Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Filistin Konusunun Irkçılık ya da Din Eksenli değerlendirme yanlışlığına karşı Marksist bir kanattan alıntı yapıyorum. Yazı içeriğinde çok doğrular olduğuna inanıyorum.
Gönül isterki, insanlığın binlerce yıldır çözemediği bir meseleyi, bugün umut içeren cümlelerle kaleme almak mümkün olsaydı...
Filistinli, Lübnanlı kardeşlerimize uygulanan zulmü seyreden insanlığın, yüzlerce yıllık medeniyet birikimi, şimdi sadece bir çöplük manzaresı sergiliyor...
Tarihte muhasara edilmiş, yıkılmış bir şehri düşürdükten sonra, kendi muzaffer ordusunun top çeken öküzlerini, şehrin meydanında kesip, tas kebabı yaparak, şehrin dul ve yetimlerine "kul aşı" (gulaş) adı altında dağıatan gelenekten sonra, insanlığın bugün geldiği nokta burasımı olmalıydı?
Meseleyi kavramak için için kendimiz bir yorum yapmıyor ve doğrudan Karl Marks'a başvuruyoruz:
"Bu seyrek bir olgu değildir. Yahudi kendisini sadece paragücüne ayarlı yahudi tarzında değil, bilakis olsun olmasın, paranın bir dünya gücü ve pratik ruhu olduğunda özgürleştirir. Yahudiler, hristiyanların yahudileştikleri kadar özgürleşirler"
Kapitalizm koşullarında, bütün dünyanın para denilen fetişin gücüne tabi kılındığı bir zaman diliminde, İsrailin parası olsun olmasın o bir güçtür.
Çünkü Marks'ın ifade ettiği kadarıyla hristiyan halkların ruhu, kapitalizm sayesinde yahudileşmiştir..
"Hristiyan ruhani egoizmi son uygulamasında zorunlu olarak Yahudi maddi egoizmiyle örtüşür, manevi gereksinim, maddiyata; öznellik, öznel kullanıma. Yahudilerin direncini dinleriyle değil, daha çok dinlerin beşeri temeliyle, pratik gereksinimleriyle, egoizmle açıklıyoruz"
Sonradan Protestanlığa geçen Yahudi bir ailenin çocuğu olan Karl Marks, Kapitalist Hristiyan Batı'nın bugün için İsraile destek verdiğini anlamamıza yardım ediyor.
Marks a göre "Yahudi meselesi"nin çözümü, kapitalizmin çözülmesine tabidir."
Yeryüzünde kapitalizm ortadan kalktığı zaman , Yahudilerin sorunlarıda, Yahudi olmayanların sorunlarıyla birlikte ortadan kalkacaktır.İşte bu yüzden Filistin ve İsrail meselesinin çözümü küresel kapitalizmin çöküşüne tabidir.
Marks ın tahlilinden yola çıkarsak bugün orada öldürülenler sadece kadınlar ve çocuklar değil, insanlığın anti-kapitalist ruhudur.
Çünkü Marks dan anladığımız kadarıyla onun sözünü ettiği yahudilik, biyolojik bir ırk veya kavim değil, mevcudiyet koşulunu para ve değişim kültürü üzerine temellendiren bir ruhtur..
"Çünkü yahudi meselesinin ırkçılık persfektifine indirgenmesi ve öyle işlem görmesi, dünyanın her yerinde egemen oligarşilerin talebidir.."
Siyonist İsrail Genelkurmay Başkanı General Dan Halutz’un istifası, zamanlama ve sonuçlar açısından oldukça önemli. Zira istifa, son Lübnan savaşındaki yenilginin ilk resmi İsrail itirafı ve birkaç ay süren İsrail abartılarının sonudur.
Bu süre zarfında bütün medya organlarında İsrail ordusunun bu savaşı kazandığı mesajı verilmişti. Halutz, Lübnan’daki İsrail savaşının ilk kurbanı olarak tarihe geçti.
Tıpkı Savunma Bakanı Moşe Dayan ve onun genel kurmay başkanının 1973 Ramazan ayı savaşı kurbanlarından olması gibi. O savaşta Mısır ve Suriye güçleri İsrail ordusunu şaşkına çevirmişti.
SIRA AMİR PERETZ'DE
Halutz’un bu yenilginin faturasını ödeyen tek isim olmayacağı kesin. Başbakan Ehud Olmert’le birlikte savaş kararı alımının en büyük sorumlusu ve esaslı ortağı olarak Savunma Bakanı Amir Peretz’in de Halutz’a katılması uzak ihtimal değil.
İbrani devleti, varlığının en belirgin dinamiğini beklenmedik bir süratle bitirmeye başladı. Bu dinamik, güçlü ordunun kurduğu ve zayıf komşularına ve entrikacı Arap yönetimlerine karşı başarılı savaşlara giren generallerin muhafaza ettiği devlettir.
İSRAİLLİLER ORDULARINA GÜVENMİYOR
Bu devletin vatandaşları ordularına güvenlerini kaybettiler ve son Lübnan savaşından beri korku hali içinde yaşar oldular. İçlerinden çoğu kendilerini kurtarmak ve çocuklarına sakin-saygın bir hayat temin etmek için ülkeyi terk etmeyi düşünmeye başladı. Bıraktıkları uyruklarını tekrar almak veya giriş ve göçmen vizesi almak için yabancı elçilikler önündeki uzun kuyruklar bu durumu açıklıyor.
YOLSUZLUK, DEVLETİ KEMİRİYOR
İbrani gazeteleri, yolsuzluğun kök salması, devletin kemiklerini, güvenlik ve siyasî kurumlarını kemiren hastalığa dönüşmesi etraflı makale ve soruşturmalarla dolup taşıyor. Polisin, tecavüz ve cinsel taciz suçlamalarıyla karşılaşan Cumhurbaşkanı Moşe Katsav gibi ileri gelen devlet adamlarını soruşturmaya alması bu olguyu ve kök salma boyutunu teyit ediyor. Başbakan Ehud Olmert hakkında ise gazeteler, banka ödenekleriyle ilgili mali konulara bulaştığını yazıyor. Son olarak Halutz hakkında İsrail’in Lübnan savaşı öncesi mali senetler ve hisse senetleri satın alımına katıldığı suçlamalarıyla soruşturma açıldı.
DİRENİŞ, İSRAİL’İ SARSTI
Hizbullah liderliğindeki Lübnan direnişinin yükselmesi, İbrani devletini sarsan ve askerî liderlerinin başını deviren bütün bu sarsıntıların soruşturulmasında büyük rol oynayarak katkıda bulundu. Çünkü bu yönetim psikolojik olarak ehil veya savaşlara hazır olmayan Arap düzenli ordularına alıştı. Arap ordu subaylarının ve askerlerinin İsrail ordusuyla askerî çatışmada ilk düşündükleri kaçmaktı.
İsrail askerî yönetimi, savaşı önceki dönemlerde sınırları dışına taşımayı alışkanlık haline getirmişti. Şöyle ki; İsrail vatandaşı bu savaşı hissetmiyordu bile. Fakat Lübnan savaşı bütün dengeleri alt üst etti ve Hayfa kentine ulaşacak kadar İsrail derinliklerine 4 bin füze göndererek yeni bir tarih yazdı. Bu durum, Celil’deki bütün yerleşimcilerin toplu olarak güneydeki güvenli bölgelere kaymasına yol açtı.
Halutz, İsrail askerî kurumundaki gevşekliğinin ve bütün Arap ve İslâm ümmetini beklenmedik bir yeterlilikle savunmaya kadir Arap-İslâm güçlerinin var olmasının faturasını ödedi.
