Yazanlarda |
|
ibrahimim Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 506
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=3002&KW
__________________ Ey inananlar, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allâh büyük lutuf sâhibidir
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İnsan
hakları yeryüzünün en barışçıl silahıdır; bizi korur.
Kurallar gibidir; nasıl davranacağınızı bize söyler.
Yargıçlar gibidir; ona başvurabiliriz.
Duygular gibi soyuttur ama duygular gibi herkese aittir.
Ve her ne olursa olsun hep vardır.
Tıpkı doğa gibidir; ortadan kaldırılamaz.
Tıpkı ruh gibidir; yok edilemez.
Zamana benzer; zengin ve fakir, yaşlı ve genç, siyah ve beyaz, uzun
ve kısa hepimize aynı biçimde davranır.
Bize saygı sunar ve bize de başkasına saygı duyma sorumluluğunu yükler.
İnsan
hakları, insan olmanın kazandırdığı haklardır; başkası tarafından verilen
bir söze ya da teminata bağlı olarak ya da satın alarak elde ettiğimiz
haklar değillerdir. İnsan hakları, insan olmamızın ve insan onurumuzun
doğal bir sonucudur.
İnsan
onuru ve eşitlik, insan hakları fikrinin merkezinde yer alan iki temel
değerdir. Bütün insanların eşit olması, insan haklarını evrensel kılar,
insan hakları daha iyi ve onurlu bir yaşam için gerekli olan temel standartlar
tanımlandığında anlaşılabilir.
İnsanların
ve toplumların yaşamlarını insan onuru ve eşitliği temelinde birlikte
sürdürebilmeleri için gerekli olan değerler ise özgürlük, adalet,
ayrımcılık yapmamak, başkalarına saygı göstermek, hoşgörü ve sorumluluktur.
Ayrım
gözetmeksizin herkes insan haklarına sahiptir; suçlular, devlet başkanları,
çocuklar, kadınlar, erkekler, Afrikalılar, Avrupalılar, Asyalılar,
mülteciler, işsizler, özel kuruluşlarda çalışanlar, öğretmenler, sanatçılar,
işçiler... Çünkü herkes insandır. İnsan haklarının gücü, herkese eşit
davranılması ilkesinden gelir.
İnsan
hakları bizim için vardır ve insan haklarının tümüne saygı duyulması
bizim hakkımızdır. Kişisel haklarımız, fiziki ve ahlaki bütünlüğümüzü
korur ve kişilerin kendi düşünce, din ve inançlarını korumalarına
izin verir. Eşitlik ve özgürlük hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü,
dini vecibelerini yerine getirme özgürlüğü, işkence görmeme ve öldürülmeme
hakları gibi.
*Afiş
Resmi: İbrahim YILMAZ
İşkence,
kötü ve insanlık dışı muamele ya da cezalandırma, hiçbir biçimde haklı
çıkarılamaz ya da hukuken veya ahlaken savunulamaz. "Emir almış
olmak" da mazeret olarak kabul edilemez. İşkence görmeme hakkı,
hiç bir koşulda askıya alınamayacak, istisnası ve sınırlaması olmayan
mutlak bir haktır.
Düşünce,
vicdan ve din özgürlüğüne ilişkin haklar, kişilerin düşünce ya da
inanç değiştirme özgürlüğü ile din ya da inancını tek başına ya da
topluca ve açıkça ya da özel olarak yaşama ve açıklama özgürlüğünü
içerir. Müslüman, Katolik, Ortodoks, Yahudi, Ateist ne olursa olsun
herkesin eşit haklara sahip olması gerektiğini belirtir..
Medeni
haklarımız, yasal ve siyasal sistem içinde keyfi uygulamalara maruz
kalmamamızı sağlar. Örneğin: Keyfi gözaltı ve tutuklanmaya karşı korunma,
mahkeme tarafından suçlu olduğuna karar verilene kadar masum sayılma
hakkı, itiraz hakkı gibi.
Siyasi
haklarımız toplumsal yaşama katılmak için gerekli olan haklarımızdır.
Oy kullanma hakkı, siyasi partilere katılma hakkı, özgürce biraraya
gelme ve toplantılara katılma hakkı, bilgiye erişme hakkı ve düşünceyi
ifade etme hakkı gibi.
İnsan
onuru, medeni ve siyasal hakların verdikleriyle sınırlandırılmaktan
çok daha ötededir, insanların temel gereksinimlerini nasıl karşılayacaklarını
ve birlikte nasıl çalışacaklarını düzenleyen haklarımız vardır. Bu
haklar, eşitlik ilkesi ile sosyal ve ekonomik araçlara erişimin garanti
altına alınması ilkesine dayanırlar.
Özgürlükten
yoksun bırakılmak nasıl hoşgörülemezse, aşırı yoksulluk içinde bırakılmak
da aynı biçimde hoşgörülemez. Bu nedenle sosyal ve ekonomik hakları
savunmak son derece önemlidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi devletlere,
çalışma koşulları, adil ücret, grev, iş alanında kadın ve çocukların
korunması gibi 23 toplumsal ve ekonomik hakkı güvence altına almalarını
önerir.
