Yazanlarda |
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ebu muharrem Yazdı:
Hz. Musa`nın değneğinin dönüşümlerinin nasıl izah edilebileceği konusunda muhtemel ikinci cevap ise şudur. Bunlar, gerçekte fiillerin seyrine uygun olarak cereyan ede gelen; kasırga, volkanik patlama, taş yağmuru, deprem, med-cezir ve benzeri nadir görülen tabiat olaylarıdır. Allah, peygamberlerine tam yerinde ve zamanında vahyederek bu olaylarla onları desteklemiştir. Ancak devrinde izleyenler, sebeplerini kavrayamadıkları için onları mucize telakki etmişlerdir. Haberin bize mucize şeklinde gelmesinin sebebi de onların algılama biçiminden kaynaklanmıştır.
Yukarıdaki sorunun muhtemel üçüncü cevabı da şudur. Bu anlatımda dile getirilen hususlar, gerçekleşmiş doğal hadiseler değildir. Anlatım temsilidir. Bu nedenle üzerinde düşünülmesi gereken de sebep ve sonuçları açısından doğa değil, bu hadiselerin gündemi ve anlatımın edebi açıdan değerlendirilmesi olmalıdır.
|
|
|
Selam,
Bakış açısı ve tutarsızlık bu konu başlığında sunulan yazıyla aynı nitelikte...
Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulunmadığı olgusu mucize diye tarif edilen şeylerin olmayacağının delili kabul edilmiş. Peki bunu nereden biliyorsunuz ? Allah'ın bizlerin olağan üstü gördüğümüz şeyleri yaratmasının sünnetullahın dışında olduğunu nasıl tespit ettiniz ?
Alıntı yaptığım kısımda ikinci ihtimal olarak gördüğünüz şey "sünnetullah"a daha mı uygun.
Neymiş ? Esasında bir volkan patlaması, deprem vs. olacakmış (bunun vukuunu kim takdir ettiyse), Allah da bunu bilip tam bu araya bir peygamber iki üç vahiy sıkıştırıp, bunu da Kuran'da " bunun üzerine biz de şunu yaptık" söylemiyle dile getirecekmiş, zamanının insanları da bunu bir mucize olarak görüp belleyecekmiş... Allah hakkında söylenen sözü kulaklarınız işitiyor mu?
Ya üçüncü ihtimal ? ... İşte bu başlık altında yazdığım ilk yazımda işaret ettiğim tehlike budur. Bu öyle bir söylemdir ki; Kuran baştan aşağıya bir teşbih / benzetmeler kitabıdır. Hem öyle yoğundur ki (!) bu benzetme işi, neyin bir benzetme, neyin hakikat olduğu bile artık anlaşılamaz.
Bu üçüncü ihtimali dillendiren kişi, cennet ve cehennemin bir benzetme olmadığını nasıl kanıtlayacak ? Kıyametin bir benzetme olmadığını nasıl kanıtlayacak ? Peygamberlerin dahi gerçekte var olmayan ama tarihteki iyi kişileri temsil eden kişiler olmadığını nasıl kanıtlayacak ? Öyle ya bunlar da birer benzetmeden / teşbihten ibaret olabilir.
Kuran'da teşbih / betzetme elbette vardır. Fakat bu benzetme asla indirildiği toplumun benzetme anlayışından uzak / alakasız olamaz.
Ben şimdi size dün yaptıklarımı anlatayım:
" Beni bir yer kuşu aldı götürdü. Yolda onu bir yılan sokup zehrini akıttı. Bu zehir kuşa can verdi. Serin bir yere geldik. Kuşlar orada toplandı. Bilgin kişiler de geldiler. Konuşanlar konuştu. Karar veren kararını verdi. Kanatsız kuşlar bizi geri getirdi."
Halbu ki,
Dün bir müvekkilim beni arabası ile aldı, aracına benzin aldı, keşif mahaline gittik, hakim geldi, tanıklar dinlendi, araçlarla keşif mahalinden geri geldik.
Şimdi ben bu olayı yukarıdaki gibi anlatsam insanlar hiç bir şey anlamaz ve gayet komik olur. Çünkü günlük kullanım kalıplarının dışında bir anlatım tarzıdır bu...
Siz bunu / bu anlatım tarzını Allah'a mı yakıştırırsınız ?
Olanı anlamaya çalışmak yerine inkarına bir yol aramaktan vaz geçilmelidir.
Selam ile...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"Değnek" kıssasının doğru anlamını, Hz. Musa`nın gündeminde aramamız gerektiğine işaret etmiştik. Bütün dünyada, peygamberler arasından Musa (a.s.) anılınca akla gelen ilk şey; şeriat, yasalar, on emir (dokuz emir) ve önceki elçilere verilenlerin yazılı bulunduğu Tevrat`tır.