(Londra’da yayımlanan el-Kuds el-Arabi gazetesi, 18 Ocak 2007) Arapça’dan çeviri: Halil Çelik, Vakit
ORTADOĞU NERESİ?
SÜBJEKTİF BİR KAVRAMIN ANLAM ÇERÇEVESİ VE TARİHİ
Doç. Dr. Davut DURSUN
Sakarya Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü
Başlığında
''Ortadoğu'' kavramı bulunan çalışmalara bakıldığında ilk fark edilecek
husus, bu kavramın kapsamının birbirinden farklı olduğu ve her bir
çalışmaya göre genişleyip daralmış olmasıdır. Bunun içindir ki Ortadoğu ile
ilgili bütün çalışmalar öncelikle bu kavramın içeriğinin belirlenmesi ve
kapsamına nerelerin alındığının gösterilmesiyle başlamaktadır. Her bir
yazar ''Ortadoğu'' kavramının kapsamını, genişletip daraltabilmekte;
içeriğini biraz da kendi keyfince ve amaçlarına göre belirlemektedir.
İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra bilimsel çalışmalarda ve uluslararası siyasette
giderek kullanımı yaygınlaşan ''Ortadoğu'' (Middle East; Moyen Orient;
eş-Şarku'l-Evsat) kavramını ilk defa 1902 yılında Amerikan deniz tarihçisi
ve stratejisti Alfred Thayer Mahan, National
Review'de yayınlanan Basra Körfezi'nin önemini ele aldığı ''The
Persian Gulf and International Relations'' başlıklı yazısında Arabistan ile
Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmıştır. (1) Yüzyılın
başlarında Basra Körfezi'nin stratejik önemi ve bu bölgede Alman
İmparatorluğu, İngiltere ve Rusya'nın nüfuz mücadelelerini anlatmaya
çalışan A. T. Mahan, jeostratejik bir konsept dahilinde kullandığı
''Ortadoğu'' (Middle East) kavramı ile, Süveyş'ten Singapur'a kadar uzanan
deniz yolunun bir bölümünü koruyan ve kesin şekilde sınırlarını
belirtmediği bir bölgeyi anlatmaktaydı. (2) Mahan'ın
ardından İngiliz gazetesi The Times
'in dış politika editörü Valentine Chirol, Tahran muhabiri imzasıyla Basra
Körfezi'nin stratejik önemini, Almanya'nın inşa etmeye çalıştığı Bağdat
demiryolunun Basra'ya kadar uzatılmasının İngiltere'nin bölgede ve
Asya'daki çıkarlarına vereceği zararları anlattığı birkaç yazısına
''Ortadoğu'nun Problemleri'' başlığını koyarak kavramı Basra Körfezi
bölgesini anlatmak için kullanmış ve kavramın benimsenmesine katkıda
bulunmuştur.
Mahan
ve Chirol'un İngiliz diline kazandırdıkları ''Ortadoğu'' kavramı asrın
başlarında sözlüklere girerken kitap adlarında da görülmeye başlanmıştır.
Angus Hamilton 1909 yılında Londra'da yayınladığı Problems of the Middle East
adındaki kitabı ile kavramı bilim dünyasına taşıyarak Basra Körfezi
bölgesinin İngiltere'nin uluslararası menfaatleri ve sömürgeci devletler
arasındaki rekabet çerçevesindeki önemini anlatmaktaydı. Aynı yıllarda
Hindistan'da Kral naibi olan Lord Curzon, ilk defa 1911'de Hindistan'a
yakın yerleri ifade etmek için resmi konuşma ve belgelerde ''Ortadoğu''
kavramını kullanarak ona yarı resmi bir nitelik kazandırmıştır. (3)
Temelde
''Ortadoğu'' kavramının, ''Şark'' (Doğu) ve ''Yakındoğu'' (Near East)
kavramları gibi Batı merkezli ve sübjektif bir kavramlaştırmanın ürünü
olarak ortaya çıktığı ve kullanım sahasına girdiği söylenebilir. Bu
kavramlaştırmayı yönlendiren ana bakış, Avrupa'yı dünyanın merkezi olarak
kabul eden ve dünyanın diğer bölgeleri bu merkeze olan uzaklıklarına göre
''yakın'', ''orta'' ve ''uzak'' şeklinde kategorize eden bakıştır. Aslında
dünyanın ''Avrupa merkezli'' olarak kategorize edilmesi geleneği yeni bir
uygulama değildir ve böyle bir refleks tarihin derinliklerinde de karşımıza
çıkabilmektedir. Avrupa kültürünün şekillenmesinde önemli bir role sahip
olan Eski Yunanlılar dünyayı ''medeni güney'' ve ''barbar kuzey'' şeklinde
ikiye ayırıyorlardı. Bu ikili ayırım Romalılarda ''Doğu'' ve ''Batı''
şeklini almıştır. Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu'nun iki merkezi vardı.
İmparatorluğun batıdaki merkezi Roma, doğudaki merkezi de Constantinopolis
idi. İmparatorluğun doğu kısmına ''Bizans İmparatorluğu'' adı daha sonra
verilmiş bir ad olup önceleri Doğu Roma İmparatorluğu şeklinde anılıyordu.
Bu durumda İstanbul ''Doğu'' dünyasının merkezi oluyordu.
XV.
yüzyılda Avrupa'nın Avrupa dışı dünyayı keşfetmesiyle başlayan Keşifler
Çağında Çin, Japonya ve Malezya ''Uzak Doğu'' olarak adlandırılmıştır. Söz
konusu çağda özellikle Portekizlilerin ''Doğu''ya gidecek bir yol bulma
çabaları sırasında ilişkiler geliştirilen ''Uzak Doğu'' ile Avrupa'dan uzak
olan Akdeniz sahilleri arasındaki bölge ''Yakın Doğu'' (Near East) kavramı
ile karşılanmıştır. Böylece ''Yakın Doğu'', Batı'da, konuşma dilinde ''Uzak
Doğu'' ile Avrupa arasındaki bölgeyi ve genel olarak da 1453'ten bu yana
Osmanlı Devleti tarafından yönetilen yerleri ifade etmek için
kullanılmaktaydı. (4) Güneşin
doğduğu yer ve ''Yakın Doğu''nun ifade ettiği bölgeyi anlatacak şekilde
''Levant'' kavramı da kullanılmakla birlikte bu kavram daha çok Doğu
Akdeniz kıyıları için tercih edilmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında ise
''Yakın Doğu'' kavramının kullanımının iyice arttığı gözlenmektedir.
Batı
dünyasında ''Doğu''; (Şark; Orient) veya ''Yakın Doğu'' olarak ifade
edilmiş olan Osmanlı Devleti için tercih edilen bu kavramlaştırma, elbette
ki sadece bir coğrafî ifadelendirme değil aynı zamanda kültürel ve dini
motiflerle beslenen ve farklı olan ''öteki''ni ifade eden bir
kavramlaştırma idi.
Aslında
insanların kendi bulundukları yeri merkez alarak dünyanın diğer yerlerini
merkez olarak aldıkları yere göre konumlandırıp adlandırmaları sadece
Avrupalılara özgü bir uygulama değildir. Mesela Osmanlılar Batı dünyası
için coğrafi adlandırmadan çok etnik vurguyu öne alan ''Frengistan''
kavramını kullanırken İslam coğrafyacıları batıdaki bölgeler için
''el-Mağrib'', doğu için ise ''el-Maşrık'' isimlendirmesini tercih
etmişlerdir. (5)
Avrupalı
emperyalist güçlerin Osmanlı toprakları üzerindeki mücadele ve emellerini
anlatmak için kullanılan ''Şark Meselesi'' etrafındaki gelişmelerin yanı
sıra 1894-1895 Çin-Japon savaşı da ''Yakın Doğu'' ve ''Uzak Doğu''
kavramlarının yaygınlıkla kullanılmasına hizmet etmiştir. Bir İngiliz
arkeologu ve seyyahı olan D. G. Hogarth'ın 1902 yılında ''The Nearer East''
adında bir kitap yayınlaması, bu kavrama açıklık kazandırmış ve yeni bir
sınır çizmiştir. Ona göre ''Yakın Doğu'' kavramı, Arnavutluk, Karadağ,
Güney Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Mısır, İran'ın üçte ikisi ve
Osmanlı Devleti'nin Asya'daki bütün bölgeleri ile Hint Okyanusu ve Hazar
Denizi arasında uzanan dağlık ve çöllük bölgeyi kapsamına almaktaydı. (6)
Bu
durumda Avrupa'nın ta Romalılardan beri ''Doğu'' kavramı ile ifade edilen
dünya üç ayrı bölgeye ayrılmış bulunuyordu: ''Yakındoğu'' (Near East),
''Ortadoğu'' (Middle East) ve ''Uzakdoğu'' (Far East). Yakındoğu, daha çok
Balkanlar ve Osmanlı Devletini, Ortadoğu Hindistan'a yakın Basra Körfezini
ve Uzakdoğu da Çin ve Japonya'yı ifade ediyordu.
Birinci
Dünya Savaşı'ndan önce ve savaş sırasında Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki
topraklarını kaybetmesi, Arap Yarımadası'nın belli bölgelerinde İngiliz ve
Fransız manda yönetimlerinin kurulması Ortadoğu
kavramının sınırlarını Yakındoğu
kavramının aleyhine geliştirerek yeni bir kapsama kavuşturmuş oldu.
Balkanlar Osmanlı Devleti'nin ve Avrupa için ''öteki'' olan ''Doğu''nun
kapsamından çıkınca ''Yakındoğu'' eski anlamını ve kullanımdaki önemini
kaybetmiş oldu. Zira artık Balkanlar, eskisi gibi ''öteki''nin sınırları
dahilinde değildi ve Avrupa'nın bir parçası olmasa da ''Doğu''nun
kapsamında bir yer değildi. ''Yakındoğu''nun kapsamındaki bölgelerin bir
kısmı Avrupa ve Balkanlara dahil olurken bir kısmı da ''Ortadoğu'' kavramı
kapsamına dahil olmuş oluyordu.
Birinci
Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu kavramı resmiyet kazanmıştır. İngiltere
hükümetinde Sömürgeler Bakanlığı bünyesinde ''Middle Eastern Department''
adıyla bir idari teşkilatın oluşturulmasıyla söz konusu resmiyet
gerçekleşmiş oldu. Nitekim Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nden
koparıldıktan sonra İngiliz manda yönetimine verilen ve Milletler Cemiyeti
tarafından da onaylanan Filistin, Mavera-i Ürdün ve Irak yönetimleri bu
teşkilata bağlanmıştır. Bu arada İngiltere'deki Coğrafi Adlar Daimi Komisyonu (Permenant Commission on
Geographical Names) adlı kuruluş, ''Yakındoğu''yu sadece Balkanları ifade
edecek şekilde yeniden tanımlarken ''Ortadoğu'' kavramını da Türkiye,
Mısır, Arap Yarımadası, Körfez bölgesi, İran ve Irak'ı kapsamına alacak
şekilde sınırlarını belirlemiştir. Böylece 20. yüzyılın başlarında İstanbul
Boğazı'ndan Hindistan'ın doğu kıyılarına kadar uzanan bölge ''Ortadoğu''
olarak isimlendirilmiş oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Kahire merkezli
Middle East Air Command adıyla bir birim oluşturulmuş ve İngiltere'nin
bölgedeki mandaları olan Filistin, Mavera-i Ürdün ve Irak'ın yanı sıra Aden
ve Malta da buranın kontrolüne verilmiştir. Daha sonra İran ve Eritre de bu
komutanlığın kontrol alanına dahil edilmiştir. (7)
İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu kavramının kullanımı, özellikle
Anglo-Sakson etkisindeki yerlerde hem sivil ve akademik çevrelerde, hem de
resmi alanlarda yaygınlaşırken Yakındoğu'nun kullanımı giderek
gerilemiştir.
Ortadoğu
kavramının kapsamının belirsizliği ve kullananların kapsamı istedikleri
gibi geniş veya dar tutmalarına imkan vermesi bu kavramın kullanımını
zorlaştırmaktadır. Bu nedenle kavramın belirsizliğini ortadan kaldırmak
için bu kavramla birlikte oluşturulan farklı terkiplerin tercih edildiği
dikkat çekmektedir. Bunlardan ''Kuzey Afrika ve Ortadoğu'' (North Africa
and Middle East) kavramı en çok kullanılanıdır. Merkezi Londra'da bulunan Europa Publications Limited'in
yayınladığı yıllıklardan birinin adı The
Middle East and North Africa'dır. Bu yıllıkta Atlas Okyanusundan
Pakistan'a kadar uzanan coğrafi bölgedeki ülkelere yer verilmektedir. Bunun
yanında bazı yayınlarda ve kuruluşlarda ''Near and Middle East'' şeklinde
bir kullanıma rastlamak mümkündür. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki
National Geographic Society bölge ülkelerini kapsayan haritaya ''Yakın Doğu
ülkeleri'' adını vermektedir. (8)
''Ortadoğu'' kavramı artık tüm dünyada tercih edilen bir kavramlaştırma
olmakla beraber özellikle Asya'da ve uluslararası kuruluşlarda ''Güneybatı
Asya'' (Southwest Asia) teriminin tercih edildiğini de ifade etmemiz
gerekir.
Batıdaki
üniversitelerin pek çoğunda Middle
East Center veya Near
East Center adında araştırma merkezleri bulunmaktadır. Bölgesel
inceleme ve araştırmaların artış gösterdiği II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu
merkezlerde bölge ülkeleriyle ilgili sosyal, siyasal, ekonomik, tarihi,
kültürel, stratejik, coğrafi ve diğer yönleriyle ilgili incelemeler
yapılmaktadır. Söz konusu bu merkezlerin inceleme kapsamına aldıkları
ülkeler, aynen kavram gibi bir kesinlik göstermemekte olup birbirinden
farklı olabilmektedir. Mesela bazıları Sudan, Libya, Cibuti ve Afganistan'ı
Ortadoğu kavramı içerisinde gösterirken bazıları bu ülkeleri kavramın
kapsamı dışında tutabilmektedirler.
''Ortadoğu''
kavramının sivil ve siyasi alanlardaki yaygın kullanımına rağmen
uluslararası kuruluşlarda ve resmi yayın ve çalışmalarda, belirsizliği
nedeniyle fazla tercih edilmediği gözlenmektedir. Mesela Birleşmiş
Milletler Organizasyonu içinde bu kavram pek tercih edilmemektedir. Bu
bölgeye yönelik kuruluşlardan biri United Nationals Relief and Agency for
Palestine Refugees in the Near East (UNRWA)'dır ve burada ''Ortadoğu''
(Middle East) değil ''Yakındoğu'' (Near East) kavramı kullanılmıştır.
Lübnan, Suriye, Ürdün, Batı Şeria ve Gazze'de yaşayan Filistin göçmenlerine
sağlık, eğitim ve sosyal alanlarda yardım sağlamak amacıyla kurulmuş olan bu
teşkilat 1950 yılından beri hizmet vermektedir.
Birleşmiş
Milletler'in bu bölgeye yönelik ikinci kuruluşu Economic and Social
Commission for Western Asia-ESCWA (Batı Asya Ekonomik ve Sosyal
Komisyonu)'dır. 1974 yılında Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal
Konseyi'nin bölge ülkeleri arasında ilişkileri en geniş şekilde geliştirmek
amacıyla kurulmuş olan ESCWA'nın Merkezi Beyrut'ta bulunmaktadır.
Komisyonun üyeleri Bahreyn, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Uman,
Filistin, Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ve
Yemen'dir. Dikkat edilirse İsrail bir bölge devleti olduğu halde ESCWA'ya
dahil edilmemiş sadece bölgedeki Arap ülkeleri üye olarak yer almışlardır.
Birleşmiş
Milletlerin ''Ortadoğu'' kavramını değil, nesnel/objektif bir coğrafi
tanımlama olan ''Batı Asya'' kavramını tercih etmesi bu kuruluşların resmi
yayınlarına da yansımıştır. Mesela BM tarafından yayınlanan Demographic
Yearbook'larda dünya devletleri objektif coğrafi bölgeler altında
toplandığı ve bu çerçevede Ortadoğu'daki ülkelerin de Western Asia (Asie Occidentale) adı
altında tasnif edildiği görülmektedir. Bu tür bir kavramlaştırma dünyanın
değişik coğrafi yerlerinde bulunan kişiler için geçerli bir kullanım imkanı
vermektedir. Buna karşılık sübjektif ve Batı merkezli bir kavramlaştırma
olan Ortadoğu veya Yakındoğu kavramları, Avrupa dışındaki kişiler için
objektif bir anlam taşımamaktadır. Bununla birlikte BM'nin değişik
birimleri ve kuruluşları tarafından kullanılan Western Asia'nın yayınlara
yansıyan kapsamı ile ESCWA'dakinin kapsamı aynı olmamaktadır. Sözünü
ettiğimiz nüfus yıllıklarında Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kıbrıs,
Bahreyn, Irak, İran, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Uman, Filistin (Gazze
Şeridi), Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri
ve Yemen Batı Asya (Western Asia) kavramının kapsamında gösterilmektedir. (9) Burada
Kafkaslardaki ülkelerin de Western Asia kavramına dahil edilmiş olması dikkat
çekicidir.
Bir
başka örnek Birleşmiş Milletler'e bağlı bir kuruluş olan UNCTAD'ın
istatistiklerinden verilebilir. Bu kuruluşun Handbook of Statistics 2000
(New York-Geneve 2000) adlı resmi yayınında dünya ülkeleri bölgelere
bölünürken Western Asia (Batı Asya) kavramı kullanılmakta ve bu bölge
kapsamına şu devletler dahil edilmektedir: Bahreyn, Kıbrıs, İran, Irak,
Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Uman, Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye,
Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen.
Dikkat
çekici olan Demographic Yearbook'ta
Western Asia içerisinde gösterilen Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan'ın
bu yayında Orta Asya (Central Asia)'ya dahil edilmiş olmasıdır. (10) Bu
örnekten de anlaşılmaktadır ki sadece ''Ortadoğu'' kavramı için değil, bu
bölge için kullanılan Western Asia kavramının kapsamı için de bir
belirsizlik mevcuttur. Kavramın kapsamı bir yayından diğerine, bir
kuruluştan başkasına göre değişebilmektedir. Bu durumda Western Asia
kavramının Ortadoğu ile bütünüyle örtüştüğü ileri sürülemez. Bundan
dolayıdır ki Batı Asya ile Ortadoğu'nun farklılığı sebebiyle Ortadoğu için ''Güneybatı Asya'' (Southwest Asia)
kavramı kullanılmaktadır. Böylece Batı Asya içerisinde yer alan Ortadoğu
''Güneybatı Asya'' kavramı ile objektif olarak tanımlanmış ve
sınırlandırılmıştır. Mesela Yakındoğu kapsamında yer alan Kıbrıs'ın çoğu
yayınlarda Ortadoğu'nun kapsamına alınmadığı görülmektedir; bunda
Ortadoğu'nun sübjektif ve kültürel kullanımının etkili olduğu açıktır.
Bütün
bu farklı kullanımlar ve kapsamın değişkenliği dikkate alınmak şartıyla
bugün Ortadoğu kavramının dar anlamda Türkiye, İran, Mezopotamya, Arap
Yarımadası, Körfez ülkeleri ve Mısır'ı içine alacak şekilde kullanılmakta
olduğunu söylemek mümkündür. Bu kavramın kapsamının daha da genişletilerek
Libya, Sudan, Eritre, Cibuti ve Afganistan'ı da içerecek şekilde geniş
anlamda kullanıldığı; bazı çalışmalarda ise kapsamın daha da genişletilerek
Atlas Okyanusundan Mısır'a kadar tüm Kuzey Afrika'yı içine alacak
genişlikte kullanılmakta olduğu da görülmektedir. Hatta bazı çalışmalarda
Ortadoğu kavramının kapsamına Kafkasların ve Orta Asya'nın da dahil
edilerek kapsamın iyice genişletildiği de dikkat çekmektedir.
Bu
durumda Ortadoğu için belirsizliğin ve kapsam kargaşasının devam ettiğini
söyleyebiliriz. Kişisel kanaatimiz Ortadoğu kavramının dar anlamda
kullanılmasının yani Türkiye, İran, Mezopotamya, Arap Yarımadası, Körfez
ülkeleri ile Mısır'ı kapsayacak şekilde kullanılmasının daha doğru olacağı
yönündedir. (11) Eğer
daha geniş kapsamda kullanılacaksa bu durumda Kuzey Afrika ve Ortadoğu kavramlaştırmasının tercih
edilmesinin daha doğru olduğunu düşünmekteyiz. Yine Kafkaslar ile Orta
Asya'nın ise her durumda Ortadoğu kavramının kapsam alanı dışında
düşünülmesi gerekmektedir. Zira hem Kafkaslar, hem de Orta Asya
kavramlaştırması yerleşmiş, kabul görmüş ve sınırları belli bölgelerdir.
Bunlar için ayrı bir kavramlaştırma çabasına girmek gereksiz gözükmektedir.
İngilizce
bir terkip olan Middle East'ın
olduğu gibi tercümeleri zaman içerisinde diğer dillere de yerleşmiş ve
benimsenmiştir. Fransızca'da Yakındoğu'nun yerine ''Proche Orient'' kullanılırken Ortadoğu'nun
karşılığında ''Moyen Orient''
kullanılmaktadır. Arapça'da Ortadoğu yerine kullanılan ''eş-Şarku'l-Evsat''
İngilizce'deki Middle East'ın kelime kelime çevirisinden ibarettir.
Türkçe'de de benzer çevirinin yerleştiği gözlenmektedir. Önceleri ''Orta Şark'' kullanılırken
günümüzde ''Ortadoğu''
şeklindeki kullanım benimsenmiştir.
Ortadoğu
kavramının kapsamı hala müphemliğini korumakla birlikte kullanımı hem
ulusal ve uluslararası siyasette, hem bilimsel çalışmalarda, hem de günlük
dilde yerleşmiş bulunmaktadır. Bu ad altında araştırma merkezleri,
üniversiteler, enstitüler, basın kuruluşları, sanayi tesisleri ve pek çok
örgüt tesis edilmiştir.
İSRAİL-FİLİSTİN
BARIŞI VE ULUSLARARASI SİSTEM KURAMSAL SINIRLAR ÜZERİNE BİR DENEME
Gökhan BACIK
Fatih Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Filistin-İsrail
sorunu uluslararası sistemin artık rutin olarak görülen bir parçası haline
gelmiştir. Yaklaşık yarım yüzyılı aşkın bir süredir bölge için muhtemel
olan barış projelerini tartışmaktayız. Aynı süre içinde şüphesiz savaşlar
ve çatışmalar başta olmak üzere her türlü insani dram devam etmiştir.
Üstelik İsrail-Filistin sorunu uluslararası ilişkiler disiplinini öğreten
akademisyenler için önemli bir konudur ve yüzlerce insanın üzerinde
bilimsel çalışmalar yaparak geçimini sağladığı bir konu haline gelmiştir.
Aynı sorun yine zaman içinde kendine ait kahramanlar, aktivistler ve dahası
kendine ait entelektüel ayrımlar ortaya çıkarmıştır. Bugün batıdan doğuya
bir çok ülkede entelektüellerin nasıl ayrıştığı konusunda önemli bir faktör
de Filistin-İsrail sorununa nasıl baktıkları ile ilgilidir. Böylece
Filistin-İsrail sorunu kendine özgü nitelikleri olan bir fenomen halini
almıştır. Hatta denilebilir ki artık bu sorun kendisinden başka bir 'şey'e
dönüşmüştür. Farklı alanlarda bir çok farklı konu ele alınırken
Filistin-İsrail sorununa atıflar yapılmaktadır. Pratik olarak literatürde
Filistin-İsrail sorununun bir tür yazınsal genişlemesinden söz edilebilir (re-contextulization). Artık her
şey bu sorunla ilgilidir.
Bu
denemede (1) Filistin-İsrail sorunu ile
ilgili dört kuramsal nokta ele alınacaktır. Bu dört noktanın ele
alınmasındaki amaç sorunun neden uluslararası sistem içinde bir türlü
çözülemediğinin anlaşılmasına yöneliktir. Böylece sistemik faktörlerin
düzenli olarak sorunun çözümünü nasıl engellediği açıklanmaya
çalışılacaktır. Bir başka ifade ile Filistin-İsrail sorununun yapısı, hatta
çözümsüzlüğü, sorunun bir parça da uluslararası sistem içinde nasıl yer
aldığı ile ilgili olmasıdır. Sistemin üretmiş olduğu sonuçlar doğrudan
Filistin-İsrail sorununu etkilemektedir.
Birinci Nokta: Sistemik Bir
Çözümün Gerekliliği
Öncelikle
Filistin-İsrail sorunu bir sistemik sorundur ve böyle olduğu için sistemik
bir çözüme ihtiyaç duymaktadır. Geçen yüzyılda uluslararası sistemin
geçirdiği çeşitli evreler belirli yapısal sorunları çözümlenmemiş olarak
ortada bırakmıştır. (2) Tarihsel olarak başta
Filistin-İsrail sorunu olmak üzere bir çok sorunun kökeninde, uluslararası
sistemin geçen yüzyılda geçirmiş olduğu merhaleler vardır. Daha vahim olan
sistemin ürettiği sorunlar hem çözülmesi zor olanlardır, hem zaman içinde
sistemin içinde olup bitenlere göre değişen dengeler oluştururlar. Pratik olarak
ifade etmek gerekirse sistemde olup biten her şey, başta Filistin-İsrail
sorunu olmak üzere, bütün sistemik sorunların dengesini ve yapısını
değiştirir. Böylece mantıksal olarak düşünülürse uluslararası sistemde olup
biten her kayda değer olay Filistin-İsrail sorununu etkilemektedir.
Özellikle uluslararası sistem içinde gücün nasıl dağıtıldığı bu noktada
önem kazanmaktadır. Aynı şekilde mesela 11 Eylül saldırılarından sonra,
uluslararası sistemin geçirdiği dönüşümler Filistin-İsrail sorununu doğrudan
etkilemiştir. Nitekim saldırılardan sonra bölgede çok kanlı olaylar
yaşanmıştır. Bir benzetme ile dile getirecek olursak sistemik sorunlar
uluslararası sistemin tektonik yapısındaki fay hatlarına benzerler; sistem
içindeki her salınım bu alanlarda kalıcı iz bırakır.
Aynı
bağlamda bir başka uygun örnek Afganistan olayıdır. Özellikle 11 Eylül'den
sonra Afganistan ''teröre karşı ilan edilen savaşta'' bir cephe halini
almıştır. Afganistan'ın öne çıkması bir tesadüf olmadığı gibi salt Usame
bin Laden faktörü ile de açıklanamaz. Daha bilenen bir çok terörist değişik
ülkelerde yaşamaktadırlar. Bu noktada altı çizilmesi gereken durum
Afganistan'ın sistemik bir sorunu temsil etmesidir. Şimdi Almanya'dan
ABD'ye dünya devletleri ''modern ve demokratik'' bir Afgan devleti yaratmak
için bir araya gelmektedir. Yine bu devletler çok bilinen bazı konuları
gündeme getirmektedir: Afgan kadınının özgürlüğü, Afgan çocuklarının
eğitimi... Ama şurası unutulmamalıdır ki bütün benzer dış politika
söylemlerinin arkasında realpolitik gerçek bir neden olarak bulunmaktadır.
Neredeyse hemen herkes Afganistan'ın uzun yıllar ABD ve SSCB arasındaki
dolaylı savaşta bir cephe olduğunu unutmuş gibi davranmaktadır. Bugün bu
ülkede yaşanan sorunların çoğu aslında doğrudan Afganistan'da gerçekleşen
ABD-SSCB 'dolaylı' savaşının geç sonuçlarıdır. Kuramsal olarak ifade etmek
gerekirse, SSCB ve ABD arasındaki denge bir sistemik sorun olarak
Afganistan sorununu doğurmuştur.
Irak
sorunu da benzer bir başka sistemik çatışmadır. Kısaca özetleyecek olursak
bu sorun uluslararası sistemin Soğuk Savaş'ın son yıllarından bugüne kadar
yaşadığı dönüşümün ürettiği bir sorundur. Özellikle ABD'nin uluslararası
sistem içindeki konumu Irak sorunu bağlamında yeniden tanımlanmıştır. Yine
ABD Irak sorunu bağlamını bir çerçeve kabul ederek Orta Doğu'da hem kendi
açısından, hem bölge ülkeleri açısından yeniden yapılanma süreci
oluşturmuştur. Bugün fakir Irak halkının düşünceleri dikkate alınmaksızın
Batılı ülkelerin liderliğini yaptığı uluslararası camia bu ülke hakkındaki planlarını
uygulamaya çalışmaktadır. Şüphesiz bu Irak halkı için bir çare üretmek
değil, sistemik düzeydeki yansımaların güçlü ülkeler tarafından Irak'ta
denenmesidir. Şunu açıklıkla belirtmek gerekirse uluslararası sistemin
içindeki gücün dağılımı sürekli olarak fiziksel biçimde değişik alanlarda
yansımalar doğurur. Böylece tıpkı Afgan sorununda olduğu gibi Irak
sorununda da çözüm için bütün sistemi ilgilendiren planlar gerekmektedir.
Yukarıdaki
çerçeveyi takip edersek, uluslararası sistemin yirminci yüzyılın sonunda
geçirdiği evrimsel süreç Filistin sorununu doğurdu denebilir. Yine bir
sistemik sorun olarak, Filistin sorunu sistemin doğasından ve evriminden
kaynaklanan bir çok faktörden etkilenmiştir. Mesela İngilizlerin bölgeden
çekilmesi, Soğuk Savaş'ın sona ermesi, Körfez Savaşı, İran-Irak Savaşı ve
nihayetinde 11 Eylül olayları...bütün bunlar Filistin sorununu
etkilemiştir.
Peki bu
tartışmalardan sonra, sistemik bir sorun olmak ne anlama gelmektedir?
Öncelikle, uluslararası sistem içinde gücün nasıl dağıtıldığı ve bu
bağlamda dünya ülkelerinin meydana getirdiği hiyerarşik ilişkiler, birinci
derecede sistemik sorunları anlamak açısından önemlidir. İkinci olarak, her
ne kadar dahili sorunlar etkili olsa da, sistemik sorunlarda dış faktörler
daha belirleyicidir. Üçüncü olarak, sistemik sorunlarla yüz yüze kalan
aktörler/devletler hiç bir şekilde kendilerini dünyada olup biten olayların
etkisinden uzak tutamazlar. Doğal olarak istikrarsızlık ve kırılganlık
sistemik sorunların doğasını oluşturur. Bütün tartışmadan çıkan sonuç
şudur: Başta Filistin-İsrail sorunu olmak üzere bütün sistemik sorunlar
ancak sistemik bir çerçeve ve proje içinde çözülebilir. Kuramsal çerçeveyi
Filistin sorununa indirgersek, bütün İslam/ Arap ülkelerinin güçsüz buna
karşın ABD'nin en üstte olduğu bir güç dağılımı içinde Filistinliler için
adil bir barış sadece bir fantezidir. Uluslararası sistem içindeki
halihazır güç dağılımını düşünürsek Filistinliler için ya ABD baskısına ve
İsrail'in gelişmiş askeri gücüne karşı savaşmak, ya da yine aynı güç
ekseninin oluşturacağı bir barışı kabul etmek durumundan başka seçenek
ortaya çıkmıyor.
Eğer
sistem düzeyindeki sınırları bir kenara bırakırsak, Filistin-İsrail
sorununa bir çare aramak imkansız hale gelecektir. Hatta uluslararası
sistemin içindeki gücün dağılımını yeniden gözden geçirirsek, bir
Filistin-İsrail sorununu 'doğal' olarak bile niteleyebiliriz. Burada
'doğal' kelimesi kasıtlı olarak kullanılmıştır çünkü bugünkü uluslararası
sistemin böyle bölgesel sorunlar oluşturması yapısal bir sonuçtur. Bir
bakıma uluslararası sistem benzer sorunları doğurarak kendini
sürdürmektedir (re-produce).
Wallerstein merkezli bir okuma ile düzenin merkezi ancak çevredeki benzer
krizlerle kendini sürdürebilir. Halihazır uluslararası yapı, kökeni geç
Orta Çağ'a dayanan bir Avrupa sisteminin genişlemiş halidir. Bu yayılma
sürecinde Batılı kurumlar, kavramlar ve değerler Batı-dışı alanlara
taşınmıştır. Yani tarihsel olarak uluslararası sistemin ortaya çıktığı
kabul edilen 17. yüzyıldan beri zaten çevre hep merkeze göre
oluşturulmuştur.
İkinci
Nokta: Tarafların Çokluğu
İkinci
kuramsal sınır, Filistin-İsrail sorununun hiçbir şekilde ikili bir çatışma
olmadığıdır. Sorunun bir çok tarafı bulunmaktadır. Şüphesiz bir sorunun
taraflarının sayısı çözümü meydana getirmek açısından birinci derecede
etkilidir. Ne var ki, Filistin-İsrail sorununda taraf sayısı ender
görülecek kadar yüksektir. Bir kere, bu sorun bütün Müslümanların taraf
olduğu bir durumdur. Yüz milyonlarca Müslüman gerekli bilgi olmaksızın
Filistin tarafını İsrail'e karşı savunmaktadır. Yani bir bakıma insanlar
zihinlerindeki sembolik evrende olayı algılamaktadırlar. Bu denemenin
yazarı Filistin'in sosyalist lideri Yaser Arafat'ın bir Cuma çıkışı
Ankara'da Türkler tarafından nasıl alkışlandığını hatta bir bakıma
kutsandığını görmüştür. Bu çok önemli sosyolojik bir veridir. İnsanlar
gerekli bilgi olmadan olayları istedikleri gibi anlamak istemektedirler.
Bir çokları için Arafat İslami direnişin sembolüdür. Aynı durum başka
isimler için de geçerlidir. Çeçen lider Dudayev, Kıbrıs Türklerinin lideri
Rauf Denktaş...bütün benzer isimler sorgulanmaksızın sembolik bir evren
içinde kutsanmışlardır. Doğal olarak ulusal hükümetler için İsrail ile
masaya oturmak, işbirliği yapmak çok zor bir aşamadır. Bu açıkça kitleler
tarafından bir ihanet olarak görülmektedir. Hatta bazıları Filistin
sorununun, Filistin liderliğine bırakılamayacağını bunun bütün bir Müslüman
topluma ait olduğunu iddia etmektedir. Yani bu bakışa göre bütün
Müslümanlar doğal olarak sorunun tarafıdır ve söz hakkına sahiptir. Böylece
Filistin-İsrail sorunu içinden çıkılması zor bir hale gelmektedir.
Bunun
yanında Araplar doğal olarak sorunun tarafıdır. Arap halkları, hükümetleri
eliyle soruna müdahil olmak istemekte ve bu yönde baskılar üretmektedir.
Hatta Arap devletleri arasında Filistin sorunu nedeni ile zaman zaman
sürtüşmeler ortaya çıkmaktadır. Aslında Filistin sorunu bağlamında bazı
Arap ülkeleri çelişkili bir durumdadırlar. Bir kere Filistin bazı
devletlere göre kendilerinden İngiliz emperyalizmi aracılığı ile çalınmış
bir topraktır. Ürdün, Suriye gibi ülkeler Filistin'in bağımsızlığını tam
olarak benimseyememişlerdir. Bunlar kadar olmasa bile Mısır tarihsel olarak
Filistin sorununu kendi konumunu Araplar arasında bir yerde tutmak için bir
enstrüman olarak kullanmıştır. Çünkü Filistin sorunu Orta Doğu'da kitleleri
yönlendirmek için uygun bir araçtır. Kısaca Arap liderler Filistin sorununu
bahane ederek kitleleri sadece İsrail'e karşı değil, kendi siyasal
konumları lehine de yönlendirmektedirler. Üstelik diğer Arap ülkelerindeki
mülteci Filistinlileri düşünürsek sorunun vahim bir başka yönüne işaret
etmiş oluruz. Ürdün'de vatandaşlık hakkından mahrum olarak kamplarda
yaşayan Filistinlilerin durumu bir insanlık dramıdır. Hatta bu sorun bir
Ürdün-Filistin sorunu meydana getirmiştir ki zaman zaman taraflar arasında
kanlı çatışmalar meydana gelmiştir. Arapların taraf olarak sorunun çözümünü
zorlaştırdığı bir yapı içinde, şimdilerde bir oluşum sürecinde olan
Filistin kimliği eğer demokratik yönde evrim gösterirse çözüm açısından
ümit olabilir. Ancak her şart altında, Filistin-İsrail sorununun
bölgesel-küresel bir çok tarafının olması çözümü zorlaştırmaktadır.
Üçüncü
Nokta: Seküler Aklın Sınırlandırılması
Üçüncü
kuramsal sınır ise Filistin-İsrail sorununun özünü meydana getiren
konuların bazılarının seküler nitelikte olmamalarıdır. (3) Bilindiği gibi diplomasi seküler
bir eylemdir. Modern uluslararası sistem seküler kurum ve kurallara dayalı
olarak kurulmuştur. Böylece her sorunun bir çözümünün (en azından üzerinde
anlaşılabilecek türde) olduğu varsayılır. Modern diplomasi seküler aklın
bir şekilde tarafları uzlaşmaya götürebileceğini kabul eder. Böylece
tarafların yapması gereken barışçı yollarla bir araya gelmektir. Felsefi
olarak modern diplomasinin temelinde insanın egemen olduğu önermesi
yatmaktadır. Böylece insanı sınırlandıran tek şey ulusal çıkarlar olabilir.
Buna göre çıkarın nasıl tanımlandığı bir ülkenin davranışlarını anlamak
için hayati önemdedir. Sonuç olarak diplomasi belirlenmiş, anlaşılabilir
bir süreçtir. Ve bu süreç içinde insan aklı rasyonel sonuçlar üretebilir,
çünkü egemendir. Ne var ki, Filistin-İsrail sorununun özünde insan aklını
sınırlandıran dinsel nitelikli konular bulunmaktadır. Hamas'ın bir basın
açıklaması şöyle demektedir: ''Filistin sorunu bir toprak sorunu değildir,
bir iman sorunudur''. Peki bu durumda özünü bir inancın meydana getirdiği
sorun üzerine kim tartışabilir? Görüldüğü gibi Filistin-İsrail sorununda
seküler aklın sınırlandırıldığı kutsal alanlar bulunmaktadır. Mesela
Müslümanların neden Kudüs'ü terk etmeleri gerektiği yönünde bir rasyonel
açıklama bulunabilir mi? Yine aynı şekilde İsrail halkına ''vadedilmiş
toprakları'' bırakmaları gerektiği yönünde rasyonel bir telkinde
bulunulabilir mi? Belki elitler ve okumuşlar için bu durum bir
gerikalmışlığa işaret ediyor olabilir, ancak kitleler için sorunu çözümsüz
kılan faktörlerden birisi de budur. Birçokları için sorun hatta
tartışılamaz niteliktedir. Filistin-İsrail sorununda her iki taraf için de
seküler diplomasi sınırlandırılmış bir vaziyettedir. Burada insan aklının
Tanrı karşısında egemenliğini yitirmesi söz konusudur. Peki bu bir
çözümsüzlük ise ne olacak? Rasyonel yollar tıkandığı zaman güç belirleyici
faktör olarak kaçınılmaz biçimde ortaya çıkar. İki uzlaşmaz taraf olduğu
sürece -geçmişteki örneklerin gösterdiği gibi- üç ihtimal söz konusu: Bugün
olduğu gibi sürekli bir çatışma, bir tarafın diğer tarafı sindirmesi, veya
diğer tarafa tolerans göstererek bir tarafın kontrolü ele geçirmesi.
Görüldüğü gibi her bir modelde güç belirleyici faktördür.
Dördüncü
Nokta: Eşit Olmayanların Savaşı
Dördünce
kuramsal sınır, Filistin-İsrail sorununun birisi zayıf, birisi güçlü iki
aktör arasında gerçekleştiği gerçeğidir. Şüphesiz ekonomik ve askeri açıdan
İsrail sorunun güçlü tarafıdır. Ancak İsrail'in asıl gücü sistem içindeki
başka noktalardan kaynaklanmaktadır. İsrail, Filistin karşısında dünya
çapında geçerli bir psikolojik üstünlüğe sahiptir. Sorunun bir sistemik
sorun olduğundan tekrar bahsedersek, sorunun sistemde nasıl algılandığı
önemlidir. Özellikle geçmişteki Holocaust dramı, İsrail'e büyük bir
psikolojik avantaj sağlamaktadır. Açıkçası Holocaust bugün İsrail'e bir tür
savunma mekanizması üretmektedir. Neden? Çünkü tarihsel anlamı bir kenara,
Holocaust bugünkü Batılı epistemoloji içinde neredeyse bir tür tarih
felsefesi haline gelmiştir. Doğal olarak batılı zihnin doğuyu, Müslümanı
algılamasında bu olay önemli bir yer tutmaktadır. Holocaust pratik olarak
herhangi bir İsrail karşıtını tipik bir Batılının zihninde ''Ben Hitler
olmak istiyorum'' türünden bir çağrışım ile resmetmektedir. Böyle bir
çerçeve içinde Filistinli direnişçiler fanatik veya terörist olarak
algılanmaktadır. Holocaust'un İsrail için bir tür dokunulmazlık mekanizması
haline gelmesi Filistin tarafının baş edemediği en önemli sorunlardan
birisidir. Böylece tamamen Batı tarihine ait bir trajik tecrübenin
sonuçları ile paradoksal olarak bugün o tarihle hiç ilgisi olmayan
Filistinliler uğraşmaktadır. Daha kötüsü Holocaust travması sürekli olarak
gündemde tutulmaktadır. Batı tarihinin trajik parçası olarak Holocaust aynı
zamanda, ''Yahudi halkına saygıyı'' üzerinde tartışılmaz bir değer haline
getirmiştir. Yahudi dramı ile ilgili sonu gelmez kitaplar, filmler,
konferanslar dikkate alınırsa denilebilir ki Holocaust, Batılı zihin
üzerinde bir tür bilinçaltı refleks üretmiştir. Böylece Filistinliler
sadece somut bir 'düşman' ile savaşmıyor, aynı zamanda Batı medeniyetinin
bilincine ait soyut bir simge ile de savaşmaktadırlar. Burada bir örnek
olarak ABD'li Cumhuriyetçi bir Kongre üyesinin konu ile ilgili bir Kongre
oturumundan hemen önce söylediği sözler pratik olarak aydınlatıcıdır.
Cumhuriyetçi Kongre üyesi Mike Ferguson İsrail'in Batı Şeria'daki askeri
eylemlerini açıkça destekleyerek ve üstelik Arafat'ı terörizmi desteklediği
için kınayarak şöyle demiştir: ''İsrail halkı planlı bir şiddet
karşısındadır. Bu şiddet asker ve sivil ayrımı yapmamaktadır. Barbarlık
hiçbir şekilde tolere edilemez. Hürriyet aşığı bir ülke olarak, bizler
İsrail halkının ihtiyaç duyduğu bu anda onlarla olmalıyız.'' Ferguson'un
kullandığı 'barbarlık' kelimesi açıkça sorunun zihinsel alanda yeniden
nasıl tanımlandığını bütün açıklığı ile göstermektedir. Burada önemli olan
psiko-tarihsel çerçevedir. Ferguson gibilerinin anlamadığı aynı şekilde
planlı olarak Filistinli sivillerin öldürüldüğü, evlerinin yıkıldığıdır. (4)
Sonuç
Bir
sistem kabaca kendini meydana getiren kurum ve prensiplerin toplamıdır.
Böylece her bir sistem içindeki aktörleri sınırlandıran bir tür ekonomi
meydana getirir. Sistem içindeki güçlülerin konumu ve yaptıkları diğer
aktörler için sınırları ve imkanları doğurur. Ne var ki, ne zaman sistem
yapısal değişimler geçirmeye başlarsa sistemin doğasının üretmiş olduğu
bölgesel sorunlar bir tür kısır döngü içine girerler. Artık bu bölgesel
sorunların çözümünde bütün sistemin yeniden yapılanması gerçekleşmedikçe
ümitli olmak imkansız gibidir. Bugün hiç bir anlam üretemeyecek kadar zayıf
Filistinlilerin, sahip oldukları gücün büyük anlamlar ürettiği İsrail
tarafına karşı çaresizliklerinin en açık göstergesi Arafat'ın kendi
konutunda işgal altında yaşamasıdır. Mevcut sistemin gerçeklerinin doğasına
aykırı bir barış girişimi bir tür hayalciliktir. Sonuç olarak sistemik bir
sorun olarak Filistin meselesi bütün değişimlerden payını almaya devam
edecektir. Sistem ve sorun arasındaki birbirini gerektiren türdeki ilişki
ortadan kaldırılmadıkça benzer sorunların çözümü imkansızlaşmaktadır.
Irak’a yeni gidecek ABD askerlerini taşıyan 2 savaş gemisi Marmaris’te demirledi. Katil askerler, Irak öncesinde burada eğleniyorlar…
Amerikan donanmasına ait ve Irak işgaline yeni katılacak askerleri taşıyan ‘USS Bataan’ (LHD 5) ve ‘USS Sullivan’ (DDG) isimli iki askeri gemi Marmaris’te. Toplam 3 bin 300 askerin taşındığı iki gemi 4 gün boyunca Marmaris’te kalacak.
Turizm mevsiminin bitmesinden dolayı çalışmayan esnaf ise, kepenklerini askerler için atmış. Dün akşam saatlerinde gemiden inen askerler soluğu Barlar sokağında aldılar. Bol miktarda alkol tüketen katiller, “çılgınca” dans ederek eğlendi ve alışveriş yaptılar. Barlar sokağında bulunan birçok bar ve disko kapılarına Türk ve AmeriKAN bayrakları asarken Muğla İl Emniyet Müdürlüğü'nden gelen takviye polis ekipleri, geminin Marmaris Limanı'na yanaşmasından itibaren Barlar Sokağı'nda da güvenlik önlemi aldı.
Iraklı kardeşlerimizi katletmeye giden askerlere Irak öncesi güvenlikli eğlence imkanı sunuluyor. Barların ABD askerlerini memnun edebilmek için son derece iğrenç ve utanç verici gösteriler düzenledikleri ve özel dansçı kadınlar getirttikleri ifade ediliyor. Milliyet gazetesi ise haberi “Alkolün su gibi aktığı barlarda, Amerikan askerleri doyasıya eğlendi. Bol bol dans eden ve içki içen askerler, alışveriş de yaparak esnafın yüzünü güldürdü.” şeklinde vererek adeta zillet ve rezaletten duyduğu mutluluğu yansıttı.
Marmaris'te "çılgınlar" gibi eğlenerek katliama motive olan ABD askerlerinin umarız bu son eğlenceleri olur. Ağızlarından su akarak onları karşılayan esnafı ise Allah ıslah etsin.
Her ne kadar oluşmasında İsrail'in payı bulunsa da, Bu suçu tamamıyla İsraile atamayız. O bölgenin Filistin bölümü İsrail bölümüne nazaran çok daha zalim ve acımasız. Dünya bu bölgeye insanlık adına birşeyler yapmalı. Ama ayırmadan, romantik dinciliği bilinçaltından atarak yaklaşmalı. Sadece insanlık ve erdemli barışçı bir yaklaşım.
Selam
__________________ "Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz olup bitenlerden habersiz değildik." A'raf-7
ABD kuklası Mübarek yönetiminin Mısır’daki zorbalığı had safhada. Ekranlara yansıyan görüntüler Ebu Garib’i anımsatıyor.
ABD kuklası zorba diktatör Hüsnü Mübarek tarafından yönetilen Mısır’da medyaya yansıyan İhvan-ı Müslimin mensuplarına yönelik işkence görüntüleri infial uyandırdı. Mapushaneleri İhvan mensuplarıyla dolduran Mısır diktatörlüğü, buradaki tutsaklara ağır işkence yapıyor. Cep telefonu ile işkencecilerin kaydettiği görüntülerin birinde, ayaklarından asılmış bir kadın tutsak çığlık atarken görülüyor. Tutsak kadına ayaklarından asılmış halde işkence edilerek itirafta bulunması isteniyor. Başka bir videoda da, bir tutsak, demir sopalarla ve yumruklarla dövüldükten sonra belden aşağı kısmı soyularak çıplak vaziyette ayakları havada tutulmuş, sırt üstü yerde yatmış halde duruyor. Utanç verici işkencelerinden haz duyan Mısır polisi copla makata işkence ediyor. Elektrik ve eller havada gün boyu bekletmek de uygulanan bir başka işkence.
Mısır polisinin utanç verici işkencelerine uğrayan bir tutsak Associated Press ajansına yaptığı açıklamada, "Uğradığım işkencelerden büyük bir utanç duydum. Çok acımasızdılar. Bir hayvan boğazlar gibi üzerime saldırmışlardı." derken avukatı Nasser Amin de işkenceler konusunda açıklama yapmaması hususunda tehdit edildiğini belirtti.
ABD kuklası Hüsnü Mübarekyönetimine bağlı Mısır polisinin, İhvan-ı Müslimin hareketine mensup Müslümanlara ağır işkenceler yaptığı ortaya çıktı. Basına sızdırılan işkence gören tutsakların çoğunu İhvan-ı Müslimin hareketine mensup Müslümanlar oluşturuyor.
Associated Press Writer ajansının Kahire'den bildirdiğine göre, bir Mısır karakolunda tutsaklara yapılan işkenceler cep telefonu ile kaydedilip medyaya yansıtıldı.
Mısır’da İşkence Rutinleşti
Mısır'daki İnsan Hakları Merkezi Başkanı Muhammed Zarie yaptığı açıklamada, tutuklulara karşı vahşi muamele yapıldığını belirterek, "Mısır'da işkence olağan ve rutin bir durum haline geldi. Mısır polisi tutuklulara karşı işkence uygulamaktan hiçbir utanç da duymamaktadır" dedi.
Utanç Verici İşkence
Siyah çizmeli polisler uğradığı ağır işkenceler yüzünden acıyla kıvranan tutsağın bağlı ellerine basıp çıplak kalan avret kısmını örtmesini engelliyor. Polislerden biri bir copu tutuklunun makatına .... Ve tutuklu acı içinde çığlık atıyor...
Mısır İnsan Hakları Örgütleri yaptıkları açıklamalarda 1993-2004 yılları arasında 120 tutuklunun işkenceler altında hayatını kaybettiğini, bunlardan 14 tanesinin geçen yıl içinde olduğunu bildirdi.
Mısır’daki bu işkenceler ABD’nin desteklediği tüm zorba diktatörlüklerin olağan uygulamasıdır. İnfial uyandıran şey, bu görüntülerin açığa çıkmasıdır. Ve bu olağan görüntüler ABD’nin özgürlük anlayışıdır! Mübarek rejimi ülkesindeki İslami muhalefeti sindirmek için bu uygulamaları yapmasa ABD’nin -yanında İngilizler olmak üzere- hemen askerini gönderip orada da bir Ebu Garib açması içten bile değildir.
Hamas, el-Fetih lideri Mahmud Abbas'a yaklaşık 85 milyon dolarlık yardım yapan Amerikan yönetimini, Filistin'de iç savaşı kışkırtmakla suçladı. Filistin İslami Direniş Hareketi Hamas sözcüsü İsmail Rıdvan, “Bu yardımın, Siyonist plan çerçevesinde Filistin'de sivil savaş ve ayaklanmaya çıkarmaya yönelik bir kışkırtma olduğundan şüphe yok” dedi. Filistin’de geçen yıl iktidara gelen Hamas, ABD'nin yardım kararına sert tepki gösterdi. Gazze'de bir açıklama yapan Hamas sözcülerinden İsmail Rıdvan, “Amerika biz ne zaman bir anlaşmaya varsak veya yaklaşsak, ortamı zehirlemek için Condoleezza Rice'ı buraya gönderiyor veya ortamı germek için (Mahmud Abbas'a) yardım yapacağını açıklıyor” dedi. Son zamanlarda el-Fetih’in provokatif tavırları sonucunda yaşanan silahlı çatışmalarda 50'ye yakın Filistinli hayatını kaybetmişti.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma