Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Hac 26’dan sonra muhatabın değiştiğini gösteren hiçbir ifade olmaksızın Allah’ın seslenişi Hac 27’de devam ediyor.
Benim, sizin önünüze koyduğum kanıt bu idi. Yorum ya da görüş değil. Maddî gerçek.
Maddî gerçek 1: Hac 26’daki sesleniş İbrahim Peygamberedir.
Maddî gerçek 2: Hac 27’ye geçişte muhatabın değiştiğine dair hiçbir ifade yok.
Bu işin uzmanı olan birine örneğin bir Türkçe öğretmenine sorun, size bu durumda Hac 27’de kendisine seslenilenin de İbrahim Peygamber olduğunu söyler.
Hattâ Hac 26 ve 27’yi birlikte sokaktaki insanlara okuyun; “Hac 27’de kime sesleniliyor?“ diye sorun. Ya da ben tanıdıklarıma sorayım, ister misiniz? Yani akıl var izan var.
Önce bunu bir sonuca vardıralım.
Sonra Allah Hac 26’yı vahyederek Hz İbrahim’e içinde TEK ALLAH’A salât edenler için bir ev yapmasını buyurdu mu buyurmadı mı, Kuranî kanıtlarıyla birlikte anlatırım. Allah isterse.
Sizden ricam: daha önce dikkatinize sunmaya çalıştığım zaafınızı giderin. İddianız büyük; o halde kanıtınız da büyük olmak zorunda.
Hasan Basri gibi kimi müfessirlerin “hitabın Muhammed Resül’e olduğu görüşü… kanıt olamaz. Adı üstünde yalnızca bir GÖRÜŞ o. Ve KARŞI GÖRÜŞ var. Görüşler, karşı görüşler kanıt olamaz.
Sonra Allah Hac 26’yı vahyederek Hz İbrahim’e içinde TEK ALLAH’A salât edenler için bir ev yapmasını buyurdu mu buyurmadı mı, Kuranî kanıtlarıyla birlikte anlatırım. Allah isterse.
Sizden ricam: daha önce dikkatinize sunmaya çalıştığım zaafınızı giderin. İddianız büyük; o halde kanıtınız da büyük olmak zorunda.
Değerli Hasan kardeşim,
Sonra değil de ilk önce İbrahim'in Bu evi yaptığını Kuran'dan net olalarak ortaya koymanız gereklidir. Eğer bunu ortaya koyarsanız zaten benim söylediklerim tamamen kanıttan ve destekten yoksun kalacak ve böylece tartışmamız da son bulacaktır.
Benim de sizden rıcam kırıcı ifadelerden kaçınalım. Ayette muhatabın Muhammed olduğu iddiası ne kadar büyükse, İbrahim olduğu iddiası da o denli büyük bir iddiadır. İlk müfessirler bu konuda ikiye ayrılmışlar ve bu iki farklı görüş günümüze kadar taraftar bulmaya devam edegelmiştir. İbrahimİn Mekke'de bu evi yaptığı iddiası çok daha büyük bir iddia olduğunu teslim edersiniz sanırım.
Merhaba Abdurrahman kardeşim. 22:26'da ve 22:27'de Allah'ın kime seslendiği konusunda eşit kanıtlara dayanıyormuşuuz gibi yapmanız bana dürüstçe gelmiyor.
Ayette muhatabın Muhammed olduğu iddiası ne kadar büyükse, İbrahim olduğu iddiası da o denli büyük bir iddiadır.
Peki, kanıtlarımız aynı büyüklükte mi?
Sizin kanıtınız: Hasan Basri gibi kimi müfessirlerin hitabın Muhammed Resül’e olduğu “görüş“ü. Bakın, bir de bunakarşıt görüş var. Ben onu öne sürseydim kanıtlarımız eşit olurdu. Oysa ben maddî gerçeklere dayanıyorum.
Maddî gerçek 1: Allah’ın Hac 26’daki seslenişi İbrahim Peygamberedir.
Maddî gerçek 2: Hac 27’ye geçişte muhatabın değiştiğine dair hiçbir ifade yok.
Maddî gerçek 3: Allah’ın Hac 26’daki seslenişi Hac 27’de devam ediyor.
Hac 26:
Bir zamanlar İbrahim için o evin yerini şöyle diyerek hazırlamıştık:
-Bana hiçbir şeyi ortak koşma,
-ziyarete gelip kıyam, rükû, secde edenler için evimi temizle.
Hac 27:
-İnsanlara haccı duyur ki gerek yaya gerekse yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde derin vadilerden geçerek sana ulaşsınlar.
*
İnne EVVELE "beyt"in vudia li’n nâsi lellezî bi BEKKE’te mubareken ve huden li’l âlemîn (3:96). Buradaki BEKKE, Mekke’dir. Ama o da sorun ediliyor. Onunla başlayalım. "Niçin Mekke değil?"
Cevap bir cami imamının şu yakınmasında bulunabilir. "Cemaatimin içinde Bismillah demesini bilmiyenler var. Mismillah diyorlar. Mismillah!"
Oysa son derece doğal bu. B ve M eşçıkaklıdır. İkisi de alt ve üst dudaklar birleşip hemen ayrılınca çıkarlar. O yüzden insanlar birini demiye çalışırken ötekini deyiverirler.
Örneğin benim köyümde "bahane"ye mahana diyorlar. "Men menem; men Türkmenem!"de görüldüğü üzere Türkmenler men diyor; yörükler ben.
Çıkakları aynı ya da bir birine yakın olan sesler isitismar edilebilir; örneğin Yahudiler "T" ve "S"nin eşçıkaklı olmasını istismar edip Muhammed’e ATA’NA yerine ASAYNA demişler (4:46).