Kur`ân`ın diğer bölümlerinden izleyebildiğimiz kadarıyla, Hz. Musa`nın değnek gibi sıkıca tutması emredilen şey, bu yasaların yazılmış bulunduğu taş levhalar (elvah) dır:
"Haydi bunları kuvvetle tut, kavmine de emret onları en gözeliyle tutsunlar, ileride size o fasıkların yurdunu göstereceğim." Nitekim tebliğ için seçildiğinde, Hz. Musa`nın; "Rabbim! Kardeşimi bana yardımcı olarak ver" diye dua ettiğini görürüz. Bu duanın sebebi, dilindeki tutukluk (ukdet) ve kardeşi Hârun`un da kendisinden daha açık seçik ve etkili konuşuyor (efsah) olmasıdır. Hz. Harun`un yardımı da elbette gerçek bir değneğin fonksiyonlarını kuvvetlendirmek için olmamış, ama taş levhalardaki yasaların anlaşılır bir dille tebliğ edilmesi için olmuştur.
Hz. Musa`nın gündemini tayin etmemize yardımcı olacak diğer bir husus, "sihir" olgusudur. Firavun`un sihirbazları vardır. Kendilerine elçi olarak gelen iki kardeşi de "sihirbaz" diye karalamışlardır. Sihirbazların sadece el çabukluğu ile aldatmayacaklarını ise izaha gerek yoktur. Onların en etkin aletleri, nutuk, hutbe ve şiir gibi söyleme biçimleridir. Birisi borçludur. Ama sesi hak sahibinden daha çok çıkar. Toplumu konuşmasıyla büyüler ve sonunda alacaklı çıkar. Bu nedenle hadiste, "Sihir, söz söylemede olur, bazı sözler sihirdir" denmiştir. O hâlde; gidiş maksatları fasih konuşma ile yasa tebliği olan iki kardeşin, "sihirbaz" diye karalanmalarının sebebi, değnekli bir harika gösterisi değil de, etkili söz söyleme ve ikna olduğu düşünülmelidir.
Nitekim Firavun ve taraftarlarının Hz. Musa`ya "sihirbaz" yanında bir diğer yakıştırmaları da "cinli" olmuştur. Şiiri, cinlerin yazdırdığına inananlara göre cinli ve sihirbaz arasında tam bir ilişki vardır. Kaldı ki Hz. Muhammed`in de ilk dönemlerde sihirbaz, cinli ve şâir sözcükleriyle reddedildiği bilinmektedir.
Kaldı ki Firavun`un adamları; sihir diyerek karşı çıktıkları şeyi; "uydurma" ve daha önce "duymadıkları bir şey" olarak nitelemişlerdir. "Uydurma" ve "duyma" ile ilişkilendirilen şey ise her hâlde, gerçek bir değnekle ilgili değildir. Aksine yasaları etkili bir konuşmayla dile getirerek halkı kalbinden ve aklından yakalamayla ilgilidir.
Hz. Musa`nın gündemini tayin etmemize yardımcı olacak diğer bir husus, Kur`ân`ın dakik üslubundaki bir ayrıntıdır. Hz. Musa`nın değneği, -yanlış olarak anlatıla geldiği gibi- büyücülerin alet ve edevatını yutmamıştır. Ama onların yaptıklarını –etkilerini- yutmuştur. Kur`ân bunu sarih olarak ifade etmektedir. Bu da, aydınlığın karanlığı yutması gibi, yasaların aydınlığının, sihirbazların karanlığa çağıran davetlerini yutmasını anlamlandırır.
Kıssanın akışı içerisinde, "değneğin bırakılması"ndan hemen sonra büyücülerin iman etmeleri de gündemi tayin etmemizde dikkat etmemiz gereken başka bir husustur. İnanan büyücülerin sözlerinin boyutu, kendilerine büyü türünden bir şey gösterildiğine değil, aksine tevhidî bazı mesajların iletildiğine açıkça işaret etmektedir.
Değnek kıssasının, yasaların tebliğini dile getirdiği hususunda dikkat edilmesi gereken en önemli işaret ise Kur`ân`ın bu kıssayı adlandırmasında saklıdır. Hikmetli Kitap, Hz. Musâ`nın değneğine, elinin beyazlaşmasına ve bunlara bağlı olarak meydana gelen diğer olaylara, "mucize" değil ayet adı vermiştir. "Ayet"in Kur`ân üslubundaki karşılığı ise; evrendeki her bir nesne, onun işleyişi, bunların sonuçları, toplumsal işleyişte uygulanan toplumsal yasalar, ayrıca bu yasaları dile getiren ilahi sözlerdir.
Kur`ân, bu ve benzeri kıssalara, bürhân, beyyine ve sultan da demiştir ki bunlar, gerektiğinde sunulması gereken; açık, kesin ve aydınlık birer "ayet" oldukları içindir. Nitekim Kur`ân kendisine de bürhan, beyyine ve sultan demiştir.
