygamberler İslâm Dini esaslarını ve Tevhîd akidesini tebliğe memur edilmişlerdir. Bu din müsait olduğu mükemmel gayeyi ancak son Peygamberde bulmuştur. Dinleri, ihtiva ettikleri kaide ve hükmü ile, tebliğ ettikleri faziletli medeniyet ile hulasa insanlığın her türlü ızdırabına ilaç olabilmeleri yönüyle tetkik eden her insaflı âlim ve mütefekkir, Hak Dinin İslâm Dini olduğuna hükmetmekte tereddüt etmez. Diğer dinler, tetkik yeri olabilecek bir tarihi açıklamayı haiz olmadıkları halde İslâm Dini, tarihi en yakın bir hayata sahip olması cihetiyle bütün hükümleri, güneş gibi açık olarak zamanımıza aktarmıştır. Onun tarihi seyri, bir ilmî tekâmülü takip ettiği için asıl saffetiyle devam edip gidecektir.
Bir hadis-i Kudsîde Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: "Ben kullarımı hanifler olarak istikamet ve selâmet üzere yarattım" (Aynî, Umdetü'l-Kârî, VIII, 179).
Görüldüğü gibi Allah (c.c.) kullarım birer hanif olarak yaratmıştır. Hanif, Allah'ın birliğine iman eden kişiye denir, buna muvahhid de denir. Her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması demek, elest bezminde Cenâb-ı Hakka verdikleri söz üzere doğmaları demektir ki, Allah Onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (el-A'râf, 7/172) buyurdu. Onlar da; "Evet, sen bizim Rabbimizsin " dediler. İşte bu söz, Allah'ın "İnsanları hanif olarak yarattım" buyurmasının aslını oluşturmaktadır (Hâzın Tefsiri, V, 45).
Ahmet YAŞAR
BİLİYORUM KIZMAK KAVRAMINDA BİR EYLEME TEVESSÜL EDİLECEK AMA ETTEKRARU Fİ AHSEN VELEV KANE YÜSSEKSEN DENİRYA HANİ.İŞTE ÖYLE BİR ŞEY YANİ Bİ ANLAMDA ENTROPİ CANIM.
RİCAN ÜZERE LUTFEN VESİLE OLMAYA ÇALIŞIYORUM KARDEŞİM.
HİZB, HİZBULLAH, HİZBUŞŞEYTAN
Bir kişinin görüşüne uyarak kendisiyle birlikte bulunan dost ve arkadaşları, belli bir görüş ya da unsur çevresinde oluşan topluluk, parti. Kavim, kabîle gibi tarihsel ve toplumsal bir oluşumla ortaya çıkan topluluğa hizb denildiği gibi; bir kişi, inanç ya da düşünceye taraftarlıkla toplumdan ayrışan siyasî ve itikâdî topluluklara da hizb (hizib) adı verilir. Bu nedenle Kur'ân, tanımına uygun müslümanlar topluluğunu "hizbullah", tâğut ve şeytanların peşinden giden insanları da "hizbüşşeytan" olarak adlandırır. Her hizib, kendi içinde sıkı bir dayanışma, yardımlaşma ve taraftarlık bilinciyle hareket ederken,diğer hiziblerle ilişkilerinin temelini sakınma, korunma ve düşmanlık duyguları belirler. Müfessirler, Kur'ân'daki Hizbullah kavramını "Şi'atullah (Allah'ın taraftarları)", "Ensârullah (Allah'ın yardımcıları", "Evliyaullah (Allah'ın dostları" ve "Cündullah (Allah'ın askerleri)" gibi deyimlerle karşılamaları, hizb'in bu temel özelliklerini yansıtma amacına yöneliktir.
Kur'ân, hizb kelimesini tekil biçimiyle yedi âyette (5/56,18/12, 23/53, 30/32, 35/6, 58/19-22) dokuz defa, çoğul biçimiyle de dokuz âyette (11/17 13/36, 19/37, 33/20-22, 38/11-13, 40/5-30, 43/65) on defa kullanır. Bu kullanımların üçünde Allah'ın hizbi, partisi anlamında "Hizbullah", ikisinde Şeytan'ın hizbi, partisi anlamında "Hizbüşşeytan" biçimindeki terkiblerle özel iki toplum dile getirilir. Diğer kullanımların birisinde kelime Hizbüşşeytan'ı belirtirken, geriye kalanlarda topluluk, kabile, parti gibi genel anlamları dile getirir.