Ekonomik
haklar, yalnızca çalışma hakkını, yeterli yaşam standardına sahip
olma hakkını, konut hakkını ve emeklilik hakkını içermez. Aynı zamanda
insan onurunun korunması için maddi güvencenin gerekli olduğunu, anlamlı
bir işin yokluğu ya da yeterli bir barınağa sahip olmama durumunun
insan onurunun zedelenmesine yol açtığını kabul eder.
Sosyal
haklarımız toplumsal yaşama tam katılım için gerekli olan haklardır.
Öncelikli olarak eğitim hakkını, aile kurma ve sürdürme hakkını, sağlık
hakkını, ayrımcılıktan korunma hakkını içerir.
Kim
olursak olalım, toplumsal ya da ulusal kökenlerimiz ne olursa olsun,
kadın ya da erkek olalım, eğitim hepimizin hakkıdır. Ana ve babaların
çocukları için düşüncelerine ve inançlarına uygun bir eğitim verme
hakkına saygı gösterilir. Ancak doğal olarak bu eğitimde çocuğun haklarını
zedeleyici hiçbir unsur bulunmamalıdır.
Kültürel
haklar, kendi kültürel birikimi ile toplumun kültürel yaşamına özgürce
katılma hakkını ve bu kültürü gelecek nesillere aktarabilmek için
eğitim hakkını kapsar. Yine de kültürel olarak sınıflanmayan diğer
birçok hak, özellikle toplum içinde azınlıkta kalan gruplar için öznel
kültürlerini korumak açısından son derece önemlidir. Örneğin; ayrımcılığa
uğramama ve kanunlar karşısında eşit biçimde korunma hakkına sahip
olmak gibi.
Bu
hak ve özgürlükler; cinsiyete, ırka, renge, dile, dine, siyasal ya
da başka düşünceye, toplumsal ya da ulusal kökene, azınlık olmaya,
servete ya da diğer tüm durumlara dayanan herhangi bir ayrım gözetmeden
sağlanmalıdır.
Hepimiz
insan haklarını korumalıyız. Ulusal ve uluslararası düzenlemeler ve/veya
kamu otoritesini kullananlar insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayabilirler.
Ancak hiç kimse bu kısıtlamaların evrensel insan haklan normlarını
ihlal ettiğine işaret etmezse, haklarımızın ihlali devam eder. Bireyler
olarak, kendi yaşamlarımızda başkalarının haklarına saygı göstermenin
yanısıra, kamu otoritelerinin ve diğerlerinin faaliyetleri üzerinden
gözümüzü ayırmamalıyız. Koruyucu sistemler bizim için vardır. Biz
de bunları kullanmalı ve gelişimine katkıda bulunmalıyız.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İmam Maturidi'nin adı, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed bin Mansur'dur. O, bugün Özbekistan sınırları içerisindeki Semerkand şehrine bağlı Maturit Köyü'nde doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Türk asıllıdır. Döneminin ünlü İslam bilginlerinden dersler almıştır. Hanefi mezhebine mensuptur. Ehl-i Sünnet'in 2 büyük ekolünden biri olan Maturidilik, adını İmam Maturidi'den almıştır. Kur'an'ı baştan sona tefsir etmiştir ve tefsirine "Kur'an'ın Akılla Yorumu" adını vermiştir. İnanç ve itikatla ilgili yazdığı "Kitabu't-Tevh" adlı eseri, Türkçe'ye
çevrilerek yayımlanmıştır. Kendi döneminde bölgede faaliyet gösteren
diğer mezhep mensuplarına karşı, mücadele vermiştir. Çok sayıda öğrenci
yetiştirmiştir. 333/944 yılında Semerkand'da ölmüştür. Fikirleri Türk toplulukları tarafından benimsenmiştir. Bu yüzden bugün Türk dünyasının çoğunluğu fıkıhta Hanefi itikatta Maturidi mezhebindendir. Maturidi,
inanç konularını temellendirirken ve dini problemleri çözerken sık sık
akla başvurur. Ele aldığı konuları akla uygun bir şekilde izah eder.
Ona göre akıl, Allah'ın bir emanetidir. Ayrıca iyiyi
kötüden, doğruyu yanlıştan, yararlıyı zararlıdan ayıran bir araçtır.
Akıl tıpkı ayet ve hadisler gibi, dinde bir delildir ve doğru bilginin
kaynağıdır. İnsanlar iyi ve kötüyü, çirkin ve güzeli aklıyla bilebilir.
İnanç akılla savunulmalı İmam Maturidi'ye
göre, akıl, sadece dini bilginin kaynağı değil, aynı zamanda genel
bilginin ve ahlaki bilginin de kaynağıdır. Hatta duyular ve haber
yoluyla bilgi edinirken de akla ve akıl yürütmeye iht iyaç vardır.
Çünkü onların sağladığı bilgilerin doğruluğu, ancak akılla tespit
edilir. Allah, Kur'an ve diğer şeyleri akıl yürütme
yöntemiyle delillendirmiştir. Pek çok ayette insanların, gerçeğe
ulaştıran ve doğru yolu gösteren aklı kullanmasını ve akli
temellendirmeye başvurmasını emretmiştir. Peygamberler gönderilmemiş olsaydı dahi insanlar aklıyla Allah'ı bulmak zorundaydı. İnsan Allah'a inancını aklıyla delillendirmeli ve inancını savunabilmelidir. Eğer savunmazsa, büyük günah işlemiş gibi olur. İnsana
iyilik ve kötülüğü ayırmak için akıl ve özgür irade verilmiştir. İnsan,
bu iradesini kullanarak iyilik veya kötülük yapar. Yaptığı işler ve
fiiller, insanın kendisine aittir. İnsan fiillerinde özgürdür.