Öte yandan o sesler kötü niyetsiz de karıştırılabilir; örneğin bir Türkmen "Men Türkmenem!" yerine "Ben Türkmenim!" diyebilir.
Ve bu, yazıya öyle geçer. Örneğin ABDAL, nüfusa APTAL olarak geçer; Bakara 247’ye sin ile yazılan BESTETEN A’raf 69’a sad ile yazılır.
Bir açıklama:
Eski Arabcanın lehçelerinde “b” ve “m” sesleri bazan birbirinin yerine kullanılırdı, o yüzden Mekke‘ye bazan Bekke de denirdi. (In ancient Arabic dialects the sounds “b” and “m” were interchangeable, so that Makkah was also sometimes called Bakkah.)
Elbet ciddiye alınması gereken bir açıklamadır. Çünkü hem dil bilimi hem de kaynağı Kuran-ı Kerîm’i olan tarih açısından gerçeği yansıtıyor. http://www.islamicperspectives.com/Hajj.htm
Özetle
(1)O ev Kureyş’in oturduğu yerdeydi (106:3). (2)O yerin adı Bekke’ydi (3:96) (3)Bekke’nin "B"si zamanla M oldu.
*
BEYT "ev"dir. Kelimenin lafzî anlamı bu. Mecazî anlamları ise beşerin yorumuna dayandığı için tartışma götürür. Artı, bu muzakerenin konusu olan BEYT insanların SALÂT etmesine ayrılmıştır yani "mescid"dir.
Onun mescid olduğunu 3:96’daki EVVELE açıklar ve 22:26’daki kâimîne ve’r rükkai’s sucûd pekiştirir. İbrahim Peygamberden önce içinde oturmak için sayısız ev yapılmıştır ama salât etmek için hiç bir ev yapılmamıştır.
Kıyam + rükû + secde diye tanımlanan salât daha önce yok.
DÖRT DUVAR diye dudak bükülmesine gelince, bizzat Allah'ın 9:18’de MESACİD ALLAH dediği bütünmescidler dört duvar. ALLAH’IN MESCİDLERİ iltifatına onlar layık görülüp dururken obeyt niçin layık olmasın, Allah 22:26'da EVİM anlamında BEYTÎ deyip dururken?
BEYTÎ diyen de MESACİD ALLAH diyen de aynı Allah.
Allah "o evin alanı"nı (mekane’l beyt) İbrahim’e ayırdı; sizin deyiminizle, İbrahim’e "Beyt’in mekanında yer verdi" (22:26). İbrahim, ailesini Allah’ın o evinin yanında (ınde beyt ik) iskan etti (14:37).
Tabii "beyt"in en başta dikkatizine sunduğum lafzî anlamını göz önünde tutarak belirtiyorum bunları. BEYT"ev"dir. Lütfen! Bilim-kurgu olur ama Kuran-kurgu olmaz.
Ve İbrahim, İsmail’le birlikte, o evin temellerini yükseltti -Ve iz yerfe’u ibrahîmu’l kavâide mine’l beyti ve ismâıyl (2:127).
Katılma Tarihi: 17 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 506
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
malik bin nebi Yazdı:
Selam sevgili İbrahimim!
Şükürler olsun ben de iyim.
Mutlaka bir biri ile ilintili çeşitli temellendirmelerle sahne netleşir, lakin bir önceki iletimde dile getirmek istediğim her bir ilmiğin aynı derecede sağlamlığa sahip olması idi, akletmek bağlamak ise, sağlam bir uç bir başka sağlam uca bağlanmalı ki, Rabbin bahsettiği sağlam bir kulba sahip olalım, bir sağlamı bir çürüğe bağlarsanız elde ettiğiniz kulp olmaz net durmaz çürük olan uca doğru meyilli bir resim elde edersiniz, sağlam uç olan vahyi, çürük uç olan tarihle sabitlemeye çalışırsanız, bir ucununz hep aşşağıda kalacaktır.Ki kur'an bunun örnekleri ile doludur, ibrahim hakkında tartışanlar, tutunacakları kulpu Rabbin vahyi üzerinden yapmadıkları için, Allah bu tartışmaları kınamış ve "Onlara İbrahim'in haberini bir gereçek olarak oku" tarzındaki bildirimlerle tutunacakları kulbun bir ucunu vermiştir, Herkesin Allah hakkında bir bilgisi varken, Allah kendisi hakkında yapılan bilgisizce tartışmalara dikkat çekerken de, insanların zihinlerindeki sıfır bilgiden söz etmemiş, sahip oldukları verilerin bilgi kalitesinde olmadığını ve dolayısıyla bilgisizlik olduğunu vurgulamıştır.Bilgi eşya üzerinde bir söz ise, elimizdeki veriler gerçeğine uygunlukları ile bilgi kıvamında olur.Dolayısıyla, bahsettiğiniz, tarihsel arka plan, bu çürük parçadır, bu parça ile bir kulbumuz olamaz, şu anda muhammed hakkında yapılan tartışmalar bilgisizce tartışmalar, ibrahim hakkındaki tartışmalarla aynıdır, zira eldeki verilerin gerçeğine uygun olup olmadığını denetleyemiyoruz, ki bilgi de denetlenebilirlik esas ise, kimse muhammedin zamanına şahit olmadığından yapılacak iki iş vardır, Bu gaybe iman etmek, ki bu da sadece Rabbe ve onun haberlerine göre yapılacağı için geriye tek bir yol kalıyor oda gülü gül ile tartmak.