Hizbullah'tan söz eden ilk âyet (el-Mâide, 5/56), mü'minlerin niteliklerini sergileyen bir dizi âyet içinde yer alır. Buradan yola çıkarak Hizbullah'ın Kur'ân'ın tanımladığı mû,minler topluluğu olduğu söylenebilir. Fakat Hizbullah'ı tanımlayan asıl âyet, belirlenen niteliklerin siyasal ve toplumsal bir boyutunu ortaya koyması bakımından ayrıca önemlidir. Çünkü, mü"minler toplumunun bir hizbi, hem de Allah'ın hizbi olarak tanımlanmasında asıl belirleyici olan imanın bu boyutudur. Âyet bu boyutu, "Allah'ı, O'nun Rasûlünü ve mü'minleri velî edinmek" biçiminde ifade ediyor. Hizbullah deyiminin iki defa geçtiği diğer âyette (Mücâdele, 58/22) aynı boyutun diğer bir yönü delil getiriliyor. Bu da " Babaları, kardeşleri, oğûlları ya da kabîlesi de olsa, Allah'â ve Rasûlü'ne düşman olanları sevdikleri (meveddet duydukları) görülmemektedir"
Velî edinmek; dost tutmak, yardımlaşmak, otoritesine boyun eğmek, görev ve yetkilerini tanımak gibi anlamlan; meveddet ise sevgi üzerine kurulu bağları ve bunun sonucu olan velâyet ilişkilerini dile getirir. Buna göre Hizbullah, Allah'ın ve Rasûlü'nün otoritesine boyun eğen, İslâm'a teslim olan, içlerinden seçtikleri yöneticilere itaat eden, birbirleriyle yardımlaşan, dostluk ve dayanışma içinde bulunan diğer yandan da en yakın akrabaları da olsa, İslâm düşmanlarını sevmeyen, onlarla işbirliği yapmayan, onlara yardımda bulunmayan mü'minler topluluğudur. Bu topluluk, velîlerinin yalnız Allah, Rasûlü ve mü'minler olduğunun (el Mâide, 5/55) bilincinde bulunduğu kadar hıristiyan ve yahudilerin (5/51), İslâm'ı eğlence ve oyun edinenlerin (5/57) velî edinilmeyeceğinin, bunun onlardan olmak anlamına geleceğinin de bilincindedir. Mü'minlerin İslâm inancı çevresinde yeni, bütünüyle farklı bir toplum oluşturmalarını ve Bedir örneğinde görüldüğü gibi, gerektiğinde en yakınlarına karşı hiç tereddüt etmeden savaşmalarını mümkün kılan toplumsal bağlar, yakınlıklar kurmalarını sağlayan bu bilinçtir. Allah, Hizbullah olarak adlandırdığı bu bilinç içindeki toplumun kalplerine imanı yazar ve onları kendisinden bir ruhla destekler. Âhirette cennete konulur ve orada ebedî olarak kalırlar. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Başarıya ulaşacak hizib de yalnızca budur (el-Mücâdele, 58/22).
Doğrudan Hizbüşşeytan deyimi kullanılmasa da Şeytan'ın hizbinden sözeden ilk âyet bir Mekkî sûrede yeralır. Bu âyette mü'minler, Şeytan'ın düşmanları olduğu ve onun hizbini alevli ateşin halkından olmaya çağırdığı belirtilerek uyarılır (el-Fâtır, 35/6). Hizbüşşeytan deyiminin doğrudan iki defa kullanıldığı âyet ise Medenî bir sûrededir. Bu âyette Hizbüşşeytan'ı oluşturan insanların şeytan tarafından kuşatıldıkları, Allah'ı unuttukları ve üstün gelemeyecekleri ifade edilir (el-Mücâdele, 58/19). İlk âyette Hizbüşşeytan adlandırmasına gidilmemesine ve yalnızca mü'minlerin uyarılması ile yetinilmesine karşılık ikinci âyette artık toplumsal bir olgu olarak ortada duran bir topluluktan, mü'minlerden ayn bir hizib oluşturan insanlardan sözedilir.
Hizbüşşeytan'ı belirleyen nitelikler, Hizbüşşeytan adlandırmasının yapıldığı âyetten önceki beş âyette açıklanır. Bunlar, Allah'ın kendilerine gazâbettiği bir topluluğu velî edinmişlerdir. Bilerek yalan yere yemin ederler; gerçek ne mü'mindirler, ne de velî edindikleri kimselerdendirler. Yeminlerini kalkan edinip Allah'ın yoluna engel olurlar. Yalancıdırlar. Özellikle Medine ortamı göz önünde tutulduğunda Hizbüşşeytan olarak tanımlanan insanların münâfıklar olduğu açıktır. Münâfıklar, müslüman gibi göründükleri, içiçe yaşadıkları müslümanların sahip oldukları bütün haklardan yararlandıkları halde, gerçekte iman etmemiş kimselerdir. Mü'minleri kendilerine inandırabilmek için yemin dâhil her yola başvurur, ancak her fırsatta Allah'ın yoluna engel olmaya çalışırlar. Münâfıkları, eşdeyişle Hizbüşşeytan'ı gerçek mü'minlerden, Hizbullah'tan ayıran en temel özellik: Allah'ı Rasülü'nû ve mü'minleri değil, onların karşısındaki kimseleri velî edinmeleridir. Nitekim âyetin indiği ortamda münâfıklar İslâm'ın ve mü'minlerin zaferini sonuna kadar engellemeye çalışmışlar, bu amaçlarına ulaşabilmek için hem müşriklerle, hem de yahudilerle işbirliği yapmışlardı. Onların Hizbüşşeytan olarak adlandırılmasının temel nedeni de bu seçimleri oldu. Kur'ân'ın getirdiği bu tanımlama, bize Hizbullah ile Hizbüşşeytan'ın ayrılması konusunda her zaman için uygulanabilecek değişmez bir kıstas vermektedir.
Kur'ân, hizb kelimesine, Hizbullah ve Hizbüşşeytan'ı belirtmediği yerlerin büyük çoğunluğunda olumlu ya da olumsuz bir yorum getirmez. Buralarda hizib; topluluk, kabîle gibi anlamlan dile getirir. Buna karşılık dört yerde (18/12;19, 37, 23/53, 43/65) kelime belli bir toplumun parçalanmasına neden olan partileşme anlamında kullanılır. Bunlardan üçû ehl-i kitab'la, biri de müşriklerle ilgilidir. Ehl-i kitab'la ilgili âyetlerde bunların işlerini parçalayıp çeşitli kitaplara ayrıldıkları; her partinin kendi yanında bulunanla sevindiği el-Mü'min, 23/55); partilerin birbirleriyle ihtilafa düştüğü (Meryem, 19/37, Zuhruf, 43/65) belirtildikten sonra "Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin hâline" (19/37) ve "Acı bir günün azâbından vay o zâlimlerin hâline" (43/65) buyrularak hizibleşme küfür ve zulümle ilişkilendirilir. Müşriklerle ilgili olan âyet de hizipleşmenin olumsuzluğunu dile getirir: "Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizib kendi görüşleriyle avunur" (er-Rum, 30/32).
