Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Savana görüşlerine katılıyorum.
Selam sfs! Işık olabilir düşüncesiyle bu konuda bu sitede yazılanlara ek olarak aşağıdaki bilgileri takdir ve incelemelerinize sunuyorum.
ÖRTÜNME
Örtünme konusu, fıkıh ve İlm-ü Hâl kitaplarında “setr-ü avret” başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Halbuki, halk arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-ü avret” hakkındaki talimatlar ile ziynet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar sadece namaz için verilmemiş, hayatın her anı için verilmiştir. Yani bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır. Ayrıca, bu konunun dinî kitaplarda “setr-ü avret” konusu olarak değil de, Kur’an’ın konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde “avret ve ziynetleri açığa vurmama” adıyla ele alınması daha uygun olacaktır.
Örtünmenin tarihi
Örtünmenin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü örtünme Rabbimizin buyurduğu gibi, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkilere karşı korunmak için yapılmaktadır:
Nahl; 80, 81: &nb sp; Allah size, evlerinizden huzur ve sükûn yeri yaptı. Hayvan derilerinden de size, gerek göç gününüzde gerek konduğunuz sırada rahatça taşıyacağınız evler de yaptı. Ayrıca hayvanların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından belli bir süreye kadar kullanabileceğiniz giyimlikler, döşemelikler ve kullanım eşyası verdi.
Allah yarattıklarından sizin için gölgeler oluşturdu. Dağlardan sizin için sığınak evler yaptı. Sizin için sıcaktan koruyacak elbiselerle savaşta koruyacak elbiseler de yaptı. İşte nimetini üzerinizde böyle tamamlıyor ki, O’na teslim olup esenliğe ulaşabilesiniz.
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik olarak; bulunulan bölgeye, iklim şartlarına göre olmamış, meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı imparatorluğunda halkın ancak tek sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık da padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar, saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek zorunda bırakılmıştır. Kişilerin özelliklerini belli eden kıyafetler giymeleri, tüm dünya ülkelerinde günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan kimseler, bu özelliklerini tanıtan kıyafetler giymektedirler.
Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’an’ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygın bir uygulama olup, bu statüdeki insanların diğer insanlardan hemen ayırt edilmesi için kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ hür erkeklerin sarık sarmaları ve hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık kölelerin başlarını örtmelerine izin verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, cariyelerin ve sokak fahişelerinin ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme bağlamıştır (Prof. Mebrure Tosun - Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur kanunları ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s.252, madde 40). Yani, Araplar arasındaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki yerleşik alışkanlık, aslında bölgede çok eskiden beri uygulanmakta olan bir kıyafet şeklidir.
Yahudilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama Yahudilikteki uygulama mahiyet itibariyle Sümer ve Asur’dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne, törelerine göre, toplum içindeki kötü kadınların, fahişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:
Tekvin 38. Bab’dan:
“.........Ve işte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat’a çıkıyor, diye Tamar’a bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü, ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi. Rica ederim, gel senin yanına gireyim. Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: Yanına girmek için bana ne verirsin? ....”
Tekvin 24. Bab, 65. cümle:
“Ve köleye dedi: bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir? Ve köle: Efendimdir, dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.”
Kitab-ı Mukaddes’in, Tesniye bölümünün, 23. Bab’ında da, İbranilerin içinde kendini fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrailoğullarından böylelerinin bulunmaması ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir.
Hıristiyanlıkta da örtünme konusu İncil’e girmiştir.
İncil, Korintoslulara 1. mektup, 11. Bab, 4-6. cümleler:
“Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak duâ eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat kadın erkeğin izzetidir.”
Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki sosyal farklılığın bir nişanesi olarak kanunlara konmuş ve üniforma niteliği kazanmış bir uygulamadır. Kur’an’ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, evli ve hür kadınlar ile hür olmayan kadınları ayırt etmektedir.