Enbaşta yaşanılan sorun tam olarka burdan kaynaklanmaktadır aslında insanların söyleme söylem eyleme eylem geliştirme mantığı, ki bu da kutuplaşmadır dikkat edin saflaşmadan/kıblelerin farklılığı neticesindeki saflara ayrılmadan bahsetmiyorum, kendinizi düşmanınıza rakibinize göre çizerseniz çizebileceğiniz en fazla rakibinizin gücü oranındadır, onun sizi zorladığı oranda kendinizi geliştirirsiniz, sadece çoban matını bilen bir adam karşısında geliştirilen oyun satranç olmaktan çıkar çoban matı savunması olur.Ki bu mantık çerçevesinde gördüğüm odurki, salat ve benzeri meseleler artık iki nokta için gündem edilir durumdadır.Salat şekilsel namaz değildir, salat şekilsel namazı da içerir, bu güne kadar el takısı ile ifade edilecek bir salat edelim diyenine rastlamadım şu anda sadece aklımda iki istisna var birisi Ali Polat kardeşimizin insanı doğal tarafından ele alarak yapmış olduğu doğaya uyumluluk, adaptasyon, benzeşmek teklifi neticesinde fecir ile başlayan işa ile biten, güneşin geceyi yarması ile başlayan gecenin gündüzü örtmesi ile biten yeryüzüne uyumlu yaşam modeli,bir diğeri de Arif Aydoğmuş kardeşimizin insanı sosyal yönünden ele alan nesillerin düşünceye dayalı, sorgulamaya dayalı bir yönde geliştirilmesini hedef alan ders kitapları modeli, salatın şekilsel ritüeli de içinde barındırdığını ifade eden kardeşlerin ise barındırmayan kısmına dair bir tekliflerini anımsamıyorum, bu yok anlamında değildir var anlamında da değlidir aynı yukarda bahsettiğim istisnaların haricinde istisnaların var olduğu veya olmadığı anlamında gelmediği gibi, ki meselenin ve tartışmaların kendisi ile alakalı yazmadığımdan ötürü sunulan modellerin gördüğüm kadarı ile artı veya eksi yönleri hakkında görüş bildirmek istemiyorum.
Paragrafın devamında bahsettiğiniz kelimelerin anlamlarını kaydırmak ve tarihi sürecini ele almamak, ilk önce kendi adıma şunu belirteyim ki benim için kur'an insanlar tarafından bir silsile ile gelmiyor ben kur'an'ın Rabbden gelen bir rivayet olduğuna inanıyorum, dolayısıyla kur'an kimler tarafından ve nerden geldi diye sorun etmiyorum, Benim bu topraklarda doğmam uygun görüldü ve doğdum elime bir metin geçti dediler bu Allah'tan aldım baktım ve hala bakıyorum, muhammed bir söz söylediği zaman muhammede bu sözler nerden ey muhammed sen bu sözleri Rahman adında bir adamdan mı öğrendin gibi sorular sormuyorum, meyvelerine bakıyorum tadına bakıyorum, Rabbin sözleri kendiliğinden delillidir.
Bir önceki iletimde esma ve ruh ilişkisine değinmiştim ama zannedersem tam ifade edemedim, kelimeler üzerinden hareketler ve duygular ve anlamlar geliştirilmez, kelimeler bu bilgilerin bu ruh'un yansımasıdır, ve hayat içerisinde öyle anlar vardır ki bu anları ifade ettiğiniz kelimelerin sözlüksel karşılığı yoktur, ancak uzun cümlelerle ifade etmeye çalışırsınız yahut ben seni anladım diye bileceğiniz bir ortaklığınız(duygu/eylem/anlam) olur.O yüzden kelime bu anlama gelir mi gelmez mi sorusundan önce Rabbin tarzını iyi hissedebilmek lazım, güneş ay gitti diye görünmez olmuyor zamanı geldiğinde görünmez oluyor, bir önceki iletimde ifade ettiğim gibi meseleyi lügatsal bazda ele almak gibi bir yanlışa düşerseniz emin olun zanndan ötesi değildir ulaşacağınız sonuçlar bu kelimeleri kaydırdıklarını iddia ettiğiniz arkadaşlar içinde geçerlidir sizin içinde geçerlidir, bırakın bahsedilen 1400 yıl ötelerini ve bahsedilen farklı coğrafyanın dilini, aynı zamanın aynı coğrafyanın dilini bile anlamakta sorunlar yaşıyoruz hatta bunuda geçelim aynı kentin aynı zamanın iki farklı mahallesinin insanları bile dillerini anlamakta sorun yaşıyor, ki bunların hepsini de yok saydım, sözlü iletilen bir vahyi yazılı iletmek başlı başına bir sorun oluşturur.Geçen bir arkadaş "buda" yazdı nedir bu "buda" dedim "yani" demek dedi ve "buda" ifadesini kullandığı yer cümlenin sonu idi. Benim aklıma direk hepinizin aklına gelen "Buda" geldi, fakat sordum hangi dilde "yani" anlamına geliyor bu kelime aldığım cevap "türkçe" idi güldüm nerden çıktı yaw bu dedim, sonra durdum bir an ve anladım ki arkadaş "bu da" demek istemişti.Gene bir gün genç bir kardeşimle konuşurken, bana " En sonunda da pandiği yerler" ifadesini yazmıştı çok kızdım tepki gösterdim yakışmadı kardeş dedim bu nasıl bir ifade böyle dedim, kardeşim çok üzüldü kendini çok kötü hissetti yazdıklarından bunu anlıyordum ve sonra bana şu açıklamayı yaptı. "Abi, bizim orda tekme'ye pandik delerler"
Bu kur'an muhammed'e zorluk çeksin için indirilmedi, biz susayan bir adamın dudaklarından çıkan kelimelerden değil dudaklarının şeklinden anlarız onun susamışlığını.
