el_turki Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 mayis 2008 Gönderilenler: 425
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
< http-equiv="CONTENT-" content="text/; charset=utf-8">< name="GENERATOR" content="OpenOffice.org 2.4 (Win32)">< style ="text/css">
Dinde
Zorlama Yoktur" Ayetinin Mânâsı
Ben bu
açıklamayı yaptıktan sonra, sizin de misal olarak
verdiğiniz ayet üzerinde durmak istiyorum. Bu ayette şöyle
deniliyor: "Dinde hiçbir zorlama yoktur". Arap
grameri açısından "dinde" kelimesi iki anlama
gelebilir. Birincisi; "dini kabul etmede veya seçmede",
diğeri ise; "din düzeninde" demektir. Bu yorumlardan
hangisi kabule şayandır? Buna karar vermek için ayetin
sadece lafzı ile yetinmeyip, siyak ve sibakına da müracaat
gerekmektedir. Ayet-i kerimenin gelişine göre bir defa Allah'ın
vahdaniyyeti ve sıfatları hakkında açık bir kavram ortaya
konmuştur.
Ancak, bu kavram günümüzde şirkin
çeşitli kısımlarına mübtela olmuş bütün
dini grupların ilah kavramlarından farklıdır ve Kuranın davet
ettiği dinin temel inancını oluş*turmaktadır.
Daha sonra
buyuruluyor ki: "Dinde hiçbir zorlama yoktur Doğruluk
sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kira tağutu inkar edip
Allah'a inanırsa muhakkak ki o kopmayan sağlam bir kulpa
yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir. Allah inananların
dostudur. Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır.
Kafirlerin dostları da tağuttur. Onları aydınlıktan ka*ranlığa
çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedî
kalacaklardır.[4]
Ayette geçen kelimelerin siyak ve
sibakından altı çizili ibarenin mânâsı açıkça
anlaşılıyor ve ifade ediliyor ki, Allah'la ilgili olarak, yukarıda
söz konusu edilen inanç kimseye zorla kabul ettirilemez.
Bu ayetler doğru akîde ile yanlış akideyi son derece
belirgin ve net olarak ortaya koymuştur. Öyleyse bir kimse
yanlış akideyi terkedip, ayette belirtildiği üzere doğru
olanı, yani; 'Allah'a imanı kabul ederse, imanı kendisine fayda
verir. Eğer yukarıda açıklandığı gibi, sahih imanı
kabul etmezse hüsrandadır.
Siz Kur'an'ın bütününü
gözden geçirince göreceksiniz ki, çeşitli
suçlardan dolayı cezalar tahakkuk etmiş, birçok
ahlâkî çöküntüyü yok eden
kesin emirler verilmiş, pek çok şey haram, pek çok
şey de farz kılınmış ve böylece insan hayatı için
gerekli hükümler konmuştur.
Müslümanların
Peygambere (s.a) ve ulu'l emre itaat etmeleri emredilmiştir. Bu
itaatin sağlanması ve ilâhi hükümlerin tatbiki için
zaman zaman devletin veya toplumun ahlâkî baskısının
gücü şeklinde de olsa, behemehal kuvvete başvurma
kaçınılmaz olur.
O halde "dinde zorlama yoktur"
ayetinden, "İslâmî bir düzende İslâmî
hayatın bekası için hiçbir zorlama yoktur"
anlamı çıkarılamaz. Kur'an bu ayetle böyle bir mânâyı
kasdetmiyor. Kur'an'ın bu ayetiyle kasdedilen, İslâm'a ilk
defa giriş için böyle bir zorlama yapılamıyacağı
hususudur. Kur'an İslâm'ı kabul etmek isteyeni bu isteğinde
özgür bırakmış, kabul etmek istemeyeni ise
zorlamamıştır.
Rasûlullah'ın (s.a) ve O'nun
terbiyesiyle yetişen sahabenin tatbiki, konuyu daha iyi
aydınlatmaktadır. Onlar hiçbir gayr-i müslimi İslâm'a
girmeye zorlamamışlar, ama İslâm'a giren müslümanların
İslâmî hükümleri yaşamalarını zorunlu
görmüşlerdir. Bunu gerçekleştirmek için
sadece ahlâkî ve toplumsal baskıyla yetinmeyip,
hükümetin gücünü de kullanmışlardır.
Onların zamanında bir çok gayr-i müslim İslâm
hükümetlerinin vatandaşı olarak yaşıyordu. Onlar inanç,
ibadet, mezhep ve dinî merasimlerim icra etmekte özgürdüler.
Kişisel hak ve hukuklarına hiçbir şekilde dokunulmamıştır.
Ancak toplumsal hayatta İslâm hukuku müslümanlara
nasıl uygulanıyorsa, onlara da aynen uygulanıyordu.
Alimler âyet-i kerîmenin anlamı
hususunda altı farklı görüşe sahiptirler.
1- Bir
görüşe göre bu âyet-i kerîme
neshedilmiştir. Çünkü Peygamber (sav), Arapları
İslâm dinini kabul etmek üzere zorlamış, onlarla
savaşmış, İslâm dinine girmekten başka onlardan
herhangi bir şeyi kabul etmemiştir. Bu görüş
Süleyman b. Musa'ya aittir. Onun dediğine göre bu âyet-i
kerîmeyi: "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla
cihat et" (et-Tevbe, 9/73) âyeti nes-hetmiştir. Ayrıca
bu görüş, İbn Mesud'dan ve müfessirlerin bir
çoğundan da rivayet edilmiştir.
2- Bu âyet-i
kerîme neshedilmiş değildir. Özel olarak kitap ehli
hakkında nazil olmuştur. Cizyeyi ödedikleri takdirde İslâm'a
girmek üzere zorlanmayacaklarını ifade ediyor. İslâm'a
girmek üzere zorlanacak kimseler ise putperestlerdir.
Onlardan İslâm'a girmekten başka birşey kabul edilmez. İşte;
"Ey Peygamber, kafirlerle ve münafıklarla cihad et."
(et-Tevbe, 9/73) buyruğu bunlar hakkında nazil olmuştur. Bu
da eş-Şa'bi, Katade, el-Hasen ve ed-Dahhâk'ın görüşüdür.
Bu görüşün lehine delil Zeyd b. Eslem'in babasından
yaptığı şu rivayettir. Eşlem dedi ki: Ben Ömer b. Hattab'ı
hıristiyan bir kocakarıya şöyle dediğini duydum: Ey
kocakarı, İslâm'a gir, selamete erersin, muhakkak Allah
Muhammed'i hak ile göndermiştir. Kadın şöyle dedi: Ben
yaşlı bir kadınım. Ölüm ise bana pek yakındır.
Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: Şa-hid ol
Allah'ım! Daha sonra da: "Dinde zorlama yoktur.." âyetini
okudu.
3- Ebu
Davud'un rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Bu
âyet-i kerîme ensar hakkında nazil olmuştur. Kadın
çocuğu yaşamayan biri olursa bu sefer çocuğu yaşarsa
onu yahudi yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğullan
Medine'den sürülünce aralarında ensar çocuklanndan
çok kimse vardı. "Çocuklarımızı
bırakmayız!" demeleri üzerine yüce Allah: "Dinde
zorlama yoktur, doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık
meydana çıkmıştır" buyruğunu indirdi.
Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Biz bir işi yaparken
onların dinlerinin bizim üzerinde bulunduğumuz dinden
daha üstün oduğu görüşünde idik. Artık
Allah bize İslâm'ı göndermiştir. O bakımdan onları
(çocuklarımızı) İslâm'a girmek üzere
zorlayalım. Bunun üzerine: "Dinde zorlama yoktur"
âyeti nazil oldu. Artık (o çocuklardan) isteyen
onlara (yahudilere) katılır, isteyen de İslâm'a
girerdi.
Bu Said b Cübeyr'in, eş-Şa'bî'nin
ve Mücahid'in görüşüdür. Şu kadar var ki o
şöyle der: Ensar'ın çocuklarının Nadiroğulları
arasında bulunuş sebebi, süt annelerinden süt emmeleri
idi. en-Nehhâs da der ki: İbn Abbas'ın bu âyet-i
kerîmeye dair görüşü senedinin sıhhati
dolayısıyla görüşlerin en uygun olanıdır. Böyle
birşey de zaten kişisel görüşe dayanarak ileri sürülmez.
4- es-Süddî
der ki: Bu âyet-i kerîme iki tane oğlu bulunan ensardan
Ebû Husayn hakkında nazil olmuştur. Şam'dan Medine'ye
zeytinyağı getiren tacirler geldi. Bunlar çıkıp
gitmek isteyince el-Husayn'in iki oğlu onlara gittiklerinde bu
tacirler oğullarını hıristiyanlığa davet ettiler. Bunlar da
hıristiyan-lığı kabul edip beraberlerinde Şam'a gittiler.
Babalan Rasûlullah (sav) yanına gelerek durumlarından
şikâyetçi oldu. Rasûlullah (sav)'ın onları geri
getirecek kimseler göndermesi arzusunu belirtti.
Bunun üzerine: "Dinde zorlama
yoktur" âyeti nazil oldu. O güne kadar henüz
kitap ehli ile savaşma emri verilmemiş ve şöyle buyurmuştu:
"Allah onları uzaklaştırsın. Onlar ilk küfre
girenlerdir." Ebû Husayn onları geri getirmek üzere
kimseleri göndermedi diye Peygamber (sav)'a karşı içinde
bir-şeyler duydu. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Hayır,
Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp., iman etmiş olmazlar."
(en-Nisâ, 4/65) âyetini indirdi. Daha sonra da: "Dinde
zorlama yoktur" âyetini Tevbe Sûresi'nde kitap ehli
ile savaşma emri ile (et-Tevbe, 9/29- âyet ile) neshetti.
Ancak yüce Allah'ın: "Hayır,
Rabbine andolsun ki onlar... iman etmiş olmazlar"
(en-Nisa, 4/65) buyruğunun nüzul sebebi ile ilgili olarak sahih
olan ise arazi sulaması ile ilgili olarak el-Cübeyr'in ensardan
komşusu ile başından geçen olaydır. Nitekim ileride
yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar Nisa
Sûresi'nde (4/65. âyetin tefsirinde) gelecektir.
5- Bu âyetin
anlamı şudur: Kılıç zoru ile İslâm'a girmiş
kimseye; "mecbur edildi, zorlandı" demeyiniz. Bu da
beşinci görüştür.
6- Altıncı
görüşe göre de bu âyet-i kerîme, esir
alınan çocuklar ve kadınlar hakkındadır. Bunlar kitap
ehlinden oldukları ve yaşça büyük oldukları
takdirde İslâm'a girmek üzere mecbur edilmezler.
Şayet mecusi iseler, küçük, büyük veya
putperest olsunlar, İslâm'a girmek üzere mecbur
edilirler. Çünkü onları esir alan kimseler
putperest kalmakla birlikte onlardan istifade edemezler. Nitekim
onların kestikleri yenilmez, kadınları ile birlikte olunmaz.
Bunlar ise meyteyi, pislikleri ve daha başka şeyleri yemeyi
dinlerinin gereği bilirler. Onlara malik olan bir kimse
onlardan tiksinir, mülk edinmek bakımından onlardan
yararlanmasına imkân olmaz. O bakımdan onları İslâm'a
girmek üzere zorlamak caizdir. Buna benzer bir görüşü
İbnu'l-Kasım da Malik'ten rivayet etmektedir. Eşheb ise şöyle
demektedir: Bunlar kendilerini esir alanın dini üzeredirler.
Kabul etmeyecek olurlarsa İslâm'a girmek üzere
zorlanırlar. Küçük çocukların ise dini
olmaz. O bakımdan batıl bir dine girmemeleri için İslâm
dinine girmek üzere mecbur edilirler. Sair küfür
türlerine gelince; bunlar cizyeyi verdikleri takdirde İslâm'a
girmek üzere onları zorlamayız. İster Arap olsunlar,
ister olmasınlar. İster Kureyşli olsunlar, ister başka bir
kabileden. Bununla ilgili dair açıklamalar cizye ve kimlerden
kabul edileceğine dair ilim adamlarının görüşleri, yüce
Allah'ın izniyle ileride Tevbe Sûresi'nde (et-Tevbe,
9/29. âyetin tefsirinde) gelecektir.
"Dinde
zorlama yoktur. Gerçekte, iman ile küfür apaçık
meydana çıkmıştır. Artık kim tâgûtu inkâr
edip de, Allah'a iman ederse,o, muhakkak ki kopmayan en sağlam kulpa
yapışmıştır. Allah hakkıyla işittci ve kemâliyle
bilicidir" (Bakara, 256). Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:
Birinci
Mesele
(ed-dîn)
kelimesindeki eliflam hakkında âlimler şu iki görüşü
ileri sürmüşlerdir:
a)
Bu eliflâm,
ahd ifâde eder.
b)
Hak
Teâlâ'nın, "Muhakkak cennettir onun varacağı
yer" (Naziat, 41) ayetinde olduğu gibi, takdirinde
olup,eliflâm muzâfın ileyhden ivazdır. Yani, "Allah'ın
dini..." demektir.