Fiillerin yaratılması ise Allah'a aittir. İnsanlar bu yüzden sorumlu tutulmuşlardır. Buna "cüz-i irade" denilir. Bu irade yaratılmamıştır. İnsanın aklına ait bir durumdur.
Kur'an bir mucizedir Dinin
kaynağı akıldır. Akılla vahiy asla çelişmez. Aklın mutlak doğru ve
zorunlu gördüğünü, vahiy de doğru görür. İmkansız gördüğünü, vahiy de
imkansız görür. Bu yüzden Kur'an'da akla ters düşen, akılla çelişen bir şey yoktur. Kur'an, bir mucizedir. Aklın birden fazla seçenek sunabileceği konularda vahiy rehberlik etmiştir. Kur'an'da
bir ayetin hükmüne sebep teşkil eden illet ortadan kalkarsa, ictihadla
nesih (ayetin hükmünün kaldırılması) caizdir. Aklın neshi gerekli
gördüğü yerde, nesih gereklidir. Maturidi
aklın bilgi edinme gücü ve alanının sınırlılığını kabul eder. Bu yüzden
eşyayı ve hadiseleri, bütün yönleriyle ve her şeyi teferruatıyla
bilemez. Ama bu durum aklı, bütünüyle, güvenilir ve doğru bilgiye
ulaştıran bir kaynak olmaktan çıkartmaz. Bu yüzden Maturidi, akıl yürütmeyi reddeden kimseyi, kısırdöngü yapmakla ve tenakuza düşmekle suçlamaktadır. sönmez kutlu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ebu Hanife, 80/699'da Kufe'de dünyaya gelmiştir. Asıl adı Numan b. Sabit'tir. Bağdat'ta bir hapishanede, 150/767'da vefat etmiştir. Ebu Hanife, güçlü bir zekaya sahipti. Küçük yaşlarda Kur'an'ı baştan sona ezberledi. En meşhur bilginlerden dersler aldı. Kelam ilminde derinleşti. Allah'ın
varlığını, akli delillerle insanlara ispat edebilecek düzeye ulaştı.
Daha sonra toplumsal hayatla ilgili meseleler dikkatini çekti ve fıkıh
öğrendi. Hocası öldükten sonra, onun makamına geçti. Sorulan soruları;
öğrencileriyle birlikte tartışarak ve onların görüşlerini alarak
cevaplandırırdı. Akla, akıl yürütmeye ve diğer ictihat çeşitlerine önem
verirdi. Bu yüzden onun yöntemine "akılcılık/reycilik" adı verildi. Bu yöntemi sürdüren taraftarlarına ise "akıl taraftarları" denildi. Meseleleri akıl yoluyla çözmesi sebebiyle ona "Büyük Müctehid" anlamında İmam-ı Azam unvanı verilmiştir. Hanefilik adıyla bilinen fıkıh mezhebi, ismini onun adından almaktadır. Hanefilik, Müslümanlar'ın büyük bir kısmı, özellikle Türkler'in çoğunluğu tarafından benimsenen bir mezheptir.
İman bilgiye dayalı olmalı Ebu Hanife'ye göre, insanlar doğuştan günahsızdır. İslam'ı
benimseyecek sağduyu ve selim bir fıtratla yaratılmıştır. Daha sonra
özgür iradesiyle mümin veya kafir olur. Her insanın, kendi lehinde ve
aleyhinde olan şeyleri, yani haram ve helalleri bilmesi gerekir. Din ve şeriat birbirinden farklıdır. Din, Allah'ın
bütün peygamberlere gönderdiği mesajın değişmeyen kısmıdır. Bu da
inanç, ibadet ve ahlaktır. Bunun dışındaki sosyal ilişkilerle ilgili
hükümler ve ibadet şekli farklıdır. Dinin bu kısmına, "şeriat" denilir. Allah'ın dini, tektir. O da İslam'dır. İslam bütün peygamberlere gelen dinin adıdır. İman,
dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. İmanın kesin bilgiye dayalı olması
gerekir. Hiçbir insan, büyük günah işlemekle imandan ve dinden çıkmaz.
Dinden çıkartan büyük günah, sadece Allah'a şirk koşmak ve onu inkar etmektir. Müslümanlar,
imanda birbirine eşittir. Sadece amellerde birbirinden üstün
olabilirler. Ama çok amel etmekle iman artmaz, az amel etmekle ise
azalmaz. Sadece sevap ve cezayı etkiler.
Sorunları akılla çözdü Allah
insanlara gücünün yetmediği şeyleri yüklemez. Gücünün yetmediğini
insanlara yüklemek, sorumluluğu kaldırır. Dinde, güç yetirebilirlik,
kolaylık ve kolaylaştırma esastır. Ebu Hanife, aklı dinde en çok kullanan kimse olarak bilinir. Akılcılıkta Hz. Ömer'in
anlayışını esas almış ve onu geliştirmiştir. Dini meseleleri çözmekte,
aklı sınırsız bir şekilde kullanmıştır. Ona göre ayetler ve hadisler
sınırlıdır. Fakat olaylar, olgular sınırsızdır. Sınırsız olan bu kadar
meseleyi sınırlı ayetler ve hadislerle çözmek mümkün değildir.