Hizibleşmenin anlamlandırılış biçimine bakılarak rahatlıkla Kur'ân'ın İslâm toplumunda hizibleşmeye izin vermediği söylenebilir. Kur'ân gerçek mü'minlerin tek bir partiyi oluşturduklarını belirterek bunu Hizbullah olarak adlandırıyor. İslam toplumunda bir vâkıa olduğu için kabul edilen ikinci parti ise, münâfıkların, şeytanın kuşattığı kimselerin oluşturduğu Hizbüşşeytan'dır. Bunun dışındaki bütün hizibleşmeler Hizbullah'ın parçalanması anlamına gelir ki, bu da İslâm toplumunun Kur'ân'ın onaylamadığı ehl-i kitab'tan toplumların durumuna gelmesi demektir. Oysa mü'minlerden istenen; kendilerine apaçık deliller geldikten sonra fırka fırka olup ihtilâfa düşenlere benzememektir. Çünkü ihtilâfın sonu kaçınılmaz bir azâbdır (Âlu İmrân, 3/105).
Ahmet ÖZALP
BÜTÜN BU İFADELERİ KİMBİLİR KAÇ KEZ OKUMUŞSUNDUR ANCAK BİR KEZ DAHA OKUYUP BU ANIN HALİNDE YORUMLASAK VEDE BİZİM GİBİ DÜŞÜNMEYENLERİN OLAYLARA BAKIŞINI BİR PROVAKASYON OLARAK ALGILAMADAN SIRF İNSAN BİLİNCİNDE HİSETMEYE ÇALIŞSAK HATMI YAPMIŞ OLURUZ HA NEDERSİN DOST.
MÜ'MİN
Allah'tan gelen her şeyi mutlak anlamda tasdik eden, doğrulayan kimseler için kullanılan Kur'ânî bir terim.
Arapça "doğruladı, tasdik etti" anlamındaki "â.me.ne" fiilinin ism-i failidir.
Kur'an-ı Kerim'de, tekil, çoğul ve müennes siğalarında olmak üzere, iki yüz yirmi dokuz kere geçmektedir.
Mü'min, Allah Teâlâ'nın tek oldu günü, ibadette hiç bir ortağı olamayacağını, O'nun dışında ibadete layık olan ve O'na denk olabilecek hiç bir ilâhın bulunmadığını, ibadetin yalnızca O'na hasredileceğini kalben ikrar ve zâhiren açığa vuran kimsedir. İman kalpte; Allah sevgisi, O'na boyun eğme, korkma, ümid etme; varlığı karşısında ürperme, tevbe etme, tevekkül, sığınma, güvenme ve buna benzer şekillerde tecelli eder. Dışa yansıyan yönü ise; Allah'ın şerîatiyle hükmetmek, O'na ve Rasûlüne tam anlamıyla itaat etmek, bunun yanında namazı kılıp, oruç tutmak, zekât vermek ve güç yetirebilenler için haccetmek ve farz kılınan diğer şeyleri yerine getirmektir.
Buna, Allah Teâlâ'nın yasaklayıp haram kıldığı şeyler de girmektedir. Allah Teâlâ'nın haram kıldıklarından kaçınmak da mü'minin temel vasıtlarındandır. Bu haramların başında, Allah Teâlâ'ya şirk koşmak, rubibiyyetinde, uluhiyyetinde veya isim ve sıfatlarında O'na ortaklar izafe etmek gelir. Mü'min, şirkten, şirk ve küfür ehlinden şiddetle sakınır. İçki, zina, yalan, hile, emanete hıyanet, komşusuna eziyet vb. haramlara kesinlikle yanaşmaz.
Allah Teâlâ'nın emrettiklerinin hepsine uyan ve haram kıldıklarından sakınan kimse, azap görmeden Cennette girmeye hak kazanır ve mutlak anlamdaki mü'min ismiyle isimlendirilir.
Bu emir ve yasaklara uyma hususunda eksiklik gösterenler, mutlak anlamdaki mü'min ismiyle anılma hakkını kaybederler. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir. Allah'ın âyetleri onlara okunduğu zaman imanlarını kat kat artırır ve sadece Rablerine güvenirler. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. İşte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için Rableri nezdinde dereceler, mağfiret ve güzel rızık vardır" (el-Enfâl, 8/2-4). "Allah'a imanında şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimseler ancak, hakkıyla iman edenlerdir. Samimi olanlar da işte bunlardır" (el-Hucurat, 49/15).
Rasûlüllah (s.a.s)'de bunu, şu şekilde dile getirmiştir: "Zina eden kişi zina ettiği zaman, mü'min olarak zina etmez. İçki içen kişi de, içki içtiği zaman mü'min olarak içmez. Hırsız da çaldığı vakit mü'min olarak çalmaz. Başkasına âit bir malı insanların gözleri önünde zorla alan kişi de bunu alenen gasbettiği zaman mü'min olarak bu suçu işlemez" (Buhârî, Mezâlim, 30; İbn Mâce, Fiten, 3); "Hiç biriniz kendiniz için arzuladığınızı, mü'min kardeşi için de arzulamadıkça iman etmiş olmaz" (Buhârî, İman, 81 ; Müslim, İman, 71). Bunlar gibi diğer bir takım âyet ve hadislerde de, bazı emirleri terk eden veya bazı haramları işleyenlerin, mutlak anlamdaki iman sıfatından tecrid edildikleri görülmektedir.