İkinci
Mesele
Bu
ayetin tefsiriyle ilgili şu görüşlere yer verilmiştir:
Birinci
Görüş: Bu,
Ebu Müslim ve Kaffftl'in görüşüdür. Bu
görüşMutezile'nin kaidelerine en uygun bir görüştür.
Buna göre âyetin mânası, "Allahu Teâlâ
iman etme meselesini mecburiliğe ve zorlamaya bağlamamış, aksine
onu, kulun kudret ve irâdesine bağlamıştır. Daha sonra
Kaffâl, maksadın bu olduğu hususunda şu şekilde
istidlal etmiştir: Allahu Teâlâ tevhidin delillerini çok
açık, gönüllere şifa verici ve her türlü
mazereti sona erdirecek bir biçimde beyan edince, bundan sonra
şöyle demiştir: Bu delillerin izah edilmesinden sonra kâfirin
imana zorlanması ve mecbur edilmesi durumu hariç, küfrünü
sürdürme hususunda bir mazereti kalmamıştır. Bu da,
bir imtihan yurdu olan şu dünyada tatbik edilmesi caiz olmayan
şeylerdendir. Çünkü dine icbar ve zorlamada,
imtihan ve sınamanın yok olması mânası bulunmaktadır.
Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın 'İsteyen iman etsin,
isteyen de inkâr etsin" (Kehf, 29); "Eğer
Rabbtn dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi topyekün
muhakkak kt iman ederdi. Böyle iken sen, hepsi mü'min
olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın?"
(Yunus, 99) ve "Onlar mü'min olmayacaklar diye, nerdeyse
kendine kıyacaksın.. Eğer biz dileseydik, onların üzerine
gökten bir ayet indirirdik de, onların boyunları bunun
karşısında eğiliverirdi" (Şuarâ,
3-4)âyetleridir. Allahu Teâlâ'nın bundan sonra,
buyurmuş olması da, bu görüşü te'kid eder. Bundan
sonra geriye, ancak zorlama, mecbur etme ve icbar etme durumu kalır
ki, teklife münafi (aykırı) olur gerekçesiyle bu da
caiz değildir. İşte bu görüşün izahı bundan
ibarettir.
İkinci
Görüş: İkrah,
müslüman bir kimsenin kâfire, ya iman edersin ya da
seni öldürürüm demesidir. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak, "dinde zorlama yoktur"
buyurmuştur. Ehl-i kitâb ile mecûsiler hakkındaki hükme
gelince, cizye vermeyi kabul ederlerse, onları öldürmek
caiz olmaz. Ama diğer kâfirlerin yahudi veya hristiyan
olmaları halindeki hükme gelince, fukahâ bu hususta
ihtilâf ederek, bazıları, "Onlardan cizye vermeleri
istenir. Cizyeyi kabul etmeleri halinde onları öldürmek
caiz olmaz" demişlerdir. Bu görüşte olanlara
göre, Hak Teâlâ'nın buyruğu bütün
kâfirler hakkında irâd edilmiş umûmî bir
hüküm olmuş olur. Fakîrlerden, "Diyer kâfirler
yahudi veya hristiyan olduklarında onlara, cizyeyi kabul
etmeleri teklif olunmaz" diyenler de vardır. Bu görüşe
göre, bunlar hakkında "ikrah" sahîh ve Hak
Teâlâ'nın ifadesi de, sadece ehl-i kitaba
tahsis edilmiş olur.
Üçüncü
Görüş: "Savaştan
sonra dini kabul eden kimselere, "O, zoraki dine girmiştir"
demeyiniz. Çünkü harpten sonra o kimse dine girmeye
razı olur ve İslâm'ı kabul etmesi de gerçek ve doğru
olursa, o kimse mükreh sayılmaz. Buna göre âyetin
mânası, "Onları ikraha nisbet etmeyiniz" şeklinde
olur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın. 'Size selâm
verene, "Sen mü'min değilsin" demeyiniz.."(Nisa,94)
âyetidir.
|
el_turki Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 mayis 2008 Gönderilenler: 425
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dinde Zorlama/Dine Girişte Zorlama
Dinde zorlama konusu, aslında inanç özgürlüğü konusuyla doğrudan
ilgilidir. Konuyla ilgili olarak sürekli gündemde tutulan Bakara sûresinin 256.
âyeti çoğu zaman kişilerin düşünceleri doğrultusunda farklı alanlara çekilmekte,
dolayısıyla yanlış yorumlanmakta ve âyetin, Kur’an bütünlüğü içindeki maksadı
kaybolmaktadır. Hatta birbirlerinden farklı düşünenlerin bile kendi
düşüncelerine dayanak kabul ettikleri bir âyet şeklinde algılanmaktadır.
Bu âyet ile ilgili olarak müfessirlerden
farklı görüşler rivâyet
edilmiştir. Bu görüşlerin başlıcaları şunlardır:
a) Bu âyet, sadece cizye veren ehl-i kitaba
mahsustur
b) Daha önce yahûdi iken müslüman olan ve kendi
çocuklarını da İslâm’a girmeye
zorlayan ensâr hakkındadır.
c) Genel anlamda hiç kimsenin İslâm’a zorlanamayacağı
hakkındadır.
d) Bu âyet, savaşmayı emreden âyetlerle neshedilmiştir.
Bu görüşlerin iki
açıdan farklılık arz
ettiklerini görüyoruz. Birincisi, âyetin muhtevâsıyla ilgilidir. Şöyle ki: Âyet,
müslümanları, başkalarını zorla İslâm’a tâbi kılmaya çalışmaktan nehyeden bir
yasa hükmünde midir? Yoksa “Dinde zorlama olayının gerçekleşmeyeceğini” bir
realite olarak haber verme konumunda mıdır? İkincisi ise, âyette yer alan “din”
mefhumundan ne kastedildiği ile ilgilidir. Şöyle ki: Burada “din” kelime-i
şehâdetle temsil edilen görsel bir şekilden mi ibârettir? Yoksa, dinden murad,
akîde temeline dayalı geniş ve kapsamlı bir vâkıa mıdır?
Yukarıdaki görüşlerden ilk üçünü benimseyenler, söz konusu âyeti müslümanları
başkalarını zorla İslâm’a tâbi kılmaya çalışmaktan nehyeden bir yasa gibi
değerlendirmekte, bunun sonucu olarak dini de görsel şekilden ibâret olan ve
kelime-i şehâdet le temsil edilen bir düşünce olarak görmek durumundadırlar.
Çünkü dinin temeli olan iman, nefsin boyun eğmesinden ibârettir. Nefsin boyun
eğmesi de hiçbir zaman zorlama ile gerçekleşmez. Bu değerlendirmeye göre âyetin,
dinin kabul veya reddedilmesi konusunda zorlama yapılmayacağı ilkesini ihtivâ
ettiği sonucuna ulaşılmaktadır.