Dolayısıyla aklı kullanmak zorundayız. Akıl, dinin anlaşılmasında ve
yorumlanmasında mutlak bir yetkiye sahiptir. Bu yüzden, dini meseleleri
çözerken rivayetlerden çok akla ihtiyaç vardır. Akıl ve Kur'an'la çelişen hadisler, delil olamaz. Çünkü Hz. Peygamber, akla ve Kur'an'a ters bir görüş ve söz söyleyemez. İnsanlar
aklıyla ortaya koydukları görüşleri dolayısıyla küfre düşmez ve tekfir
edilemez. Yorumları inkar eden, ayeti inkar etmiş olmaz. Ancak bazı
ayetler vardır ki, onların tek bir yorumu vardır. Bu tür ayetlerin
yorumunu inkar etmek, ayeti inkar anlamına gelir. Ebu Hanife,
zulmeden yöneticilere daima karşı oldu. Zalim bir yönetimin adil bir
yönetimle değiştirilmesi için çalıştı. Yöneticilerden emir alarak dini
konularda fetva vermeyi reddetti.
sönmez kutlu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Vicdan olmadan iman olur mu?
Kur'an'a
sorunca “olmaz” diyor. Haklı olarak ilim talibi “Nerede diyor?” diye
soracaktır. En iyisi Beled suresini okumak: “Ne yani, şimdi insanoğlu
kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? Ve “Ben (bu konuma
gelmek için) kucak dolusu servet harcadım” mı diyor?
Yoksa o, kimsenin kendisini görmediğini mi zannediyor? Ona iki göz
vermedik mi? Dahası bir dil, bir çift dudak? Ve ona (iyilik ve
kötülüğün) açık seçik iki yolunu da göstermedik mi? Fakat o (ucunda
cennet olan) sarp yokuşu aşmak için hiçbir bedel ödemedi. Bilir misin
nedir o sarp yokuş? Bir kişiyi daha zincirlerinden kurtarmaktır veya
açlık gününde muhtaçları doyurmaktır; (mesela) yakını olan bir yetimi;
ya da evsiz barksız, yurtsuz yuvasız bir düşkünü… Daha sonra iman
edenlerden olmak ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmektir. (Beled,
1-17) İşin püf noktası, 17. ayetin başındaki “daha sonra” anlamına
gelen summe bağlacında. Servet ve güçle azıp şımaran insana açılan
ilahi kredi dile getirildikten sonra, iyiyi veya kötüyü seçme
yeteneğini doğru kullanmanın bir bedeli olduğu söyleniyor. Bu bedel
insanı özgürlüğüne kavuşturmak, yoksulu doyurmak, yetime sığınak,
evsiz-barksıza barınak olmak gibi sosyal görevler olarak niteleniyor.
Bütün bunlar Kur'an'ın “ıslah edici ameller” (sâlihât) kategorisine
dahil. Namaz ve Zekat gibi Hasenât'tan olan ameller ise kişinin
bireysel yükümlülüğüyle alakalı. Ve tam burada “daha sonra, iman
edenlerden olmak..” şeklinde bir ayet geliyor. İşbu noktada iş
çatallıyor. Sorular hücum ediyor zihne: Bir insanı özgürlüğüne
kavuşturmak, yoksulu doyurmak, yetimi ve yurtusuz-yuvasızı gözetmek
imandan önce mi geliyor? İman olmadan bunlar işe yarar mı? Summe
edatıyla ilgili lugavi spekülasyonlar burada başlıyor. Son soruya
“evet” ihtimalinden hoşlanmamış olacak ki, Endülüslü büyük müfessir Ebu
Hayyan “zamanda sonralık değildir” notunu düşmüş. Razi, bu yaklaşımı
daha da detaylandırmış. Tüm dert “daha sonra” manasına gelen summe'yi
yerleşik kelami mülahazalara uygun hale getirebilmek. İmanın, salih
amelin zemini olduğunda şüphe yok. Fakat Kur'an'ın bu makamda “sümme”yi
kullanmasında da bir incelik, bir hassasiyet, çok özel bir vurgu yok
mu? “Yok” dersek ve bu edatı asli manasından öyle kolayca çıkarıp
aslında olmayan manalar takdir edersek, o zaman dilin hakikatinden
nasıl emin olabiliriz? Bundan emin olmazsak neden emin olabiliriz?
Aramızda nasıl konuşur, nasıl anlaşırız? Hemen burara “lafız ehli” ile
“mana ehli” olan dilciler arasındaki kadim ihtilafı hatırlamak gerek.