Ancak, mü'min ismiyle isimlendirilmeyi hak etmeyen kimse, kâfir olarak isimlendirilebilir mi? Şerîatın bazı hükümlerine muhalefette bulunmak, bazı emirleri terk etmek ve Allah'a şirk koşmak, ölülerden fayda beklemek, yardım dileyip onlara sığınmak, Allah'ın indirdiklerinin dışında başka bir şeyle hükmederek, O'na ortak koşmak, Allah'ın, kullarından birine hulûl ettiğini söylemek, Vahdeti vücûd iddiasında bulunmak, müşrikleri dostlar edinmek, onları mü'minlere karşı desteklemek ve "Allah zatıyla her yerdedir" demek gibi birtakım haramları işlemek, insanın küfrüne sebep olur.
Şirkin dışında, helâl olduğunu iddia etmeden, yani haramiyetine inandığı halde; içki, zina, hırsızlık, vb. bir takım ma'siyetleri işleyenler kâfir olmazlar. Bu tip kimseler, mutlak anlamdaki mü'min ismiyle anılma hakkını kaybederler. Onlar, imanlarıyla beraber İslâm dairesinin içinde bulunurlar.
İman sıfatı tek başına ele alındığı zaman konu, bu şekilde incelenebilir. Ancak, iman olayına İslâm'la birlikte yaklaşıldığı zaman iman; kalbin tasdik edip, amel etmesidir. İslâm ise, bu imanın dil ile ikrar edilip, erkânıyla amel edilmesidir.
Bu konu Cibrîl Hadisi'yle, eksiksiz olarak ortaya konulmaktadır. Cebrail (a.s), Rasulullah (s.a.s)'e gelip onu, "Bana İslâm'dan haber ver" dediği zaman o; "İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve güç yetirebilirsen Beyt'i haccetmendir" buyurmuş ve imandan sorulduğunda ise; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere; hayrına ve şerrine inanmandır" (Müslim, İmân, 1) demişti.
Rasûlüllah (s.a.s)'in, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmen " sözü, ubudiyyet ve ulûhiyyetin tek olan Allah Teâlâ'ya ait olduğunu kabul ve bu kabulün zorunlu kıldığı ibadetleri ifa etmeyi ifade etmekte idi. Bazılarının zannettiği gibi, mücerred ikrar isteniyor değildir. Bunun gibi, "Allah'a iman etmen" sözünün anlamı da, Allah'ın hak olduğunu -farz kılınan amel ve davranışları üzerine bina etmeden- tasdik edip, ikrar etmek değildir.
Allah ve Rasûlünün hak üzere olduğunu kalben bilmek, hiç bir şey ifade etmez. Allah Teâlâ, Yahudilerin Peygamber (s.a.s)'e karşı takındıkları tavrın yanlışlığını ortaya koyarken şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar, yine de onlardan bir cemaat, bile bile gerçeği gizlerler" (el-Bakara, 2/146); "Vicdanları doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulümleri ve büyüklenmeleri yüzünden, o mucizeleri inkâr ettiler" (en-Neml, 27/14). Bu âyetler onların, Allah Rasûlünü bâtınen yalanlamadıklarını açıklamaktadır.
Kalpleri tasdik ettiği halde, yeryüzünde büyüklük taslamaları onları bu tasdiğe boyun eğmekten kendilerini alıkoymuştu. Bu da imanın; ibadeti tek olan Allah Teâlâ'ya hasretmek; şirki ve hiç bir gücü olmayan batıl ilahları reddetmek olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Mü'min, emirlere uyup kötülüklerden sakınır. İşlediği bu amelleri, âhirette bir cezalandırma ve mükâfaatlandırma olduğunun bilincinde olarak işlemesi gerekir. Dünyada ise, imanın zahire varan tarafıyla muamele görür. Çünkü hiç kimse, onun, iç dünyasında imanına halel getirecek olan şirk hali üzere olup olmadığını bilemez. Bu, namaz, oruç, zekât vb. imanın alâmetleri olan amellerde de böyledir: Bir câriye Peygamber (s.a.s)'e getirildiğinde, ona; "Allah nerededir?"diye sormuş, cariye de; "göktedir" cevabını vermişti. "Ben kimim?" diye sorduğunda da cariye; "Sen Allah'ın Resûlüsün" cevabını verince, Rasûlüllah, cariyenin sahibine; "Onu azad et. Çünkü o, bir mü'minedir" demişti (Müslim, Mesâcid, 33). Bu olay, dünyada insanın dışa vurduğu imanın durumuna göre muamele göreceğini açıkça ortaya koymaktadır. İnsanın içinde saklayıp, hiç bir dış yansıması olmayan inancı, onun ahirette saadete erişen kullardan olmasını temin etmez.
İmam Şafiî Hz. Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği; "Ameller niyetlere göredir" (Buhârî, İman, 41) hadisini delil getirerek, namazın niyetsiz sahih olmayacağını belirttikten sonra, Sahabe, Tabiin ve onlara yetişenlerin; "İmanın, söz, amel ve niyetten ibaret olduğu ve bu üç şeyden biri olmadığı zaman hiç birinin caiz olmadığı" şeklindeki görüşü zerinde icma ettiklerini eklemektedir.
Selef-i Salihîn, fasık bir kimse için, imandan İslam'a çıktı denileceği, ancak, onda imandan hiç bir şey kalmadı demenin caiz olmadığı görüşünde idiler. Fakat bu, amelin imanın bir parçası olduğunu kabul etmeyenler için farklılık arzetmektedir. Ehl-i Sünnetin fasıkların ahiretteki durumları hakkındaki görüşü, onların Cehennemden ancak şefâatle çıkabilecekleri yolundadır.
Eymen ed-DIMAŞKİ
GERÇİ BU SENİN ŞAHSINDA SİZLERLE PAYLAŞTIĞIM ONLARCA YAZININ ARASINDA EN UZUN VE SIKICI BİR KARŞILAŞTIRMA OLARAK ALGILANABİLİR BELKİ..
ANCAK SEVGİ DOLU YÜREĞİMDE SİZİ VE KENDİMİ RESULULLAH EFENDİMİZİN MECLİSİNDE İLMİ MÜTAALA EDERKEN HAYAL EDİYORUM NE HOŞ MANZARA DEĞİLMİ.
BİRTARAFTA ADEM AS VE NUH ,İBRAHİM , İSMAİL,İSRAİL .MUSA YUSUF DAVUT VE SÜLEYMAN HATTA ZEKERİYA ,YAHYA,VE İSA AS. ORTALARINDA EFENDİLER EFENDİSİ MUHAMMED AS. VE BİZDE OMECLİSTE NE HOŞ BİR MANZARA DEĞİLMİ..
FAKAT BU GAYRETİN SADAKATİ AHLAKEN HAZA İNSAN OLMAKTAN GEÇİYOR SANIRIM .
RABBİMİZ BİZE HADİ İSMİNDEN NEŞET EDEN HİDAYETİN NURUYLA KİTABI FURKANA TABİ VE MUHAMMEDİ AHLAK NASİB ETSİN. AMİYN.
SELAM VE DUA İLE
CAFER TAYYAR
__________________ yaşamak güzel şeydir,Yaşatanı anlarsan...
|
TİYERİLİ Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 nisan 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 113
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Türkiye'nin ajan borsası ve Fetullah Gülen
Fetullah Gülen 6 yıldan bu tarafa ABD'de yaşıyor. Fethullah Gülen, hayat sürdüğü Pensilvenya’daki çiftlikte, korunması ve imkanları ile CIA'in 'çok özel' himayesinde olduğu biliniyor. Yani Fetullah Gülen görünen o ki ABD'yi mesken tutmuş durumda.
Acaba Gülen'i Atlantiğin öte tarafında tutup buraya getirmeyen şey nedir? Gülen kendisine sayfalarını cömertçe açan kartel medyasındaki demeçlerinde bu konuda çelişkili beyanlarda bulundukça milletin kafası iyice karışıyor. Takiyye üstadı Gülen, duruma göre kimi zaman sağlık, kimi zaman sürgün, kimi zaman da şartların elverişsizliği bahanesine sığınıyor.
"Ülke koşulları müsait değil" ifadesi denklemi çözmeye yetmiyor. Çünkü Gülen finans kuruluşları ile, okulları, basını-televizyonu hatta bakanları-milletvekilleri ile Türkiye'de gerçek anlamda bir iktidardır! Hükümetin en etkili bakanlarından Cemil Çiçek'in ifadesi ile "ne zaman isterse dönebilir" Ancak buna rağmen Gülen dönmüyor? Bu koşullar altında Fetullah Gülen'i CIA'in himayesine alıp, ülkeye dönmekten alıkoyan "derin suç" acaba nedir?
Bu sorunun cevabı ANKA AJANSI'NIN 2003 tarihli haberinde gizli. ABD DIŞİŞLERİ'NİN RAPORU: ''FETHULLAH GÜLEN'İ DEVLET DESTEKLEDİ'' başlıklı ve bu güne kadar tekzip edilmeyen haberdeki şu çarpıcı tesbit gerçek her şeyi açıklıyor: "GÜLEN, 1980'LERİN ORTALARINDAN, 1997'YE KADAR DEVLET TARAFINDAN DESTEKLENDİ"
ABD Dışişleri Bakanlığı'nın hazırladığı "2003 Uluslararası Dinsel Özgürlük" raporunun Türkiye bölümünde, Tarikatların 1920'lerden bu yana resmi olarak yasak olduğu ifade ediliyor. Ordu'nun, tarikatları laiklik karşısındaki en zararlı tehditler olarak gördüğü vurgulanırken, tarikatların yaşamaya devam ettiği ve yaygınlaştığına dikkat çekildi.
Milli Güvenlik Kurulu'nun, İslami köktencilikle mücadelesinde, tarikatlara karşı daha sıkı önlemler alınmasını istediği belirtilirken, "Bununla birlikte, bazı önde gelen siyasi ve sosyal liderler, tarikatlarla ve diğer İslami topluluklarla bağlantılarına devam ediyor" ifadesi dikkat çekti. Raporun bir diğer ilgi çekici bölümünü ise, halen ABD'de yaşayan Nur tarikatı lideri Fethullah Gülen ile ilgili olan kısım oluşturdu. Raporda, "Gülen, 1980'lerin ortalarından, 1997'ye kadar devlet tarafından desteklendi" denildi. Gülen'in, 2000 yılında Terörle Mücadele Yasası'na dayanarak 5 ile 10 yıl arası hapis cezasıyla karşı karşıya kaldığı belirtilen raporda, Gülen'in, orduya sızma teşebbüsü içinde olduğu iddiasına da yer verildi. Gülen'in 5 yıl içinde bir başka ağır suça karışmaması halinde, davanın düşeceği de anımsatıldı.
ABD Raporunda 1997 yılına kadar Türkiyede derin devletçe kullanılan Gülen’in bu tarihten sonra ABD- İngitere- İsrail ve Vatikan dörtgeninde duble ajan olarak kullanıldığından bahsedip deşifre edecek değil herhalde.