Peki, o hâlde Mukaddes kitapta ve Kur`ân-ı Kerim`de anlatılan bu kıssadaki; Hz. Musâ`nın değneği ile sihirbazların ipleri ve değnekleri ne anlama gelmektedir?
"İpler ve Değnekler" ile devam edecek.
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
N. Fazıl bir şiirinde, "Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!" diye seslenir. Sakarya bir ırmaktır ve ırmaklar da ayağa kalkamaz. Ancak Şair burada, Sakarya ile özdeşleştirdiği Anadolu gençliğine seslenmektedir. Bunu, onun dünya görüşünden, gündeminden ve eserindeki söz akışından anlayabiliyoruz.
Acaba değnek kıssasında; bir toplumu esarette tutma görevi bulunan büyücülerin, bıraktıklarında hareketli görünen ipleri ve değnekleri nelerdir? Yine, onlara ilahi yasaları tebliğ etmek için gönderilen elçinin bırakınca hareketlenen değneğinden anlaşılması gereken nedir?
Değnek kıssasında, büyücülerin "ipler"i diye tercüme edilen "hibâl" sözcüğü, sebep ve vasıta gibi uzanan şeyleri anlamlandırır. İp de sebep ve vasıta gibi; özgür kimseye uzanarak onu bağlayan, çaresiz kalan kimseye uzanarak onu kurtaran şeydir. Kayıtları şifreli olan Tevrat`ta şöyle denir: "Üzerine iki tür iple dokunmuş elbise giyme!" . Sözün, ilahi yasaların uygulanmasının istendiği bağlamda söylenmiş olmasına bakılırsa, iki tür ip, kaynakları farklı olan yasalardır. Kur`ân da, gökten insanlara indirilen kurtarıcı yasaya ip (habl) demiştir:
"Tutunun Allah`ın ipine topunuz bir."
İp, avcıların elinde tuzak olur. Nitekim ipe düşmüş aslan kaçamaz. Bazı toplumların kendi başlarına bağımsız hareket edemeyişleri, onlarla diğer toplumlar arasında uzanmış bağlar (ahitler) dir. Bu nedenle mecaz olarak, iki kabile arasındaki ahit, eman ve misaka ip (habl) denmiştir. Kur`ân`da da toplumsal sözleşme ve ahit için "hablün mine`n-Nâs" tabir edilmiştir. Üzerinde durulması gereken bundan daha önemli bir husus ise, kıssada geçen "değnek" ve "değnek bırakmak" anlamındaki sözcük ve deyimlerin sakladığı tarihî ve lisanî çağrışımlardır.
Değnek anlamındaki "asâ", güdülenleri bir araya getirme, onları yönlendirme aracıdır. Nitekim kadim sözlüklerde, arkadaşlığı iyi ve siyaseti güzel olan kimse; "değneği yumuşak" diye nitelenmiştir. "Değneğini ehlinden kaldırma!" demek de, ehlini terbiye etmeyi ve bir araya getirmeyi ihmal etme demektir. Bu nedenle yönetilenlere bile mecaz olarak değnek (asâ) denmiştir. Bırakmak anlamı verilen "l-k-y" kökünün de ilk anlamı ulaştırmaktır. Söz iletmeye "ilkâu kelime" denir. Türkçedeki telakkî ve mülâkât kelimeleri de bu köktendir. Kur`ân üslubunda ise daha çok vahyi ulaştırmayı anlamlandırır.
Kıssanın anlamını tayin açısından, "Değnek bırakmak" deyimi daha da manidardır. Bir yolcu yürümeye başladığında, değneğini omzuna kaldırdı, varacağı yere ulaşıp oraya yerleşince de değneğini bıraktı denir.
Bu durumda değnek, temsili bir üslupta, ipsiz sapsız bir toplumu yönetecek olan yasa, "değnek bırakmak" ise, görev yerine varıp yasayı onlara ulaştırmak demek olur. Toplum mesajla bütünleştiğinde ise, artık o değneğin kendisi olacaktır. Nitekim bu değneğin kıssada anlatılan fonksiyonları da varılan sonucu doğrulamaktadır.
Değnek kıssasındaki anlatımın temsili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak temsili olan kıssa değil, anlatımdır. Kur`ân-ı Kerim, Hz. Musa`nın peygamberlikte bulunduğu dönemin bir kısmını, farklı bakışlara anlam verebilen ve birbirini tamamlayan bir değnek temsiliyle ve çok güçlü bir dille anlatmıştır. Kıssada değneğin fonksiyonlarını dile getiren üslup da vardığımız bu sonucu desteklemektedir:
- Şu sağındaki ne!
- Değneğim! Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak çırparım, benim onda başka ihtiyaçlarım da var."
Bu anlatımın temsili olduğuna işaret eden en büyük gösterge; "Şu sağındaki ne!" seslenişinin, Allah`a isnat edilmiş olmasıdır. Her şeyi bilen ve kullarına şah damarından daha yakın olan Allah, Musa`nın sağındakini de bildiği hâlde, yine de ne olduğunu sormaktadır.
Dikkat edilmesi gereken ikinci husus ise sorudaki "şu" sözcüğüdür. Metindeki karşılığı olan "tilke" kelimesi dişildir. Bu isim, Kur`ân üslubunda ondan fazla yerde ilahi mesajın bölümlerine işaret eder. Yani soran özne, sorulan nesnenin "ne" liğini sorunun içinde zaten tayin etmiştir. Demek ki bu salt bir soru değildir. Amaç başka bir şeye dikkat çekmektir. Amaç, önündeki kalemi göremediği için aranıp duran birisine, "Önündeki ne!" demek gibi bir hatırlatmadır.
Bu durum, anlatımın temsili oluşundan da öte, sorunun, o şeyin "niçin" liğini muhataba hatırlatıp ikrar ettirdiğine de işaret eder. Zaten bu nedenle Musa (a.s.) tek kelimelik bir cevapla yetinmemiş ve değneğin fonksiyonlarını sıralamıştır. Yoksa klasik dönem yorumcularının dediği gibi, ilahi huzurda daha fazla bulunmak için sözü uzatmış değildir.
Değnek kıssasındaki anlatımın temsili olduğuna işaret eden öğelerden bir diğeri ise, sorunun, "Elindeki ne!" yerine "Sağındaki ne!" şeklinde sorulmuş olmasıdır.
Gerçi değnek sağda tutulur. Bu nedenle sağ el yerine, sadece sağ da denebilir. Ancak bu anlamı karşılayan "yemîn" sözcüğünün Kur`ân üslubunda hemen geçilemeyecek derin çağrışımları bulunmaktadır.
İnsan, sağdan ve soldan iki "telakki"ye açıktır. Müminler "sağ", inkarcılar "sol" ashabıdır. Çünkü sol şerrin, sağ ise hayrın kapısıdır. Sağ, kuvvetin ve hakkın geliş yönü, ayrıca kitap yazma cihetidir. Hz. Musa`ya gelen vahyin cihetini simgeleyen ağaç da mukaddes vadinin sağ kıyısındadır. Kur`ân, peygamberlerden birisi, Allah`a iftira edecek olsaydı "sağından" yakalanırdı der.
Bütün bu anlamlar ise, Hz. Musa`nın sağındaki iman, hayır, hak, kitap ve vahye ait şeyleri çağrıştırmaktadır.
Artık üzerinde düşünülmesi gereken şey, bütün bunların koyunlarla ilişkisinin ne olabileceğidir?
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hz. Musa, kendisine iletilen vahyi tebliğ etmiş, böylece ilahi yasalar toplumla bütünleşmiştir. Değnek temsili ile devam edilecek olursa: Değnek bırakılmış ve o yılana dönüşmüştür.
Yılan, gizli hayatı nedeniyle; sinsilik ve düşmanlık seciyesinin, deri değiştirmesi nedeniyle de yeniden doğuşun simgesi olarak biline gelmiştir. Nitekim Tevrat`ta "Aranıza yılanlar, büyüden etkilenmeyen engerekler göndereceğim sizi sokacaklar" denmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında Kur`ân`ın, Hz. Musa`nın değneğinin yılana dönüşmesini üç farklı sözcükle ifade etmesi, özgürleşmenin üç farklı evresine işaret eder ki bunlardan birincisi "cann"dır.
“Cann”, ince, beyaz ve öldürmesinden sakınılan intikamcı bir yılandır. Kur`ân`ın anlatımında Hz. Musa`nın değneği bir “cann” olmamış ama "onun gibi" olmuştur. Kıssada yılanın bu durumunu, dalgalanma anlamındaki "tehtezzü" kelimesi niteler. Bu kök, insan kalabalığında fitne çıkarıcı bir dalgalanmayı da ifade eder. Yani esir toplum, ilahi yasalara kavuşunca; düşmanlık edici, fitne çıkarıcı ve kan dökücü sinsi bir tür gibi görünmüştür. İnsan teki bazında söylenecek olursa, henüz "cann"dır. Hilafeti üstlenmeye ve "âdem" olmaya hazır değildir.
Hz. Musa`nın değneği, büyük buluşma için Firavundan randevu alma zamanında "hayye" ye dönüşmüştür. Kelime, aslında canlı demektir ve yılanın her türüne hayye denir. Değneğin bu durumunu, koşmak anlamı verilen "tes`â" kelimesi nitelemektedir. Bu kökün türevleri Kur`ân üslubunda koşma anlamında değil, çalışmak, iş yapmak, uğraşmak, gayret, şevk ve heyecanla bir şeyin ardına düşmek anlamlarındadır. Bunların hepsini birleştiren temel ise; bir işin peşinde koşuşturmaktır.
Bu kelimenin, kıssanın doğru anlaşılmasına kazandırdığı boyut ise; ilahi tebliğle uyanan bir toplumun, Firavun`a düşmanlıkta daha da istekli, gayretli ve hırslı bir hâle gelmiş olduğunu ifade etmesindedir.
Hz. Musa sonuçtan korkar. Ona korkmaması vahyedilir ve yılanın eski "sireti"ne döndürüleceği bildirilir. Sîret ise bir toplumun bir beldeden başka bir beldeye gitmesidir, gidişat ve sünnet demektir. Yılanın ilk sîretine döndürülmesi, Firavun`un esaretindeki itaatkar hâllerinden çıkarıldıktan sonra, Allah`a itaatkar olma hâline döndürüleceklerine işarettir.
Hz. Musa`nın değneği, Firavunla buluşma sahnesinde "Su`bân"a dönüşmüştür. Sü`bân, vadiyi dolduran sel gibi uzunluğu ve yayılmışlığı ifade eden bir kökten; uzun ve iri yılan, ejderha anlamına gelir. Ejderha, çeşitli hayvanların özelliklerini bünyesinde toplar ve onların niteliklerini topluca sembolize eder. Kadim kültürde tabiat ötesi güçlerin cesaretin ve korkusuzluğun sembolüdür.
Değnek sihirbazların “yaptıklarını” ve “çarpıtmalarını” yutan bir ejderha olmuştur. Kıssada, değneğin ejderha durumunu niteleyen bir kelime yoktur. Çünkü ejderhanın iriliği, özgürlüğünü ifade etmesi için yeterlidir. Temsil göz önüne alınarak söylenecek olursa; esir toplum, iki elçinin tebliği ile diklenmiş ve kendilerine söylenen büyülü sözleri reddederek özgür hareket edecek duruma gelmiştir.
Elini Koynuna Sok!" ile devam edecek.
|
Yukarı dön |
|
|
BİYOLOG Newbie
Katılma Tarihi: 10 mart 2007 Gönderilenler: 1
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
SELAM EBU MUHARREM
BU YAZILANLAR GELENEKSEL MUCİZE ANLAYIŞINI YUTAN ASA OLACAK İNŞAALLAH.
TEŞEKKÜRLER...
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ebu muharrem Yazdı:
...
Kıssada değneğin fonksiyonlarını dile getiren üslup da vardığımız bu sonucu desteklemektedir:
- Şu sağındaki ne!
- Değneğim! Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak çırparım, benim onda başka ihtiyaçlarım da var."
...
Bütün bu anlamlar ise, Hz. Musa`nın sağındaki iman, hayır, hak, kitap ve vahye ait şeyleri çağrıştırmaktadır.
Artık üzerinde düşünülmesi gereken şey, bütün bunların koyunlarla ilişkisinin ne olabileceğidir?
|
|
|
Kuran gerçekten bir mucizeler kitabı...
Nasıl da zora sokuyor...
Kıyametin, Cennet ve Cehennemin de temsili olduğuna dair yazılarınzı, yok öyle düşünmüyorsanız bunun "sizin mantığınızdaki" delillerini sabırsızlıkla bekliyorum. Çünkü, siz onlar "teşbih değildir" dediğinizde size "sizin mantığınızla" - "uyduracağım" çoooookkk hikayem var...
Selam ve dua ile...
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
yunusemre Yasaklı
Katılma Tarihi: 16 mayis 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 213
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Madem geçmiştekiler yanlıştı, İsrailiyat yanlıştı ( İsrailiyat'ta da değnek, yılan var ) o zaman niye Allah aynı anlatımla, niye değnekten, sopadan bahsediyor?
Allah'ın izniyle kötü bi değneğin yılan olmasını, canlanmasını, hayat bulmasını hazmedemiyor musunuz? Allah bunları yapmağa aciz mi?
Bakalım devamında ne gelecek..
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"Elini koynuna sok!" (Mucize VII)
Hz. Musa’ya verilmiş olan değnek bir ayettir. Bir de elini koynuna sokması ona büyük bir ayet olarak verilmiştir:
"Bir de elini koynuna sok, bembeyaz çıksın."
Kıssanın farklı surelerdeki anlatımlarına bakılırsa, Hz. Musa’nın elini koynuna sokmasının, yılanın eylemleriyle bir alakası olmadığı görülür. Zaten bunun sebebinin, elin çıkarıldığında beyaz görünmesi için olduğu, yukarıdaki ayette sarahaten belirtilmektedir.
Kıssa yorumcuları, öncekilerde olduğu gibi, bu olayda da hep “nasıl” sorularına cevap aramışlar; Hz. Musa’nın teninin esmerken elinin beyazlaştığını söylemişler ve bu işin defalarca tekrar edildiğini de eklemişlerdir. Oysa cevap bekleyen “niçin” merkezli başka sorular vardır:
Değnek zaten ejderha olmuş, sihirbazların bütün uydurmalarını yutmuşken acaba elin beyazlaşması hangi amaca matuftur? Firavun taraftarlarının hangi talepleri bu ikinci “ayet”e zemin oluşturmuştur? Olayın “niçin”liğini kavramamıza yardımcı olacak bir soru da şudur. Elin koyuna sokuluşu ve orada bekletiş süresi ne kadardır? Elin çıkarılışı, değneğin üç inkılâbının neresinde ve kaç kez gerçekleşmiştir?
Anlam katılmamış, hikmet yüklenmemiş, sarmal anlamlar üretmeyen çıplak bir anlatımla yersiz tekrarlara Kur’ân’ın tenezzül etmeyeceğini fark eden okuyucu; beş altı kez tekrarlanan bir kıssa üzerine serdedilen bu soruların yerinde olduğunu elbette fark edecektir.
Bu son bölümde; kitabın üslubundan uzaklaşmadan, dilin kurallarını zorlamadan, sözcüklerin deyimleşen anlamlarından ayrılmadan ve daha önemlisi kıssanın bütünlüğünü bozmadan, bu soruların cevaplarına işaret etmek istiyoruz.
Tebliğ sırasında Hz. Musa’ya elini koynuna sokması (dhl), bürokratlarla ilgili sahnede elini koyuna sokmaya devam etmesi (slk), ayrıca korkudan (rahbet) yanını kendine eklemesi, Firavundan randevu alma sahnesinde ise elini yana eklemesi emredilir.
El, güç ve kuvvettir. Halk katında eli olan, kıymet ve mevki olandır. Birisinin elini koynuna sokması da; kuvvet, kıymet ve mevkiini saklaması olur. “Yanın eklenmesi” de insanlara rıfkla muamele etmek, onlara iyi davranmak anlamına gelir.
Daha işin başında Hz. Musa’nın, Firavun`a karşı tebliğini yumuşak söz (kavlen leyyinen) ile iletmesi tembih edildiği hatırlanırsa, elin koyuna sokulmasının da özgürleştirmede sona ulaşılması için, kazanımların gizlenmesi manasına geldiği anlaşılır.
Ellerini üst üste koyanlar ittifak etmiş olurlar. "Ellerim senin" diyen kimse, bu sözüyle kendisini teslim etmiş olur. Sonra elini çekerse onun mülkü olmaktan ve ona itaatten çıkar.
Kıssanın sonu, tebliğin son sahnesini resmeder. Kur’ân burada Hz. Musa`nın elini çıkarışını anlatırken, bu işi talim için kullanılan "ahrece" fiilini değil, "neze`a" fiilini seçer. Bu kelime, kılıç gibi çekişi, sıyrılışı anlamlandırır. Eli rehin olan kimsenin elini çekmesi, itaatten çıkarması demektir. Hz. Musa bu hareketiyle, kölelik ahdini bozmuştur. Bundan sonra onun eli, kendisine bakanlar için beyazdır.
Beyazlık ise Kur`ân üslubunda, aklık, aydınlık ve temizlik simgesidir; inananların yüzleri ahirette beyaz olacaktır. Kelime, hakikatte siyahın, mecazda ise karanlığın karşıtıdır. Küfür karanlık, hidayet ise aydınlıktır. Beyaz el, büyük nimet, beyaz huccet ise açık ve kuvvetli delildir. Karanlık zulmeti nitelediği gibi onun aksi olan aydınlık (Beyza) da rehberliği ve sünneti nitelemektedir. Çünkü insanlar dalâlet ve bidat karanlığında yol bulamazlar, fakat hidayet ve sünnet onlara aydınlık yolu gösterir. Bu nedenle hadiste şöyle denmiştir:
“Gecesi bile gündüz gibi olan aydınlık hanifliği (el-hanifiyyetül beyda) getirdim size.”
Bütün bunların temsildeki karşılığı ise şudur: Hz. Musa, tebliği süresince yumuşak bir üslup kullanmıştır. İnananların ruhunda meydana gelen inkılâplar sırasında, Firavun’a karşı bir isyana öncülük etmemiştir. Toplum bir ejderha gibi olduğunda ise, elini onun ahdinden çekmiş ve isyanı başlatmıştır. Artık rehber, fıtri özgürlüğü simgeleyen Hz. Musa’nın beyaz elidir. Emir ve komuta ona geçmiştir.
Nitekim bundan sonra dini geleneğin "çıkış" dediği hicret başlayacaktır.
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hurafe, İstidrac, Keramet ve Mucize (Mucizeleştirme- ler I)
Hurafeler, gerçek olmadığı bilindiği hâlde, harikuladelik üzerine oturtularak dinileştirilen, bazen de dinin yerine ikame edilen aşırı inanç ve anlatımlardır.
Çoğu zaman çağdaşlıkla hurafenin bir arada barınamayacağı zannedilir. Oysa çağdaşlık hurafeyle doğru orantılıdır. İlkinin gelişme zamanı olan iletişim, ikincisinin çoğalma mevsimidir. Çünkü hurafeler, ancak "reklam"la büyütülebilecek yakıştırmalardır.
Toplumların hurafe menfezlerinden birisi cehalet ise de kuşkusuz bundan daha önemlisi, insanın sevmediğini inkâr etme, sevdiğini ise mucizeleştirme tabiatıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, her türlü inanç ve eylemin “ayet” ve “beyyine” üzerine oturmasını ister ve bu nedenle hakla bağını koparan her türlü hurafeye savaş ilan eder.
Peki, o hâlde; peygamberliğin ispatı için “mucize” yi şart koşup da, ardından, mahiyet olarak ondan hiç de farkı bulunmayan “keramet” ve “istidrac”ın hak olduğunu kabul etmek, Kur’ânî çizginin neresinde kalır? Bir yandan enbiyanın diğerlerinden farkı ispat etmeye çalışılırken, öte yandan enbiya evliyayla, evliya da eşkıya ile eşitlenmiş olmaz mı?
Bugün pek yaygın olan istidrac ve keramet kabulü yanında, Hz. Peygamberin yüzlerce mucize göstermiş olduğunu anlatan dini eserler vardır. Ancak, meseleye kronolojik olarak bakıldığında, bu hususta izahı zor bir husus açığa çıkar.
Çünkü geriye doğru inildikçe mucize sayılan olayların sayısı ciddi ölçüde azalmaktadır. Bundan daha düşündürücü olanı ise, “mucize” kavramının Hicrî IV. asırda “ayet” kelimesiyle değişmesidir.
Çünkü harikulade olay anlamındaki mucize kelimesinin İslamî edebiyatta ilk kullanılışı bu tarihlerde başlamıştır. Mucize sözcüğünü ilk kullananlardan birisi, harikuladeyi, peygamberlerin doğruluğunu bilmenin ilk şartı gören Ebu’l-Hasen el-Eşarî’dir.
Dolayısıyla Hz. Peygambere ve hatta sahabeye isnat edilen hadislerde “mucize” aramak boş bir çaba olacaktır. Harikuladelik bildiren haberler ise, erken dönemde derlenen hadislerde sadece birkaç tanedir. Siyer arka planına inilince bunların da harikuladelik içeriği dağılmaktadır.
Kur`ân-ı Kerim’in ise, “mucize” sözcüğünü hiç kullanmaması yanında, inkârcıların harikuladelik içeren talepleri karşısında olumsuz tavır aldığı, hatta bu istenen şeylere bile “ayet” tabir ettiği bilinmektedir.
Yani bu yüce kitap, ilahi yaratış ile ilahi kelamı birbirinden ayırmamıştır. Eşyaya da, onun işleyişine de, eşyayı ve olayları yönlendiren vahye de aynı adı vermiştir. Bütün bunları, kulları Allah’a kılavuzlaması yönüyle; “âyet”, “beyyine”, “burhân”, “sultân”, “furkân” ve “hakk” sözcükleriyle nitelemiştir.
Bu sözcüklerin hiç birisinin, sebeplere dayanmadan meydana gelmiş bir olayı nitelediğine dair bir delil de mevcut değildir. Hâl böyle iken Arapça olan bu altı kelimenin, yine Arapça olan “mucize” kelimesiyle eş anlamlı sayılması, isabetli bir tercüme değildir. Ayrıca altı ayrı anlamı bir sözcükte eşitlemenin, müthiş bir algı daralmasına sebep olacağı da açıktır.
Ahmet BAYDAR
|
Yukarı dön |
|
|
ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Konuşmak, Konuşmamak ve Konuşamamak (Mucizeleştirmeler II)
Bir olayın, bilinen sebeplere dayanması, o olayın kavranamaz olan ilahi bir planla gerçekleşmediğini göstermez. Çünkü Allah-u Teâlâ yaratmada ve yönetmede, ikramda ve ikapta, mazide ve istikbalde bütün işlerini vahiyle yürütmektedir. Ontolojilerine göre, varlıklara sürekli; oluşsal, eylemsel, sezgisel ve sözel ilahi uyarılar ulaştırmaktadır.
Evet, doğada cereyan eden hadiselerin esbabı kavranabilirdir. Çünkü bunları oluşturan vahyin icra düzeninde bir değişim yoktur. Ancak bu vahyin esbap ve mahiyeti kavranabilir değildir. Ayrıca hadiselerin seyrine, ilahi vahye farklı seviyelerde muhatap olan pek çok varlığın sebebiyet vermesi de söz konusudur.
Mesela yağmur, sebepleri bilinen bir hadisedir. Bu bilgi, onu bir ayet olmaktan çıkarmaz. Çünkü yağmurun maddi sebeplerinin bulunması, her hangi bir toplum için ibret yahut rahmet, bir başka toplum için de fitne yahut azap olarak belirlenmediğini göstermez.
Yine mesela, konuşmak, konuşmamak ve konuşamamak insanın esbabını bildiği olgulardır. Ancak, Kur’ân’ın değer atfına göre, yeri geldiğinde her biri birer ayet sayılır. Birisinin ilahi plan üzere konuşması yahut diğer birisinin konuşmaması “belirlenmiş bir ayet” olur.
Nitekim Zekeriya (a.s.) “Rabbim! Bana bir ayet belirle” deyince kendisine şu cevap gelmiştir:
“Senin ayetin, üç gün insanlara işaretle olan dışında konuşmamandır.”
Luka İncil’inde belirtildiğine göre, bu ilahi beyan üzerine Hz. Zekeriya’nın mucize olarak dili tutulmuş ve kimseyle konuşamaz olmuştur. Müfessirlerin çoğu, İncil’deki bu garip yorumu izlemişler ve yukarıdaki ayetten; “Zekeriya (a.s.) üç gün, mucize olarak insanlarla konuşamaz olmuştu” şeklinde bir anlam çıkarmışlardır.
Oysa Kur’ân-ı Kerîm, Zekeriya (a.s)ın “konuşamama” gibi olumsuz bir durumundan söz etmemiştir. Aksine, insanları ikna için uğraşacağına, yaşlı çağında kendisine bir çocuk bağışlanmasından dolayı, üç gün ibadete yönelmesinin emredildiğini bildirmiştir.
Bu, tıpkı benzer bir durumda insanların hücumuna uğrayan Hz. Meryem’in “susma ayeti” gibidir. Bu olay da Kur’ân’da şöyle ifade edilir:
“Ben Rahman’a oruç adadım, bu gün hiç bir inse konuşmayacağım!”
Hz. Meryem konuşmadığı için, oğlu İsa’yı işaret etmiş, Yahudiler tahakküm edasıyla, “Şu beşikte olanla, sabiyle nasıl konuşuruz” demişlerse de o konuşmuştur. Böylece onun konuşması da belirlenmiş bir ayet olmuştur.
Bazı yorumcular, Hz. İsa’nın bu konuşmasıyla ilgili ayetteki “kâne” fiilinin “nâkıs” değil, “zaid” olduğunu söylerler. “Eğer nâkıs olduğu düşünülürse bu, “idi” anlamında zaman ifade eder. Bu durumda da İsa’nın konuşması bütün insanların ki gibi olacağından mucizelik kalmaz” derler.
Yani metinden, Hz. İsa’nın, kundakta eli kolu sarılmış bir bebek (tıfl) iken, mucize olarak konuştuğunun anlaşılabilmesi için bazı kelimelere yeni görevler yüklenmesi gerektiği düşünülmektedir.
Oysa Kur’ân, doğumdan itibaren buluğa erme yaşına kadar olan çocuğa “tıfl” demiştir. Hz. İsa’nın konuşma çağını ise “sabi” ve “kehl” sözcükleriyle belirlemiştir. Her ne kadar Arapçada sütten kesilmemiş çocuğa sabi de deniyorsa da kelimenin kökü, tecrübesiz olunan çocukluk ve gençlik çağını nitelemektedir. Nitekim bu kelime Kur’ân’da Yahya peygamberin kendisine hikmet verilen yıllar için kullanılmıştır. Bu da Müfessirlere göre en azından Kutsal kitabı okuyup anlayabilme yaşıdır. Bu çağın, Kur’ân’da mukabili olarak zikredilen “kehl” sözcüğü ile tanımlanan 28-30 yaşlarına kadar sürdüğü de söylenebilir.
Bu durumda, şu tespiti de yapmamız kaçınılmaz olur. Adet dışı olduğu düşünülen bir olayın, adet üzere cereyan etmiş bir olayla birlikte zikredilmesi, ona gölge düşürür. Eğer Hz. İsa, harikulade bir şekilde sabi iken konuşmuş olsaydı, bunun olgun iken konuşmasıyla birlikte zikredilmesinin bir anlamı kalmazdı.
O hâlde Kur’ân’da meseleye temas edilen bölümlerdeki beşiğin, Hz. İsa’nın çocukluk çağına, beşikte konuşmasının ise ona küçük yaştan itibaren ilham kaynağı olan peygamberce bilgeliğe mecazî bir işaret olduğunu düşünmemiz gerekir. Bu durumda da, Hz. İsa, küçüklüğünde de olgunluk çağında da peygamber kelamıyla konuşmuştu demek olur.
Nitekim Hz. İsa’nın sabi iken söylediği sözler, “Ben Allah’ın kuluyum, bana kitap verdi ve peygamber olarak belirledi” olmuştur.
|
|
Yukarı dön |
|
|
|
|