Edatlar, özellikle de harf-i cerler birbirlerinin yerine kullanılır
diyen görüşün en ateşli savunucusu Muğni sahibi dilci İbn Hişam (8.
yy.). Bu yaklaşımı kabul edersek, “ne koysan gider”e ulaşmak işten
değil. Ebu Ali el-Farisi okulunun takipçisi “mana ehli” dilcilerden
olan Ebu Hilal el-Askeri bu yaklaşıma itiraz sadedinde İbn
Durusteveyh'in şu sözünü nakleder: “Bu, dilin hakikatini iptal,
lisandaki hikmeti yok etmektir; bu akıl ve kıyasla taban tabana
zıttır.” (el-Furuk) Edatları birbirinin yerine kullanan görüş,
Kur'an'da “ziyade” edatlar olduğunu savunan görüşle aynıdır. Demek ki
oradan çıkınca buraya geliniyor. Oysa Kur'an'da ziyade yoktur. Mesela
nefyin haberinin başında gelen ba'lar ziyade değil, Kur'an'ın özgün
üslubunun bir parçası olarak “olumsuzlanan eyleme dair imkan ve/veya
ihtimal yokluğuna delalet eder. Beled 17'deki “summe”, vicdan olmadan
iman olamayacağını ifade eder. İmanın sonradan vicdanınsa önceden
oluşuna delalet eder. Bu ayetler Bakara 2'deki “Bu Kur'an muttakiler
için bir hidayettir” ifadesinin tefsiridir adeta. “Hidayetten önceki
takva da ne ola ki?” diyenlere, “işte bu!” der gibidir. Hidayetten
önceki takva, sorumluluk ahlakıdır. Tıpkı Maun suresinde, ahlaki
sorumluluklarını yerine getirmeyen bir vicdansıza Kur'an'ın çektiği şu
restte olduğu gibi: “Böyle olacaksa, yazıklar olsun ibadet edenlere!”
(107: 4). Buna bir yerde “sen daha önce kitap nedir iman nedir
bilmezdin” diyen Kur'an'ın, aynı Nebi'yi bir başka yerde “sen muhteşem
bir ahlaka sahipsin” sözüyle tarif etmesini de eklemek gerek. Bütün bu
açıklamaların ardından Beled suresinin son üç ayetini okuyabiliriz:
“İşte böyleleridir vicdan sahipleri; inkârda ısrar edenler ise
vicdansız olanlardır: tarifsiz bir ateş onların üzerine
güdümlenmiştir.” Demek ki 'iman'ın maksadı vicdan 'yeminine' sadakattir
sami hocaoğlu
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Evet çeşitli dinler arasında müşterek
bazı tasavvurlar mevcuttur. Ama, esef verici bir husustur ki, eşyanın
hakikatına değil de kılıfına bakanlar, dinler arasındaki bu ortak
tasavvurların hakikatini anlamak istemiyorlar da fasit bir takım
mukaddimeler ter-tib ederek, bunlardan yanlış sonuçlar çıkarıyorlar.
Halbuki, dinlerde bulunan bu ortak değerler bizi önemli bir hakikata
götürür. O hakikat şudur ki, bu dinlerin hepsi bir tek asıldan gelmedir
ve bu ortak talimatların bir kaynağı ve başlangıcı vardır. Yine bu
durum gösterir ki, çeşitli yerlerde çeşitli zamanlarda ve muhtelif
dillerde, insanoğluna bu müşterek hakikatlar öğretilmiş, ülke
farklılıklarına ve binlerce yıl birbirlerinden ayrı ve uzak yaşamış
olmalarına rağmen, insanlar , kendilerine verilen basiret sayesinde
aynı kaynaktan birbirine yakın sonuçlara nail olmuşlardır. Fakat
sonradan, dinler bu asıl kaynaktan uzaklaşınca, dış kaynaklı bir takım
tasavvurların ve yabancı akidelerin istilasına uğramışlardır. Bugün,
dinlerdeki birbirlerine zıt ve uzak muhteva, dinlerin asıl kaynağından
ve müşterek mebdeinden değil de, karakterleri değişik, temayülleri
ayrı, ilim ve akıl seviyeleri muhtelif insanların uydurmalarından
çıkmıştır. İşte bundan dolayı da, insanların kendilerine bir takım
esaslar üzerine kurdukları binalar, suretleri, şekil ve çehreleri
itibariyle tamamen değişik olmuştur.
Bu bakımdan burada eğer doğruluk ve
hakikatına hükmedilecek bir husus varsa, o da, bütün dinlerde bulunan
bu müşterek noktalardır; yoksa, bugün dinlerde mevcut bulunan
halihazır ki muhtelif suretler, şekiller ve ayrıntılar değil! Çünkü HAK, -mantıkta- Yalın bir cinstir. Cüzleri arasında ihtilaf bulunması muhaldir. RENK kelimesini,
gayet rahatlıkla beyaz, siyah, yeşil ve kırmızı için kullanabildiğimiz
halde, HAK, kelimesini, birbirine zıt muhtelif hükümlerin hepsi için kullanamayız.
“Bütün dinlerin aslının bir olduğu ve muhtelif ümmetlere ayrı ayrı zamanlarda tek hakikatin verildiği” meselesine gelince Kur’an-ı Kerim bütün açıklığıyla bu gerçeği müteaddid ayetlerinde beyan etmektedir:
“Andolsun, biz her ümmete bir peygamber gönderdik.”( Nahl 36)
“Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere, mutlaka içinde azaptan korkutucu bir peygamber geçmiştir.”(Fatır 24)
“…apaçık mucizeleri, sahifeleri, nur verici kitapları, getiren peygamberler..”(Ali İmran 184)
“Andolsun, biz peygamberlerimizi, apaçık delillerle gönderdik. Beraberlerinde KİTAP, ve ÖLÇÜ de indirdik.(Hadid 25)
Yani çeşitli ümmetlere, ayrı ayrı
zamanlarda gönderilen peygamberler, hak ve doğruluk mesajını tek
kaynaktan almışlar ve hepsi de şu risaleti tebliğ etmişlerdir:
Allaha ibadet edin, TAĞUT’tan vazgeçin! (Nahl 36)
Ve onların hepsine gelen vahiy ayniydi:
“Ey Rasülum! Senden evvel gönderdiğimiz
her peygambere, ancak: Benden başka ilah yoktur; bana ibadet edin diye
vahyettik.”(Enbiya 25)
Bu peygamberlerden hiç birisi, size söylediklerim ve sizi çağırdığım yol, kendi düşüncem ve aklımla bulduğum şeylerdir dememiştir. Bilakis hepsi de kavimlerine şöyle demişlerdir:
“Peygamberleri, onlara demişti ki:Biz
de sizin gibi insanız. Fakat Allah, nimetini kullarından kime dilerse
ona ihsan eder. Allahm izni olmaksızın bizim size kahredici bir hüccet
getirmemize imkan yoktur. Müminler ancak Allaha güvenip dayanmalıdır.
Hem biz, ne diye Allaha dayanıp güvenmiyelim ki, bize dosdoğru yolları
O göstermiştir.”(İbrahim 12)
Ve onlardan
hiç birisi, milletini kendine ibadete çağırmamış, ancak onların da
kendisini Rableri olan Allah’a ibadete davet etmiştir:
“Kendisine Allah tarafından kitap, hüküm ve nübüvvet verilmiş olan hiç bir kimse, insanlara
Allahı bırakıp da gelin bana ibadet edin dememiştir. Fakat o:
-Öğretmekte ve okuyup-okutmakta olduğumuz kitap sayesinde rabbaniler (ilmiyle amil olanlar) olun demıştır.(Ali İmran 79)
Bütün milletlere, din büyükleri (enbiya) tarafından getirilen müşterek talim işte budur. Kur’anın beyan ettiği gerçek şudur:
Başlangıçta bütün insanlar bir tek ÜMMET idi. Yani, halis insanî fıtrat (State of natuxe) üzereydiler ve onlara Allahtan SIRAT-I MÜSTAKİM’in bilgisi
gelmişti. Sonra içlerinden bazıları, kendilerine çizilen meşru
hudutları geçmek, yaratıldıkları fıtri statülerini aşmak ve fıtratın
kendilerine verdiği haklardan fazlasını elde etmek istemelerinden
dolayı aralarında ihtilaflar zuhur etti. O zaman Allah Teala onlara, HAKK’ı tanımaları
ve aralarında içtimai adaleti icra etmeleri için, peygamberler
göndermeğe başladı. İşte bu, dünyada, bütün peygamberlerin risalet
görevleriydi. Bu risaleti kabul eden, onların getirdikleri ilme tam
olarak tabi olan ve bu peygamberlerin yollarıyla hidayeti bulanlar,
evet yalnızca onlar HAK üzere olmuşlardır. Bunların
dışında -kim olursa olsun-, ister Peygamberlerine tabi olmamış,
isterse, peygamberlerinin getirdikleri talimatı şahsî çıkarlarına göre
değiştirmiş olsun, herkes BATIL yolda olmuştur. Şu ayetler bunu anlatmaktadır:
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra ihtilafa düştüler.”(Yunus 6)
“İnsanlar bir tek ümmetdi (Sonra kimi iman etmek, kimi de inkar etmek suretiyle ihtilafa düşünce) Allah
müjdeci ve inzar ediciler olarak peygamberler gönderdi. Beraberlerinde,
insanların ihtilaflarını çözüme kavuşturmaları için HAK kitaplar
indirdi. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, aralarında haddi
aşarak ve zulme saparak ihtilafa düşenler, kendilerine
kitap verilenlerden başkası değildir. Allah, iman edenleri kendi
izniyle ihtilafa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah, kimi dilerse, onu
doğru yola iletir.”(Bakara 123)
“Andolsun ki biz elçilerimizi açık açık
burhanlarla gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmalan için,
beraberlerinde KİTAP ve MİZAN (ölçü) indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için men-faatler bulunan demiri indirdik.”(Hadid 25)
“Kim benim hidayetime uyarsa, sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da sıkıntılı bir hayat (dar bir geçim) dir. Ve onu kıyamet günü kör olarak hasredeceğiz,” (Taha 123-124)
İşte, Kur’an’ın TARİH’e bakışı veya dinler ve medeniyetler arasındaki ihtilafların sebeplerini açıkça izah eden TARİHİ MANEVİYATÇILIĞI (Moral interfnstation of history)!
Kuranın bu yorumuyla biz açıkça
anlıyoruz ki, Allah’ın elçilerinin, yeryüzünün muhtelif milletlerine
gönderilmelerinin sebebi, onları zulüm ve haddi aşmak suretiyle
saptıkları FITRİ HAYAT YOLU’na geri döndürmek, aralarında hak ve sosyal adaleti ikame etmektir. Ama BAĞY, (yani)
insanı fıtri yoldan dalalet yollarına saptıran hastalık) gaile olmakta
devam etmiştir. Bu gaile, ümmetlerin dalalete düşmelerinin hakiki
sebebidir. Onları HAK CADDE’den,
eğri büğrü yollara saptırmış durmuştur. Bugün, çeşitli milletlerde göze
çarpan bazı sağlam tasavvurlar ve iyi ahlak esaslarına gelince, bunlar Enbiyay-ı
Kiram hazretlerinin (a.s.) talimatlarından kalıntılardır. Milletlerin
zihinlerine ve hayatlarına iyice nüfuz eden bu kalıntıları, hiçbir
kuvvet yok edememiştir.