Bu kritik soruya doğrudan cevap olmak üzere, yazılarınn bedeli olarak faili meçhul cinayetin kurbanı olan Dr. Hablemitoğlu'nun yayınladığı "Türkiye'deki Etki Ajanı Borsası: Fetullahçılar" isimli istihbarat raporundan bir bölümü aktarıyoruz:
"Bizzat kendi yandaşlarının açıklamalarına göre; hocaefendileri yakın zamana kadar Türk devletinin istihbarat örgütlerine ajanlık yapmaktaydı. Bir başka ifade ile gerekli ve önemli bulduğu sakıncasız bilgileri -sırf gizli ilişkilerin ve amaçlarının örtülmesine yönelik olarak (second cover)-Türk ilgili makamlarına iletmekteydi. CIA ile bağlantının gelişmesinden sonra bu tür enformasyon hizmeti, (double-agent) statüsü içinde bir süre devam etti. CIA bağlantısı, Fetullahçıların ve de Hocaefendilerinin yerinde yani kendi vatanlarında taraf değiştirmesi (defection in place) sonucuna yol açtı. Ta ki bu çarpık ilişkiyi Türk Silahlı Kuvvetleri ve MIT farkedinceye kadar!"
İşte Fetullah Gülen'i Amerikalarda yaşamaya iten gerçek neden bu. Raporun ifadesi ile 'double ajanlık' Fetullah Gülen'in Türkiye'ye dönmesinin önündeki en büyük engeldir!
Bir gerçek tüm çıplaklığı ile deşifre ediliyor ama raporun anlattıkları bununla sınırlı değil. İşte bir önemli soru daha :
CIA, Fetullah Gülen ve teşkilatına acaba nasıl bakıyor? CIA'nın gözünde bu teşkilatın statüsü nedir?
Rapordan izleyelim:
"CIA nezdinde tüm Fetullahçılar(walk-in) diye tabir edilen bir kategoride tutulmaktadır. Yani kendi ayaklarıyla ve gönüllü olarak ajanlık hizmetine talip olmuşlardır."
Rapora göre hizmet gönüllü gerçekleştiriliyor. Hani en temel 'kutsalınızı' Ayet-i Kerimenin ifadesi ile 'çok az bir pahaya satma' durumu..
Raporda yer alan çarpıcı notları izlemeye devam edelim. Şu cümlelerde hareketin uluslar arası boyuttaki çeşitliliğine ve hizmet zenginliğine! işaret ediyor:
"Bir yandan ABD ile ilişkileri sürdüren Fetullahçılar, diğer yandan da Vatikan, Fener Rum Patrikhanesi, Musevi Hahambaşı derken, farklı ülkelerin istihbarat servisleri tarafindan yönetilen-yönlendirilen bir yapı olarak paylaşılmaktadır"
Peki bu kıymetli hizmetin! içeriğinde acaba neler yer alıyor?
Bu hizmeti esas itibarı ile 'coğrafyamızın, Batının taleplerine özellikle dini ve insani olarak hazırlanması' olarak ifade edebiliriz ki bunun bir ayağı da Türk dünyasında icra ediliyor.
Fetullah Gülen hareketi Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından, Sovyetlerin boşalttığı alana göz diken ABD-İngiltere imparatorluğuna hizmet etmiştir. Türk dünyası için "Ilımlaştırılmış İslam", yani "İslam olmaktan çıkmış İslam" formülünü üreten ABD-İngiltere ortaklığı, doğrusu, Fetullah Gülen'den daha iyi bir adres bulamazdı. Türk dünyasında bir anda kurulan Gülen'e bağlı okulların sırrı işte bu ince noktadır! Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit o nedenledir ki, yani bu okulların misyonunu, niçin kurulduğunu, izinleri kimin aldığını, arkasında kimlerin var olduğunu bildiği içindir ki ölesiye savunmuştur! Hatta o günlerde doğan tepkiler üzerine Gülen'in "istiyorsanız Türk Milli Eğitimine devredelim" teklifi de aslında okulların arkasındaki gücü hatırlatma ve "zoru gösterme" amacı taşıyordu.
Hablemitoğlu bu tesbitlerinde yalnız değildir. 1960’lı yıllardan beri Gülen’nin sır ekibinden olan eski misyon arkadaşı Nurettin Veren yolları ayırdıktan sonra içerden gözlemleri ile yerel ajanlıktan sonra küresel ajanlığa terfi etmenin, derin devletten küresel çete ile iş tutmanın hikayesini anlatıyor.
İngiliz Kültürüne Katkı Ödülü
Türk dünyasında kurulan okullar senelerdir Türk dünyasını Batıya, ille de ABD ve İngiltere'ye bağlama vazifesi görüyor. ABD'nin gönderdiği ve CIA pasaportu taşıyan 3000 Dolar maaşlı öğretmenlerin kontrolünde bu okullarda, İngilizce eğitimi ve Batı kültürü aşılanıyor. Yukarıda bahsettiğimiz raporda ve başka kayıtlarda da yer alan şu bilgi her şeyii, bu okulların kuruluş gerekçesini yeterince izah ediyor:
"İngiltere, Fetullahçıları desteklemekle Türk Müslümanları konusunda da söz sahibi olma niyet ve iradesini ortaya koymuştur. Lord Rotherham, Londra'da, Gülen ve teşkilatının bu konuda yaptığı hizmetler nedeniyle yapılan ödül töreninde Fetullahçıların okul sayısını kendi okulları olarak kabul ile övünerek '50'den fazla ülkede 500'den fazla okulumuz var' demiştir."
Raporda yeralan ve Lord Rotherham'ı heyecanlandıran, Fetullah Gülen'e övgüler dizdiren ödül töreninin başlığını da eklemeden geçmeyelim:
"İngiltere'ye ve İngiliz kültürüne yapılan katkılardan dolayı üstün hizmet ödülü..."