Arapların, örtünmeyi gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka kaynaklarda da yer almaktadır. Meselâ, Sahib-ül Keşşâf; Zemahşerî, o dönemi şu sözlerle anlatmaktadır:
“Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önlerini açık tutarlardı. Boyun, göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.”
Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün var olduğunu göstermektedir. Zaten ayette de “hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar.” denilerek “hımarın/ başörtüsünün” Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu vurgulanmıştır.
Yine, eserlerinde Arapların İslâmiyetten evvel başörtüsü kullandıklarına yönelik bir çok açıklama bulunan İbn-i Kesir şöyle demiştir:
“Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları emredilmiştir ki cahiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın, gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti”
İbn-ül Esir’in, Usd’ul ğâbe fi Ma’rifetisahabe adlı eserinde (1/321, el-Mektebetül İslamiyye) yer alan şu tarihî olay da, daha Nur suresi inmeden, o günkü kıyafet hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:
“Henüz Müslüman olmazdan evvel, babasıyla birlikte Mekke’ye gelip orada insanların, bir zatın başına toplandıklarını gören Hâris el Ğâmidî şöyle demiş. Babama:
– Şu topluluk nedir? dedim. Babam:
– Onlar, içlerinde bir Sâbiî’nin başına toplanan kimseler, dedi.
Yaklaştık, bir de gördük ki: Allah’ın elçisi, halkı Allah’a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar da ona eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk onun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açıldı. Allah’ın elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına:
– Kızım, başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma! dedi.
Bu kadın kimdir? dedim.
– Bu, kızı Zeynep’tir, dediler.”
Ahkâm-ül Kur’an’da da (3/1575), Ömer’in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konu peygamberimize intikal edince peygamberimizin Ömer’in bu davranışını onaylamadığı, Ömer’in de “Ben onu örtüsüz görünce cariye sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer’in hür kadınlar gibi örtünen bir cariyeyi “örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu tarihî olaylar Arap toplumunda hür kadınların başlarına örtü aldıklarını, bunun çok eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda anlatılan davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili, kılık kıyafetle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır.
Kısacası başörtüsü, hür kadınlar ile hür olmayan kadınları birbirinden ayırt eden ve iffetle hiç alâkası olmayan bir cahiliye dönemi simgesidir. Yani o dönemde yaşayan bütün hür kadınların (iffetli veya iffetsiz) mutlaka başlarını örtmeleri söz konusudur. Hür olmayan kadınların ise (iffetli veya iffetsiz, Müslim veya gayrimüslim) başlarını örtmeleri kesinlikle mümkün değildir. Kadınlara ait bu ayırt edici özelliğin zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara alet edilmesine karşılık erkekler için aynı ayırt edici özellik olan sarık üzerinde herhangi bir kurgulama yapılmamıştır.
İslâm’daki örtünme ve amacı
Erkek ve kadın arasındaki karşılıklı cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep yapmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun yapay yollarla kışkırtılmadan, doğal mecrasında, yani güvenli ve temiz konumda gelişmesini ve tatminini düzenlemiş, bireylerin bu arzuların esiri olmak suretiyle alt yapısı aile olan toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak durmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan kıyafet konusunda bir takım düzenlemeler yapmıştır.
Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, toplum bireyleri arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve mutluluk içerisinde bir hayat tarzı sağlamak üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu arzuların toplum yaşamının her anında çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, toplumun çekirdeği olan aile düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol açması hiç de zor değildir. Oysa İslâm dini, şehvetin her an uyarılmadığı, bu gibi tahriklerin et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri oluşturmadığı, temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular, sönmeyen ve doyulmayan bir şehvet azgınlığını meydana getirecek, toplumda fitne ve fesat çığ gibi büyüyecektir. Tarihte fuhşiyat bataklığına düşen, buhranlar içinde yok olan bir çok toplumun varlığı bilindiği gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar dünyanın her tarafında görülmektedir.
İslâm’ın insanlar için seçtiği yol, yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Yukarıda Nahl suresinin 80 ve 81. ayetlerinde görüldüğü gibi, örtünmenin, giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’an, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilip toplumdaki nezahetin sağlanması gerektiğini de bildirmiştir.
Giyim kuşamı belirleyen ayetler
Bu konudaki ayetler Ahzab ve Nur sureleri içinde yer almakta olup, her iki sure de Medine’de inmiştir.
O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def’i hacet için yerleşim yerlerinden biraz uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medine’nin berduşlarını, zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan cariyelere veya fahişe görünümlü kadınlara (cariyeler de fahişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunamazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan cariyeler ile fahişe görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.
İşte böyle bir ortamda peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen ayet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir:
Ahzab; 59: &nb sp; Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu daha uygun bir yoldur. Allah Gafur’dur, Rahîm’dir.
Ayette açık ve net olarak “cilbab”larını/ ev dışı elbiselerini giyen kadınların tanınacağı, bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani bu ayete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi incinmemektir, yoksa daha dindar, daha namuslu ve daha takvalı olacakları değil.
Bu ayetin iyi ve doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin, Kur’an’da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekmektedir.
Bazıları “cilbab”ı Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak suretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bu tanımlar örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup, aslında Kur’an ile bağdaşmayan tanımlardır. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık kıtafet konusunu belirleyen diğer ayette (Nur; 31), “... örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/ salsınlar.” denilmektedir. Eğer “cilbab”, bazılarının dediği gibi baştan aşağı vücudu örten bir elbise olsaydı, o elbise göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Rabbimizin Nur suresinin 31. ayetindeki emrine gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’an’a göre de vücudu baştan aşağı örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.
“Cilbab”, Ragıb’ın ifadesi ile; “Gömlek ve örtünün adı”, Ikrime’nin tarifine göre de; “Boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.”
Bu durumda “cilbab”, o günün Araplarının gelenekleri gereği giymiş oldukları -başlardan aşağı değil, boyunlardan, omuzlardan aşağıyı örten- bir elbise çeşidi olup, bu günkü ceket, pardösü, manto gibi giysilerin yerini tutmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre “cilbab” (pardösü, ceket) giyenler göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklardan da göğüsleri, gerdanları gözükebilir. Yani, “cilbab”ın mutlaka tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması lâzım diye bir kayıt yoktur. Zaten o günün Arap kadınlarının bir kısmının çıplaklığa yakın, göğüsleri açıkta dolaştığı da bilinmektedir. Hatta İslâm’ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Kâbe’yi çırılçıplak olarak tavaf ettikleri hem Kur’an’da hem de tarihî kaynaklarda yer almaktadır. (Geniş bilgi için: Kurtubî, el-Cami lil-Ahkâm-il Kur’an 7/189)
Her ikisi de Medenî olan Ahzab ve Nur sureleri arasındaki iniş sıralaması farkını ileri sürerek, Nur suresinin 31. ayetinin daha evvel inmiş olduğunu ve bu ayetin daha sonra inen Ahzab suresinin 59. ayeti ile neshedilmiş olduğunu iddia etmek ve bu iddiaya dayandırmak suretiyle “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu savunmak, ayetin tümünün ahkâmını göz ardı etmek demektir. Hele bu iddia, ayetleri bir takım yanlış inançlara uydurmaya çalışmak için yapılıyorsa çok korkunç bir cinayettir.
Sonuç olarak Ahzab suresinin 59. ayetinin amacı, mümin kadınların cariyelere veya fahişelere benzetilmesini ve incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.
Konumuz ile ilgili olan diğer ayetler Nur suresinin 30 ve 31. ayetleridir:
Nur; 30, 31: &nb sp; Mümin erkeklere söyle:
bakışlarının bir kısmını kıssınlar.
Irzlarını/ bellerini korusunlar.
Bu onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan haberdardır.
Mümin kadınlara da söyle:
Bakışlarının bir kısmını kıssınlar.
Irzlarını/ eteklerini korusunlar.
Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar.
Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.
Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler:
Kocaları,
Yahut babaları,
Yahut kocalarının babaları,
Oğulları, yahut kocalarının oğulları,
yahut kardeşleri,
yahut kardeşlerinin oğulları,
yahut kadınlar,
yahut ellerinin altında bulunanlar,
yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,
yahut kadınların avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.
Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.
Ey Müminler, hepiniz topluca Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz.
Görüldüğü gibi bu ayetlerde iffet kuralları, kapsamı ve istisnaları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisna daha mevcut olup, bu istisna da yine Nur suresinde yer almaktadır. Bu istisnanın baştan açıklanmasında, Nur suresinin 30 ve 31. ayetlerinin bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:
Nur; 60: &nb sp; &nb sp; Artık nikâh arzuları kalmamış, hayızdan ve evlâttan kesilen kadınların, süslerini göstermek için ortalıkta dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları, onlar için daha hayırlıdır. Allah, her şeyi işitir, her şeyi bilir.
Bu ayette, ziynetlerini açığa vurmama talimatından müstesna kılınan kimseler bildirilmiştir. Gerçekten de yaşlı, menopoza girmiş kadınların sağlık yönünden (kemik erimesi) Güneş ışını almaya başkalarına nazaran daha fazla ihtiyaçları vardır ve ayet, müstesna kılmak suretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne yazık ve ne gariptir ki kendilerine bu imkân sağlanmış olan kadınların çoğu, Yüce Allah’ın verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.
Yukarıdaki istisna dışında kalan mümin kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nur suresinin 31. ayetini cümle madde madde tahlil etmekte yarar vardır:
Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarından bir kısmını kıssınlar.
30. ayette mümin erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse, yasaklanan bakışların tamamı değil, bir kısmıdır, bazılarıdır. Ayetin sadedinden, bu bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekmektedir. Bu arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i Imran suresinin 14. ayetinde bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de fıtratlarında olduğu için, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir.
Irzlarını/ eteklerini korusunlar.
Yani, zina ve zinaya uzanan hareketlerden kaçınsınlar.
Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar.
Ziynet; Kur’an dilinde, güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan süs demektir. Nitekim dinimizde de bir takım süs eşyalarına “ziynet eşyası” denilmektedir. Sözcük Kur’an’da hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda kullanılmıştır.
Şeytanın, inkârcılara, kendi kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En’âm suresinin 43. ve Enfal suresinin 48. ayetleri ile Karun’un, kavminin karşısına ziyneti ile çıktığını bildiren Kasas suresinin 79. ayeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnek teşkil etmektedir. Olumlu anlamda kullanıma örnek ayetler ise; Allah’ın imanı müminlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurat suresinin 7. ayeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussılet suresinin 12. ayeti ile Mülk suresinin 5. ayeti ve Musa peygamberin, Firavun’un büyücüleriyle buluşma gününün -kendi zaferinden emin olduğu için- “ziynet günü” olmasını istediğini bildirdiği Ta Ha suresinin 59. ayetidir.
“Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” (Kehf; 46) ayeti de, hem ziynet sözcüğünün kapsamını belirtmekte ve hem de Arapların ziynet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en iyi şekilde anlatmaktadır.
Ancak, konumuz olan ayette, kadınlardan namahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak suretiyle belli etmemeleri istenen ziynetler, hiç şüphesiz, bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazubent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu ayetteki ziynetin bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, ayetin hedefi açısından son derece isabetsiz olur ve ayet hiç anlaşılamaz. Çünkü, bir an için ziynet sözcüğü ile takıların kastedildiği düşünülecek olursa, Allah’ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarını esasında uygun görmüş olduğu zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi bir durum ortaya çıkmaktadır ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmemesi gereken takının herhangi bir anlamı olmaz.
Bu ayetteki “ziynet” sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, ayetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok gururlanmak, büyüklenmek, argo tabiri ile hava basmak amacı ile takılan eşyalardır. Eğer bu ayet ile böbürlenmenin, hava basmanın önüne geçilmek istenseydi, ziynetlerin herkesten saklanması talimatı verilmesi gerekirdi. Oysa ayette kadınların ziynetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu halde bu ayette konu edilen “ziynet”, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandırdığının düşünülmesi gereken başka “ziynet”lerdir. Ayrıca da Rabbimiz, A’râf suresinin 31 ve 32. ayetlerinde “Ey Âdemoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü, güzel ve tatlı rızıkları kim haram etmiş? ...” demek suretiyle, takı türünden olan ziynetlerini, kadın-erkek herkesin mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisna getirmemiş, kısıtlamamıştır. Demek oluyor ki, bu ayetteki “ziynet” sözcüğü süs eşyası değil, sözlük anlamına uygun olan bir mecazî anlamla; “kadının, erkekler tarafından cazibeli görülen, çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları” anlamındadır. Ancak, ziynet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun ziynet olduğu unutulmamalıdır.
Rivayet dayanaklı tefsirlere (!) bakılacak olursa, bir kısmında ayette geçen “ziynet”in “takılar” demek olduğu, diğer kısmında da “ziynet” sözcüğü ile takılardan çok, bu takıların takıldığı ziynet yerlerinin kastedildiği şeklinde açıklamalar görülmektedir. Bu tefsircilere (!) göre ziynetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi de haram olmaktadır. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret bu ziynetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.
Rivayetlere dayandırılarak ortaya atılmış olan bu gibi görüşler, rivayet sayısı ile doğru orantılı olarak bir hayli fazla sayıdadır. Kur’an’dan ayrılmamak için, zaten Müslümanlar tarafından bir çoğu bilinen bu görüşlere burada daha fazla girilmemiştir.
Sonuç olarak Nur suresinin 31. ayetindeki “ziynet” sözcüğü, ayetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi; “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlardır.”
Kadının saçları ziynet midir?
Saçlar doğal hâlleriyle ziynet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, ziynet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu ayet kapsamında gizli tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin, ziynetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli olduğu, ayetin bu kısmından çıkartılır. Yoksa aşağıda yer alan “örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.” bölümünden değil.
Kadının sesi ziynet midir?
Yine saçlar gibi doğal olan, konuşmada ve okumada kullanılan normal sesin ziynetliği konu edilemez. Ama sesin, çeşitli gayretlerle (meselâ, kısık ses çıkartılarak) sahibini şuh, istekli, işveli göstermesi mümkündür ve karşı cinse âdeta mesaj veren bu tip sesler ziynet sınıfına girer.
..... -görünenler hariç- ......
Bu istisna cümlesi ile ilgili olarak bugüne kadar bütün yazılanlar, anlatılanlar ayetin lâfzî manasını ifade etmekten uzak kalmıştır. Çünkü bu ayetin meal ve tefsirlerini (!) yazanlar, rivayetler ve hikâyeler arasında ayetin lâfzî manası ile birlikte kaybolup gitmişler, sonuçta da hiç kimseyi ikna ve tatmin edememişlerdir.
Meselâ, Abdullah ibn Abbas, bu ifade ile yüz ve iki avuç ile yüzüğün kastedildiğini söylemiştir. Çünkü dayandığı rivayette peygamberimizin öyle söylediği yazmaktadır:
“Hz. Ebu Bekr’in kızı Esma (Peygamber efendimizin baldızı) Peygamber efendimizin yanına ince bir elbise ile varmış, Peygamber efendimiz yüzünü öteye çevirmiş:
– Ey Esma, kadın ergenliğe erince şundan, şundan başkasını göstermesi doğru değildir, diyerek yüzünü ve avuçlarını göstermiş.”
Yüz ve eller dışında kadın vücudunun her tarafının avret, yasak mıntıka sayılacağına dair yüzlerce farklı rivayet, binlerce farklı görüş vardır. Bu konuda mezhepler de farklı yaklaşımlar sergilemişler, hatta “görünenler hariç” ifadesiyle, kadınların giydiği elbisenin renginin, deseninin murat edildiği görüşünü ileri sürüp, kadının gözleri dahil tüm bedenini dışarı çıkarttırmayanlar bile olmuştur. Ama bu görüşlerin hiçbirisi kaynağını Kur’an’dan almamaktadır. Bu görüşlerin sahipleri, Kur’an’ın açıkça bildirimde bulunduğu bir konuda, Kur’an anlaşılmıyormuş gibi Allah’ın maksadını açıklamaya çalışmak görüntüsü altında, aslında Kur’an’ı Arapların cahiliye kültürüne kurban etmeye uğraşmaktadırlar. Halbuki ayetin anlaşılmaz bir ifadesi yoktur, ne kastettiği açıktır.
Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu ziynettir. Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu ziynet kadının kendisi için de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat, Rabbimizin bizlere sunduğu hayat ev dışına, dünyaya çıkmayı ve sürekli çalışmayı gerektirmektedir. Yani herkes toplum içinde bir yer edinmelidir. İnsan; ayaklarıyla yürüyecek; elleriyle çeşitli işler yapacak, yazacak; gözleriyle görecek, okuyacak; dudaklarıyla konuşacak, gülecektir ki, toplum içinde yer alabilsin, tanınsın. Yani insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette; açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların ziynet olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, yanaklarındaki gamzelere binlerce, şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte açıkta olan ziynetler bunlardır; eller, ayaklar ve yüz. Tabiî ki yüzde olan kaşlar, gözler, dudaklar, yanaklar da. Ama bu ziynetler açıkta olmalıdırlar, olmazlarsa işlev göremezler. Ayrıca, bu uzuvlar, yani yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişilerin kimliklerinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden ayırt edilirler ve bu tefrik, yani kimin kim olduğunun bilinmesi sosyal hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir. Yüzü örtülü bir hırsız, bir cani, bir zâni tespit edilemez ve böyle bir duruma da toplum yaşamında hiçbir işlem için izin verilemez. Dolayısıyla bu organlar ziynet olmalarına rağmen açıkta tutulmalıdır. Bir kadının göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı açıkta olmazsa, onun toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüz ile normal işleve engel olmayacak şekilde ellerin ve ayakların açıkta bulunmaması, kişinin çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz yönde etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mümin kadınlar tarafından açığa vurulmamalı, böylece erkekler için tahriklere ve kendileri için de tacizlere yol açılmamalıdır.
Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre asr-ı saadet denilen dönemde peygamberimizin eşlerine yolda rastlayanlar, onlarla kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek konuşmuşlardır. Onların yüzleri kapalı olup da elbiselerinin önünde ve arkasında, bugünkü araç plâkaları gibi, tanıtıcı yazılar olmadığına göre, müminlerin anneleri olan peygamberimizin eşleri de yüzlerinden tanınmıştır.
Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumun iffetini sağlamak sadece kadınların görevi değildir. 30. ayette kendilerine “bakışlarının bir kısmını kıssınlar” diye emir verilmiş olan erkekler de toplumda iffetin sağlanmasına mecburen katılacaklardır. Onlara düşen görev, kadınların örtmek zorunda olmadıkları ziynetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını kısarak” bakmaktır. Böylece toplumun iffeti her iki cins tarafından ortaklaşa gerçekleştirilecektir.
Önemli not: Ayette kadınlara, görünenler hariç ziynetlerini örtüyle örtmeleri söylenmemiş, açığa vurmamaları söylenmiştir. Yani kastedilen cildin görünmemesi, üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, ziynetlerin belli edilmemesidir. Gerçekten de çok dar kıyafetlerle belin inceliğinin, kalçanın ve kasıkların yapısının, göğüslerin büyüklüğünün, başkaları tarafından, çıplak olunmasından farksız biçimde anlaşılması, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri böyle durumları kapsamaktadır. Allah’ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunacak, dişilik dışa vurulmayacaktır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu yalancı bir görünüştür. Çünkü tesettür adı altında giyilen model model elbiseler, kadınların ziynetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır. Tesettür artık bir kazanç sektörü hâline gelmiştir ve modaya kurban gitmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, kadını örtmekte ama aslında daha çekici hâle getirmekte, yani yeni bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.
Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.
Ayetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, “humur” sözcüğünün anlamının iyi bilinmesine bağlıdır.
“Humur” sözcüğü, “örtmek” anlamındaki “hamr” kökünden türetilmiş ve “örtü” demek olan “himar” sözcüğünün çoğuludur. Lisan-ül Arab, el-Mu’cem ül-Vasıf, el- Müncid, Tac ül-Arus gibi temel kaynak niteliğindeki lügatlerde “himar”ın özel olarak başörtüsü anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da “mikna’” ve “nasıyf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte ise kadının başörtüsünün adı olan “himar” sözcüğünün, Kur’an’ın indiği dönemde de bu örfî anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tespit edilememektedir.
“Ceyb”, yaka, gömleğin göğüs yırtmacıdır. “Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar.” cümlesinde, “himar” sözcüğü genel anlamı olan “örtü” olarak değerlendirilirse, ayette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani ayette başın değil, göğsün örtülmesi emredilmiş olur.
Ama “himar” sözcüğü özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve Kur’an’da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, ayette kadınlara, başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu takdirde “himar”, saçları kapatan başörtüsü olmaktadır. Kur’an’ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları bir gerçek olduğuna göre sözcüğün Kur’an’da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.
“Himar” sözcüğü üzerinde bugüne kadar bir çok yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur olmaz bir çok görüş ortaya çıkmıştır. Ama maalesef sağlam bir ortak görüş belirlenememiştir. Bu durum, kesinlikle, toplumda yerleşmiş olan hataları, yanlışları açıklama ve düzeltme çabası ve cesareti gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.
Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatir bilgilerle sabit olduğuna göre bizim görüşümüz; göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtüleri göğüslerinin üzerine indirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği yolundadır. Dikkat edilirse Kur’an’da açıkça “başlarını örtsünler” şeklinde bir ifade bulunmamakta, “başörtülerini salsınlar” ifadesi yer almaktadır. Bu durumda ayetten, mantıken, başların örtülü olarak kabul edildiği ve var olan bu fiilî durumun problem teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve ayette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması suretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda sutyen tipi iç çamaşırlarının henüz keşfedilmediği gerçeği göz önüne alındığında, Arap kadınlarının göğüslerinin görülebilmekte olduğu ama onların bunu umursamadıkları anlaşılmaktadır. İşte başörtüsünün göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir. Eğer başlardaki örtü Rabbimizin tasvip etmediği bir şey olsaydı, baştaki örtüden hiç bahsedilmeden sadece göğüslerin kapatılması üzerinde durulur ve “yırtmaçsız elbise giysinler” veya “yırtmaçlarını diksinler” türünden emirler verilirdi. Bu durum da göstermektedir ki, Yüce Allah toplumun başörtüsü geleneğine müdahale etmemiştir.
Sonuç olarak ayetin bu kısmında başların örtüleceğine dair bir anlam yoktur. Başların örtülmesi; ziynetleştirilmiş saçların saklanması, yukarıda açıkladığımız gibi, ayetin “ziynetlerini açığa vurmasınlar…” bölümünden anlaşılmaktadır.
Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler:
Kocaları,
yahut babaları,
yahut kocalarının babaları,
oğulları, yahut kocalarının oğulları,
yahut kardeşleri,
yahut kardeşlerinin oğulları,
Burada sayılan kişilerin ayrıca açıklanmasına gerek yoktur, herkes tarafından anlaşılmaktadır.
yahut kadınlar,
Buradaki “nisâihinne” sözcüğü Ahzab suresinin 55. ayetinde de geçmekte olup, “o kadınların kadınları” demektir. Ancak bu sözcüğün sonundaki “hinne” cem’i müennes zamiri, ayetin icaz ve edebî yapısından, armonik özellik sebebiyle burada yer almıştır. Yani bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması Üslûp birliği ve galip ihtimale göredir (ilm-i meânî). Dolayısıyla sözcük anlamlandırılırken bu zamir ihmal edilmeli, “nisâihinne” ifadesi “o kadınların kadınları” olarak değil, “kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bu hususu dikkate almayan bir çok tefsir (!) ve fıkıh bilgini, kadınların kadınlarının kimler olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.
Ayetteki ifade ile tüm kadınlar, kadın cinsi kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar (Müslim veya gayrimüslim) birbirlerinin mahremidirler yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla kadının, kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, ziynetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnaları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık, bir sapıklık olduğu için, hiç kale alınmamış, ihmal edilmiştir.
yahut ellerinin altında bulunanlar,
Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hak sahibi oldukları köleleri ifade etmektedir. Bazıları burada sadece kadın kölelerin, yani cariyelerin murat edildiğini söylemişlerse de ayetteki ifade geneldir ve kadın-erkek tüm köleleri kapsar. Gerçekten de köleler, üzerlerinde hak sahibi olan kişilerle sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan gizlenmek ve bir şeyleri gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike (kölenin bayan sahibi) kölelerinin mahremi durumundadır.
yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,
Bunlar, yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.
yahut kadınların avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.
“Avret” sözcüğü, kavram olarak “ziynet” sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bu yanlış sonucunda da “kadının her tarafı avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara “avrat” denmektedir. Bu yanlış ve ilkel anlayış Kur’an’ın ruhuna da aykırı olup, ne yazık ki çok uzun yıllardan bugüne kadar gelmiştir. Dikkat edilecek olursa Kur’an’da “kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, “kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.
“Avret” sözcüğü, “ar” sözcüğünden türemiş olup, sözlük anlamı; “yarık, yırtık, açık, korumasız” demektir. Sözcüğün çoğulu da “avrât” diye söylenir. Bu sözcüğün Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer ayetlere de bakmak gerekir:
Ahzab; 13: &nb sp; Hani onlardan bir grup şöyle demişti: “Ey Yesrib halkı, duracak yeriniz yok, hemen geri dönün.” İçlerinden bir grup da şöyle diyerek Peygamber’den izin istiyordu: “İnan olsun, evlerimiz avret (açık, korumasız)”. Oysaki evleri avret (açık, korumasız) değildi; sadece kaçmak istiyorlardı.
Nur; 58: &nb sp; &nb sp; Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız sizden üç durumda izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, yatsı namazından sonra. Bunlar sizin için üç avrettir (açık ve korumasız, üç zamandır). Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Alim’dir, Hakim’dir.
Görüldüğü gibi “avret” sözcüğü Ahzab suresinin 13. ayetinde iki kez geçmektedir ve her ikisinde de “açık, korumasız” anlamındadır. Nur suresinin 58. ayetinde ise çoğul hâliyle “avrât” olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için kullanılmış ve sabah namazı öncesi, öğle vakti gaylûle denilen uyku zamanı ve yatsı namazı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de insanın kendisine ait, kişisel olan bu zamanlar, korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı zamanlardır.
Yukarıdaki ayetlerden “avret” sözcüğünün, “muhkem olmayan, sağlam olmayan, kendini koruyamayan” anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten sonra konumuz olan Nur suresindeki “avrâtünnisa/ kadınların avretleri” tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür. “Avrâtünnisa” tamlamasındaki “avret” sözcüğü de yine aynı anlamda olup, kadınların korunmasız, karşı koyamayan, savunma yapamayan yerleri için kullanılmıştır. Kadınların bu nitelikli organları, yani pasif organları ise, cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar el gibi, ayak gibi, göz gibi kendisini dış etkilere karşı koruyamaz, savunma yapamaz, haricî etkilere tepki veremez;
Kaynakça:İşte Kur'an (Hakkı Yılmaz)
|