etkacan Yasaklı
Katılma Tarihi: 06 ekim 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 17
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
AKLIMIZIN ALMADIĞI HADİSLERİ İNKAR MI ETMELİYİZ?
Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevaplarından bahseden ehâdis-i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız “On İki Asıl”ı beyan ederiz.
BİRİNCİ ASIL: Yirminci Sözün âhirindeki sual ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:
Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur. İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.
İKİNCİ ASIL: mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri bir burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.
ÜÇÜNCÜ ASIL: Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki malûmât-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.
DÖRDÜNCÜ ASIL: ehâdis-i şerife râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri mânâları, metn-i hadisten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hatadan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavilleri hadis zannedilerek zaafına hükmedilmiş.
BEŞİNCİ ASIL: اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّث 08;ُنَ yani مُلْهَمُ 08;نَ sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesun ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham-ı evliya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.
ALTINCI ASIL: beynennas iştihar bulmuş bazı hikâyeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, hakikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynennas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve teârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir.
YEDİNCİ ASIL: Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer.
Meselâ, “sevr” ve “hut” isminde ve âlem-i misalde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki melâiketullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.
Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür. ” İşte bu hadisi işiten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadisten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi dakika evvel öldü.” Yetmiş yaşına giren o münafık, Cehennemin bir taşı olarak, bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret olduğunu, gayet beliğane bir surette, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.
SEKİZİNCİ ASIL: Cenâb-ı Hakîm-i mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat-i icâbe-i duayı Cuma gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış.
zira, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.
İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurun-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurun-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan nasıl hayat-ı şahsiyesiyle, hanesinin ve köyünün bekàsıyla alâkadardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur’ân اِقْتَرَ 76;َتِ السَّاعَ 77;ُ der, “kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i mutlak, kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları “Şerâiti hemen hemen çıkmış” demişler.
İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zannetmişler?”
Elcevap: Çünkü, Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun.
İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor.
Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.
Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.
alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki hadis-i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer” rivâyet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivâyete muhal demişler—hâşâ—şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu olmak gerektir ki: Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimalîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. “Deccalın bir günü bir senedir” o daire yakınında zuhuruna işarettir. “İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub etmez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir; günü Deccala isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. “Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.
alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdığımdan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden taifeler ve Sedd-i Çinînin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın, yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîrüzeber edecekleri, rivâyetlerde vardır. Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”
Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memleketi fesada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile, o mahdut fertlerden gayet kesretli aynı fesat yine başlar. güya onların hakikat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.
Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercümerc edecekler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette tezahür eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْب 14; اِلاَّ اللهُ
DOKUZUNCU ASIL: mesâil-i imaniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyet ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. amellerin fazilet ve sevabına dair ehâdis-i şerifenin bir kısmı, tergib ve terhîbe münasip bir tesir vermek için belâğatli bir üslûpta geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücazefe ve mübalâğa, içlerinde yoktur.
ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki: لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْي 75;َ عِنْدَ اللهِ جَناَحَ بَعُوضَة 13; مَا شَرِبَ الْكَافِ 85;ُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاۤءٍ ev kemâ kàl. meâl-i şerifi: “Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” hakikati şudur ki: عِنْدَ اللهِtabiri, “âlem-i bekàdan” demektir. Evet, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla muvazene değil; belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını, âlem-i bekàdan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye muvazeneye gelmediği demektir.
Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. Demek, esmâ i Hüsnânın âyineleri ve mektubât-ı Samedâniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıt ve bütün hatîâtın menşei ve beliyyâtın menbaı olan, dünyaperestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.
İşte, en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? Ve insafsız ehl-i ilhâdın fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın en mübalâğa, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede? Hem meselâ, insafsız ehl-i ilhâdın mübalâğa zannettikleri, hattâ muhal bir mübalâğa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ, Fâtiha’nın Kur’ân kadar sevabı vardır ; Sûre-i İhlâs, sülüs-ü Kur’ân; Sûre-i İzâ Zülzileti’l-Ardu, rub’u; Sûre-i Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, rub’u; Sûre-i Yâsin, on defa Kur’ân kadar olduğuna rivâyet vardır. İşte, insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünkü Kur’ân içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur.”
Elcevap: hakikati şudur ki: Kur’ân-ı Hakîmin herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sûre-i İhlâsın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîrde okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber, elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabıyla, bazı surelerle muvazeneye gelebilir.
Meselâ, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farz etsek, herbir sünbülde yüzer dane olmuşsa, o vakit tek bir habbe, bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ birisi de on sünbül vermiş, herbirinde iki yüz dane vermiş. O vakit bir tek habbe, asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ, kıyas et.
Şimdi, Kur’ân-ı Hakîmi, nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviye tasavvur ediyoruz. İşte, herbir harfi, asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlâs, Fâtiha, Kul Yâ Eyyühe’l-Kâfirûn, İzâ Zülzileti’l-Ardu gibi, sair faziletlerine dair rivâyet edilen sûre ve âyetlerle muvazene edilebilir. Meselâ, Kur’ân-ı Hakîmin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan, Sûre-i İhlâs, Besmeleyle beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, iki yüz yedi harftir. Demek, Sûre-i İhlâsın herbir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır. İşte, Sûre-i Yâsinin hurufatı hesap edilse, Kur’ân-ı Hakîmin mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa, şöyle bir netice çıkar ki: Yâsin-i Şerifin herbir harfi, takriben beş yüze yakın sevabı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir. İşte, buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.