İngiliz kültürüne üstün hizmet nedeniyle verilen nişan ve yapılan takdirler sadece Londra'dan değil, Kazakistan'ın başkenti Almatı'daki İngiliz Büyükelçisi tarafından da bizzat ifade edilmiştir. İşte 1995 Ekim'inde Kazakistan'daki İngiliz elçisinin ağzından sarfedilen övgüler:
"Bu okulları açmak suretiyle İngiliz kültürüne yaptığınız hizmetler ve İngiliz kültürünü yaymakta gösterdiğiniz katkılar için İngiliz milletinin minnettarlığını bildiriyor ve teşekkür ediyoruz."(Yeni Hayat, 1995 Ekim)
Raporda Fetullah Gülen-İngiltere bağlantısına yönelik olarak da şu somut ifadeler yer almaktadır:
"İngiltere'de okul açan ve Londra'da büyük bir merkez kuran Fettullahçılar, İngiltere'nin dahilde yabancılara yönelik faaliyet gösteren MI5 ve dış istihbarat servisi MI6'nın Uzakdoğu'ya yönelik faaliyet gösteren departmanı (CIFE) ve Ortadoğu'ya yönelik faaliyet gösteren departmanı (MEIC) ile okullar konusunda ortak faaliyetler yürütmektedirler."
Fetullah Gülen'in özellikle ABD-İngiltere eksenli istihbarat çalışmalarının odak noktası olması ile ilgili olarak ifade edilen rapordaki şu açıklama da galiba Gülen'in misyonunu deşifre ediyor: "Fetullahçılar, Türkiye'nin hasmı olan ülkeler için en uygun ve en zengin ajan borsasını oluşturmuşlardır."
Fetullah Gülen'in, "Türkiye'nin hasmı olan ülkeler için en zengin ajan borsasını oluşturması" meselesinin içinin nasıl doldurulduğunu da isterseniz bir başka rapordan izleyelim.1998 yılında yayınlanan MİT raporu, Gülen'in "derin bağlantıları" ile ilgili en ünlülerden birisidir: "Fetullah Gülen'in CIA'in bölgemizdeki en önemli sivil toplum kuruluşu olduğu, Maliye Bakanlığı müfettişlerinin Fetullah Gülen'in mali kayıtlarını incelemesi, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının ilgili kuruluşlarla yapacakları koordine sonucunda çözülecektir."
Raporun söylediğini bir tek cümlede özetleyelim:
Fetullah Gülen CIA'in bölgemizdeki en önemli temsilcisidir.
Fetullah Gülen ve İslam'ın Protestanlaştırılması
ABD eski başkanlarından Bill Clinton'un danışmanı Eckelman, Fettullah Gülen'i "İslam'ın Martin Lutheri" olarak tanımlıyor. Martin Luther olmak, yani İslamı tahrif ederek, modernleşme-globalleşme tuzağında bozmak... Fetullah Gülen'i en iyi tarif eden kavramlardan birisi belki de budur.
Fetullah Gülen'e çok yakın isimlerden, Utah üniversitesinde öğretim görevlisi Doc. Dr. Hakan Yavuz' da aynı tarif içinde son derece önemli bir tespit yapıyor: "Turgut Özal ile başlayan İslam'ın protestanlaşma süreci AKP muhafazakarlığı ve Gülen hareketi ile tamamlanmıştır."
Fetullah Gülen'in, gerek Eckelman gerekse Yavuz'un tarifi ile Türkiye'de öncülüğünü yaptığı "Protestan İslam", "hermenötik/tarihselci" anlayışa dayanır. Bu yorumcu anlayışa göre İslamda hiç bir "kesin" yoktur ve diğer insanları bağlayıcı değildir. Her okuyan bir ayetten ne hüküm çıkarıyorsa gerçek odur ve kimse kimseyi başka bir doğrunun olduğuna zorlayamaz.
Amerikalılar temellerini attıkları bu garabete "Light İslam" ya da "liberal İslam" diyorlar. Şu satırlar Light İslam bir başka ifade ile Protestan İslam'ı kurmaya çalışan Fetullah Gülen'e ait. Hoşgörü ve Diyalog iklimi sayfa 156: "Kanaatime göre, tarihi hadiseleri kendi tarihsellikleri içinde ele almalı, yani her hadiseyi kendi şartları ve konumu içinde değerlendirmeli ve bugünkü davranışlarımızda da bugünkü tavırları esas almalıyız"
Fetullah Gülen'ın bu cümlelerle önünü açmaya çalıştığı adresin Yahudi ve Hıristiyanlar olduğunu yukarıda aktarmıştık. Gülen, bir taraftan Kur'an'ın Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayetlerini sabote etmeye çalışıyor, diğer taraftan da İslamı liberal bir mantıkla anlamaya ve pazarlamaya gayret ediyor. Yani İslam'ı protestanlaştırarak, Kur'anın hükümlerini Washington'un-Vatikan'ın taleplerine uygun hale getirme çabası içine giriyor! Hz. Peygamber'i Kelime-i Tevhid'den silen anlayış, Kur'an'ı da tarihin derinliklerinde bırakarak Liberal İslam'ın, bir başka yaklaşımla Hıristiyanlığın önünü açıyor.
Impact International dergisinde , Afrika üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan Amerikalı kadın gazeteci-yazar Elizabeth Liagin bakınız Fetullah Gülen'in yarenlik ve itikad birliği ettiği neo-con'ların "Ilımlı İslam"ını nasıl anlatıyor:
"ABD liderleri ve Amerikan dış politikasına yön veren toplum mühendislerinin 'ılımlı İslam'dan söz ederken kasdettikleri şey atıl, pasif ve uysal bir İslam portresidir. Yani Amerikan hegomanyasına karşı çıkmayacak, sınırları Batı tarafından çizilmiş, alanı daraltılmış bir İslam..."
Liagin, Batının Hıristiyani işgaline ve talanına karşı çıkmayacak İslam'ın 'en iyi İslam', 'en liberal İslam' olarak görüldüğünü anlatıyor. Daha doğrusu Neocon-Evangelistlerin nasıl bir 'İslam' kurguladığını deşifre ediyor.
İçi boşaltılmış böyle bir anlayışın İslam'la uzaktan yakından hiç bir ilgisinin olmadığını bir kez daha söylemeye bilmiyoruz hacet var mı? Protestan, light yada liberal ne derseniz deyin bunların hiçbirisinin İslamla bağı-bağlantısı yoktur ve de olamaz. Bahsedilen şey bal gibi bir Hıristiyanlık en azından Hıristiyanlığın önünü açmaktır.
Ve Fetullah Gülen 'tarihselci' bakış açısıyla, bu büyük 'İslam Bozgunun' kaldıracı ve Martin Luther'i olarak vazife görüyor.
Kim bu gizli Kardinal?
Ronald Kessler tarafindan kaleme alınan "CIA Savasta "adlı bir kitap bugünlerde çok revaçta. Kitap yaptığı ifşaatlar nedeni ile CIA başkanı George Tenet'in istifasına kadar neden olmuş durumda. Eser oldukça ilginç ve çarpıcı şeyler anlatıyor. Örneğin kitap CIA'in, yumuşak dini mesajlar vermeleri ve Amerikan karşıtlığını gidermeleri için etkili bazı sözümona İslam sıfatlı dini liderlere para ödedigini ve desteklediğini belgeleriyle ortaya koyuyor.
"CIA Savaşta"(The CIA at War), "Islamda, herhangi bir kişi dini lider olarak adlandırabilir" diyor ve ekliyor: "Bu yüzden CIA kendisine bağlı sahte dini liderler yarattı." Sanıyoruz ki bu bilgi epeyce düşündürücü. CIA sahte dini liderler üreterek, Amerika'ya karşı çıkmayacak, Amerikan muhibbi kitleler üretiyor!
'Sahte dini lider' kavramının altını bir kez daha çizerek şimdi de şu satırlara dikkat kesilelim: "CIA, kendilerini din adamı olarak tanıtan ve Müslüman olmayanlar hakkında yumuşak dini mesajlar verecek görevlileri öne çıkardı..."
Şimdi bu çalışmanın, başından itibaren anlattıklarını, dokümanları hatırlayalım ve Kessler'in kitabında 'sahte din adamı', 'görevli', 'yumuşak dini mesajlar verecek lider' gibi sıfatlarla anlatılan tüm bilgileri ekleyerek kritik soruyu soralım: " Amerikan sevgisini, buna açılan yol demek olan Hıristiyan-Yahudi aşkını topluma aşılayan, CIA'in desteklediği, yumuşak mesajlar veren, sahte din adamı ve görevli acaba kim olabilir?
Herşey, psikolojik savaş taktikleriyle örtülmesine rağmen her şey, aslında son derece apaçık bir 'çıplak hakikat' olarak önümüzde durmuyor mu? "Hıristiyanlar için 'cennete girecek' diyen, daha 1. körfez savaşında Saddam'ın güç bela attığı birkaç füzeden yaralanan İsrailli çocuklar için 'sabahlara kadar uyuyamadığını itiraf eden', İslam dünyası ve Müslüman kavramını 'böyle bir coğrafya yok. Kendi doğrularıyla yaşayan insanlar var' diyerek bir kalemde silip atan, İslam coğrafyasının işgali için bir tek ciddi kelime ederek itiraz etmek yerine ülkelerini savunan müslümanları 'terörist' olarak nitelendiren, daha da ötesinde tüm bu işleri kotaran ülkenin kucağında yatan "bir Rabbin aciz kuluna" işaret etmiyor mu?
Tam da bu noktada arştırmacı Aytunç Altındal'ın çok ses getiren şu satırları akla geliyor: "Papa bu yıl (1998 Şubat ayında) 'kilisenin bağrına bastığı gizli evladı' anlamına gelen 'in pectore' tarzıyla yani gizlice 20 kardinal atadı. Bu kardinallerden 18'inin kim olduğu isim isim biliniyor. Ancak iki tanesi, birisi Çin'de, diğeri Ortadoğu ülkelerinden birisinde bulunan iki kardinal açıklanmadı. Gizli tutuluyor."
Evet İslam'ı protestanlaştırma, siz bunu 'İslam'ı tüketme gayret ve saldırısı' olarak okuyabilirsiniz misyonunu üstlenmiş, bir büyük senaryo ile kitleler tarafından kabul görmüş, vazife ve önemine binaen himaye altına alınmış bu isim acaba kim? Vatikan'ın "Üçüncü bin yılda Asya'yı Hıristiyanlaştıracağız ilk hedef Türkiye'dir" dediği bir ortamda, Papa'nın gizli kardinali acaba kim?
Sizce kim olabilir? Size iki ipucu : Papa'ya sunduğu mektupta., Papalık misyonunn bir parçası olarak acizane diyalog misyonuna katkıda bulunmak için görev talep eden ve Papa’ya Vatikan’da ölmeyi arzu ettiğini açıklayan kişi kimdi acaba? Ve Gülen’in göstermelik yargılanıp sayesinde paçayı yırttığı Vatikan’ın Türkiye temsilcisi Maroviç’ın, ‘ O şeriatı getirmez çünkü Muhammedun resulullah demeyen de cennetlıktır’ dedıği için biz onu çok seviyoruz’ diye bağrına basması yeterli delil oluşturmuyor mu?
Halil Sönmez
kaynak: http://bilim.ficicilar.name.tr/sayfa/bilim_icin_siyaset-02-e gitimde_yabanci_parmagi.html
__________________ TİYERİLİ
|