Âyeti, “dinde zorlama olayının gerçekleşmeyeceğini” bir realite olarak
haber verme konumunda görenler ise, doğal olarak dinin ikinci anlamını, yani
dinin akîde temeline dayalı ve geniş kapsamlı bir vâkıa olduğunu esas
alacaklardır. Başka bir ifâdeyle, bu görüşte olanlar âyetin, dinin kabul veya
reddi konusundaki zorlamayı değil; dinin yaşanmasındaki zorlamayı yasakladığını
savuşmuşlardır.
Âyetin sadece ehl-i kitab ile ilgili
olduğu görüşünün tutarsız
olduğunu da burada belirtmemiz gerekmektedir. Çünkü bu hüküm yalnız ehl-i kitaba
mahsus olsaydı, İslâm memleketinde ehl-i kitaptan başkasına eman (can güvenliği)
verilmemesi gerekirdi. Oysa, gerek Hz. Peygamber döneminde, gerekse sonraki
dönemlerde İslâm’ın egemen olduğu topraklarda ehl-i kitabın dışında olan birçok
insanın kendi inançlarına bağlı olarak yaşamalarına engel olunmamıştır. Ayrıca,
şu âna kadar müşrikler için “müslüman olma” veya “öldürülme” dışında bir
seçeneğin bırakılmaması; ehl-i kitabın ise cizye ödemeyi kabul ettikleri
takdirde kendi dinleri konusunda serbest bırakılması şeklindeki uygulamalar,
maalesef, “İslâm kendi yasaları altında inanç hürriyetine müsâmaha göstermez”
görüşünde olan bazı araştırmacıların bu görüşüne dayanak olmuştur.
Bu âyetin, savaşmayı
emreden âyetlerle neshedildiğine dâir görüşe gelince; bunun da tamamen
reddedilmesi gereken bir görüş olduğunu belirtelim. Hem bu âyetin neshedildiğini
gösterebilecek bir delil mevcut olmadığından, hem de Taberî’nin dediği gibi,
hükümler insanlar tarafından değil; Allah tarafından neshedilebileceğinden
dolayı (Taberî, Tefsir II/357) böyle bir görüş mûteber değildir. Ayrıca aynı
âyetin devamındaki “... Doğruluk,
sapıklıktan seçilip belli olmuştur...” (2/Bakara, 256) ifâdesi de, bu
hükmün nüzûlünün, dinin belli olmasından sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir mülâhazaya -neshedildiği
şeklindeki görüşe- mâni görünmektedir. Hatta üzerinde durduğumuz bu âyetten
önceki âyetlerde Allah yolunda cihadın emredilmesi ve bu bağlamda Tâlût-Câlût
kıssasının örnek olarak verilmesinden (2/Bakara, 244-251) dolayı, Kur’an’ı
dinleyen ve okuyanın zihninde savaşın, düşmanı İslâm’a sokmak için yapıldığı
şeklinde oluşabilecek izlenimi silip, İslâm’a girme konusunda kimseye zorlama
yapılamayacağını bildirmek üzere hemen peşinden bu âyetin gelmiş olabileceği de
uzak bir ihtimal değildir.
Savaşı emreden âyetler tarafından bu âyetin neshedildiğini düşünenlerin,
savaşın, dine zorlamak amacını güttüğü görüşünde oldukları da düşünülebilir.
Ancak, savaşı emreden âyetler incelendiğinde, savaşın amacının hiçbir zaman
dinde zorlama olmadığı görülecektir (Bkz. 2/Bakara, 190-191, 193; 8/Enfâl,
39-40; 8/Tevbe, 13; 22/Hacc, 39-40).
Gerçi savaşın dinde
zorlamayı öngördüğüne ilişkin iddiâları ve bunlara dâir cevapları ileride ele
alacağız; ancak, yeri gelmişken bu konuda delil olarak ileri sürülen
“Haram aylar çıkınca (Allah’a) şirk/ortak
koşanları nerede bulursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme
yerinde oturup onları bekleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı
verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.”
(9/Tevbe, 5) âyeti ile, “Eğer tevbe
ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdir.
Biz, bilen bir kavme âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz.” (9/Tevbe,
11) meâlindeki âyetlerle ilgili olarak önemli gördüğümüz bir hususu açıklamakta fayda mülâhaza
ediyoruz:
İlk bakışta bu iki âyetin, İslâm’a zorlama ve
müşriklerin anlaşmalarını/sözleşmelerini kabul etmeme izlenimi verdiği
düşünülebilir. Ancak, bu iki âyet, müslümanlara saldırmaya başlayan, sonra da
kendileriyle anlaşma yapılan bir grup hakkında inmiştir. Daha sonra bu grup,
anlaşmayı bozmaya ve ihânet etmeye niyetlenmiş, müslümanlara karşı hiçbir söz ve
anlaşmaya bağlı kalmama düşüncesine kapılmıştır. Nitekim bu âyetlerin yer aldığı
âyet grubunda (9/Tevbe, 1-13) bu durum, açık bir biçimde görülmektedir.
Özellikle aynı sûrenin 4, 7 ve 12. âyetleri de hedef gösterilen kimselerin,
yeminlerine sahip olmayan ve anlaşmayı bozan kimseler olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla bu gruba katı/sert davranılması ve kayıtsız-şartsız teslim olmanın
dışında hiçbir şeyin kabul edilmemesi asla yadırganacak bir husus değildir.
Çünkü bunların anlaşmayı bozmadıkları ve ihânet etmedikleri başka türlü değil;
ancak bu şekilde anlaşılır.
Din terimi, hem ahlâkî olarak emredici
konuların muhtevâsını ve hem de onlara uygun
davranmayı ifâde eden ve sonuçta terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtan,
yani içerdiği akîdevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu
kadar insanı ibâdet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikad”
kavramını içine alan bir terim olduğundan, âyetin gramatik yapısı gereği asıl
mânâ ile “dinde zorlama yoktur” şeklinde değil de; “zorlama, dinde yoktur” şeklinde
anlaşılması gereken bu hükmün verdiği mesajı şöyle özetleyebiliriz: Bu âyet,
zorla din değiştirmenin, her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğunu,
inanmayan bir kişiyi İslâm’ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiğini
ifâde eden ve İslâm’ın inanmayanların önüne “ya İslâm, ya kılıç” alternatifi
koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hüküm niteliğindedir.
Ayrıca, zorla kabul edilen bir imanın geçersiz olduğunu anlattığı gibi, aynı
zamanda dinde herhangi bir ameli/ibâdeti zorla yaptırmanın da geçersiz olduğunu
vurgulamaktadır. Çünkü zorla kıldırılan bir namaz, zorla tutturulan bir oruç,
zorla alınan bir zekât ve zorla yaptırılan diğer ibâdetlerde, dinin istediği
maksat olan niyet ve samimiyet gerçekleşmeyecektir.
Bütün bunlardan sonra, özellikle batıda daha çok vurgulanan ve müslümanlarca da
sık sık gündeme getirilen “inanç ve düşünce özgürlüğü” ilkesine bağlı olarak,
İslâm’ın da, insanlara dinsizlik hakkı tanıdığını, bu âyetin yanlış
anlaşılmasından kaynaklanan bir husus olduğunu belirtelim. Bütün dinlerden üstün
olsun diye gönderilen hak dinin (9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9)
insanların kula kulluk yapmalarına izin vermesi, kendi haline bırakıp onlara
seyirci kalması mümkün değildir. Böyle insanların hak dini benimsemeleri için
yukarıda anlattığımız yöntemlerle dâvet edilmesi başka; onların dini kabule
zorlanması için güç kullanılması ise daha başkadır. İşte İslâm’ın reddettiği
husus, birincisi değil; ikincisidir.
Aslında Kur’an’ın ilk
indirilen sûrelerinde, Allah tarafından vahyi yalanlayanların kendisine
bırakılması ve havâle edilmesinin emredilmesi (68/Kalem, 44; 73/Müzzemmil, 11;
74/Müddessir, 11) ile de, hakikati inkâr edenlere karşı beşerî cezalandırma yolu
yasaklanmış olmaktadır. Hatta savaşla ilgili hükümlerin ağırlıklı olarak yer
aldığı Tevbe sûresinin, “Eğer yüz
çevirirlerse de ki: ‘Allah bana yeter! Ondan başka ilâh yoktur. Ona dayandım, O,
büyük arşın sahibidir.” (9/Tevbe, 129) âyeti ile sona ermesi ve dini
kabul etmekten kaçınanların
kendi hallerine bırakılarak Allah’a tevekkülü önermesi de bu konuda anlamlı bir
mesaj içermektedir.
Kur’an’ın meseleye bakışından yola çıkarak sonuçta şunları
söyleyebiliriz:
a) İslâm dâvetinin yapısında, hem demir ve ateş gibi maddî güçle yapılan
açık zorlamaya; hem de boyun eğdirici psikolojik baskılarla yapılan gizli
zorlamaya ihtiyaç hissettirecek bir kapalılık, karmaşıklık ve mantıkî bir
problem yoktur.
b) İslâm dâvetinin temel ilkeleri Allah’ın kitabından alınmıştır.
Dolayısıyla insanlar kendileri için gerekli olan bu metotları tercih ettikleri
için Allah’ın yasasına (sünnetine) aykırılık teşkil etmez.
c) İslâm dini, Allah’ın kitabından alınmıştır. Zorlamayı dâvet
vâsıtalarından bir vâsıta olarak kabul etmez.
d) İslâm dâvetçisi, Rabbinin huzurunda sadece Kur’an’ın açıkladığı tebliğ ve
uyarı görevinden sorumludur. Tebliğden sonra insanların iman edip etmemelerinden
tebliğ yapanı sorumlu tutmaz ki, onları zorlamaya ve onlara sert davranmaya
müsâade etsin.
e) İslâm dâvetinin kaynağı olan Allah’ın kitabı zorla iman edenin imanına
değer vermez; âhiret günü ona bu imanının bir yararı da olmaz. Dolayısıyla İslâm
zorlamayı emreden bir din olamaz.
Kur’an, tebliğde temel ilkenin hikmet ve güzel öğüt
olduğunu, tartışmaya ihtiyaç duyulsa bile bunun güzel bir biçimde yapılması
gerektiğini; hiç kimsenin dini kabul etmesi için zorlanamayacağını, çünkü inanma
olgusunun kalple ilgili olduğunu defalarca vurgular. İnanç özgürlüğü konusunda
da ilkeler koyan Kur’an, müslüman olmayanların kendi inançlarını yaşamalarına
müdâhale edilmesini öngören hiçbir girişimi de benimsemez. Hatta diğer inanç
sahiplerinin, baskı ve zulme başvurmadan kendi inançlarının propagandasını
yapmalarını yasaklayan ve bu konuda müslümanların onları engellemelerini
gerektiren bir emrin bulunmadığı da bilinmelidir. İnsanları zorla İslâm’a
sokmak, aslında münâfık bir toplum oluşturulmasına zemin hazırlamak anlamına
gelecektir. Kur’an’ın tebliğde şiddete başvurmayı yasaklaması, normal şartlar
altında geçerlidir. Müslüman olmayanların, müslümanlara baskı uygulamaları
durumunda müslümanların kendilerini savunma hakları olduğunu, misliyle
mukabelede bulunabileceklerini de benimser. Hz. Peygamber’in, nokta hedef
göstererek öldürülmesini emrettiği kimseler de bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Dinin Pratiğinde/Uygulamada Zorlama
İslâm’ın, herhangi bir kimseyi zorla İslâm’a
sokması veya imanın bir gereği ve tezâhürü olan ibâdet ve dinî şiarlara uymaya
zorlamasının sözkonusu olmadığını ifade ettik. Ancak bu, İslâm’ın tamamen
vicdanlara hapsedilen bir inançtan ibâret olduğu veya bireysel ve toplumsal
alanla hiç ilgilenmediği izlenimi vermiş olmuyor mu? Elbette bunun açıklığa
kavuşması gerekir.
Bir Alman bilgininin söylediği gibi, yaptırım gücü olmayan hak, anlamsız
boş bir sözden ibârettir. Büyük düşünür Muhammed İkbal’in ifâdesiyle de kuvveti
olmayan din, sadece ve sadece felsefedir. Bu bakımdan İslâm da sadece gönüllerde
yaşayan bir din olsun diye gönderilmiş olamaz. Onun da bireysel ve toplumsal
alanla ilgili hukukî düzenlemeleri, bozgunculara karşı yaptırım gücü olan cezâî
hükümleri mevcuttur.