İşte, insanlığın yaratılışından beri devam edegelmiş bulunan bu mücadelelerin sonunda, Kur’anın sunduğu ve insanlığı çağırdığı İSLAM TEZİ de, geçmiş bütün peygamberlerce yaratılıştan bu yana, yeryüzünün muhtelif bölgelerindeki insanlara tebliğ edilen HAK DİN’den
başkası değildir. Ve Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in risaleti,
daha önce insanlığın hiç görmediği ve alışık olmadığı yeni bir RİSALET değildir.
Evet, Arap Yarımadası, Mısır, İran,
Hindistan, Çin, Japonya, Avrupa, Amerika, Afrika ve yeryüzünün diğer
bölgelerinden hiç birisi, Allanın peygamberlerinden ve bu risaletin
nurundan mahrum kalmamıştır. Binaenaleyh, Buda, Krişna, Rama, Konfüçyüs, Zerdüşt, Mani, Sokrat, Pisagor ve
benzeri şahsiyetlerin bu peygamberlerden olmaları mümkündür. Lakin,
Muhammed (s.a.v) ile diğer peygamberler arasındaki şu fark gözden ırak
tutulmamalıdır: Diğer peygamberlerin getirdikleri asıl talimatlar,
insanların cehalet ve ihtilafları sonucu kaybolup gitmiş, ama Muhammed
(s.a.v.)’in TALİMATI, hiçbir beşerî müdahaleye maruz kalmadan, asli çehresiyle mahfuz kalmıştır.
İmdi,
gerçek şu ki, İslam, bütün beşeriyetin asli dinidir ve diğer dinler,
İslamın tahrif edilmiş ve çarpıtılmış muhtelif suretleridir. Bugün,
diğer dinlerde göze çarpan birtakım doğru düstûrlar, işte bütün
insanlığa gönderilen bu İSLAM’dan bazı kalıntı ve izlerdir. Diğer
dinlerin, İslama uymayan yönlerinin ise, batıl olduğundan şüphe yoktur.
Bunların doğruluğuna ve hakkaniyetine hükmetmek, apaçık bir
haksızlıktır. Binaenaleyh, biz, sözde müsamaha ve hoşgörü gösterişi
yapacağımıza, bütün yeryüzü insanlığa şöyle haykırsak, vazifemizi
yapmış oluruz:
“Gelin
ey biraderler! Mutaassıplığı ve dar kafalılığı bırakarak, hiçbir
şaibeyle çehresi lekelenmemiş olan apaçık hakikata ve halis gerçeğe
geliniz. Hakla batılın, doğruyla yalanın, şek ile yakinin birbirine
girmiş karmaşık dallarına tutunmakta israr etmeyin! HAK, bugün
İslam Ümmeti olarak bilinen bu ümmetin vakıf malı değil, bütün
insanlığın ortak mirasıdır. Allah Teala, onu her bölgeye ve her ümmete
vermiş ve tevzi etmiştir. Eğer bizim dışımızdakiler, onu kaybettiler ve
onu mahluka ibadet, zulüm, haksızlık, kalp gelenekler ve haksız
imtiyazlarla karıştırdılarsa, bu, hepimiz için bir şanssızlıktır. O
halde sizin bu şanssızlık ve bet-bahtlıkta devam edip gitmenizin,
atalarınızın başlattıkları inkarcı yolun etkisinden ve ecdadınıza
taassupla bağlanmanızdan başka bir sebebi yoktur.! Eğer Muhammed
(s.a.v) bu mirasa nail oldu ve olduğu gibi onu tebliğ ettiyse, ve bu
miras, kullara tapma ve zulüm, düşmanlık, haksız imtiyazlara dayalı
geleneklerle karışıp bozulmadan, bugüne kadar kalabildiyse bu, hem
bizim, hem sizin’ ve hem de tüm insanlık alemi için büyük bir saadet ve
şanslılıktır. Binaenaleyh, bu nimetten ötürü Allaha şükredin de “Bu bize, aslı arap bir insan tarafından ulaştırılmıştır” diyerek, bu nimetten istifade etmekte teredddüt etmeyin. Bilin ki, HAK- Allah’ın, hava, su ve ışık gibi evrensel nimetlerindendir. “Bu hava bize doğudan geliyor” diye nefes alıp vermekten tereddüt etmediğinize “Bu su, falanca ülkeden çıkmıştır” deyip içmek ve kullanmaktan çekinmediğimize ve “Bu ışık falanın lambasının ışığıdır” diye
faydalanmaktan kaçınmadığınıza göre, size ne oluyor da, kendi
vatanınızda doğup yaşamadı iddiasıyla, Arap asıllı Hz. Muhammed
vasıtasıyla size kadar ulaşan şu halis HAK nimetini kabulden kaçınıyorsunuz?”
ahrar
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Sağduyu...
ortalama ölçülere uygun, sağlam düşünme, duyu yeteneği veya doğuştan
açık gözlülük, belli bir pratiklik duygusu veya işlenmiş zekâ anlamına
gelir. Bu manada sağduyu (Akl-ı Selîm), iyi ile kötüyü, doğru ile
yanlışı ayırarak doğru yargıda bulunmayı ifade eder. Böyle bir duygu
bütün insanlarda ortak olarak vardır. Akl-ı Selîm, Hakk'a inanmanın,
doğru sözün, iyi işler yapmanın güzelliğini bilir. Doğruluk ve adaleti
yerinde kullanmanın, kötü şeylerden sakınıp iffetli yaşamanın vb, iyi
durumların güzelliklerini bilir ve kavrar. Çünkü akıl; içten gelen bir
din olarak vasıflandırılmıştır. Ragib el-İsfahanî, akıl ile dini
birleşmiş bir hakikat olarak kabul etmekte ve dini dıştan gelen bir
akıl, aklı da içten gelen bir din olarak vasıflandırmaktadır. Ona göre
Allah, akl-ı selimi vasfederken şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, Allah'ın
dinidir ki, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah'ın
yaratılışında değişme yoktur, dosdoğru olan işte bu dindir; fakat
insanların çoğu bilmezler" (Rum, 30). Bu ayette Allah akla din adını
vermiş ve din ile akl-ı selimi birleştirmiştir. Din İle akl-ı selimin
nuruna işaret etmek için de "Nur üstüne nur" tabirini kullanmıştır.Fransız
filozofu Descartes da sağduyu (bon sense)'yu aynı manada kullanmış ve
akıl (raison)'ın eşanlamı olarak almıştır. Akl-ı selîm, zihnin verdiği
hükümlerde sadece dayandığı ilkelerin ve esasların toplamından ibaret
değildir; o, aynı zamanda, bu ilkeleri en iyi şekilde uygulama
kabiliyetini de içine alır. Akl-ı
selîm, eğitilmiş, geliştirilmiş ve denetim altında bulundurulan akıl
karşılığı olarak da kullanılmıştır. Bu anlamda selîm, doğru ve sağlam
bir şekilde hüküm vermeye tabiî bir eğilim içinde olmak demek olur; fıtrî
veya tabiî akıl (sens commun) ile birleşir. Fıtrî akıl ise bütün
insanlarda ortak olan akıl, muhakeme kabiliyetidir ki, bütün insanlar
bile böyle bir akla sahiptir. Fakat bu akıl, terbiye edilmediği
takdirde, her zaman yeterli olmayabilir. Yine de bu akıl sayesinde
insan ister en büyük bilgin olsun, isterse en bilgisiz ve hayal
gücünden yoksun olsun, kırmızı şeyleri "kırmızı", sıcak şeyleri
"sıcak", güneşli günleri "güneşli" olarak nitelendirir. Onlar herkesin
ortak olarak paylaştığı nesne ve niteliklerden kalkarak, or* tak
görüşlere erişirler. Yiyeceğin açlığı gidereceği, suyun ateşi
söndüreceği, mevsimlerin birbirini takip edeceğine ait görüşler,
hayatın en ilkel olaylarından çıkarılmışlardır.
Fakat,
akl-ı selim manasındaki sağduyuya islâm dini büyük görevler
yüklemiştir. Akl-ı selîm çeşitli illet ve zihni hastalıklardan uzak,
doğru düşünebilen, iyi ile kötüyü ayırdedebilen akıl demek olduğu
içindir ki, din ile birleşmiştir. "Allah kimi dilerse onu nuruna
kavuşturur" ayetinde din ile akıl birleştirilmiş ve tek bir nur haline
getirilmiştir. Zira din akl-ı selimden uzak kalınca ışığın
kaybolmasıyla görmekten aciz kalan bir göz gibi pek çok şeyleri
halletmekten aciz kalır. İşte böyle bir akıl, hak ve gerçek bir din ile
daima bir dayanışma ve yardımlaşma halindedir. Çünkü akıl ile din
birbirine destektir. Akıl doğru yolu ancak gerçek din yardımıyla
bulabilir. Din de ancak akl-ı selim ile anlaşılıp açıklanır. Zira akıl
bir temel, din de bir bina gibidir. Bina olmayınca sadece temel bir
fayda sağlamayacağı gibi, temel olmayınca da bina meydana gelip
gerçekleşemez. Akl-ı selim, gerçek din ile daima içi-çedir; biri
olmadan diğeri olamaz. Din ile aklın bu birleşimi onları zaman zaman,
birbirlerinin yerlerine kullanılmaları sonucunu doğurmuştur. Akıl
içten gelen din, din de dışlan gelen akıl olarak kabul edilmiştir. Bu
sebeple din, dolayısıyla vahiy, akla bir takım dini yasaklar ve
metafizik gerçekliklerin bilgilerini vermek suretiyle yardım
etmektedir. Din de aklın keşf ve idrakine muhtaçtır. Bunun için de
akl-ı selim ile gerçek dinin çatışması diye bir şey olamaz. Batıl
dinler ise akl-ı selim ile daima bir çatışma ve çelişme halindedir;
çünkü batıl dinlerin ileri sürdüğü hakikatlar daha çok insanların
duygusal isteklerine dayanmaktadır. Dolayısıyla bunlar vahyin
gerçeklik dünyasını yansıtmazlar ve vahyin hakikatlerini temsil
etmezler. Neticede akl-ı selim ile bir çatışma içine girerler.Hüsamettin ERDEM
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|