ONUNCU ASIL: ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. sair fertlerin herbirisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün...
Şu ipham itibarıyla, mantıkça kaziye-i mümkine suretinde, külliyetine hükmedilebilir. Yani, herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, “Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır .” İşte, iki rekât namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Herbir iki rekât namazda, bu mânâ külliyetle mümkündür. Demek, şu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. zira kabulün madem şartları vardır; külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattir, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibarıyladır. Meselâ, “Gıybet, katl gibidir.” Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, “Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.” Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne muvazi gelemez. Sevab-ı a’mâl o âleme baktığı için, dünyevî nazarımız ona dar geliyor, aklımıza sığıştıramıyoruz.
Meselâ مَنْ قَرَاَ هٰذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسٰى وَهَارُو 06;َ yani اَلْحَمْ 83;ُ ِللهِ رَبِّ السَّمٰو 14;اتِ وَرَبِّ اْلاَرَض 16;ينَ رَبِّ الْعاَلم 16;ينَ وَلَهُ الْكِبْر 16;يَاۤءُ فِى السَّمٰو 14;اتِ وَاْلاَر 18;ضِ وَهُوَ الْعَزِي 86;ُ الْحَكِي 05;ُ اَلْحَمْ 83;ُ ِللهِ رَبِّ السَّمٰو 14;اتِ وَرَبِّ اْلاَرَض 16;ينَ رَبِّ الْعَالَ 05;ِينَ وَلَهُ الْعَظَم 14;ةُ فِى السَّمٰو 14;اتِ وَاْلاَر 18;ضِ وَهُوَ الْعَزِي 86;ُ الْحَكِي 05;ُ وَلَهُ الْمُلْك 15; رَبُّ السَّمٰو 14;اتِ وَهُوَ الْعَزِي 86;ُ الْحَكِي 05;ُ İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celb eden, şu gibi rivâyetlerdir. hakikati şudur ki: Dünyada, dar nazarımızla, kısacık fikrimizle, Mûsâ ve Hârun Aleyhimesselâmın sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz? Âlem-i ebediyette, Rahîm-i mutlak, saadet-i ebediyede, nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine, birtek virde mukabil vereceği hakikat-i sevap, o iki zâtın sevaplarına-fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına-müsavi olabilir.
Meselâ, bedevî, vahşî bir adam, hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder; o mahdut fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor! Âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi, biri o adamlardan birisine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim. Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim”; o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.
İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih hakaik-ı sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) meçhulümüz olan hakikî sevapları ile muvazene değil—çünkü teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder—belki muvazene edilen, malûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de, deniz yüzü ile Katrenin gözbebeği, güneşin tamam-ı aksini tutmakta müsavidirler. Fark keyfiyettedir. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikâs eden mahiyet-i sevap, bir Katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. keyfiyet ise, kabiliyete tâbidir.
Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet, Kur’ân kadar faide verebilir.
Hem İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile İsm-i Âzam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz.
Hem de sevap ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik bir şişede, semâvât, nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peydâ eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir.
netice-i kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zayıf, felsefesi kavî, hodbin, münekkit adam! Şu On Asıl’ı nazara al; sonra sen hilâf-ı hakikat ve kat’î muhalif i vaki gördüğün bir rivâyeti bahane ederek ehâdis-i şerifeye ve dolayısıyla Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek itiraz parmağını uzatma. zira, evvelâ o On Asıl’ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. “hakikî bir kusur varsa bize aittir” derler. “hadise râci olamaz. Eğer hakikî değilse, senin sû-i fehmine aittir” derler.
elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl’ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. “Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır” de, ilişme.
ON BİRİNCİ ASIL: Nasıl Kur’ân-ı Hakîmin müteşâbihâtı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. ehâdisin de, Kur’ân’ın müteşâbihâtı gibi, müşkilâtı vardır. Bazan çok dikkatli bir tefsire ve tabire muhtaçtır. Geçmiş misallerle iktifa edebilirsiniz.
Evet, nasıl ki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rüyasını tabir eder. Öyle de, bazan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor, fakat kendi âlem-i menâmına tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tabir ediyor. Öyle de, ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam! Sırr-ı مَازَاغَ الْبَصَر 15; وَمَا طَغَى ve تَناَمُ عَيْنِى وَلاَ يَناَمُ قَلْبِى hükmüne mazhar ve hakikî hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et.
Evet, uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harpte yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye bazan telâkki eder. Ondan sorulsa, “hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı” diyecek. Yanında oturanlar, onun uykusundaki ıztırabına gülüyorlar.
İşte, bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-ı Nübüvvete mihenk olamazlar.
ON İKİNCİ ASIL: nazar-ı Nübüvvet ve tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır.
Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü’d-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?
Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat’iyesi, Kur’ân’ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz.
Meselâ, küre-i arz, ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa, hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk... Fakat ehl-i Kur’ân nazarıyla bakıldığı vakit, On Beşinci Sözde izah edildiği gibi, hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan en câmi’, en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizât-ı san’atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, mâkesi; hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtat ve hayvânâtın kesretli envâ-ı sağiresinden cevâdâne icadın medarı, çarşısı; ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta nümunegâhı; ve mensucât-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı; ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı; ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren رَبُّ السَّمٰو 14;اتِ وَاْلاَر 18;ضِ diyor.
İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur’ân’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.
Risale-i Nur (Yirmidördüncü Söz, Üçüncü Dal)
|