Her hukuk sistemi, kendisine tâbi vatandaşları, kanunlarına uymaya mecbur ettiği gibi, İslâm hukuk
sistemi de kendi tabiiyetinde yaşayanları, prensiplerine uymaya, getirdiği
düzene göre yaşamaya mecbur eder. Bunun içindir ki Kur’an bazı suçlara bazı
cezalar getirmiş, birçok ahlâksızlıkların ortadan kaldırılmasını emretmiş,
birçok şeyi farz kılmış ve müslümanlara, Allah’ın Rasûlüne ve kendilerinden olan
ülü’l-emre itaat etmelerini emretmiştir. Bütün bu hükümleri uygulama alanına
koyabilmek için bir güç lâzımdır. Bu güç ister devlet gücü olsun, isterse
toplumun mânevî baskısı olsun. Buradan anlaşılmaktadır ki Kur’an,
“dinde zorlama yoktur” sözüyle hiçbir zaman, “İslâm hayat nizamında kuvvet ve zor
kullanmanın yeri yoktur” dememiştir (Mevdûdi, Modern Çağda İslâmî Meseleler, s.
224).
Şurası da bir gerçektir ki, Kur’an’ın, hakkında
cezalar belirlediği suçlar, ortadan kaldırılması gereken pislikler, toplumun
arındırılması gereken kötülüklerdir. Toplumun sağlam olması için bu kötülüklerin
toplumun bedeninden uzaklaştırılması amacıyla birtakım yaptırımların
kullanılması gereklidir. Çünkü suçluların suçunu unutturacak bir seviyede
suçlulara aşırı şefkat göstermek doğru değildir. Caydırıcı cezayı engelleyen her
şefkat, aslında onların kötülük yapmasına imkân verir, toplum onların suçlarına
mâruz kalır.
Burada şu inceliğe
dikkat çekilmesi gerekmektedir: Kur’an, bireysel olarak Allah’a kulluk
yapma/ibâdet konusunda bir zorlamayı esas almadığı
gibi, yapılan kötülüğün sadece insanın kendisiyle sınırlı olması durumunda bir
yaptırımı, yani kuvvet kullanmayı da öngörmez. İslâm’ın yasakladığı davranışlar, toplumu etkilemeye
yöneldiğinde veya toplumsal yozlaşmaya zemin hazırlamaya başlaması durumunda
kuvvet kullanma devreye girer. Kur’an’ın bazı suçlardan dolayı belirlediği
cezaların uygulanması için ileri sürdüğü şartlarda ve Hz. Peygamber’in bazı
uygulamalarında meselenin bu yönü ön plana çıkmaktadır.
Meselâ zinâ, başlı
başına yasaklanan bir davranıştır ve Kur’an’da yüz sopa cezâsıyla
cezâlandırılması emredilmektedir (24/Nûr, 2). Ancak, bu cezânın uygulanabilmesi
için bu suçu işleyenlerden en az dört şâhit tarafından görülüp tesbit edilecek
şekilde işlenmiş olması (4/Nisâ, 15; 24/Nûr, 13) veya suç işleyenler tarafından
bundan haberi olmayanların yanında itiraf edilmesi gerekmektedir. Bu şartlar
oluşmadığı takdirde kimsenin zinâ yaptığı iddiâsıyla hesaba çekilemeyeceği,
hatta bu şartlarla isbat edilmediği/edilemediği halde başkalarına zinâ isnâdında
bulunanların da iftirâ suçu işlemiş olduklarından hareketle cezâlandırılacakları
ve onlara seksen sopa vurulacağı hususu bir ilke olarak ortaya konmaktadır
(24/Nûr, 4). Dolayısıyla bundan, zinâ suçunun, sadece işleyenlerce bilindiği
durumlarda âhiret ile ilgili cezâî sorumluluktan kurtulmamakla beraber, dünyada
cezâlandırılmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Yine, hırsızlık yapan birisinin,
malı çalınan kişi tarafından Hz. Peygamber’e getirilmesi ve cezânın
uygulanacağının bildirilmesi üzerine, mal sahibinin bağışlama isteğini Hz.
Peygamber’in, “bana gelmeden önce bağışlasaydın!” diyerek reddetmesi (Ebû Dâvud,
Hudûd 14; Nesâî, Kat’u’s-Sârık 5; İbn Mâce, Hudûd
28; Muvattâ’, Hudûd 28), suçun bireysel alanda kaldığı sürece cezâlandırılmayacağını, ama toplumsal bir
niteliğe bürününce cezânın vazgeçilmez olacağını ortaya koymaktadır.
Yine, namaz, oruç, hac gibi ibâdetleri yerine
getirmeyenlere herhangi bir yaptırım uygulanması
öngörülmediği halde, zekât vermeyen/vermek istemeyenlere yönelik Hz. Ebû
Bekir’in savaşmak istemesi ve onun bu tavrını diğer sahâbenin de onaylaması,
zekâtın sosyal boyutunun olmasıyla izah edilebilir. Diğer bir ifâdeyle,
sözgelimi namaz kılmayan, oruç tutmayan bir kişi, bu tavrıyla toplumun diğer
bireylerine yönelik herhangi bir hakka tecâvüz etmiş olmamakta; buna karşılık
zekâtı vermemekle, başkalarının kendi malı içinde bulunan haklarını gasbetmiş
konumda bulunmaktadır. Dolayısıyla işlendiğinde bir yaptırım gerektiren suçlar, bireysel
olmaktan çok; toplumsal bir nitelik arzetmektedir.
“Mürtedin Cezâlandırılması” İlkesinin İnanç Özgürlüğü Açısından
Değerlendirilmesi: İnanç özgürlüğüne aykırı gibi görünen
“mürtedin öldürülmesi” ile ilgili hükmün de, aslında salt dini terketmekten
ibâret olan bir suçun cezâsı olarak değil; ancak ve ancak kamu düzenini bozma ve
devlete isyan etme suçlarının cezâsı olarak değerlendirilmesi daha isâbetli
görünmektedir. Çünkü Kur’an’da irtidad ve mürted bahis konusu edildiği halde,
mürtedin dünyada cezâlandırılması ile ilgili bir hükme yer verilmemiş, aynı
zamanda münâfıklar "iman ettikten sonra küfre girenler" şeklinde tanıtılmasına
rağmen onlara böyle bir cezâ öngörülmemiştir. Kaldı ki Hz. Peygamber döneminde
olsun, Ebû Bekir döneminde olsun, meydana gelen irtidad hareketleri, sadece
inançları değiştirme ve terketme şeklinde değil; devlete ve kurulu düzene isyan
niteliğinde olmuştur. Buna göre Kur’an’ın, tebliğ sırasında güzel öğüdü ve güzel
mücâdeleyi esas almasına rağmen, sadece misliyle mukabele kapsamında son çare
olarak şiddete başvurmaya ruhsat vermiş olduğunu söyleyebiliriz. (Bkz. İrtidad
Kavramı).