Kur'anda anlatılan kıssalar benim kavmimin bildiği kıssalar değil, kur'anda anlatılan insanlar benim kavmimin bildiği insanlar değil, kur'anda anlatılan yerler benim kavmimin bildiği yerler değil, kur'an benim kavmime can alıcı noktadan hitap etmiyor mu, pencereyi bu şekilde sabitlemek yanlış bir tutum bana göre ne önemi var adının şuaybın kavmindeki adamlar olarak bilinmesi, her hangi bir köy pazarına gitmek yeterli. en altından en üst seviyesine kadar anlaşılabilecek olaylar mı değil mi buraya girmek bile istemiyorum, bence kur'an'ın anlam ile ilgili çok da bir derdi yok, bilgilendirmek ile ilgili bir derdi de olduğunu düşündürmüyorum, bize bilmediğimiz bir şeyleri açıkladığını da zannetmiyorum bilen bir kavme bilinen ayetleri hatırlatıyor, geçmişten ve gelecekten gözlemlerini sunuyor ve buyur bakalım görelim hanginiz daha güzel amel üretiyor ile bizi baş başa bırakıyor.Allah ibrahimin kendi dilinde olan bir sözünü alıyor muhammedin kalbine yüklüyor ve ardından muhammedin dili ile ortaya çıkıyor, muhammed kendisine hakkında haber verilen ibrahimin örneğin beyt ile ilgili kurduğu cümleyi mescid-i haram ile ilgili kurduğu cümleyi acaba ibrahim bunu hangi anlamı baz alarak kullandı bu kelime acaba o dönemde hangi anlamlara geliyordu gibi bir soru sormadığı gibi aldığı vahyi ilettiği insanlarında ey muhammed burdaki bu kelime hangi anlamı ile kullanıldı gibi bir çalışmaları olmamıştır." Güldün ya güldün ya ağlattın ya güldün ya" ile "Gül Dünya gül Dünya ağlattın ya gül Dünya" arasındaki farkı hangi vurgu ve tonlama ile ifade edebilirsiniz ki yazı karakterlerindeki farklılıklardan öte.Sözlü iletişim bile sorunludur yer yer.Ama üzgünüm geçmişten aldığım gözlemlerde bu tip gündemlere yer yok, Sorulan sorulara cevap vermek için, karşıt görüşlere cevap vermek için, cin olmadan adam çarpmaya çalıştığımız için bu ilahi komedya.Şimdi bu cin olmadan adam çarpma lafına bile alınanlar olmuştur, olsunlar alınsınlar garibim ibrahimin hayatının son demlerinde edindiklerini kalkıp edebi mülahazalara döken ve modern kur'an prof.'luğu yapanlar azıcıkda alınsın, veya kim bunula iligli bir yara hissediyorsa o alınsın,bu noktada incilin şu bölümünü paylaşmadan edemem.
Luka 11:42 "Ama vay halinize, ey Ferisiler! Siz nanenin, sedefotunun ve her tür sebzenin ondalığını verirsiniz de, adaleti ve Tanrı sevgisini ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden esas bunları yerine getirmeniz gerekirdi.
Matta 23:23 "Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz nanenin, dereotunun ve kimyonun ondalığını verirsiniz de, Kutsal Yasa'nın daha önemli konularını -adaleti, merhameti, sadakati- ihmal edersiniz. Ondalık vermeyi ihmal etmeden asıl bunları yerine getirmeniz gerekirdi.
Lütfen kitap ehli kavramı üzerinde biraz daha kafa yoralım, neye ehiliz,
Allah aşkına kendimize şu soruyu soralım, Meryem suresinde geçen bir kelime ile kıssanın anlatımına vakıf olduğumuzu düşündüğümüz zaman mı yoksa bir yoksula yardım ettiğimiz zaman mı gözlerimizin içi parlıyor ve bu soruya bir de şu soruyu soralım bir yoksula yardım ettiği için insanın gözünün içi parlar mı, ve sorumuzu şöyle değiştirelim, bir kıssasın kilit bir kelimesinin farklı bir anlamını öğrenip yap boz'un boş kalan kısmına uygun parçayı bulduğumuzu hissettiğimiz andaki mutluluğun seviyesi ile bir yoksula yardım ettiğimiz anda hissettiğimiz duygunun seviyesi arasındaki fark nedir?
Çevremizde kur'an kıssaları, kavram ve kelimeleri üzerine yüklü ve köklü araştırmaları, yayın ve yayımları olan insanlar mı nazarımızda daha saygın yoksa anaya babaya ihsan, yetime düşküne el veren ve haktan bildiği ve gördüğü adalet, sadakat, merhamet, sevgi, kötülerin işlerinden yollarından sözlerinden sakınmak üzere bir hayat süren bir adam mı daha saygın?
Geçen bir kardeşimle iki kelam ederken bana şunu demişti:" Biz tevhidi öyle bir anlattık ki, sahabe bile hayran kalırdı eğer dinleseydiler."
Kardeşler, biz bu kur'an'ı öyle bir elimize aldık ki Allah bile hayret ediyor maşallah ben nasıl bir kur'an indirmişim diye !!!!!!!!!!!!
Pek ala Allah da bilmektedir kur'an'ın bir zikir olduğunu !!!
İlahi kelamı anlamak temiz fıtratın işi peki fıtratı temizlemek ve temiz tutmak kimin ve neyin ne ile olan işi ?