Eğitim ve Âile
Hayatında Zorlama
Eğitimde fert ve
toplumun ıslah edilmesi hedeflendiğinden dolayı, bu konuda belirlenen temel
prensip yine hoşgörüdür. Kur’an, müslüman toplumda Allah’ın emirlerinin terkedilmesi veya yasaklarının işlenmesi
durumunda ferde yönelik bir şiddeti ve zorlamayı öngörmemiştir. Daha doğrusu,
şiddet uygulanarak zorlamanın öngörüldüğü hususlar, ferdî alanla ilgili değil;
toplumsal alanla ilgilidir. Zinâ ve zinâ iftirâsı gibi bir suçun isbâtı ve
cezâlandırılabilmesi için dört şâhit veya itirafın şart koşulması, -ki bu,
işlenen suçun toplumda ifşâ edilmesi anlamına gelmektedir- cezâyı gerektiren
diğer suçlarda suç işleyenin suçunu gizlemesinin hoş görülmesi veya işlediği
suçu ifşâ etme zorunda olduğuna dâir bir hükmün bulunmayışı, cezâların toplumsal
boyutunu göstermektedir. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ın eğitim sürecinde şiddete
ve zorlamaya başvurmaya ruhsat verdiği veya emrettiği iki alan vardır: Birisi,
âilede problemin çıkmasına neden olduğu zaman kadının koca tarafından hafifçe
dövülmesi; diğeri ise, toplumda huzuru bozucu suçları işleyenlerin belirlenen
şekillerde cezâlandırılmaları. Âilede kocanın, toplumda ise devletin belirlenen
şekil ve ölçülerde cezâları uygulamakla görevlendirilmeleri, otorite-yetki
ilişkisinin doğal sonucu şeklinde değerlendirilmelidir. Yani eğitimde şiddete ve
zora başvurma, kendisine yetki ve otorite verilen kimseler için geçerlidir.
Kur’an’ın ana
hedefinin cezâlandırmak olmadığı, hem âilede, hem de toplumda cezâya başvurmadan
önce alınmasını istediği önlemlerden anlaşılmaktadır. Sözkonusu önlemlerin uygulanması
durumunda, her iki alanda da cezâlandırmayı gerektirecek suçların işlenebileceği bir
zeminin/ortamın oluşması neredeyse imkânsız hale gelecektir. Eşler arasındaki ilişkilerin bozulmasına neden olan ve
kadından kaynaklanan problemlerin çözümü konusunda Kur’an’ın önerdiği uç bir
tedbir olarak kadının dövülmesi hususu, sözkonusu problemlerden dolayı
boşanmakla karşı karşıya kalan, ancak boşanmak istemeyen eşlerle ilgili bir
konudur. Çünkü boşanmak isteyenler için zâten çözüm bellidir ve o da
boşanmaktır. Âiledeki anlaşmazlık bu aşamaya gelmeden önce başvurulacak
yöntemleri de Kur’an belirlemiş, dövme aşamasına gelmeden de nasihat ve yatakta
yalnız bırakma yolları tavsiye edilerek farklı çözüm yolları gösterilmiş, en son
olarak da, neredeyse “dövme” demeyi imkânsızlaştıracak hafif bir biçimde dövmeye
ruhsat vermiştir. Buna rağmen bu konuda Hz. Peygamber’in uygulaması ile
Kur’an’ın önerisi arasında bir farklılık bulunması, bu önerinin mutlaka
uygulanması gereken bir şey olmadığı, sadece âileyi dağılmaktan kurtaracak bir
çözüme katkı sağlayacaksa uygulanabileceğini göstermektedir. İnsanın
yeryüzündeki halifeliğinden hareketle sahip olduğu değerin vurgulanması ve onu
öldürmenin, telâfisi zor olan zararlara yol açacağının bildirilmesi adam öldürme
olaylarının; sosyal adâlet ilkesinin yerleşmesine yönelik olarak belirlenen
faâliyetler hırsızlık suçunun; zinâya sebep olabilecek her türlü ortam ve
vâsıtanın yasaklanması zinâ ve zinâ iftirâsı suçunun; bütün bunların sonucu
olarak da hirâbe/yeryüzünde bozgunculuk suçunun işlenmesine engel olmak içindir.
Bütün bu tedbir ve ilkelere rağmen
insanların can, mal, ırz ve dinlerine yapılan bir saldırı niteliğinde olan
suçların işlenmesi durumunda Kur’an, çeşitli cezâlar verilmesini istemiştir. Bu
cezâların şiddeti, aslında işlenen suçun ağırlığı ve şiddeti ile
orantılıdır. Bundan dolayı kısas ve hirâbe/eşkıyâlık suçunun cezâsı dışında diğer cezâların
affedilmesi de sözkonusu olmamaktadır. Kısasta sadece öldürülenin velîsine
affetme yetkisi verilmiş, velînin affetmesi durumunda ancak af sözkonusu
olabilmektedir. Hirâbe suçunun cezâsı da, suçun devlete, kurulu düzene isyan
niteliğinde olması ve toplumun huzurunu bozma girişimi olarak
değerlendirilmesinden dolayı, sadece yakalanmadan önce yaptığından vazgeçmesi ve
pişman olması şartıyla -ki günümüzde “pişmanlık yasası” olarak nitelenen
uygulamanın benzeridir- cezâsının affedilmesi sözkonusudur.
Bütün bunlarla birlikte zinâ ve zinâ
iftirâsı cezâsında, suçun dört
şâhitle isbâtının şart koşulması; hırsızlıkta, suçun işlenmesini kolaylaştıracak
açlık, kıtlık gibi sebeplerin ortadan kaldırılmasının zorunluluğu; ayrıca suç
işleyenlere, suçlarını itiraf etme zorunluluğu getirilmemiş olması, İslâm’ın
cezâlandırmayı hedef haline getirmediği, sadece kaçınılmaz hale geldiği zaman
cezâlandırmayı öngördüğü şeklinde yorumlanabilir.
(3)
Cihad ve İkrâh/Zorlama
Kur’an ve Cihad Süreci: Kur’an, hem müslümanların birbirleriyle olan
ilişkilerini, hem de müslüman olmayanlarla ilişkilerini düzenleyen birtakım
hükümler getirmiştir. Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemlerde bu ilişkilerin
tesbitinde zorlanmayan müslümanlar, sonraki dönemlerde Kur’an’a farklı
yaklaşımlarının sonucu olarak değişik görüşlere sahip olmuşlar ve bir kısmı bu
ilişkilerin barış esasına dayalı olduğunu savunurken, bir kısmı da savaş esasına
dayalı olduğunu ileri sürmüştür. Konu ile ilgili Kur’an âyetlerini
incelediğimizde, ilk bakışta her iki kesimin kendine göre haklı taraflarının
bulunduğunu görürüz. Çünkü bir taraftan “Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel biçimde
mücâdele et...” (16/Nahl, 125); “İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen, kötülüğü) en güzel olan
şeyle sav. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse,
sanki sıcak bir dosttur.” (41/Fussılet,
34); “Ey iman edenler, hepiniz birlikte ‘silm’e (İslâm’a veya barışa) girin...”(2/Bakara, 208)
gibi âyetlerle, ilişkilerin dayandığı esasın barış
olduğu iddia edilirken; diğer taraftan da “Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah işitendir, bilendir.”
(2/Bakara, 244); “Fitne kalmayıncaya
ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (8/Enfâl,
39; Benzer bir âyet için bkz. 2/Bakara, 193); “Haram aylar çıkınca (Allah’a) şirk/ortak koşanları nerede bulursanız
öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları
bekleyin...” (9/Tevbe, 5); “Ey iman edenler, yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın, (onlar) sizde bir
katılık bulsunlar. Bilin ki Allah, müttakîlerle beraberdir.”
(9/Tevbe, 123) gibi âyetlerle, ilişkilerin dayandığı esasın savaş olduğu iddiâ edilmektedir.
“İslâm ve savaş” konusu gündeme gelince, bir kavram kargaşasının
yaşandığını ve ilgili ilgisiz herkesin İslâm’ın bu konudaki yaklaşımını
yorumladığını görüyoruz. Birçok konuda olduğu gibi, savaş konusunda da İslâm’ın
temel referansı Kur’an olduğuna göre, bu yorumların kabul edilebilir ve tutarlı
olması için öncelikle kavramsal çerçevenin doğru tesbit edilmesi ve Kur’an
bütünlüğü göz önünde bulundurularak konunun araştırılması gerekmektedir.
Şiddet ve zorlamanın sozkonusu edildiği bir alan
da savaştır. Kur’an, sadece teorik bilgiler veren bir kitap olmadığına göre,
insanlık tarihi ile birlikte var olan savaş gerçeğini de gözardı edemez. Bu
bakımdan istenmeyen bir şey olmakla birlikte, Kur’an, savaş ile ilgili
düzenlemeler de yapmıştır. Aslında, ismi bile “barış”tan türemiş olan bir dinin,
savaştan söz etmesi garipsenecek bir olay değildir. Çünkü Kur’an’ın söz ettiği
bütün hususlar, varlığını benimsediği hususlar değildir. Dolayısıyla savaş da
vâkıa olarak hoş karşılanmasa bile, insanlar arasında nerede ise kaçınılmaz
nitelikte bir olgudur.
Kur’an, insanlar arasındaki ilişkilerin barış esasına
dayandığını, savaşın ise ârızî bir durum olduğunu kabul eder. Ancak bu, savaşa
hiç yer vermediği veya savaş için her türlü hazırlığı gözardı ettiği anlamına
gelmez. Bilakis Kur’an, savaş için hazır olmayı bir ilke olarak benimser. Bu da,
silâhlı barış diye nitelenebilecek bir durumdur. Kur’an’ın nüzûlü sürecinde
savaşı irdelediğimizde, Mekke döneminde inen âyet ve sûrelerde daha çok
bağışlama ve müsâmaha emri göze çarptığı halde; Medine’de inen âyet ve sûrelerde
ise müsâmaha tamamen reddedilmese bile savaşa izin verildiği, hatta emredildiği
görülmektedir. Bu iki farklı durumun da çeşitli nedenleri vardır. Diğer taraftan
Kur’an, savaşı ifâde etmek üzere cihâd, kıtâl ve harb terimlerini kullanmakta;
cihâd, Mekkî âyetlerde her türlü çalışma ve gayreti ifâde ederken, Medenî
âyetlerde bunun yanısıra sıcak çatışma anlamında da kullanılmakta; kıtâl sadece
silâhlı çatışma anlamında ve sadece Medenî âyetlerde geçmektedir. Harb ise, hem
düşünce alanındaki çatışmaları, hem de silâhlı çatışmayı ifâde eder biçimde
sadece Medenî âyetlerde kullanılmaktadır.
Kur’an kavramı olarak kıtâl/savaş konusunu daha önce
işlediğimiz için, burada İslâm’daki savaş şartları, sebepleri, savaş öncesi,
esnâsı ve sonunda uygulanması gereken esasları uzun uzun bahsetmek, konuyu
uzatmak demek olacaktır. İkrâh konusuyla ilgisi bakımından savaşla alâkalı
olarak şu konunun altını çizmek gerekmektedir: İslâm,
hiçbir zaman savaşı başlatan taraf olmayı müslümanlara tavsiye etmediği gibi,
insanları İslâm’a dâvet amacıyla savaşılmasından da söz etmemiştir. Kin ve
nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vâsıtası olarak düşünmek mümkün değildir.
Ayrıca, iman etmeyen kimselerin, hayatlarının sonuna kadar her an iman etme
ihtimali vardır. İmana girmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında
öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktadır.
İnsaflı ve önyargısız olarak Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in
uygulamalarını inceleyen herkes savaşın dine zorlamak için meşrû kılınmadığını
görecektir.
Kur’an’ın savaşı
meşrû kılma nedeni, yapılan saldırılara karşılık vermek, sadece inandıklarından
dolayı insanlara yapılan baskılara ve yurtlarından çıkarma girişimlerine engel
olmaktır. Savaşın amacı da, her türlü
baskı anlamına gelen “fitne”yi ortadan kaldırmak, insanlar ile Allah’ın dini
arasına girenlerin bu tutumlarına son vermek ve özgür bir şekilde inanmanın
önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Savaşın amacı, asla insanların zorla
müslüman olmasını sağlamak değildir. İslâm’ın savaş sâyesinde yayılmış olduğuna
dâir iddiâlara gelince; bugün dünya müslümanlarının en yoğun olduğu yerlerden
olan uzak doğu ülkelerinde (Endonezya, Malezya gibi) İslâm’ın savaş olmadan,
tâcirler vâsıtasıyla yayılmış olmasından hareketle bu iddiâların tutarsız
olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an’ın savaş ile ilgili düzenlemelerini ve Hz. Peygamber’in
uygulamalarını bir bütün halinde dikkate almadan, İslâm’ın öngördüğü savaşın
türünü, günümüz dünyasında yapılan savaşlarla mukayese ederek saldırı veya
savunma şeklinde belirlemek doğrusu isâbetli görünmemektedir. İslâm’ın öngördüğü
savaşın, hem sebep, hem sonuç, hem de amaç itibarıyla günümüz savaşlarından
farklı olması, türünün de farklı olmasını beraberinde getirir. Bu itibarla
İslâm’daki savaşın, koruma-savunma/koruyucu savunma türü bir savaş olduğunu
söyleyebiliriz.
|