Domates yerken hiç birimiz hormonluyu köy domatesine tercih etmeyiz, zira biz biliriz ağzımızın tadını, zira Allah bilir bize en uygun olanını, Güneşe asla hayır demeyiz, suya asla hayır demeyiz, bize bizim gibi olanı lazım.
Esenlik dilerim Rabbimden.
Selamlar sevgili Malik Bin Nebi!
Burada söz konusu olan vahyin eksikliği
değil ki, sanki Kur’an eksik tarih ve rivayetler tamamlar demişiz gibi, ipin
iki ucundan örneklemişsiniz. Bizim dillendirdiğimiz ilahi hitabın bize
ulaşıncaya kadarki mesafede aradaki engelleri kaldırmak ve Allah kelamının bana/bize
ne söylediğini bulmak…
Kur’an şaşması ve yanılması olmayan bir
kitaptır. Tarihe, hayata, vicdana, topluma, ahlaka vs… yön verir ve gerçek
olanı ortaya çıkarır. Tarih Kur’an’ın değil, Kur’an tarihin kusurunu ortaya
çıkarır. Zaten tarihin her söylediğine bu yüzden amin demiyoruz çünkü doğru
söyleme payı kadar yanlıma payı da vardır.
Evrendeki her şeyin sahibi ve yöneticisi
Allah’tır. Kur’an’ı indiren, rızkımızı veren ve bize elbise indiren de Allah
tebareke ve te a’ladır. Evrendeki her şey bir sebep ve sonuç ilişkisi
içerisinde cereyan eder bu Allah’ın dilemsidir. “Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz” rızkımız bize sabah kalktığımızda pişmiş ve hazırlanmış mükellef
bir sofra şeklinde sunulmuyor, bu sofra insan aklının ve doğada olan malzemenin
bir neticesidir. Giydiğimiz kıyafetlerimiz bizlere bir bahçede, bir ağacın
dallarında ütülü bir şekilde yetişmiyor, elbisede rızıkta sebep sonuç ilişkisi
içerisinde doğanın ve insan aklının ortaya koyduğu münasebet neticesi elde
edilen şeydir. Bunun dolaysız anlatımı Allah veridi/indirdi olacaktır.
İlahi vahiy/Kur’an da böyledir; insanın önce
okuma yazma bilmesi, belli bir eğitim alması, reşit olması ve belli bir
merhalelerden geçmesi gerekiyor ki Kur’an’ı anlamaya hazır olsun. Şimdi ilahi
muradı anlaya bilmek için gönderilmiş peygamberlere, onların kavimlerinin
iletişim için kullandığı harflere, harflerden oluşmuş kelimelere, kelimelerden
oluşmuş cümlelere, bu sözcüklerin ve cümlelerin ifade ettiği dile, o dilin
semantik yapısına, mecaz ve metaforik anlatıma vb… malzemeye ihtiyacımız yok mu
diyeceğiz!?
Allah kitabında“Arapça gönderdik ki anlayasınız” “bir kavme
resul göndermedikçe onlara azap edecek değiliz” “bu kitap takva sahipleri için
hidayet kaynağı ve yol göstericidir” Allah’ın sana vahyettiğini tebliğ et” “bu
kitaptan hesaba çekileceksiniz” vb… ifadeler kullanmıştır. Demek ki Kur’an’ı
anlamak tek başına samimiyetle olmuyor, Kur’an bana/bize nazil olmadı başımızı
kuma gömmeyelim. Bugün bana deseler ki Allah vahyi Çinli bir peygambere
indirmiş, benim yapacaklarım belli Çin ve Çince ile aramdaki bütün engelleri
kaldırmaya başlarım, buda vahyi anlamak için olmazsa olmaz olan samimiyetimi ve
gayretimi gösterir.
Şimdi kim Kuran’la aralarındaki engelleri
kaldırma isteği ve çabası içerisindeyse, gösterdiği samimi ilgi ve harcadığı
mesai oranınca Muvaffak olur.
Bugün İslam ümmetinin en büyük
açmazlarından birde parçacı mantıkla, meseleye sadece tek bir yönüyle bakmak!
1.Doğada olup bitenler penceresinden
değerlendirme, gökler ve yer, hayvanlar alemi, doğanın bahşettikleri ve doğal
afetler, tabiat olayları vs…
2.Sosyal açıdan değerlendirme, toplumlara göre şekil
alma, maslahat gütme, toplumlara olması gereken geçekleri bildirmek yerine,
toplumun gerçeklerine adapte olma vs…
3.İçe dönük bir duruş ortaya koyma, hayattan ve
toplumdan kopuk bir anlayışla sadece kendini suçlama, nefsi kötüleme, nefsi
terbiye ilkesi, kişinin kendini düzeltme emareleri vs…
4.Tarihten ilham alarak tahlilde bulunmak, tarihi taklit
etmek, tarihte olmuş güzel olayları şabloncu bir yapıştırmayla yaşanan zaman
taşımak vs…
6.Soyut yaklaşım, kavramları kendi
anlamlarından farklı delalet yöntemiyle farklı bir manaya oturtmak vs…
Gelenekçi, yenilikçi, madden ve manen vs…
vs…vs… çoğalta biliriz…
Sayılması gerekenler bunlarla sınırlı
değil, bunların doğruluk derecesi olmakla beraber her biri tek başına İslami
tarif edemez. Kur’an’da bu meselelere değinilirken bunların hepsini birlikte
değerlendirmemiz ve dini tanımamız istenmiştir. Bir zaman bir kitapta okumuştum,
daha önce fili hiç görmemiş birkaç insanı, içeride bir fil bulunan karanlık bir
odaya, dokunarak fili tarif etmeleri istenmiş, odadan çıkan her kes farklı
anlatmış. Bacağını tutan sütuna, burnunu tutan hortuma, kulağını tutan başka,
kuyruğunu tutan başka bir şey söylemiş ve fil budur demişler.
Saydıkları filden ayrı olmamakla beraber,
tek başına fil de değildir. Anlatmaya çalıştığım tam da bunun aynıdır.
Tabiat, sosyal, tarih, psikolojik, somut,
soyut, maddi ve manevi bunlar hayatın ta kendisidir, din hayatın tamamını kuşatır,
bunlardan bir dini tanımlamaz, dinde bunlardan birinden oluşmaz. Bu yönüyle
baktığımızda parçaları bir araya gelişmesiyle oluşan bir bütündür din.
Öyle bir tablo çiziliyor (tadından kokusundan
görünüşünden duruşundan tanımak anlamak!?) ki; insanın beynini vahye, resule,
kitaba ne gerek var o zaman gibi bir saçmalık tırmalıyor…
Temiz fıtrat fotoğrafı doğru okur fikrine
katılıyorum, bu vahyi de, diğer şeyleri de doğru okur demektir. Yaşamda her
kareyi doğru okuyorsak o zaman vahye ne gerek var? Gibi bir soru karşısında ise
şöyle bir cevap verilebilir.
Yaşamda her kareyi doğru okumak, her
kareyi olması gereken yere oturtmuyor. Vahyi burada devreye giriyor, fıtratı
temiz olanları, temiz akıl sahiplerini (fotoğrafı doğru okuyanları) göreve
çağırıyor, birlikte düzeni (adaleti, iyiliği, yardımlaşmayı, barışı ve esenliği)
sağlayın hayatın karelerini olması gereken yere oturtun…
Bir yönüyle de vahiy/Kur’an hayatı
kullanma kılavuzudur, yaşamdaki doğruları göstermek ve insanlığın bu
doğrulardan faydalanmasını yaşamına anlam kazandırmasını istiyor…
Sanırım fazla uzatmak gerçeği ortaya çıkartmayacaktır.
Allah, cümlemize çok şey söyleyip az şey
anlatmaktansa, az şey söyleyip çok şey anlatmayı nasip etsin.
Selam ve dua ile.
__________________ Ey inananlar, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allâh büyük lutuf sâhibidir
Konumuz Ka’be adıyla bilinen evi İbrahim’in yaptığı iddiasıdır. Bunun tarafınızdan net bir şekilde ortaya konmasını istemiştim sizden.
Mekke Bekke’dir değildir beni fazla rahatsız eden bir konu değildir. Ben “bi bekkete” yi “bi vâdin ğayri zîzer’in” ifadesinin açtığı kanaatındayım.
Çoğu yerde Kuran-kurgu yaptığınız halde beni Kuran-kurgu yapmakla itham ediyorsunuz! “Evvele beytin”e “evvele mescidin” demeniz gibi. Aslında tespitiniz doğrudur, ben de aynı sizin gibi kurguluyorum. Ama bunu “evvela”ya değil de “beyt”e mescid diyerek. Mescidi de sizin gibi secde edilen yer olarak değil de secde / taat olarak anlıyorum. Bu anlayışla “mesacidullah”ı da anladığınız “mabetler” olarak anlamadığımı daha önce yazmıştım.
Diğer bir kurgunuz, Kıyam + rükû + secde diye tanımlanan salât kurgusudur. “Kaimin ver’rukkeissucud”u kıyam, ruku, secde şeklinde çevirmeler bana göre yanlıştır. Kaiminin “ayakta duranlar” olmadığını 22/26’daki “tahhir beytiye lit-tâifîne velkaimine ver’rukkeissucûd” ifadesini, 2/125’teki “tahhirâ beytiye lit-tâifîne vel’âkifine ver’rukkeissucûd” ifadesiyle karşılaştırmada fayda var. Kaim olmak “bir yerde ayakta olmak” anlamında değil, “bir yerde ikamet etmek / oturmak” anlamınadır.
Kuran’da kelimeler hep sözlük anlamıyla kullanılmadığını, çoğu kez mecaz anlamıyla geldiğini siz de kabul edersiniz. Beyt’te neden lafız anlamında bu kadar ısrarcı olduğunuza bir anlam veremiyorum. Mesela “Allah’ın ipi”, “Allah’ın yolu”, Allah’ın boyası”, Allah’ın eli”, Allah’ın yüzü” vs tamlamalarındabu denli ısrarcı olmadığınızı düşünüyorum. Belki de yanılıyorum, ne dersiniz?
Sanırım sizin İbrahim’in bu evi yaptığına dair en güçlü deliliniz 2/127 ayetidir.
Ve İbrahim, İsmail’le birlikte, o evin temellerini yükseltti -Ve iz yerfe’u ibrahîmu’l kavâide mine’l beyti ve ismâıyl (2:127).
İbrahim ve İsmail Beyt’in kavaidini yukarı kaldırıyor yani yüceltiyorlar. Bu nasıl oluyor, nasıl yüceltiyorlar? Yaşayarak, olduğu gibi insanlara ulaştırarak, şirkin bulaşmasına izin vermeyerek. Hani İbrahim, Allah’ın beytini O’na hiç bir şeyi ortak koşmayarak temiz tutacaktı ya! Kaidenin , temel, esas, taban… anlamlarının yanında kaide, kural, ilke… anlamları da var. Bunlar da sözlük anlamlarıdır. Onun için Beyt’in duvarlarını değil de Beyt’in kaidelerini / esaslarını yüceltiyor denmiş.
Hem 127’nin öncesine 125. ayete dönersek, Burada Beyt’i Allah’ın yaptığını; insanların sığınması veya diğer bir anlamıyla bilinçlenmesi ve emniyeti için bizzat Allah’ın yaptığını okuyoruz. Devamında da “İttexizû min meqami ibrahime musallâ” diyerek inananlara “İbrahim’in makamıyla bağlantı kurun” diyor. 3/97’de “ onun (o evin) içinde kesin kesin işaretler ve İbrahim’in makamının bulunduğunu görüyoruz. Yani anlayacağımız İbrahim bu evin içinde ikamet ediyor, içinde yaşıyor / yaşatılıyor. Şu an halen İbrahim bu evin içinde yaşamaya devam ediyor. Bizden istenen onun yaşantısıyla irtibatlı olmamız, O’nu/O’nun şirke karşı, müşriklere karşı tavrını örnek almamızdır. Hani İbrahim ve beraberinde olanlar bizler için güzel örnek idiler.
Gerçekten İbrahim’in, evin içindeki makamından ne anlıyorsunuz? Bu size neyi ifade ediyor? Doğrusu anlamakta zorluk çekiyorum. Sizin gibi ayeti anlamaya çaba gösteriyorum ama bir anlam veremiyorum, aklım almıyor bir türlü. Bundan anlamlı bir mesaj alamıyorum doğrusu. “İbrahim’in makamından bir namazgah edinin!”. Bu ne demek? İbrahim’in makamından bir namaz yeri nasıl edineceğiz? Buna imkan var mıdır? Gidin siz de O’nun namaz kıldığı yerde namaz mı kılın!” diyor?
14/37’de “yâ Rabbenâ! Ben zürriyetimden bazısını senin Beyt-i Muharrem’inin (Kabe’nin) yanında, ekin bitmez bir vadide iskan ettim (yerleştirdim); yâ Rabbenâ! Namazı ikame etsinler diye…” (ELMALILI H.Y.)
Bu ayet gayet net olarak, bu evi İbrahim’in yapmadığını, bu evin İbrahim’denönce de var olduğunu söylüyor. İbrahim zürriyetinden bazısını bu evin yanına yerleştiriyor, hem de namazı kılsınlar diye. Bu anlamdaki bu çeviri bunu söylüyor. Hani siz de diyorsunuz ya; bu ev bunun için yani salat /ibadet için yapılmış.. Demek ki, bu evin dışında başka yerde namaz kılınamaz anlamı çıkmıyor mu? İnsanlar bu eve niçin çağrılıyor? Namaz kılmak için. Öyleyse namaz bu evin dışında başka bir yerde kılınamaz demek olmuyor mu? Allah, İbrahim ve İsmail’e “ evimi, kıyamda duranlar, ruku - secde edenler için temizle” (Y: Nuri) demiyor mu? Kıyam+Ruku+Secde, yani namaz için temizleyecekler! Bu beyt bu evse başka izahı olamaz. Hem zaten namazve mabet İbrahim’le birlikte anılmaya başlamadı mı! Kabe bir sevabgahtır (Elmalıl). Peki Allah başka bir mekan için sevabgah diyor mu? Makam-ı İbrahim’den başka bir yeri namazgah edinin diyor mu?
Gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum. Seccadenizi alıp namaz kılmak için gidip oraya sereceksiniz! Allah orayı namaza tahsis etmiş! Zorlamayın , başka izahı yoktur bunun. Yoksa ne diye her yıl Müslümanlar buraya çağrılsınlar!
İbrahim’in yaptığı ev Allah’ın evi, Nuh’un evi kimin? Nuh’un mu? Nuh da “evime inanarak giren…” diyordu… İbrahim’in yaptığı bu ev inananların kıblesidir. Ne zamandan beri? İbrahim’den beri! İbrahim’den sonra olan Musa ve İsa neden bu kıbleye yönelmediler, içinde namaz kılmadılar, tavaf etmediler, insanları bu evi haccetmeye çağırmadılar? Bu evin Musa ve İsa’nın da dolayısıyla Yahudi ve Hristiyanlar’ın da kıblesi olması gerekmez miydi? Kuran neden bundan bir tek söz etmemiş, bu düşündürücü değimidir?
Tartışma kelimesi bana "çatışma"yı çağrıştırdığı için görüş alıp vermeyi müzakere diye anmayı yeğlerim. Ama şu anda yaptığımız iş müzakere değil.
En başta dürüstlüğe sığmayan bir iddia-kanıt sahipliği yaptınız. Kendisi büyük ama kanıtı kof bir iddia.
Hac 27’deki çağrının Hz Muhammed aracılığıyla yapıldığını öne sürüp mealen "O öldüğüne göre çağrı sahipsizdir; sahipsiz çağrıya nasıl icabet edilir?" dediniz. Oysa çağrı İbrahim peygamber aracılığıyla yapılıyor. Hanifliğe çağrıyla birlikte.
İbrahim Peygamber öldüğüne göre hanifliğe çağrı sahipsiz midir; biz hanif olamaz mıyız?
22:26 ve 27’yi sokaktaki insanlara okuyup "Burada kime sesleniliyor?" diye sorsanız onlar bunu söyler size çünkü tıpkı benim gibi birer kör mektum onlar ve Kuran'ın ilk muhatapları.
Kendisi İslamı temelinden sarsan ama kanıtı bu kadar çürük bir iddia karşısındayız. Ama siz bunun ayırdında olmadığınız anlamına gelen bir tavır içindesiniz. İddianızı, kanıtsız, bir anda orta yerde bırakıp başka iddialara geçebiliyorsunuz.
Böyle bir tavrı kaldırabileceğimi sanmıyorum. Kendi yanılgılarınıza benim sözlerimi anlamamanız da eklenince içinden çıkılmaz bir kafa karışıklığı beliriyor önümde. Baş edebileceğimden emin değilim ya da en azından çok yorulacağım belli.
Siz de benim gibi neyi doğru biliyorsanız onu söylüyorsunuz; onun için sizi suçlamam söz konusu değil. Kendi çaresizliğimi anlatmaya çalışıyorum. Hoşça kalın.
Tartışma kelimesi bana "çatışma"yı çağrıştırdığı için görüş alıp vermeyi müzakere diye anmayı yeğlerim. Ama şu anda yaptığımız iş müzakere değil.
En başta dürüstlüğe sığmayan bir iddia-kanıt sahipliği yaptınız. Kendisi büyük ama kanıtı kof bir iddia.
Hac 27�deki çağrının Hz Muhammed aracılığıyla yapıldığını öne sürüp mealen "O öldüğüne göre çağrı sahipsizdir; sahipsiz çağrıya nasıl icabet edilir?" dediniz. Oysa çağrı İbrahim peygamber aracılığıyla yapılıyor. 22:26 ve 27�yi sokaktaki insanlara okuyup "Burada kime sesleniliyor?" diye sorsanız onlar bile söyler size çünkü sokaktaki insanlar benim gibi birer kör mektumdur ve Kuran'ın öncelikli muhatapları onlardır.
Kendisi İslamı temelinden sarsan ama kanıtı bu kadar çürük bir iddia karşısındayız. Ama siz bunun ayırdında olmadığınız anlamına gelen bir tavır içindesiniz. İddianızı, kanıtsız, bir anda orta yerde bırakıp başka iddialara geçebiliyorsunuz.
Böyle bir tavrı kaldırabileceğimi sanmıyorum. Kendi yanılgılarınıza benim sözlerimi anlamamanız da eklenince içinden çıkılmaz bir kafa karışıklığı beliriyor önümde. Baş edebileceğimden emin değilim ya da en azından çok yorulacağım belli.
Siz de benim gibi neyi doğru biliyorsanız onu söylüyorsunuz; onun için sizi suçlamam söz konusu değil. Kendi çaresizliğimi anlatmaya çalışıyorum. Hoşça kalın.
Sevgi ile,
Hasan akçay
Selam;
Hep aynı nakarat, hep aynı tarz...
Sorular cevapsız...
Yöntemden şikayet et, ayrıl...
Eğer bir ayeti Haktansapmaz yorumlarsa "yorum / ilave / saptırma" , diğer tercüman Rablerimiz yorumlarsa hakikat...
Kof kanıtmış... Kof kanıtın ne olduğunu öğrenmek için M'yi B yapan yorumlarınızı gözden geçirmeniz kafi...
Ne diyelim ?
Başlık sahibine sergilenen tavrı onaylamadığımı söyleyerek, Hasan Akçay'ın "usulsüz" usulü nedeni ile müsade isteyelim.
Esenlikle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Aliaksoy kardeşim, lütfen! İddia da ona kanıt gösterilen kofluk ta belli. Önceki sayfaları okuyun. Bu sorumsuzluğa cevap vermekten bana yorgunluk, okuyanlara gına gelecek. Olan, bu. Lütfen beni zorlamayın.
Okuyucuyu bahane etmeyiniz. Ben de bir okuyucuyum. Ve ben sabırla, hiç sıkılmadan sizin sorulan sorulara vereceğiniz cevapları bekliyorum.
Ha... Bu "ilk" bekleyişim değil. Size daha önce de benzer sorular sormuştum. Taaa o zamandan beri bekliyorum.
"Bilmiyorum" diyene diyecek bir şey yok. Ben de bir çok şeyi bilmiyorum. Bilmek için soruyorum.
Yani en azından şundan emin olun: Okuyucular arasında en az bir kişi vereceğiniz cevapları sıkılmadan bekliyor.
Esenlik dileklerimle...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
Aliaksoy kardeşim, lütfen! Sizin sorularınıza da elimden geldiğince cevap verdim. Anlaşılan, işinizi görmemiş onlar. İlle sizin işinize gelen cevaplar beklemeyin. Lütfen.
"Bir de bilmemek ayıp değil" gibi kışkırtmalarla beni bir daha bir daha "Ben bilen birisi değil öğrenmeye çalışan biriyim," demeye zorlamayın. Defalarca söyledim; bana gına geldi.
*
Bunları daha önce müzakere ettik.
Örneğin, İbrahim ve İsmail Beyt’in kavaidini yukarı kaldırıyor yani YÜCELTİYORLAR,2:127'deki yerfa'u yükleminin "ev yapmak"la ilgisi yok iddiası.
24:36'daki turfa'a yüklemine yollama yapıp bu iddianın yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. Önce bana inanmadı; sonra kendisi açıklarken yanlışının ayırdına vardı. Özür diledi. Ben bunu sakin karşılayınca bir de teşekkür etti. "Siz benim hocamsınız; sesimi nasıl yükseltebilirim ki!" dedim.
"Allah’ın ….izin verdiği evlerde -Ezinellahu en turfa’a" ne demek;Allah’ın yücelenmesine izin verdiği evlerde mi ya da Allah’ın yapılmasına izin verdiği evlerde mi?
Bu sorumsuzluğa cevap vermekten bana yorgunluk, okuyanlara gına geleceğini görüyorum. Olan, bu. Lütfen beni zorlamayın.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma