HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Kur'an Hükümleri ve Kavramları
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Kur'an Hükümleri ve Kavramları
Konu Konu: KURAN’A DAİR YAZILAR Yanıt YazYeni Konu Gönder


__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

s.a

bu başlık altında kuran'la ilgili okuduğum yazıları paylaşmak istiyorum

Alıntı:
Kur'an ve Lisan Meselesi -1
Yılmaz Çakır

Lisan tanımının en önemli yanını, onun insanlar arasındaki iletişimi sağlamada kullanılan bir araç olması oluşturur. İnsanı diğer varlıklardan farklı ve bu farklılığın neticesinin olumluluğu durumunda üstün kılan onun tercih edebilme, düşünebilme, ayırabilme kabiliyetidir (90/10; 91/8). Söz konusu bu kabiliyetin zihinde belli faaliyetler sonucunda bulduğu karşılıkları ifade etme aracı da lisandır. Bu ise insana yaratılışının hemen ardından Rabbimiz tarafından öğretilen isimler (2/31) ile yakından alakalıdır.

insanı yaratan, ona yaratılışın peşinden isimleri öğreten Allah; aynı zamanda insanların tanışmaları, kaynaşmaları için onları farklı kabilelere, kavimlere de ayırmıştır (49/13). Bu farklılıklar ise lisan farklılıklarına zemin oluşturmuştur. Tamamen insanların yararına yönelik olarak imkan verilen bu tür çeşitliliklerin, farklılıkların hiç bir zaman için bir «ayrıcalık, üstünlük» olarak görülmemesi için de Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi halklar ve kabileler yaptık. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, en takvalınızdır.» (49/13).

Ulus-ırk farklılığının bir ayrıcalığa sebebiyet teşkil etmemesi gereğini hatırlatan ve uyaran Allah, aynı şekilde insanların konuştukları lisanların farklılıklarının da bir «ayrıcalık-üstünlük» aracı olarak telakki edilemeyeceğini beyan etmiştir: «Onun ayetlerinden birisi de lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.» (30/22). Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, insanların konuştukları bütün lisanlar Allah'ın takdiri ve dilemesiyle oluşmuş doğal farklılıklardır. Nasıl ki insanlar renklerini, ırklarını doğuştan önce seçme hakkına sahip değillerse, lisanlarını seçme hakkına da sahip değillerdir. Allah'ın kendileri için takdir ettiğine razı olmanın ötesinde bir alternatifleri de yoktur. Kendi iradeleri dışında oluşturulan lisan farklılıkları ile birbirlerine üstünlük sağlamaları ya da aynı şekilde lisanların diğer lisanlara üstün olması söz konusu değildir.

Bu cümleden olarak, Arapça ya da herhangi bir dilin, Allah katında diğer dillere bir üstünlüğü olmadığı gibi öte dünyada da birinin diğerlerine tercih edilmesi gibi bir vaad de Kur'an'da bulunmamaktadır. Bütün bu söylediklerimiz Kur'an'ın Arapça olarak indirilmesi gerçeğiyle de çelişmez. Zira Kur'an, ilk etapta Arapça konuşan bir topluma indirilmiştir. Yani Kur'an'ın Arapça oluşu Arapça'dan ziyade Araplarla ilgilidir. Allah Rasulü Hz. Muhammed'in ve toplumunun bir başka dil değil de Arapça konuşuyor olmaları Kur'an dilinin Arapça olmasını en güzel şekilde ifade etmektedir. Zira anlaşılsın, yaşansın diye gönderilen kitabın, anlaşılamayan, yabancı bir dille gönderilmesi amacın gerçekleşmesinin önündeki en büyük engeli teşkil ederdi. Sanırız aşağıdaki ayetler konuyu yeterince aydınlatmaktadır:

«Biz düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'an yaptık.» (43/3)

«Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ki anlayasanız.» (12/2)

«Biz sana onu böyle Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlerde çevirip açıkladık ki (günahlardan) korunsunlar yahut Kur'an onlara bir hatırlatma yapsın.» (20/113). [Ayrıca bkz.:41/3; 42/7]

Kur'an'a göre dil/lisan amaç değil araçtır. Kur'an'ın gönderilmesindeki amaç ise insanların uyarılmalarıdır. Söz konusu amacı gerçekleştirebilmek içinse uyarılmak istenen toplumun lisanının kullanılmasından daha doğal bir şey olamaz. İnsanlık tarihi boyunca Allah'ın yasası (sünneti) hep böyle cereyan etmiştir: «Biz her elçiyi yalnız kendi toplumunun lisanıyla gönderdik ki onlara (emredildikten şeyleri) bildirsin.» (14/4)

«Biz onu senin lisanınla kolaylaştırdık ki onunla (günahlardan) korunanları müjdeleyesin ve inatçı bir toplumu onunla uyarasın.» (19/97) [Ayrıca bkz.: 44/58]

Kur'an'ın insanlara kendi lisanlarında iletilmediğinde doğacak sorunları ise Yüce Allah şöyle ortaya koymaktadır:

«Eğer biz onu yabancı lisanda bir Kur'an yapsaydık, derlerdi ki: 'Ayetleri açıklanmalı/anlaşılmalı değil miydi? Arap(ça konuşan)a yabancı (lisanda bir Kur'an) olur mu hiç?'...» (41/44)

«Biz o Kur'an'ı yabancılardan birine indirseydik de onu onlara okusaydı, ona inanmazlardı.» (26/198-199)

Her normal aklın da kabul edebileceği gibi anlaşılamayan bir kitabın yaşanması, hayata tatbik edilebilmesi asla mümkün olamayacaktır. Lisanları oluşturan, farklılığını doğal kılan Allah (30/22), her topluma kendi lisanında hitap etmiş, insanlık tarihi boyunca vahyini değişik lisanlarda göndermiştir (14/4). Farklı lisanlarda gönderilen vahiylerse anlam itibarıyla farklı olmayıp, özdeş olmuşlardır:

«O size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve isa'ya tavsiye ettiğini şeriat (yol) yaptı.» (42/13)

«Bu (Kur'an hükümleri) elbette ilk sahifelerde de vardır: İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde.» (87/18-19 Ayrıca bkz.: 26/192-196; 5/48]

Allah'ın, daha önce gönderdiği elçileri olan Hz. Nuh, Hz. ibrahim, Hz. İsa ve Hz. Musa'ya bildirdiği dini, bizler için de şeriat olarak seçmesi (42/13) ya da Kur'an'daki hükümlerin daha önceki İbrahim (a) ve Musa (a)'nın kitaplarında da bulunması (87/18-19) konumuzla ilgili olarak önemli bir açılıma işaret etmektedir. Şöyle ki: Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Allah, insanlık tarihi boyunca mesajını farklı lisanlarda göndermiştir. Çünkü lisanların farklılığını kendisi dilemiştir. Bu iki hususun netleşmesinden sonra, şimdi de yeni bir hususla karşılaşıyoruz. Bu, tarih boyunca farklı lisanda gönderilen vahiylerin anlam, içerik itibarıyla farklı olmadıkları hususudur. Bu ise, bizi lisan değişikliklerinin Allah'ın vahyini iletmede bir problem, bir zaafiyet oluşturmadığı sonucuna götürmektedir.

Yukarıdaki ayetlerin ışığında varılan sonuçlar, Kur'an'ın başka dillere tercüme edilmesinin gereği hususunda önümüzü aydınlatmaktadır. Unutmayalım ki Allah, Kur'an'ı sadece Araplar'a göndermemiştir; yani o, mahalli, bölgesel bir kitap değil, evrenseldir. Bütün insanlara gönderilmiştir (14/52, 68/52,6/19,25/1 vb.)

Bu durumda bütün insanların uyarılmaları nasıl mümkün olacaktır? Çünkü son vahyin dili, insanların konuştukları dillerden sadece birisiyle (Arapça) indirilmiştir. Burada problemin çözümü için karşımıza iki yol çıkmaktadır: Birincisi, Kur'an'ı anlamaları/yaşamaları istenen bütün insanlar Arapça öğrenecektir. İkincisi, Kur'an bütün dillere çevrilecek, insanlar kendi dilleriyle vahye muhatap olacaklardır. 1 Birinci yolun gerçekleştirilmesinin imkansızlığı bir yana, Allah tarafından böyle bir şey istenmemiştir de. Çünkü kişiye taşıyamayacağı yük yüklenmez (2/286). Geriye ikinci yol kalmaktadır ki en makul çözüm de budur.

Kitabullah'ın baştan beri açıklamaya çalıştığımız mesajını kavramayan, düşünmeyen kimselere göre ise, Arapça indirilen Kur'an başka lisanlara çevrilemez. Çevrilse bile bu, çok yetersiz (l) olup onunla amel edilemez (!). Öyle ki Kur'an çevirilerinin yeterli olamayacağını onun üstün belağati, edebî güzelliği ve senfonisi ile ispat etmeye kalkışanlar,2 aynı zamanda Kur'an'ın mislinin (benzerinin) getirilemeyeceği ile ilgili ayetleri de bu alanda yorumlayarak tezlerini doğrulamaya çalışırlar.3 Oysa Kur'an okuyan her insan şunu mutlaka görür ki, Allah Kur'an'ın hiç bir yerinde onun belağatine, müziğine, senfonisine dikkat çekmemiş, onun yol gösterici (2/2, 16/89), rahmet (16/89), şifa (41/44, 10/57), öğüt (39/23, 36/69), ölçü (42/17), aydınlatıcı (14/1, 7/157), ilim (13/37, 3/61), ayırdedici (25/1, 2/185), uyarıcı (14/52), müjdeleyici (19/97), önder (11/17) oluşuna dikkatleri çekmiştir. Bu yönleriyle Kur'an bir «hayat kitabı»dır. Hâşâ, edebiyat ya da müzik kitabı değildir. Bunları söylemekle Kur'an'ın edebî güzelliğinin olmadığını iddia ediyor değiliz. Fakat dikkatlerin böylesi asıl olmayan konulara hapsedilmesini ve Kur'an'ın yaşam kitabı oluşunun ister istemez geri plana itilişini yanlış buluyoruz.

Nasıl ki; bir kaç ayet esas alınarak tevhid ve şirk kavgasını anlatan yüce kitap, bilim ve teknik kitabı yapılamazsa, bazı kafiyeli ifadelerden ya da edebî anlatımlardan kalkılarak da onun asıl maksadı geri plana itilemez.4

Onun üstünlüğü, kulları hidayete ulaştırmada, tutarlılığında, verdiği bilgilerde aranmalıdır. Dolayısıyla Kur'an'ın tercüme edilememezliğini belagat ve senfoniye bağlayanların korkuları yersizdir. Kur'an'ın söz konusu özellikleri tercüme edilirken karşı dile tam aktarılamayabilir. Bunun, Kur'an'ı yeryüzünde şirkle savaşta yol arkadaşı, el kitabı görenlere hiç bir zararı olmayacaktır. Kur'an tercümesinde esas amaç anlamın aktarılması olduğundan gerekirse bir kelime, bir cümle ile açıklanır... Burada kaygı edebi olmaktan ziyade, Kur'an'ın yaşanması için anlaşılmasının gereği üzerine yoğunlaştırır.

Kur'an sahte ilahların, sahte rablerin, tağutların boyunduruğu altındaki insanlara edebî ve müziksel hazlar tattırmak için değil, tağutların hükümlerini, fitneyi, şirki kaldırmak, ancak yaratanın insanlar üzerinde söz hakkına sahip olduğunu öğretmek için gönderilmiştir. Bunun için de öncelik! anlaşılması, tercüme edilmesi gerekmektedir.

Kur'an'ın Arapça oluşunu, onun Türkçe ya da bir başka dile çevrilmesine engel olarak görenlerin unuttukları en önemli husus; İslam dininin tüm kültürel kaynaklarının asıllarının (hadis, siyer, fıkıh, kelam vs.) Arapça olduğudur. Öyle ki bugün, din diye kitlelere anlatılan, onların itikadlarını yaralayan en olmadık kıssaların, masalların asıl kaynaklan bile Arapça'dır. Garip olan şudur ki, referansları Kur'an olanların, onu tatbik etmek isteyenlerin önüne çıkartılan Arapça engeli, tüm kaynakları Arapça olan hurafeci anlayışların önüne çıkartılmamaktadır. Bu hıyanet değilse bile, en azından cehalettir.5

Kur'an tercümesi için gerekli olan hasletleri, bilgileri ise; samimi olmak, Allah'tan korkmak, Kur'an'ı yaşamak için mücadele vermek, Kur'an Arapçası'nı, kavramları ve çeviri yapılabilecek dili iyi bilmek şeklinde sıralayabiliriz. Burada hatırlatılması gereken önemli bir husus şudur: -Bir çok lisan için de geceli olan Arapça'nın kelime zenginliği, kavramlarının bir çok anlama tekabül etmesi olayı abartılarak ifade edildiği gibi Kur'an tercümesinin yapılamayacağına bir delil teşkil etmez.

Kur'an kelimelerinin zengin anlamlara sahip olmaları bir gerçektir. Fakat bu zenginlik karışıklığa ve yanlışlığa sebep olabilecek şekilde değildir. Bunu daha fazla açıklayacak olursak, tek başlarına ele alındıklarında bir kaç anlama gelebilen Kur'an kelimeleri, bir ayet ya da ayetler bütününde kullanıldıklarında belirli ve sabit anlamlar ifade ederler. Örneğin; işaret, delil ve mucize anlamlarına gelen ayet kavramı, Kur'an'da herhangi bir ayet içinde kullanıldığında söz konusu bütün anlamlarını değil, belirli ve sabit bir anlamı yüklenir. Örnek olarak şu ayetleri verebiliriz:

«O'nun ayet (işaret)lerinden biri de göklerin ve yerin yaratılmasıdır...» (30/22)

«Peygamberleri onlara şöyle dedi: Onun hükümdarlığının ayet (delil)i size tabutun gelmesi olacaktır.» (2/248)

«(Musa) ona (Firavun'a) büyük ayet (mucize)i gösterdi.» (79/20)

Görüldüğü gibi ayet kavramı Kur'an'da kullanıldığı yere göre anlamlarından belirli birini almış karışıklığa ve bulanıklığa sebep olmamıştır. Bu husus, zengin anlamlı bütün Kur'an kavramları için de geçerlidir.

Burada hatırlanması gereken en önemli kural, Kur'an Arapçası'nın zor ve girift olduğu şeklindeki iddiaların tersine, bizzat Allah tarafından anlaşılıp öğüt alınması için kolay kılındığıdır:

«Andolsun biz bu Kur'an'ı öğüt alınması için kolaylaştırdık, öğüt alan yok mudur?» (54/17)

«Biz onu senin lisanınla kolaylaştırdık...» (19/98)

[Ayrıca 44/58; 54/22, 32, 40 nolu ayetlere de bakılabilir.]

Notlar:

1. Bu durumun ehemmiyetine binaen, Hz. Peygamber Kur'an'ın Arapça dışındaki dillere tercüme edilmesi için ashabtan Zeyd b. Sabit (r)'den İbranice ve Süryanice öğrenmesini istemiştir. Bkz.: Salih Akdemir, Cumhuriyet Dönemi Kur'an Tercümeleri, Akid Yayınları, s.32

2. Bu hususla ilgili görüşlerin derli toplu bulunduğu bir kitap olarak bkz.: ismail Cerrahoğlu. Tefsir Tarihi: D.l.B. Yayınları, c. l, s. 30

3. Türkçeye çevirilen hemen hemen bütün tefsir usulü kitaplarının icaz bölümlerine bakılabilir. Konuyla ilgili önemli bir istisnayı izzet Derveze'nin, Yöneliş Yayınlarından Kur'an Cevap Veriyor adlı kitabı oluşturmaktadır. Bkz.: A.g.e. s. 168

4. Kur'an'ın edebi güzellikleri üzerinde duran müstakil bir eser için bkz.: Seyyid Kutup, Kur'an'da Edebi Tasvir, Hilal Yayınları, ist.

5. Buna en güzel örnek kendi içinde çelişen cümlelerdir: islam'ı öğrenmek için Kur’an-ı Kerim tercümelerini ve yine Arapça'dan başka dilde yazılmış tefsirleri, bunların yanında Türkçe'ye çevrilmiş büyük hadis külliyatlarını okumak, metot bakımından verimsiz bir yoldur, islam'ı en iyi, en sahih, en güzel şekilde öğrenmenin yolu icazetli ve ehliyetli din alimlerinin, kamil mürşidlerin. İmam-ı Gazali'lerin, İmam-ı Rabbanilerin ve benzeri büyüklerin yazdıkları kitapları okumakla olur. islam Kur'an tercümesiyle değil, ilmihal kitabı okumakla öğrenilir. Bkz.: M. Şevki Eygi, 29.11.1991 tarihli Milli Gazete.



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

s.a

Alıntı:
Kur'an ve Lisan Meselesi -2
Yılmaz Çakır

Kur'an'ı doğru anlamada, onun kavramlarının doğru anlaşılmasının önemi büyüktür. Kur'an okuyucusunun, bundan da önemlisi Kur'an'ı tercüme edenlerin, en fazla dikkat etmeleri gereken hususlardan birisi de budur.

Bilindiği gibi bugün dilimize yerleşen bir çok Kur'ani kavram, tarihsel süreç içerisinde uğradıkları değişiklikler sonucunda esas anlamlarından tamamen ya da kısmen uzaklaşmışlardır. Örnek olarak; millet, din ve küfür kavramlarını ele alalım ve işe, bunların doğru Kur'ani anlamlarını tespit etmekle başlayalım.

Millet: Bir topluluk tarafından uyulan, takip edilen yol, şeriat, din.1

Küfür: Gerçeği örtme çabası, nankörlük. inkar.2

Din: Her türlü yaşam tarzı, gidilen yol, adet, ceza.3

Yukarıdaki kavramların alıntıladığımız doğru anlamları için Kur'an'daki kullanımlarına bakmamız icab ettiğinde bir iki örnek yeterli olur sanırız:

Millet kavramına örnek:

«Yusuf şöyle dedi: ...Ben Allah'a inanmayan, ahireti de inkar eden bir kavmin millet ini (takip ettiği yolu) terk ettim. Atalarım İshak, İbrahim ve Yakub'un millet ine (takip ettiği yola) uydum.» (12/37-38).

«Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: Ey Şuayp yâ mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız ya da milletimize (takip edip uyduğumuz yola) dönersiniz. Dedi ki: istemesek de mi» (7/88)

Küfür kavramına örnek:

«Ve size: Melekleri ve nebileri rabler edinin diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size, küfrü (gerçeği örtmeyi, nankörlük etmeyi) emreder mi?» (3/80)

«Biz ona (insana) yolu gösterdik. Ya (nimetlere) karşılık verir ya da kafir (nankör) olur.» (76/3)

Din kavramına örnek:

«De ki: Ey kafirleri Sizin din iniz (yaşam tarzınız) size, benim dinim banadır.» (109/1-6)

«...Melikin dinine (koyduğu kurallara) göre (Yusuf) kardeşini alamazdı.» (12/76)

Aynı kavramların dilimizdeki karşılıkları ise:4 millet: ulus; küfür: sövgü, kötü söz; din: doğa üstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara, tanrıya inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum.

Görüldüğü gibi, bir çok kavram Kur'ani anlamlarını tamamen ya da kısmen yitirmiş olarak dilimize geçmiştir. Bunun sonucunda da Kur'an'ı doğru anlamak bir hayli güçleşmiştir.6

Kavramların yanlış anlaşılması, yorumlanması durduk yerde ya da masumane sebeplerle olmamıştır. Raşit halifelerin hemen ardından baş gösteren Emevi fitnesiyle birlikte insanlar İslam'dan, onun biricik kaynağı Kur'an'dan uzaklaşmaya, uzaklaştırılmaya başlanmışlardır, insanların hayatlarından kopartılan Kur'an'ın bıraktığı kültürel, ideolojik boşluğu da o dönem dünya müstekbirliğinin temsilcileri olan Roma ve Farslıların kültüründen aktarılan felsefi, tasavvuf! eserler doldurmaya başlamıştır. Netice olarak, siyasal alanda baş gösteren bozulmanın unutturduğu Allah korkusu, terkettirdiği Kur'an anlayışı ile ortaya çıkan zulüm sarayda başlamakla birlikte orayla sınırlı kalmamış, yer yer terör ve zorbalıkla, yer yer teşvik ve diğer yöntemlerle yaygınlaştırılmıştır. Zalimler bu süreç içinde yaptıkları zulmü gizleyebilmek için insanların, dikkatlerini Kur'an'dan başka yönlere çekmeye, bunu tam yapamadıkları yerlerde ise Kur'an'ın mesajını ve ilgili olarak da kavramlarını çarpıtmaya, bozmaya çalışmışlardır. Kendilerini kuşatan fesat ve karanlığın yansımalarını Kur'an'ın yorumuna da aksettiren insanlar, tıpkı geçmiş ümmetlerin kitaplarında yaptıklarına benzer şekilde kelimeleri yerlerinden, (asıl anlamlarından) değiştirmişlerdir (5/13,41).

Kavramların anlamları öyle bir değiştirilmiştir ki, çoğu kez onu ilk dinle-yenlerin akıllarından bile geçmeyen, geçmesi mümkün olmayan anlamlar verilmiştir. Burada belirleyici, tayin edici faktör ise Yunan Felsefesi ve/veya Doğu Mistisizmi olmuştur. Mesela söz konusu süreçte zikir, teşbih, veli, evliya, mürşid, irşad, tezkiye, zühd, takva, tevekkül, sabır ve daha bir çok kavramın Kur'ani içeriği boşaltılmış, yerine mistisizmin dünya görüşü ile paralellik arz eden anlamlar doldurulmuştur. Yine hudud, ahdiyat, burhan, tevil ve başka kavramlar da Yunan Felsefesi çerçevesinde anlamlandırılmaya başlanmışlardır. Kısacası, günümüze dek yapılan bir çok tefsir ve Kur'an çalışmasında, -istisnalar olmakla birlikte- dönemin atmosferi hakim olmuştur. Kur'an dışı kültürlerin etkisi ile hareket edenler, inandıkları, söyledikleri, yaşadıkları yanlışları insanlara da aktarabilmek, onları da kendi yanlışlarına ortak edebilmek için insanlar nezdindeki prestiji dolayısıyla Kur'an'ı kullanmayı amaçlarına daha uygun bulmuşlardır. Kur'an'dan alınmayan itikatler, düşünceler, ameller Kur'an'a onaylatılmaya çalışılmıştır. Bu ise, Kur'an'ın anlam örgüsünün tuğlaları mesabesindeki kelime ve kavramların çarpıtılmasını doğurmuştur.

Kısacası, Kur'an ile ilgili bir çalışmada göz önünde bulundurulması gereken en önemli hususlardan birisi de kavramlar üzerinde gerçekleştirilmeye çalışılmış anlam saptırmaları olmalıdır. Kur'an kavramlarının doğru anlaşılması yönündeki hassasiyetimizin gereği ve önemi hususunda Bakara Suresi'nin 104. ayeti de bize önemli açılımlar getirmektedir.6

Buraya kadar yapılan, daha ziyade bir durum tespitidir. Önemli olan ise, bu noktadan sonra neler yapmamız, nasıl yapmamız gerektiğini bilmemizdir. Mesela, yanlış anlamlandırılan Kur'an sözcüklerinin, kavramlarının varlığı karşısında neler yapabilir, doğru anlayışı nasıl elde eder ve ortaya koyabiliriz?

Bu sorunun çözümü İçinse, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğunu, niçin indirildiğini, amacının ne olduğunu bilmemiz çok önemlidir. Bu konuda Azad'ın sözlerine kulak verelim: Her kitabın veya her öğreti sisteminin ana teması için bir takım şeyleri vardır ki ona ait o!an her şey, onun etrafında dönsün. Ve bu ana tema veya onun birinci hedefi anlaşılmadıkça onun Önemi veya ona yardımcı olanı uygun bir şekilde algılamak mümkün değildir. Kur'an'ın sunmaya çalıştığı belli hedefleri vardır. Bunları uygun biçimde anlamadıkça, onlara yönelik hiç bir şey hakkıyla bilinemez.7

Kur'an'ın birinci hedefi, ana teması bütün insanların uyarılmaları, hidayete çağırtmalarıdır. Onun anlatımlarında -ki, dolayısıyla kelime ve kavramlarındaki yalınlığın, kolay anlaşılırlığın mantığı da burada yatmaktadır. Mesela o bir felsefe ya da mantık kitabı olmadığı içindir ki kelime ve kavramları sadece dar bir çevrenin ilgisini çekecek, zevklerini tatmin edecek anlamlarda ve gizemlilikte olmamıştır.

Tekrar edecek olursak, Kur'an'ın lisanı ile ilgili bir çalışmada, üzerinde durulması gerektiğine inandığımız en önemli konulardan birisi de onun kavramlarının doğru anlaşılmasıdır. Çünkü bu alanda günümüze kadar yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı-bir çok yanlışlıklar yapılmıştır. Bu yanlışlıkların temelinde ise, Kur'an'ın tanımının doğru yapılamamış olması ya da daha doğru bir ifade ile Kur'an'ın doğru tanımından uzaklaşılmış olması yatmaktadır. Mesela biz, Kur'an'ın ruhban kitabı olmadığını, onun ana temasını oluşturan mesajın mistisizm olmadığını bilirsek, Kur'an kelime ve kavramlarının tasavvufi yorumlarına karşı daha dikkatli ve uyanık olur, bugüne kadar bize yanlış ulaşan bir çok kelime ve kavramın da yeniden sağlamasını yapma gereğini hissederiz. Aynı şekilde, Kur'an'ın amacını, hedefini iyi bilirsek onun kelime ve kavramlarının üzerine düşen felsefi, bilimsel veya edebi ya da bir başka düşünce ile ilgili gölgeleri görürüz.8

Kur'an'ın tanımını doğru olarak yaptıktan sonra, sorunun çözümü bir hayli kolaylaşır. Zira çözümü Kur'an'da ararız. Bu cümleden olarak Kur'an kavramlarının doğru anlaşılma yolunun ilki, kavramın Kur'an mesajı içerisinde değerlendirilmesinden, ikincisi, ele alınan kavramın geçtiği diğer yerlerdeki kullanımlarına bakmaktan, üçüncüsü, Kur'an'daki benzer anlamlı kavramların kullanımlarına dikkat etmekten geçer. Zira Kur'an çelişkisiz ve tutarlıdır (4/82). Öğüt alınması için tekrar tekrar ve türlü türlü (tasrif) anlatılmıştır (6/105, 18/54, 17/89). Tefsir edilmiştir (25/33). Tafsil edilmiştir (7/52, 6/114). Kolaylaştırılmıştır (54/17). Korunmuştur (15/9). Kur'an'ın bu Özelliklerinin kavramları için de geçerli olduğunu unutmamak gerekir. Kur'an'ı bir binaya benzetirsek kavramlar onun tuğlalarıdır. Binadaki Özellikler, tuğlaları için de geçerlidir. Dolayısıyla Kur'an'ı en iyi şekilde anlamanın yolu, kavramları Kur'an sağlamasından geçirmekle olur.

Bütün bunlarla birlikte kelime ve kavramların anlamlarının doğru tesbitinde göz önünde bulundurmamız gerekli olan hususlardan biri de ele aldığımız herhangi bir kelime ya da kavramın, ilk dönem lügatlerde, tefsirlerde ve hadislerdeki kullanımına dikkat etmek olmalıdır.

Burada unutulmaması gereken, kavramın anlaşılmasında esas belirleyicinin yine Kur'an'ın kendisi olduğudur. Kur'an dışındaki diğer kültürel kaynakların (ilk lügatlerin, tefsirlerin, hadislerin, hatta ilk dönem şiirin) bu çerçevede yardımcı olmaları, malzeme sunmaları söz konusudur. Çünkü Kur'an'ın dünya hakkındaki görüşünün teşekkülünde hayati rol oynayan bütün anahtar kavramlar Kur'an'da yeni bir mana kazanmışlardır. 9 Yani Kur'an'ın sözlüğünü öncelikle yine Kur'an'ın kendisinde aramalıyız. Kur'an bazen kelimenin kök anlamının kendi dışında nasıl anlaşıldığını verdikten sonra ona hangi sabit tevhidi anlamı vermenin gerektiğini de anlatır. Sözgelimi. Hz. Şuayb'in kavminin dilinde hilm ve halim kendi görüşlerini yansıtır biçimde yumuşak başlı, uysal, direnç gücünden yoksun; kısaca iyi bir yurttaş demek iken; Kur'an bunun yanlışlığını sergiledikten sonra halim olanın nasıl doruk noktada bir dirence sahip olduğunu, ama bu direnci ve karşı koymayı belli bir süreye, zamanlamaya ayarladığını belirtir.10

Kur'an kavramlarını doğru anlamanın yolunun yine Kur'an'dan geçtiğini; çünkü Kur'an'ın ele aldığı, kullandığı kavramları kendi anlam bütünlüğü içinde değiştirdiğini (çoğu kez kelime anlamını bozmadan) yepyeni bir kelime, kavram yaptığını ifade ettikten sonra konuyla ilgili bir çok Örnekten birisi olan şu örneği verelim: 'Kerim' kelimesi cahiliye devrinde çok önemli bir anahtar kelime idi. Kusursuz bir şecere ile seçkin bir ataya dayanan, asilzade insanın şerefini ifade ederdi. Araplara göre fazilet sahibi, müsrif ve sınırsız cömert olmak insan şerefinin en güzel deliliydi. Onlarda kerim, İsrail derecesinde cömert olan kişi demekti.

Fakat kelime Kur'an muhtevası içinde bu manasını değiştirmiş, takva' ile yakın bir ilişki kurmuştur. Kur'an gayet açık olarak ifade eder ki, insanların en kerim, asil olanı Allah'a karşı takva ile hareket edendir (49/13). Takva ile kerim kelimesinin böyle birbirine bağlanması, İslam öncesi zamanlarda asla hayal bile edilmemişti. Arap dünya görüşünü aksettiren kerim kelimesi İslam'ın din atmosferinde tamamen yeni bir alana konulmuştu.

Kur'an ve onun lisanı ile ilgili bu yazımızda, Kur'an'ın anlaşılması yönünde söylediklerimize önemli bir noktayı da dahil etmeliyiz. Öyle ki bu nokta diğerlerinden çok daha önemlidir. O da Kur'an'ın ancak yaşanarak öğrenilebileceği gerçeğidir. Bir kimse sadece onun kelimelerini okuyarak Kur'an'daki doğruları kavrayamaz. Bunları kavrayabilmek için kişinin iman ile küfür, İslam ile gayri İslam, hak ile batıl arasındaki çatışmada etkin bir rol alması gerekir. Bir kimse ancak onun mesajını kabul edip tüm insanları bunu kabul etmeye çağırdığında ve onun hidayeti üzere hareket ettiğinde onu anlayabilir. 12

Kur'an'ı anlamak kaygısı bizi şekilciliğe, kelime despotizmine götürmemelidir. Kur'an'ı, onun kelime ve kavramlarını doğru anlama yönündeki çabamızın yönlendiricisi Kur'an'ı yaşama, tatbik etme kaygısı olmalıdır. Böyle bir kaygı taşımak, en başta Kur'an'ı tatbik etmede, hayata geçirmede çok fazla fonksiyonu olmayan kelime, kavram, deyim ve benzerlerinin üzerinde gereksiz polemiklere girmeyi engeller. Böylelikle zamanımızı, enerjimizi asli konulardan tali konulara doğru kaydırma tehlikesinden kaçınmış oluruz. Burada Hz. Ömer'le ilgili anlatılan bir olayı konuyla ilgisi bakımından nakletmek istiyoruz: Bir gün Hz. Ömer, Abese Suresi'ni okurken «Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için iri sık ağaçlı bahçeler, meyvalar ve çayırlar bitirdik.» (80/31-32) ayetlerinde geçen çayır, mera [Arapçası, ebba] kelimesine takılır ve şöyle bir düşünür, zihnini yoklar ebba yani çayır kelimesinin manasını çıkartamaz. Çünkü o, bir dil bilgini değildir. Bu kelimenin bilinmemesi müminin şuurundaki Kur'ani düşünceden, mesajdan hiç bir şey eksiltmediği için de üzerinde hiç durmaz, geçer.13

Namaz ve Lisan Meselesi

Kur'an ve lisan meselesinin gündeme geldiği bir çok yerde, Kur'an'ın Arapça oluşunun onun anlaşılamayacağı sonucunu doğurmadığını, Kur'an'ı anlamak için illa da Arapça bilmek gerekmediğini (bilinse daha iyi olacağını) söylüyoruz. Bu sözlerimizin, hükmümüzün gerekçelerini izah ederken İslami kültürleri, bilinçleri tam oluşmamış ya da gayri İslami düşünce etiketlerine sahip kişiler tarafından Kur'an'ın anlaşılarak okunması meselesi ile namazın Türkçe kılınması meselesi birbirine karıştırılıyor. Her ne kadar karşılaşılan bu tür olayların sayısı fazla olmasa da yeri gelmişken konuyla ilgili düşüncelerimizi aktarmak istiyoruz.

Her şeyden önce bilinmelidir ki evrensel olma iddiasında olan bütün sistemlerin, dinlerin dışa karşı kendilerini ifade ettikleri sembolleri, simgeleri vardır. Bu cümleden olarak namaz, bizim dinimizin en önemli sembollerinden birisidir. Öyle ki bir insanın müslüman olup olmadığının tesbitinde en önemli rollerden birini oynar. Yine günde beş kez kılınması da onun önemi dolayısıyladır. Namazı huşu ile (23/2), okuduklarımızı düşünerek, anlayarak (4/43) kılmak Kur'ani emirlerdendir.

Namaz esnasında okuduklarımız Rasul'ün okuduğu dualar ve Kur'an ayetleridir. Kur'an'ın anlaşılarak okunması, düşünülmesi gereği gibi namazda okuduklarımızın da düşünülmesi, anlaşılması lazımdır. Bunun için de, okuduğumuz dua ve ayetlerin anlamlarını öğrenmeye, düşünmeye çalışmalıyız. Namaz sadece kılınışı ile, vakitleri ile değil; onda okunması şart olan belli ayetleriyle de evrensel bir ibadettir. Evrensel olmak, belli ortaklıkları gerektirir. Namaz dili de bu ortaklığın önemli bir yanını oluşturur. Bu söylediklerimiz namazın anlaşılarak kılınması gerçeği ile de çelişmez. Çünkü bir şeyi düşünmeyi, anlamayı, onu kendi dilimizle ifade etme ile, söyleme ile özdeşleştiremeyiz. insan düşünmedikten sonra Türkçe okuduğu bir sureyi, ayeti de anlamaz. Nasıl her bakmak, görme ile sonuçlanmıyorsa; herhangi bir şeyi okumak, söylemek de (kendi lisanımız ile olsa bile) düşünme ile sonuçlanmayabilir. Düşünme belli çabaların ürünüdür ve ancak öyle gerçekleşir. Bir kimsenin herhangi bir şeyi ana diliyle ifade etmesi «düşünme» ile özdeş olsaydı «Ey inananlar! Sarhoşken namaza yaklaşmayın. Çünkü ne dediğinizi bilmezsiniz.» (4/43) Kur'ani emri indirilmezdi. Çünkü biz biliyoruz ki sarhoşluk hali «ana dilin» kullanıldığı bir haldir. Bununla birlikte sarhoş söylediklerini düşünecek vaziyette değildir. Fakat yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi «ne dediğini bilmez.» Kısacası namazı düşünmeliyiz, ama bunu gerçekleştirmek için de evrensel namaz dilini kullanmalı, onların manalarını öğrenmeliyiz. Burada konuyla ilgili bir kaç noktayı hatırlatalım: Birincisi, namazda okunacak bir kaç ayetin manaları ile asıllarını öğrenmek mümkündür, ikincisi, bütün evrensel sistemlerin belli kavram ve deyişleri vardır ki, bunlar orijinalleri ile kabul edilir ve öyle kullanılır, İslam'ın namazı da böyledir. Üçüncüsü, bu konu tevatüren gelmiş ve herkes tarafından böyle kabul edilmiştir. Vakıası böyledir. Dördüncüsü, namaz dili üzerindeki polemikleri daha ziyade 'niyetleri üzüm yemek olmayan islam düşmanları gündeme getirmek istemişlerdir. Öyle ki, Cumhuriyet'in ilk yıllarında ezan ve namaz bir müddet Türkçe okutulmuş ve kılınmıştır. Oysa biz biliyoruz ki bütün bu gayretkeşlikler, namazı anlayarak, düşünerek kılmak (l) için yapılmamış tam tersine evrensel ümmet bilincini temsil eden değerlerden en büyüklerini yıkmak için yapılmıştır.

Son olarak diyoruz ki: Çarşıya pirince giderken evdeki bulgurdan da olmamak için müslümanların bu konuları iyi düşünmeleri ve buna göre davranmaları gerekir.

Notlar:

1. Bkz.: Lisanul-Arab. cilt 11, s. 631, Kum, Hicri 1405.

2. A.g.e., cilt 5, s. 144.

3. A.g.e., cilt 13, s. 170.

4. TDK Türkçe Sözlük, ilgili maddeler, Ankara, 1988.

5. Kavramların yanlış anlaşılmasının doğurduğu sonuçlar için bkz.: Muhammed EI-Behiy, inanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Yöneliş Yayınları, istanbul, 1988, s. 9. Yine bkz.: Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim. Seçkin Yayınları, İstanbul, 1989, s.7.

6. Söz konusu ayet şöyledir: «Ey inananlar! (Peygambere) bize bak [raina] demeyin. Bizi gözet [Unzurna] deyin ve dinleyin.» (2/104). Bu meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için şunların bilinmesi gerekir. Münafıklar, İslam'a, Rasulullah'a açıkça karşı çıkamıyorlardı. Düşmanlıklarını gizlice yapmaya çalışıyorlardı, inananların yanında biz de sizdeniz derken kendi aralarında biz onlarla alay ediyoruz diyorlardı (2/14). inananlar, Rasulullah'a bize bak, bizi gözer anlamında raina derken, münafıklar aynı kelimeyi kendi dillerindeki bir hakaret sözcüğüne benzeterek peygamberle alay etmek için kullanıyorlardı. Kelimenin bu kaypaklığından yanlış yerlere, anlamlara çekilebilme özelliğinden dolayı, Allah aynı anlama gelen fakat yanlış anlamlara çekilmeye imkan vermeyen başka bir kelimeyi unzurna demeyi emretmiştir. Allahu Teala'nın bu emri bize, kavramların doğru kullanılmasında hassasiyet içerisinde olmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Konuyla ilgili olarak, tefsirlerin ilgili bölümlerine bakılabilir.

7. Mevlana Ebul-Kelam Azad. Fatiha Tefsiri, Bir Yayıncılık, istanbul 1984, s. 26.

8. Kur'an'a mezhebimizin, mesleğimizin, meşrebimizin etkisinden uzak yaklaşma zarureti vardır. Aksi takdirde Kur'an'ın onun kelime ve kavramlarının anlaşılmasında büyük hatalara düşülür. Böyle bir yanlışa ve onun nedenlerine ilişkin olarak bkz.: Dr. Beheşti, Bilmek, Bir Yayıncılık, istanbul, 1988, s. 119.

9. Bkz: Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Allah ve insan. Kevser Yayınları, s. 16.

10. Ali Bulaç'ın Toshihiko Izutsu'nun Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar isimli kitabına yazdığı önsöz, Pınar Yayınları, s. 14. Ayrıca, bu önsözün konu ile ilgili faydalı bir yaklaşım sunduğunu da belirtelim.

11. Bkz.: Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Allah ve insan, s. 43-44.

12. Bkz.: Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, insan Yayınları, istanbul, 1986, c. l, s. 24.

13. Bkz.: Malik bin Nebi, ideolojik Savaş Ajanları. Fikir Yayınları, istanbul 1977, s. 54.

 Haksöz Dergisi
 Ocak 1992
 Sayı: 10

 www.haksoz.net



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:

İslamda Eylemsiz İman Yoktur

FEVZİ ZÜLALOĞLU

“Elif, Lam, Ra. insanlar sadece 'iman ettik' demekle, hiç imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun ki biz, onlardan öncekilerini sınadık. Elbette Allah, doğruları bilecek; yalancıları da bilecektir.” [29/Ankebut, 1-3]

Kur'an, iman ve onun ilkelerini ortaya koyarken, imanın zihinde oluşan soyut değerler bütünü olmadığını sürekli olarak tekrarlar ve imanın ancak tezahürleriyle bir bütünlük ve bir değer ifade edeceğini vurgular. Müteaddid ayetlerde imanın beş esas prensibi üzerinde durulmakta (Allah'a, meleklere, kitaplara, Rasullere ve ahiret gününe iman. (2/Bakara,177) ve bu esaslar, sürekli olarak bireyin hareketlerini belirleyici ve onu yönlendirici bir işlev görmektedirler.

Rabbimiz yukarıdaki ayette iman ettik sözünü kuru bir laf olarak söyleyenleri eleştirmekte, sünnetinde sınanmasız bir imanın vakıa ve ideal olarak kabul görmediğini ifade etmektedir, iki ayrı din olan TEVHİD ve ŞİRK, inananlarında, ortaya koydukları hayat tarzı ile ayrışmaktadır. Bu yüzden iman ettim dediği halde hala Tağut'a kulluk eden, hayatının tümünü ibadet bilinci ile düzenlemeyip Allah'tan başka hüküm koyucular, rabbler edinen biri bu sözü hiç söylememiş gibidir. Önemli olan, Allah'a hanif/birleyici olarak inanıp bunun şahitliğini yapmaktır. Yoksa inandığını söylemek, zaman zaman müşriklerin bile kaçamadığı bir gerçektir:

Andolsun onlara: Kendilerini kim yarattı? diye sorsan, elbette Allah derler. O halde nasıl (haktan) çevriliyorlar?!” [43/Zuhruf, 87. Ayrıca bakınız: 23/Müminun, 84-89; 34/Sebe, 24; 29/Ankebut, 61-63]

Kur'ani anlamda iman, salt bilmek olmadığı, amelle bütünleştiği, iman ve amel ayrı ayrı iki alan olmadığı halde, bugün kendilerini islam'a nispet eden kalabalıklarda, iman ve amel neden iki ayrı alana ait kavramlarmış gibi algılanmaktadır? Bu anlayışı doğuran tarihi sürece kısaca değinmek gerekir:

Rasulullah dönemi ve O'ndan sonra kısa bir süre devam eden saf islam toplumuna egemen olan Tevhidi/Kur'ani düşünce yerini, kendisine musallat olan cahili ve beşeri düşüncelere bırakınca, müminler topluluğu, içinde bulundukları ‘dini gereğince yaşayamama' hallerine çözümler aramaya başladılar. Bu çözüm arayışları ve sonuçları bugün hepimizin malumudur: isyanlar, cinayetler, savaşlar, sürgünler, katledilmeler... insanlar inançları uğruna savaşmaktan çekinmiyorlar; Kur'an'ın bize aktardığı geçmiş ümmetlerin mücadeleleri aynen tekrarlanıyordu, işte bu sırada islam ümmetine egemen olan zalim iktidarlar, yanlarına aldıkları 'Din adamları' vasıtasıyla, şeklen tahrif edemedikleri vahyi, manen kendi heva ve çıkarları doğrultusunda yeniden yorumlamaya başladılar. Vahyin mesajını asıl kimliğinden ve bütünlüğünden tecrid ederek yeniden biçimlendirdiler. Öncelikle kendi varlıklarını ve konumlarını meşrulaştırdılar. Sonra da 'iman Nedir?’ sorusunu sorarak onu salt zihinsel bir 'bilme' olarak formüle eltiler. Kur'an'da 'kafir' ile eşanlamlı olan 'zalim' ve 'fasık' tabirlerinin müminler için de kullanılabileceğini iddia ettiler. Kur'an'a, Kur'an'ın istediği biçimde yaklaşan hiç bir kimsenin kabul edemeyeceği mümin-müslim ikilemini izafe ettiler. Artık 'iman', pratik boyutundan koparılmış, amelsiz bir olguya dönüşmüştü. Tüm bunları yaparken, heva ve heveslerince yorumladıkları ayetleri delil getirmekten de geri kalmıyorlardı.

Bugün tarihe mal olmuş ve artık dokunulmaz birer gerçeklik olarak kabul edilen itikadi mezhepler ve hatta bu mezheplerin pratik cephesini oluşturan fıkhi mezheplerin hepsi, insanların zulüm ve adaletsizlik karşısında takındıkları tavırlar ve bu tavırlarını izah eden formüller etrafında oluşmuştur. Kimi savunmacı, kimi uzlaşmacı olan bu mezhepler iman'a, zalimleri rahatsız edebilecek bir işlev yüklemekten çok uzak kalmışlardır.

İman' artık teorik bir olgudur. Sadece kalp ve vicdan işidir. Pratikten özellikle de toplumsal işlevinden soyutlanmış, bireyin kalbine/vicdanına hapsedilmiş, kimde olduğu bilinemeyen, kalbin en ücra köşesinde gizlenmiş olması muhtemel bir 'bilme'dir. Artık 'iman' en ileri seviyedeki îzahıyla tasdikun bi'l-cenan ve ikrarun bi'l-lisan ve'l-amelu bi'l-erkan dır. Dikkat edilirse imanın en geniş muhtevalı bu izahı bile bireycidir. Buradaki 'amel'den kasıt namaz, zekat, oruç ve hacdan öteye bir şey değildir. Kaldı ki fert bunları bile ifa etmediğinde, müminlik sıfatına halel gelmemekte, müminler safından çıkmamakta, sadece ve sadece günahkar bir kul olmaktadır. Zira dikkat edilirse tüm bunlar o dönem iktidar sahiplerinin genel vasıflarıdır.

Peki durum gerçekten böyle midir? İman salt teorik olarak Allah'ı bilmek midir? Veya geleneksel ifadesiyle amentüyü sıralamak mıdır? Bunun böyle olup olmadığını, gerçek doğru ve furkan olan Kitab'a bakarak izah etmeye çalışacağız.

Daha ilk ayetlerinde Kur'an, kendisini tanımlar ve imanın mahiyetini, tezahürlerini sayarak belirler:

Elif, Lam, Mim. Bu, kendisinde hiç bir şüphe olmayan ve muttakiler İçin yol gösterici bir KİTAB'dır. (O muttakiler) ki, gaybe inanırlar, namazlarını kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden intak ederler. Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Ahirete de kesinlikle inanırlar. İşte Rabb'lerinin hidayeti üzerinde olanlar ve felaha erenler onlardır. [2/Bakara, 1-5]

Buradaki 'gaybe iman' daha sonra başka ayetlerde geçen iman esaslarının tümünü ihtiva eder:

...Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inandı...” [2/Bakara, 177; ayrıca bkz.: 285 inci ayet] Gaybe imanın yani yukarıdaki prensiplere imanın hemen akabinde, söz konusu imanın tezahürü olan ve onu bütünleyen pratik zikredilmekledir: Namazı kılmak, rızık olarak verilenden infak etmek, vahyin doğrultusunda hareket etmek ve tüm bunların sonucunda hesap vereceğinden şüphe etmemek, işte ancak böyle bir iman kurtuluşa vesile olabilmektedir.

Bu arada şunu da belirtmekte yarar vardır. Gaybe iman, Kur'an ile sınırlandırılmıştır. Zira gaybı bilen yalnız Allah'tır, inanmamız gereken gayb, Allah'ın vahiy aracılığıyla insanlara bildirdiği ve Kur'an'da yer alan gaybdır. Eğer gaybın alanını Kur'an dışına taşırırsak, o zaman aşağıdaki ayetin bizi sakındırdığı neticeye düşeriz:

... Yoksa Allah hakkında bil¬mediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?... [2/Bakara, 80]

Kur'an insanlardan Allah'a iman etmelerini ister. Yalnız O'na iman etmelerini ve O'nu birlemelerini, dolayısıyla haber verdiği gaybe inanmalarını ister. Ardından bireylerden, yapmaları gereken hususları vurgular. İşte bu noktada iman, teorik bir 'bilgi' olmaktan çıkar, tam anlamıyla 'pratik' ile bütünleşir:

“(Salih'in] kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, zayıf bırakılmış müminlere: Siz, Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini BİLİYOR musunuz? dediler. (Müminler): Doğrusu biz onunla gönderilene İMAN EDENLERİZ. dediler.” [7/Araf, 75]

Buradaki iman, kafirleri rahatsız eden, statülerini sarsan, onları tehdit eden faaliyetler bütünüdür. Yoksa salt 'bilmek' niçin rahatsızlık unsuru olsun ki?

Kur'an bu gerçekliği, bolca kullandığı iman edenler ve salih amel işleyenler ifadesiyle sürekli olarak vurgular. [Örnek olarak bakınız: 2/25; 2/62; 2/82...]

Yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik (birr) değildir. Asıl iyilik odur ki; Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve nebilere inandı; Allah için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, muhtaçlara ve boyunduruk altında bulunanlara mal verdi; namazı kıldı, zekatı verdi. Antlaşma yaptıkları zaman gereğini yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler; işte doğru olanlar onlardır, muttakiler de onlardır.” [2/Bakara, 177]

Bu ayet, iman esaslarının, hakikatte hareket ve davranış esasları olduğunu göstermek noktasında yeterlidir.

Konuya Kur'an'ın bütünü göz önüne alınarak bakıldığında -ki müminin yapması gereken Kitab'a tümüyle sarılmak ve Kitab'a yalnız bir tarafından yaklaşmamaktır- kişinin birinci ve yegane vazifesinin, dini Allah'a halis kılarak yalnız O'na kulluk etmek olduğu anlaşılır. Buna karşılık da Allah insana/mümine cenneti vaadetmiştir:

“Allah müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır.” [9/Tevbe, 11]. Ve artık müminlere, yani iman edenlere düşen imanlarının gereği malları ve canlarıyla Allah yolunda olmaktır. [8/28; 64/15; 4/95; 8/72, 9/20, 44, 88 vd.]

Kur'an bütün bunları imanın koşulu olarak zikretmiştir ve yanlış anlaşılmaması için de önceki kavimlerin başlarına gelenleri, onların mücadelelerini ve imanlarının niteliğini örnek vermiştir:

“Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz?...” [2/Bakara, 214; ayrıca bakınız: 3/AI-i İmran, 142, 195; 9/Tevbe,16; 47/Muhammed, 31].

Artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Yaygın olarak kullanılan imanın şartı İslam'ın şartı veya mümin-müslim ikileminin, gerçek müminin hayatında pek bir değeri yoktur. Şu ayeti gördükten sonra artık islam'ın şartı ile imanın şartını nasıl ayırabilirsiniz ki?:

Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekat vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur. “[98/Beyyine, 5]

Söz konusu mümin-müslim ikilemi, Hucurat Suresi'nin 14. ayetinin yanlış yorumlanmasından veya daha doğru bir ifade ile zamanın zalim iktidarlarının, tevhidi hareketleri engellemek için böyle yorumlanmasını istemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu ayette geçen Eslemna islam olduk ifadesi barışa girdik, vuruşmayı bıraktık, sizin itaatinize girdik anlamındadır. Yoksa şimdilik müslüman olduk, daha henüz mümin olmadık anlamında değildir. Burada söz konusu olan, bir grubun mevcut siyasi otoriteye boyun eğmesidir. Onlar (bedeviler) bunu yaparken yani teslim olurlarken kendilerini müminlerle eşdeğer görüyorlardı. Ayet bu durumu nefyetmektedir. Zaten müteakip ayet bunu açıkça gösteriyor. İslami otoriteye boyun eğmek, itaat etmek anlamında Nisa, 94'te de aynı durum söz konusudur.

Müslim'in mümin ile aynı anlama geldiğini gösteren şu ayet gayet açıktır:

“Rabbi O'na (İbrahim'e) İslam ol! demişti. Alemlerin Rabbi'ne teslim oldum. dedi.” [2/Bakara, 131]

İbrahim (s)'de bu ikilemi görmek mümkün müdür?

İfade edildiği biçimiyle islam hiç bir zaman cennetle alakalı görülmemiştir. Esasen İslam bir sistemin, top yekûn bir dinin adıdır. Ferd ferd mümin bireylerden biz olup cemaatleşen, ümmetleşen dinin adıdır İslam. Bu anlamda mümin-müslim ayırımının pratikte hiç bir değeri yoktur. İmani sorumluluklarını yerine getirme mücadelesi veren; bu yolda canını, malını cennet karşılığında Allah'a satan; mallarını, eşini ve çocuklarını Allah yolunda bir imtihan aracı olarak gören bir insanla, tüm bunları teorik olarak sadece zihninde bulunduran ve bu konuda hiç bir faaliyet sergilemeyen bir insan! Bunların ikisi de mümin olacak! Bu Kur'an'a terstir. Kendilerine la ilahe illallah diyen herkes cennete girecektir hükmünü şiar edinip yan gelip yatanlar, Al-i İmran Suresi'nin 23-25. ayetlerine baksınlar. Allah Ahkamu'l-Hakimindir. O gün adaletle hükmolunur ve herkese kazandığı tastamam verilir.

İman bir tercihtir. Eylemlerde tercihtir. Bütün hayatını inna lillah (Biz Allah içiniz...) doğrultusunda tanzimdir. Ve bu tercih, bireyin tüm davranışlarını, eylemlerini, faaliyetlerini kuşatıcıdır, iman, müminlerle birlikte davranmak, onlarla birlikte olmaktır. Savaşmak 'iman esasları’ndan değildir. En azından iman edilmesi gereken bir prensip değildir. Ama öyle bir an gelir ki savaşıp savaşmamak tercihini yapmak, bireyin mümin olup olmamak tercihi ile eşdeğerdir. Tevbe Suresi'nin 43-46, 80-96 ve 118. ayetleri müminin pratikteki tercihinin önemini tüm açıklığıyla ortaya koymakla ve basit gibi görünen bir tercih hatasının sonucunun vehametini vurgulamaktadır, imanımızın gereği olan pratikteki Allah için olması gereken tercihlerimizde çok dikkatli olmak ve her anımızı mümince değerlendirmek durumundayız.

“Asra andolsun ki; İnsan ziyandadır. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” [103/Asr Suresi]

 Haksöz Dergisi
 Nisan 1991
 Sayı: 1

 www.haksoz.net

 

Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:
Kur'an'a Yaklaşımdaki Yanlışlar

AHMET DEMİREL

Allah'ın biz kullarına yaratılışın ve yaşamın anlamını bildirmek için gönderdiği kitapla aramızdaki irtibat çok zayıftır.

Kur'an birçok Müslüman nezdinde, hala gizemli ve anlaşılmaz bir kitap olup, ölülere hatim indirmek ya da fazla sevap kazanmak için okunmaktadır. Asli fonksiyonları olan anlaşılmak ve tatbik edilmek ise unutulmuş/unutturulmuştur. Bununla beraber, özellikle son yıllarda ülkemizde ve dünyada bu gerçeği görenlerin sayısında önemli artışlar olmuştur. Allah'a hamdolsun ki her geçen günle birlikte, Kur'an'a yaklaşım yolundaki sevindirici çabalar artmaktadır. Müslümanlar sorumluluklarının bilincine ermektedirler. Burada hemen hatırlatılması gereken; Kur'an ile hemhal olmaktan, onunla yakınlaşmaktan kastımızın, salt okumak ya da bilgi hamallığı yapmak olmadığıdır. Bu durum, hiç bir zaman istenilen bir şey olmadığı içindir ki, Allah Kur'an'da şöyle buyurmuştur: “Kendilerine verdiğimiz Kitab'ı gereğince (tatbik ederek) okuyanlar var ya, işte onlar O'na inanırlar...” [2/Bakara, 121]

Bu yazımızda ele almak istediğimiz de bu tür yanlışlardır. Doğruları yaşamak için gerekli olan Kur'ani bilgilenme zarureti, söz konusu yanlışın failleri tarafından araç olmaktan çıkartılıp, adeta amaç haline getirilmiştir.

Elbette Kur'an'ın anlaşılmadan okunduğu günümüz toplumunda Kur'an'ı anlayarak okumak ve okunmasını istemek, bu hususta çaba sarfetmek küçümsenemez. Bizim anlatmak istediğimiz ya da eleştirdiğimiz de bu değildir. Meseleyi salt Kur'an okumaktan, onun anlaşılmasına yönelik (usuli) çabalardan ibaret görerek bütün gayretleri bu alana hasretmektir yanlış olan. Çünkü Kur'an salt okuma kitabı değildir. O, içindeki doğruların bireysel ve toplumsal yaşama taşınmasını gerektirir. Vahyin ilk muhatabı olan Rasulullah'ın güzel örnekliği ve seçkin sahabilerin davranışları da bu doğrultuda olmuştur.

Bu gün, Kur'an'da bir defa geçen bir kelime ya da kavram üzerinde saatlerce tartışan, sayfalarca yazan kimseler vardır. Bunlar için Kur'an; gramer incelikleri, semantik ilmi bilinmeden anlaşılabilecek bir kitap değildir. Hatta cahiliyye şiiri, Arap kültürü bilinmeden Kur'an'ın anlaşılamayacağı savunulur. Aslında geleneksel din anlayışındaki Kur'an'ın herkes tarafından anlaşılmayacağı yanlışının bir tür bilimsel (!) savunuculuğundan başka bir şey değildir yapılan.

Dikkatler, “zulüm” kavramının Kur'an'da türevleriyle birlikte kaç kez geçtiği üzerinde öyle bir yoğunlaştırılır ki, pratikte, yaşamda “zulüm-zalim” bir türlü görülemez. “Zalim topluma gidin” ayetini tatbik etmek için öğrenilmesi gereken söz konusu kavram; semantik ilminin cazip bir örneği olur çıkar.

Ya da mevcut meallerde, tefsirlerde sadece bir cümlenin, bir kelimenin yanlış kullanımı gerekçe gösterilerek, Kur'an'ı anlamak için ne kadar çok şey bilmek gerektiği ve bütün bunlar için de akademik kariyerin farz (!) olduğu bir güzel anlatılır.

Kur'an'ın apaçık olduğu, bütün insanlara gönderildiği, insanları ve toplumları değiştirmek için geldiği hakikati, bir kaç mevzi olay bahane edilerek unutulur gider.

İlah'ın, Rabb'in, tağut'un tam tekmil kaç anlamda ve nerelerde kullanıldığı bilinir de; mevcut ilahlara, tağutlara karşı mücadele çabasında olanlar; aktüaliteye, gündelik basit işlere (!) fazla dalmakla suçlanır.

Asırlardır Kur'an'dan uzak oluşun, O'nun birtakım kelime ve kavramlarının bozulmuş olmasının sebep olduğu yanlışlıklar, salt entellektüel, kültürel çabalarla giderilemez. Söz konusu yanlışları ortadan kaldırmanın yolu içinde kültürel çabaların da bulunduğu sahih diyaloglar, istişari çabalar ve tevhidi sorumlulukların gözetilmesi ile- topyekün tevhidi bir mücadeleden, geçer. Bozulma önce kavramlardan değil, nefislerden, kalplerden başlamıştır. Düzelme de bozulmanın başladığı yerden olacaktır. Bunun yolu ise; Kur'an'ı salt usuli, dilbilimsel tartışmaların odağı olmaktan çıkartıp, hayatın, yaşamın projektörü kılmaktan geçer. Ve yine bunun yolu, bireyciliğin insanı tutsak edici romantizminden uzaklaşmaktan, yeni anlamlar keşfetmenin hazzını yaşatan yalnızlık kulelerinden inip, insanların arasına karışmaktan geçer.

Kur'an'a yaklaşımdaki bir başka yanlış da, O'nun salt tartışma ya da ideoloji kitabı olduğu şeklindeki algılayıştır. Oysa O, bütün bunlarla beraber gecenin sessiz bir vaktinde ya da günün herhangi bir anında, sırf ibadet hazzıyla, sırf imanımızı artırabilmek için de okunabilmelidir. Bu husus Kur'an'ın birçok yerinde övgüyle anılmış ve istenmiştir. Yani bir çeşit fantazi olarak asla görülmemelidir. Çünkü Kur'an'ın muhatapları mekanik varlıklar değil, insanlardır ve insanların akli olduğu kadar duygusal boyutları da vardır.

Kur'an'ın güçlü sosyal ve düşünsel yönü, insanları etkileyen derûni yönüyle bütünleşmiştir. Onun ilk muhatapları onun bu bütünlüğünü yaşamışlar, düşünce ve pratik uyumunu gerçekleştirmişlerdir. Onlar için Kur'an itikaf yalnızlığında dua, tartışma ortamlarında delil, savaş meydanlarında cesaret kaynağıydı. Bugün de Allah'ın yardımının tecellisi için Kur'an böyle algılanmalıdır.

Günümüzde Kur'an'a yaklaşımdaki yanlışlıkların en tehlikelisi ve belki de kasıtlısı 19 mucizesi(l) anlayışıdır. Bir tür bilgisayar ya da rakam pulculuğu şeklinde Özetlenebilecek bu anlayış aslında yeni değildir. Kökü eski cifr ve ebced hesaplarına dayanır. Müntesiplerinin, Allah'ın yasak kıldığı alanla uğraşmalarından dolayı [74/Müddessir, 30-31] kalpleri saptırılmıştır.

Yine temas etmeden geçemeyeceğimiz bir başka yaklaşım yanlışı da, özellikle son yüzyılda modern bilimin ve pozitivizmin İslam dünyasındaki etkileriyle ortaya çıkan bilimci (!) anlayıştır. Bu anlayış son tahlilde Batı medeniyeti karşısında duyulan aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Söz konusu anlayışın temsilcilerince her bilimsel icadın, teknolojik gelişmenin kaynağının Kur'an olduğu gibi asılsız ve gereksiz iddialar ortaya atılmış, bu hususa delil olması için bazı ayetler zorlama yorumlarla ele alınmıştır. Allah'ın hidayet kitabını “bilim ve teknik” kitabı gibi gösteren bu anlayış Kur'an İle irtibat kurarken bizatihi kendi Önyargılarındaki olumsuzluğu taşıyor.

Son olarak ele almak istediğimiz bir başka “yanlış” da Kur'an'ın bütünlükten uzak değerlendirilmesiyle ortaya çıkan yanlıştır.

Bilindiği gibi Kur'an 23 senede peyderpey indirilmiş bir kitaptır. O hayata tatbik edilebilmek için aşamalı bir uygulamayı [tertili] esas almıştır [25/Furkan, 32]. Kur'an'ın bu şekilde indiği gerçeğini göz Önünde tutmayan bazı müslümanlar Kur'an'da çelişki olmadığı halde [4/Nisa, 82] varmış gibi onun bazı ayetlerini yok saymışlar (nesh) ya da yanlış anlayışlara varmışlardır.

Kur'an'ın; bütün ayetleriyle bir uyum, bir bütünlük arzettiği, O'nun bir ayetinin yalnız başına, bütünlükten uzak ele alınmasının büyük bir yanlışlık olacağı bilinmelidir.

Bizim buraya kadar sıraladığımız yanlışlar veya diğerlerine karşı çözüm: Kur'ani birikimleri olan müslümanların yakın diyaloglar kurmalarında güç birliği yapmalarında “Ben”ken “Biz” olmalarındadır.

Teorik ve pratik kaygılar taşıyan müslümanlar sıkı ilişkiler kurmalı ve bu ilişkilerini aşamalı olarak, kollektif bir düzlemde konuşup tartışarak bir adım daha ileriye götürmelidir. Müslümanlar, taşıdıkları mesajın içeriğini ve onu topluma hangi metodla ulaştırmaları gerektiğini iyi kavramalı ve olayı bütü¬cül olarak akidevi ve siyasi boyutlarıyla değerlendirmelidirler. Bu çabalar İslami kaygı duyan çevrelere Kur'ani tasarılar sunacaktır. Kur'an okuyan müslümanlar meselenin bu yönünü ihmal etmeleri durumunda siyasi gücü ve sosyal birlikteliği kurma olanağını bulamayacaklardır. Onun içindir ki Allah'ın Kitabı'na, her zamandan daha bir sıkı sarılma gereği vardır. Ancak bu takdirde, günümüzde müslümanlar arasında bir şeyler yapanların Kur'ani bilgisizlikleri, Kur'ani bilgileri olanların da bir şeyler yapmamaları seklindeki eksik tablo tamamlanabilir. Ve yine ancak bu şekilde iman ile eylem; akide ile siyaset/pratik arasındaki olması gereken bütünlük kurulabilir.

“Şüphesiz bu Kur'an en doğru yola iletir.” [17/İsra, 9]

 Haksöz Dergisi
 Nisan 1991
 Sayı: 1

 www.haksoz.net



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:
Toplumsal Yapılanmada Kur'an'ın Rolü - 1

ASAF HÜSEYİN

-Sayın Asaf Hüseyin; sizi Türkiye'de yayınlanan kitaplarınız ve bazı makalelerinizle tanıyoruz. Uzmanlık dalınızın sosyoloji olması hasebiyle sizce bir sakıncası yoksa söyleşimize bu konu üzerinden giriş yapmamızın daha uygun olacağını düşündük.

-Tabii, iyi olur.

-Bildiğimiz gibi sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkarılması Auguste Comte'la gerçekleşmiştir, 19. yüzyılda uluslararası emperyalizm, işgali altında tuttuğu topraklarda sömürdüğü halklarda (toplumlarda) belli bir uyanış ve buna bağlı olarak da kendi çıkarlarını zedeleyebilecek -hiç olmazsa potansiyel- bir direnişle yüz yüze gelmişti. Sömürgeciler bu toplumları bir arada tutan insani bağları çözerek muhataplarını, birlikleri bozulmuş yığınlar Malik b. Nebi'nin ifadesiyle sömürülmeye müsait toplumlar haline getirebilmek için toplum bilimine ihtiyaç duydular. Toplumların değişiminde etmen olan teme! yasaları ve dinamikleri keşfederek çok küçük askeri güçlerle bile büyük yığınlara sömürge toplumu kimliğini benimsetebilmişlerdi.

Sosyoloji temelde pozitivizmin ürünü olan ve bugün de emperyalizme hizmet etmek amacıyla kullanılan bîr disiplin olarak ortaya çıkmakladır. Buradan hareketle; sosyoloji konusunda müslüman bir uzman olarak; toplumu değiştirmek için uygulanması gereken metod sizce ne olmalıdır?

-Ben bir sosyoloji uzmanıyım, ama her şeyden önce benim asli kimliğim müslüman, asıl uzmanlık alanım İslam'dır. Bu açıdan topluma bakıyorum. Bu bakış açısıyla toplumun üstüne kurulmuş olduğu yapıyı ve toplumu oluşturan unsurları inceliyorum.

Sosyoloji dersleri veriyorum. Toplumları değerlendirebilmek ve sağlıklı bakış açısına sahip olabilmek için belirli ilkeler koymamız gereklidir. Onları ancak çerçevesini aşağıda çizeceğimiz ilkeler içerisinde incelememiz gerekir.

Toplumu oluşturan iki temel ilke, en genelde iki temel unsur vardır. Bu iki temel ilkenin birisi kültür diğeri yapıdır. Sözgelimi Türk toplumundan bahsediyorsak; bu toplumda bir takım temel yapıların var olduğunu görürüz. Bunlar; siyasi iktidar, ordu, eğitim kurumu vb. yapılardır. Bu yapılar, kendi bünyelerinde kendi kültürlerini oluştururlar. Türkiye'deki ordu, iktidar, eğitim vb. yapılar Kemalist bir yapıya sahiptirler; bunun zorunlu olarak getireceği sonuç da, oluşturacakları toplumun Kemalist kültüre sahip bir toplum olmasıdır. Şayet bu yapılar, toplum üzerinde kendi kültürlerini oluşturmazlarsa ayakta duramaz, sürekliliklerini sağlayamazlar. Kısacası, yapılar sürekliliklerini sağlayabilmek için kendi kültürlerini topluma empoze eder, toplum üzerinde kendi kültürlerini oluştururlar.

Yapı, kültürü oluşturur derken şunu demek istiyorum: Buna bir örnek vereyim. Şu anda Sovyetler Birliği'ndeki iktidar, (yani) Komünist Parti, oluşturduğu eğitim sistemiyle yeni yetişenlere komünist kültürü aşılıyor, okullarında yetişen nesle komünist kültür eğitimini veriyor. Yine, İngiltere'de Parlamento temel yapıdır ve oradan yeni yetişen nesil parlamenter, demokratik kültürle yetiştiriliyor, o kültür empoze ediliyor. Çünkü yapının vermiş olduğu, empoze etmiş olduğu kültürle yetişen bu nesil daha sonra bu yapıda yer alacak, yapının devam ettirilmesini sağlayacak ve aynı şekilde kendinden sonra gelen nesle bu kültürü aktaracaktır. Böylelikle yapı sürekliliğini sağlayabilmek için kendi kültürünü nesilden nesile aktaragelecektir. İşte yapı böylece kültürle birbirine yapışık durumdadır. Birbirlerini bütünler, birbirlerini oluştururlar.

Değişik bir örnek vereyim: Bazen bir kültüre sahip olursunuz, fakat bir yapınız olmayabilir. Örneğin; İngiltere'deki, Avrupa'daki müslümanların durumu. Sözgelimi, hep beraber müslüman olarak Avrupa'ya gitmiş olalım. Bizim bir islam kültürümüz var, fakat bu kültürü idame ettirecek bir yapımız yok. İşte buradaki müslümanlar bir araya gelerek para toplayıp bir cami yapıyorlar. Çünkü cami kültür aktarımı görevini yerine getirebilecek bir yapıdır. Bu yapının yanında ileride medrese oluşuyor. Orada da gelecek nesle İslam kültürü veriyorlar, Ve bu yetişen insanlar, camide, medresede aldıkları bu kültürle yapıyı devam ettirmekle beraber, yapının idamesi için, gerekli nesilleri yetiştiriyorlar. Böylece yapı-kültür bütünlüğü sağlanmış oluyor.

Dünyada bir çok İslam ülkesi var. Acaba bu ülkelerdeki yönetimler İslami yönetim mi? Ulema gerçekten İslami ulema mıdır? Okullar İslami okullar mıdır? Kurumlar gerçekten İslami kurumlar mıdır? Bu sorulara vereceğim cevap, hayırdır. Şu ana kadar ders verdiğim öğrenciler de dahil olmak üzere hiç bir kimse; Benim başımdaki idareciler, İslami idarecilerdir. Düzen İslami'dir, kurumlar İslami'dir demedi.

Bütün bunların da Ötesinde asıl can alıcı nokta da şudur: Şu anda yaşayan İslam; gerçekten olması gereken İslam mıdır? Bunun da cevabı, hayırdır. Çünkü İslam dünyasında yaşanan ve hakim olan İslam anlayışı ya tasavvufi bir anlayış ya apolitik, tamamen siyasetten kopmuş bir anlayış, ya da tamamen gelenekselleşmiş ve günlük bir takım hareketler manzumesinden ibaret bir anlayıştır. Ve bu anlayışlar Kur'ani olarak gösterilmektedir Bu tür İslam anlayışı ve yaşayışı gerçek manasıyla, olması gereken, Kur'ani islam anlayışı değildir.

Bu durumda sormamız gereken soruyu Kur'an bizzat kendisi gayet açık olarak şöyle soruyor: “Onlar Kur'an'ı okumuyorlar mı, anlamıyorlar mı? Yoksa kalplerinde mühür mü vardır?”. Bu soruyu sorduktan sonra bir sosyolog olarak olayı incelemeye başlayalım. Kur'an'ın sormuş olduğu bu soruların cevabı için biz yine Kur'an'a bakıyoruz. ve baştan belirttiğimiz; toplumu anlayabilmek için ihtiyaç duyduğumuz ilkeleri Kur'an'dan çıkarıyoruz, bu ilkeleri Kur'an'dan öğreniyoruz.

-Bu ilkeler nelerdir, kısaca bahseder misiniz?

-Aslında bu konuyla ilgili olarak islam Sosyolojisi üzerinde araştırmalarımı bir kitap olarak yayınlayacağım, isterseniz bu kitapta ortaya koyduğum metodolojiden bahsedeyim.

-Memnun oluruz efendim, lütfen.

-Sosyal planda oluşturduğum çerçeve içerisinde, Kur'an'dan kendi okuduğum ve anladığım kadarıyla her biri bir ilkeye karşılık olan dört temel sorumluluktan söz edebilirim. Bunlar; varoluşsal fariza [existantialist imperative], ahlaki fariza [ethical imperative], manevi fariza [moral imperative], stratejik fariza [strategical imperativej]dır.

Varoluş hakkındaki sorun; yapı olarak Kur'an ve sünnetin kabul edilmesiyle çözümlenmiş olur. Her müslüman birey; toplumun üzerinde kurulacağı, oluşturulacağı temel yapı olarak Kur'an'ı kabul etmeli ve bu manada Kur'an'a sımsıkı sarılmalıdır.

Burada söylemeye çalıştığımız varoluş, egzistansiyalist manada bir varoluş değil, sadece varolmanın getirmiş olduğu, varlığın anlamı veya var olmanın hikmeti ve mesuliyetidir. Var olmanın getirdiği mesuliyet derken; hepimiz birer varlığız, yaşıyoruz, yaşam ve varlık devam ediyor. Biz var olmadan önce var olan bir kültür ve var olan bir yapı içinde yaşıyoruz, bu noktada iki ihtimal söz konusu: Birincisi içinde yaşadığımız kültür ve yapı bizim üzerimize yükleniyor ve biz birey olarak onun altında kalıyor ve istediğimiz hayatı yaşayamıyoruz. İkinci ihtimalse, biz varoluşumuzdan gelen şeylerle bu yapının ve kültürün üzerimize abanmasına karşı direniyoruz ve onlara galip gelerek, onları değiştirip dönüştürüyoruz. Kısacası; varlığımızla bu hayat arasında bir çelişki, bir çatışma, bir savaşım var.

Bu noktada şunu görüyoruz. Bulunduğumuz toplumun siyasal iktidarı, siyaseti, uleması, kurumları islam'a uygun değil. Dolayısıyla ne yapılar, ne de kültür Islami unsurlar taşımıyor. Yapı da islami değil, kültür de islami değil. Bu durumda ne yapabiliriz? Her şeyden önce bir yapıya ihtiyacımız var. Bu yapı da KUR'AN'dır. On beş asırdır, hiç kimsenin bir ayet veya bir harfini bile değiştirmeye muktedir olmadığı, devamlı dimdik ayakta olan ve bize yol gösterecek olan Kur'an. Diyelim ki müslüman değilsiniz, müslüman oluyorsunuz; Kur'an'a sarılacaksınız. Diyelim ki müslümansınız, ama şuurlu bir müslüman değilsiniz, gerçeğin farkına varıyorsunuz; Kur'an'a sarılacaksınız. Ve diyelim ki şuurlu müslümansınız; yine Kur'an okuyacaksınız. Yapı olarak Kur'an devamlı elimizde ve sürekli aynı soruyu soruyor: “Kur'an'ı okumuyor musunuz, düşünmüyor musunuz? ve cevabını da Hakka Suresi'nde veriyor: “Hak nedir, size hakkı gösteren nedir?” işte o Kur'an'dır.

Kur'an çok öz bir ifadeyle varoluş gerçekliğini şöyle açıklıyor: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

Kur'an Ey alimler demiyor, “Ey insanlar, ey akıl sahipleri” diyor. Kur'ani manada alim olan cilt cilt kitapları ya da kendisinden önceki bazı seçkinlerin sözlerini iyi ezberleyip tekrarlayan değildir. Alim, Kur'an'ı çok çok okuyan, anlamaya gayret eden, üzerinde düşünen ve toplumu, insanları Kur'an'ın ışığında tanımlamaya, sorgulamaya çalışan kişidir: “Allah'tan kulları içinde ancak alimler korkar.” [35/Fatır, 28]

Metodolojinin ikinci aşamasında bu bağlamdaki ikinci soruya geliyoruz; Ayetlerden yola çıkıyoruz: “inananlar hakka şahitlik etsinler.” “Siz hakkı, batılla karıştırmayın ve bile bile hakkı değiştirmeyin.” Bizim elimizde bir yapı var: Kur'an. Bir de içinde bulunduğumuz, mevcut olan bir yapı var, bir kültür var. Biz kendi yapımızı Kur'an olarak belirledikten sonra şu soruyla karşı karşıyayız: Kültürümüzü nasıl oluşturacağız? Topluma bakacağız. Ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya çıkaracağız. Neyin hak neyin batıl olduğunu teker teker tespit edeceğiz. (Yapılması gereken Kur'an'a bakıp, toplumu gözleyip akletmektir.)

Biz müslüman olarak Kur'an'a sarıldık ve Onun ayetlerini okuyoruz. Çok net bir ifadeyle ayet, “Allah’a inananlar Hakka şahitlik etsin” diyor. Biz işte o Hakka sahibiz. Onu tekelimize alıyoruz, hiç kimseye iletmiyoruz. Bu insani olarak anlaşılması imkansız bir zulümdür. Siz Hakka sahipsiniz. Ve batılın, yanlışın yaygın olduğu bir toplumda yaşıyorsunuz ve çevrenizde bunları görüyorsunuz, fakat Hakk bildiğiniz halde susuyorsunuz. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Bizatihi Kur'an'a göre hakka şahitlik etme görevini yerine getirmemiz gerekir.

Sözgelimi Suudi Arabistan'da her iki alanda da böyle bir tekel oluşmuş. Bir devlet, ona bağlı Rabıtatu'l-Alemi islami kurumu ve ona bağlı alimleri var. Bunların meşru gördüğünün dışında, bunların legal gördüğünün dışında herhangi bir şey söyleyemezsiniz. Söylediğiniz zaman hemen yakalanırsınız ve susturulursunuz. Bu yapılan Kur'ani olarak doğru değildir. Bu tekelci anlayış adeta kapitalizmin bilgi ve düşünce üzerindeki yansıması gibidir. Nasıl ki kapitalist, bütün serveti kendisinde toplayıp çevresindekileri mahrum bırakır ve diğer insanların durumunu hiç umursamazsa bu alimlerde öyledir.

İslam'ın temel rüknü şahitlik, şehadet kelimesidir. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve ben (yine) şahitlik ederim ki Muhammed O'nun Rasulüdür. Bakın, dikkat ederseniz Ben inanıyorum ki demiyoruz, inanmak belli ölçüde bir muğlaklık, izafilik anlamı içerir. Oysa şahitlik; inanmanın çok ötesinde, çok daha mutlak bir ifadedir. Şahitlik etmek sorumluluk üstlenmektir, insan ancak gördüğü şeye, kesin olarak bildiği şeye şahitlik eder ve bu yolda sonuna kadar ısrar eder. Bakara 143.

Ahlaki fariza: Hakkı ve batılı biliyoruz, yanlışı görüyoruz. Dolayısıyla üzerimize bir sorumluluk düşüyor. Kur'an'ın ifadesiyle: İyiliği emredip, kötülükten nehyetmek. Rasulullah’da bu konuda; Bir kimse kötülüğü gücü yetiyorsa eliyle, yetmiyorsa diliyle, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin. Fakat bu imanın en zayıf derecesidir.diyor. Üzerimize düşen sorumluluk değerler sistemini toplumda yaymaya çalışmaktır. Her toplumun kendi değerler sistemi vardır.

İşte ahlaki fariza [ethical imperative] dediğimiz bu tesbittir. Yani doğru nedir, yanlış nedir anlamak; hak ile batılı ayırdedecek bir ölçüye sahip olmak.

Bunu yapabilmek için de eleştirel bir bakış açısına sahip olmamız lazım. Çünkü bu olmazsa, toplumdaki yaşayışın doğru mu, yanlış mı olduğunu ortaya koyamayız. Bu eleştirel bakış açısını kullanırken şunu da unutmamak gerekir. Bu yapı (Kur'an) ve O'nun kültürü kesinlikle herhangi bir siyasi grubun, bir azınlığın veya bir ulema tabakasının tekelinde olamaz.

Fakat gerçek olan, evrensel gerçeklikle uyum içinde olan ve herkesin kabul etmesi gereken hakk değerler sistemi; alemlerin Rabbi Allah'ın ve Kur'an'da bildirdiği değer yargılarıdır. İşte doğru değerler ancak bu Kur'anî değer yargı sistemidir.

Doğru olan değerleri ancak bu değerlere sahip çıkacak bir cemaat, bir grup bunları yükseltecek ve içinde yaşadığı toplumda da bunları yaymak için gayret gösterecek. İşte iyiliği emredip kötülüğü nehyetmek budur.

Siz Kur'an'a sarıldınız; hakkı batıldan ayırdedecek bir anlayışa sahip oldunuz; ve iyiyi-kötüyü toplumda görüyor ve birbirinden ayırd ediyorsunuz. İşte bu noktada hiç bir şey yapmadan oturmanız söz konusu olamaz. Şayet böyleyse ya gerçekten Kur'an'a sarılışınız, onu benimseyişiniz son derece suni ve yüzeyseldir ya da sahip olduğunuz anlayışta bir yanlışlık vardır. Çünkü içinde yaşadığımız yapı da, kültür de İslam'a uygun değil. Bunları değiştirmek için mutlaka bir şeyler yapmamız gerekir. Üzerimize mesuliyet düşer. Bunları değiştirmemiz gerekir. Ve sahip olduğumuz hakkı batıldan ayıracak anlayış ve doğru olan değerler sistemini yaygınlaştırmak gerekir.

Stratejik nokta. Bunun cevabını yine Kur'an'da buluyoruz. Çünkü yapı olarak Kur'an'ı benimsedik, kültür olacak bu Kur'an'a sahip çıkan, sarılan bir cemaatimiz var. Dolayısıyla yine Kur'an'a bakıyoruz ve Kur'an çok açık bir şekilde şunu söylüyor: “İman edenler Allah yolunda, kafirler ise tağut yolunda savaşırlar. Öyleyse siz de şeytanın dostları ile savaşın.” [4/Nisa, 76]. Kafirler birbirlerinin velisidirler. Şayet birbirinizin velisi olmazsanız, fitne çıkar yeryüzü ifsat olur.” Bu ayetler akademisyen ya da alim olmadan da çok kolay anlaşılacak, çok açık ve net bir şekilde ifade ediliyor. Ortada iki tane yapı var: Şeytanın hizbi ve Allah'ın hizbi. Ve bunlar birbirleriyle savaşıyor. Savaş kelimesi basite alınacak bir kelime değildir. Yani bunlar birbirleriyle anlaşırlar falan değil; bunlar birbirleriyle savaşırlar. Bunu siz kabul etmeseniz bile, onlar sizinle savaşacaklar, onlar birbirlerinin velisidirler. Dolayısıyla siz de böyle davranmak zorundasınız. Sizin yapı olarak Kur'an'ınız var ve Allah'ın tarafındasınız. Karşınızda şeytanın taraftarları var ve bu iki grup birbirleriyle savaşacaklar. Onlar sizi öldürmek istiyorlar. Size de emredilen onların yeryüzünde fitne çıkarmalarına engel olmaktır. Ben şaşıyorum; koskoca “alim”(!) geliyor, bana islam'ın metodolojisi nedir, diye soruyor. Kur'an'da yazıyor. Kur'an'ı okuyan anlar. Çok fazla bilgiye, birikime gerek yok.

-Bu metodu bulunduğumuz bölgelerde nasıl hayata geçirebiliriz? Sorun, sadece metodu belirlemekte çözümlenmiş olmuyor, bu metodun uygulanması da gerekiyor. Bu anlamda, bir müslüman olarak, üzerimize düşen sorumluluklar ne olmalıdır?

-Evet, gerçekten de bu noktada sorulması gereken soru budur. Müslüman ne yapmalıdır? Nereye gidiyoruz? [81/Tekvir, 26], Ben İngiltere'de bunu kendime sormalıyım; Ben nereye gidiyorum? Ve buna da Kur'an'ın getirdiği sonuç şudur: Galip gelecek olan Allah'ın hizbidir.- Burada Hizbullah deyince herkes ayrı şey anlıyor. Sözgelişi, Lübnan'daki bir grubu anlıyor. Hayır, bütün müslümanlar; yani Allah'a ve Kur'an'a iman eden herkes Allah'ın hizbine mensuptur. Ve Kur'an'a iman eden herkes şuna da iman etmiştir: “Galip gelecek olan Allah'ın hizbidir.” Şayet buna inanmıyorsanız, Kur'an'a inanmıyorsunuz demektir ki böyle bir şey söz konusu olamaz. Fakat bu galibiyet, gökten zembille kendiliğinden gelecek, bu şekilde bize bahşedilecek bir galibiyet değildir. Bu galibiyet ancak müslümanların Allah yolunda mallan ve canlarıyla savaşması sonunda olacaktır.

Röportajlar
Mustafa Alphan Başbekleyen
İbrahim Turhan

 Haksöz Dergisi
 Nisan 1991
 Sayı: 1

 www.haksoz.net

 



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:
Toplumsal Yapılanmada Kur'an'ın Rolü - 2

ASAF HÜSEYİN

- Müslümanların malları ve canlarıyla savaşabilmeleri için öncelikle kendi aralarında homojen birliktelikler kurmaları gerekir sanıyorum. Biz bu birlikteliğe ümmet diyoruz. Ümmetin mücadele süreciyle nasıl bir oluşum sağlayacağını ve günümüz şartlarında nasıl bir mübadele örneği vermesi gerektiğini açıklar mısınız?

-Bir kişiyle bir kültür oluşamaz, en az iki kişi ve daha fazlası gerekir. Yakın çevrenizde kaç kişi varsa bunlarla ilk başta Kur'an'a dayalı itikadi bir birliktelik oluşturulur yani ümmetin en küçüğü budur. Fakat gerçeklik olarak Kur'an'ı kabul ettikten sonra bu yapının yanı sıra yardımcı olacak öğeler lazımdır. Nedir bunlar? Kendi aramızda sağlıklı birliktelik kurmak yani öncelikle Kur'an'a dayalı itikadi vahdeti sağlamak Vahdet derken tartışmayacağız, düşünmeyeceğiz manasında bir vahdet anlayışı anlaşılmamalı, iman ediyorsak bir araya gelmeli, birlikte olmalıyız. Yoksa bölünürüz ve ayrılırız. 'Allah'ın ipine toptan sarılın ve ayrılmayın. Müslümanların şu andaki durumu maalesef ayetin emrettiği konumda değildir.

Oluşturacağımız vahdetten sonra, ikinci unsur bilgi kültürüdür. Bilgiye karşı aç olmalıyız; bilgi nerede ve nasıl elde ediliyorsa mümkün olduğu kadar bilgi edinmeliyiz. Bu. dünyanın yaratılışından başlayıp, nükleer silahlara kadar, çok geniş bir açılımdır. Bu bilgiye sahip olmak için elimizden geleni yapmamız gerekir, itikadi boyutta birlikteliğimizi sağladığımız ümmet dediğimiz bu grupla birlikte bilgilenmeyi sağlamamız gerekir, itikadi boyuttaki birliktelik diye ısrar ediyorum, çünkü söz konusu bu birliktelik olmaksızın kesin ve net bir eylem birliği ortaya koyamazsınız. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de Rasulü (s)'ne şöyle dua etmesini buyurmuştur: Rabb'im, ilmimi artır. (20/Tâhâ, 114). Rasulullah’tan bildirilen bir hadiste ilim tahsili her Müslüman erkek ve kadına farzdır. ilkesinin benimsendiğini görüyoruz. Dolayısıyla hepimiz bilgilenmek zorundayız ve bunu yaparken de karşımızdaki yapıyı düşünmeliyiz. Yani onlar bizi yok etmek için bilgiyle donanmış bir şekilde üstümüze geliyorlar Dolayısıyla biz de onlara karşı koyabileceğimiz bilgiyi edinmeliyiz. Ve bunun için elimizden geleni yapmalıyız.

Vahdeti sağlamış ve bilgilenme yolunda çalışan bu grup üçüncü olarak siyasi duyarlılık ve bilince de sahip olmalıdır. Allah adaleti ve iyiliği emreder. Burada adalet deyince biraz durup bakmalıyız çevremize: Siyasi adalet yok, hukuki adalet yok, fakat tüm bunlara rağmen biz oturuyoruz. Biz Kur'an'a sarılıyoruz. Ona iman ediyoruz, işte iman ettiğimiz Kur'an'da Allah bize bunu bir tavsiye şeklinde önermiyor, bizatihi emrediyor. Burada bize düşense adaleti tesis etmek için elimizden geleni yapmaktır.

Bu grubun sahip olması gereken son kültür unsuru da kenetleşme. olayı sahiplenme, kendini adama ve vaade bağlılıktır. Yoksa Kur'an'da bildirilen inananlar: '(Cihad hakkında) bir sure indirilmeli değil miydi?' derler. Fakat hükmü açık bir sure (suretun muhkemetun) indirilip te onda savaştan söz edilince kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. (47/Muhammed. 20; ayrıca 4/Nisa, 77) ayetindeki insanların durumuna düşeriz. Böyle Müslümanlık olmaz. Bir kişi Müslüman olduğu zaman şehadete hazır olmalıdır. Her şeyini vermelidir Çünkü yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar savaşmakla emrolunuyorsunuz.

Bulunduğumuz şartların durumuna göre her zaman bir savaşım vermemiz gereklidir. Çünkü küfür yönetimi, zulmedenler başımızdayken, çevremizde zulüm, küfür hakimken ve fitne yeryüzünde kalkıncaya kadar savaşmak emredilmişken nasıl olur da rahat rahat oturabilirsiniz. Hıristiyan kesişleri veya hahamları gibi veya içine kapanmış, dünyadan elini eteğini çekmiş sufiler gibi. tamam onlar sükunet ve mutluluk içinde yaşıyorlar ama bakın çevrenizde ümmetin durumuna Aç, yokluk ve sefillik içinde kıvranıyor, zulüm altında inliyor, başlarındaki yöneticiler zalim Sizler bunlara tahammül edemezsiniz. Yani siz hem Allah'a, Kur'an'a inanacaksınız ve Allah'ın, zulme karşı durulması gerektiğini beyan eden ayetlerini Kur'an'da okuyacak ve hem de bunlara rağmen sessiz kalacaksınız. Bu kesinlikle Kur'anı manada bir Müslümanlık değildir.

- Sayın Asaf Hüseyin, bize en güzel örneklik eden ve bulunduğu cahili ortam içinde tebliğ ve mücadelenin en güzelini sergileyen Hz. Peygamber'in mücadelesinden ve cahili dediğimiz o ortamın günümüzle nasıl bir yansımasının olduğunu şöyle genel hatlarıyla ve kısa örnekleriyle bize aktarır mısınız?

-Sorduğunuz bu sorunun tam cevabını şu anda üzerinde durduğum bir çalışmamda geniş bir şekilde inceliyorum. Şöyle özel halinde anlatmaya çalışayım.

- Çok memnun oluruz, efendim.

-Hz. Peygamber'in yaşam sürecine şöyle bir kuşbakışı göz gezdirelim Hz. Peygamber kırk yaşına kadar belli bir toplum içinde yaşadı. O toplumun içinde bir yapı ve yaşayan bir kültürü vardı. Kırk yaşına geldiğinde vahiyle muhatap oldu. O vakte kadar hiç bir şey yapmamış, hiç bir şey söylememişti. Vahiyle muhatap olduğunda içinde yaşadığı topluma baktı, toplumdaki yapıyı, yaşayan kültürü görelim, ilk olarak toplumda yaşayan şirk kültürünü gördü. Ondan sonra kabilecilik, kavmiyet asabiyet unsurunu gördü. Ondan sonra Yahudi ve Hıristiyanları gördü Ve genel olarak da cahili yaşantıyı gördü. Yani değiştirilmesi ve vahye göre şekillendirmesi gereken bir toplum gördü, işte bunları gördükten sonra Hz. Peygamber evinde yatmadı, uyumadı Eğer böyle yapmış olsaydı hiç bir zaman topluma doğruları götüremez ve davasında muvaffak olamazdı, işle tabi olunması gereken ve yaşantımızın şekillendirilmesi gereken Hz. Peygamber'in sünneti budur.

Hz. Peygamber kendisine gelen vahyi, bugün Topkapı Sarayı'nda gezerken gördüğümüz hat sanatlarıyla yazılmış levhalar gibi hüsn-ü hat ustalarına yazdırtmadı. Bugün Kur'an ayetleri güzel sanatlarda harika şekiller verilerek kaleme alınmış ki; Kur'an'ı okuyup anlamayacaksınız, sadece uzaktan bakarak oo, ne güzel yazılmış, şekiller verilmiş diye hayretler içerisinde sadece seyredeceksiniz. Oysa Hz Peygamber böyle mi yaptı? Hayır. O, toplumdaki şirki yıktı, tevhidi bina etti. Kabileceliği yıktı, yerine ümmet bilincini getirdi. Yahudi ve Hıristiyanları -maalesef bugün emperyalist Amerikan ordusuyla oraya geri geldiler ama- Arap yarımadasından dışarı çıkardı. Ve en son cahiliye toplumunu yıktı ve onun yerine de islam toplumunu getirdi, işte Hz. Peygamberin sireti budur, oysa bunun için önümüze ciltler dolusu kitaplar getiriyorlar. Halbuki ben bunu beş sayfada yazarım, ciltlerle uğraşmaya gerek yok.

- Sayın Asaf Hüseyin, şimdi de bize. Hz. Peygamber'in zamanındaki cahili ortamın günümüzdeki karşılıklarını ve özelliklerini anlatırsanız, memnun olacağız.

-Hz. Rasul'ün sünnetine bakalım, bir de kendi halimize bakalım. Nedir, Rasul'ün sünneti ve bizim ne yapmamız gerekir? Hz. Peygamber'in döneminde putlardan kurulu bir şirk düzeni vardı -bugün o şekildeki putlar yok, fakat- bugün de komünizm var, kapitalizm var, ateizm, laik ideolojiler var. Yani bu putların yerine beşeri ideolojiler var. Bugün mücadele verilmesi gereken şirk düzeni bunlardır. Bunlara karşı verilen mücadele şu anda tabancayla, topla, tüfekle olmayabilir. Bunların yerine zihin gücünüzü kullanarak mücadele verirsiniz. Bu da konuşarak, yazarak, yayın organlarını kullanarak olur.

Bugün kabilecilik yok ancak milliyetçilik var. Kabilecilik yerine, bilincini ortadan kaldıran milliyetçilikle mücadele etmek gerekir. Bununla nasıl mücadele edilebilir? Konuşarak, tartışarak, yazarak, insanlara ümmet bilinci vererek olur.

Üçüncü olarak bugün cahili ye devrindeki Yahudi ve Hıristiyanlık yok, ama onların yerine o manada Batı var. Cahiliye devrinde onlar için verilen mücadele, bugün halkı Müslüman olan ülkeleri sömüren Batı'ya karşı verilmelidir. Şayet bu mücadelede silahla savaşmak gerekiyorsa onlara karşı silahla savaşılır.

Ve son olarak da o zamanki cahiliye yerine bugünkü İslami cahiliye var. Nedir bunlar? Toplumsal bilinci zincire vuran gelenek ve göreneklerimiz, İslam adına çıkarılmış adetlerimiz. Kur'an'ı yaldızlarla yazıp süslemek veya evimizin yüksek bir köşesine asmak. Bu Pakistan'da aşırı bir şekilde yapılır. Eve gelen misafirlerde, bak ne kadar güzel evinde Kur'an var, bunlar Müslüman diye takdir ederler. Tabii bu İslami cehaleti gösteren bir örnek sadece. Bunu genişletmek ve örneklerim çoğaltmak mümkün, işte bunlarla mücadele etmek gerekir. Kur'an ve sahih sünnetten alacağımız doğrularla son derece eleştirel bir bakış açısına sahip olmamız lazım. Ve bize intikal eden şeyleri eleştirel bir şekilde değerlendirmemiz lazım.

- İslam dünyasının, Müslümanların kurtuluşunu ancak Batı'ya alternatif kurumlar oluşturarak gerçekleştirilebileceği; siyasi otorite için mücadele ertelenerek önceliğin mevcut düzenler içinde bu kurumları tesis ederek islam medeniyetinin kültürel yönüyle ihyasına verilmesi gerekliği Batıda yaşayan bir çok Müslüman düşünür tarafından savunuluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

-Hz. Muhammed (s)'in şöyle buyurduğu rivayet ediliyor: Müslümanların dertleriyle dertlenmeyenler bizden değildir. Bu insanlar çok yaldızlı, süslü, büyük sözler söylüyorlar. Ama sorarım size; islam mimarisinin inceliği üzerindeki birikim Filistinli Müslümana ne yarar sağlar? İslam medeniyeti, islam bilgi felsefesi, islam sanatı üzerinde ciltlerle ahkâm kesen bu beyler niçin İslam ve emperyalizm üzerine tek bir cümle söylemiyorlar? Rene Guenon, Muhammed Arkoun, Seyyid Hüseyin Nasr, Fazlurrahman gibi insanlar bilmeden veya çoğu zaman da bilerek Batı emperyalizmiyle işbirliği içindedirler.

- S. Hüseyin Nasr'la Fazlurrahman arasında siyasi manada bir benzerlik olabilir. Ancak Kur'an'a ve geleneğe bakışları farklı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Siyasi boyutu olmayan her açıklama bir kere çok soyuttur. Çünkü toplumu nasıl değiştireceğine dair önerileri yoktur islam sanatı, islam kültür ve medeniyeti üzerine bir sürü kitap yazılıyor, araştırma ve inceleme yapılıyor. Ama bunların bizatihi uygulanacağı, ayak basacağı İslami bir zemin yok işte bunun için politik bilinç, siyasi bilinç mutlaka şarttır Yoksa içinde yaşadığımız cahili ortamı değiştiremeyiz. Çünkü, kendimizi, ailemizi, toplumumuzu, içinde yaşadığımız sosyal pratiği belirleyen siyasal güç var. Bu güce karşı belirleyeceğimiz stratejimiz, vereceğimiz cevabımız yoksa on tane Fazlurrahman olsun fark etmez. yine aynı cahili ortamda yaşıyorsunuz.

Rasul'ün sünnetine bakın, Rasul pekala Mekke'yi, Kureyş'i kabul ederdi Veya Bizans'a giderdi, onlara bir takım tavizler verirdi ve bunlar karşılığında onlardan alacağı tavizler doğrultusunda mücadelesini sürdürürdü. Onlarla uzlaşmaya da gidebilirdi ve bu doğrultuda islam'ı anlatabilirdi. Fakat o bunu yapmadı. O, bizatihi yapıyı hedefledi ve Mekke'de herhangi bir uzlaşmaya girmedi. Medine'ye hicret etti ve orada islam devletini kurdu Ondan sonra Bizans'ı, iran'ı tehdit etmeye, onlarla çatışmaya başladı. Ve Medine'den Mekke'ye geri döndü. Geri dönmek esastır Bırakıp gidemezsiniz, iman bunu gerektirir. Dönüp şu andaki durumumuza bir bakın, son derece acıklı, trajedik bir durumdayız. Çocuklarımız mezuniyetlerini kafir olan, inanmayan öğretim görevlilerinden alıyorlar. Ve bu öğretim görevlisi Müslüman olmadığı halde, tamam sen mezun oldun, islam'ı anlatabilirsin diyor islam'ı anlatma iznini bile inanmayan birinden aldığımız bir haldeyken biz böyle davranamayız.

Bu meyanda ismail Farukî'yle Şeriati'yi veya Fazlurrahman'la Şeriati'yi karşılaştırdığınızda toplumun değiştirilmesi açısından aralarındaki farkı görürsünüz. Somut olması için söylüyorum; bir Farukî'nin Tevhid adlı kitabını okuyun sonra bir de Şeriatı'nın Tevhidine bakın. Farkı siz kendiniz de göreceksiniz.

Topluma baktığımızda alim tabakası dediğimiz bir kesim görebiliyoruz. Bunlar iyi şeyler düşünebilirler, ancak bir merkez olan, bir öz olan vardır. Bir de çevresel olan, merkezden uzak olan şeyler vardır. Fazlurrahman merkeze, öze değil çevresel şeylere eğilmiştir. Fakat Şeriati'ye gelince olay çok farklılaşır. Fazlurrahman'ı okuyarak toplumu değiştiremezsiniz ancak, toplumu değiştirmek için Şeriatı gibi biri gereklidir. Her ikisinin de akademik lisanı vardır Ancak Şeriati konuların özüne temas etmiştir. Onu okuyan sizler gibi gençler bir toplumu değiştirmiştir. Topluma asıl kimlik kazandıranlar Şeriatı gibi insanlardır. Fazlurrahman gibileri ise ancak çevresel ve yüzeysel kalabilmişlerdir.

İran islam inkılabından sonra ABD'ye kaçıp yerleşen ve orada üniversitede bir makamla ödüllendirilen S. Hüseyin Nasr saray gibi evde yaşıyor. Biz Kur'an'ı okuyor, onu anlamaya çalışıyorsak bunu hayata tatbik etmek için yapıyoruz Bir taraftan Müslüman halk haksızlığa uğruyor, zulmediliyor, tecavüze uğruyorsa ben o şekilde yaşayamam. Kur'an sırf entelektüel manada okunmamalıdır. Bizatihi pratiğe geçirmek, onunla toplumu değiştirmek gereklidir Kahire'de bir mezarlıkta çadırın içinde bir aileye rastladım. Sefalet içinde yaşıyorlardı. Bunlar böyle yaşarken diğerleri de zevk-ü sefa içerisinde yaşıyorlar, Nerede Kur'an? Nerede Kur'an'ın oluşturmaya çalıştığı toplum? Kur'an sadece kalplerde mi? işte bu zülüm, bu dengesizlik, bu adaletsizlik karşısında fildişi kulelerde kalıp, islam medeniyetinden bahsetmekle ortadan kaldırılamaz.

Kur'an'ı okuyun, tekrar tekrar okuyun, ümmet bu haldeyken pembe rüyalar görerek yatmayın Allah kalplerde olanı bilir. Kur'an'ı okuyun, Kur'an'a göre yaşayın, Kendinizi değiştirin, kendinize bir alan oluşturun. İslami bir zemin oluşturun ki başkaları da o alana gelebilsin, kurtulsun.

 Haksöz Dergisi
 Mayıs 1991
 Sayı: 2

 www.haksoz.net



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:

Kur'an Nasıl Bir Kitaptır

MUSTAFA ALPHAN BAŞBEKLEYEN

Bu, içinde hiç bir şüphe olmayan ve sakınanlara yol gösterici bir kitaptır.” (2/Bakara-2).

Müslümanım diyen herkesin elinden, dilinden, hafızasından düşürmediği; sorulduğunda herkesin hakkında bir çok tanım ve açıklama getirebileceği bir kitaptır: KUR'AN.

Evet, gerçekten de Kur'an hakkında, onun ehemmiyeti ve önceliği konusunda müslümanım diyen herkesten bir çok şey duyabilirsiniz. Bu insanlar örf olarak duydukları ve yayın organlarından okuduklarını aktarabilirler. Kısacası Kur'an; içinde bulunduğumuz toplum fertlerinin, üzerinde doğru veya yanlış fikir beyan edebilecekleri ve kutsallığı hakkında hemfikir olabilecekleri yegane kitaptır. Ancak hemfikir olunamayan bir husus varsa, o da; Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu sorusuna verilen cevaplardır. Bu soruya, en az sorduğunuz kişi sayısı kadar göreli ve muhtelif cevaplar alabilirsiniz. Ama gariptir ki; sorunuzun cevabını yine bizzat Kur'an'da arayan, cevabını Kur'an'dan veren pek az kişi bulabilirsiniz.

Sosyal yaşantımızdaki bir çok konuda olduğu gibi yanlış, fakat yaygın olan geleneksel anlayış Kur'an'ın tanımı konusunda da hakimdir. Geleneğin bize getirdiği Kur'an anlayışına baktığımızda, Kur'an'ın kendini tanıtımıyla çelişen bir çok durumla karşılaşırız. En genelde Kur'an mezarlıklarda veya hastaların başında okunan bir kitaptır. Veya mübarek gün ve gecelerde (!) okunup bire-on veren sevap kitabıdır. Ya da özellikle Ramazan aylarında vesair günlerde imamlarımızın bir ekmek teknesidir. Üfürükçülerin muska kitabı, hastalarımızın şifasıdır(i). Şeyh ve müritlerinin evrâd, kâri ve kurralarımızın tecvid kitabıdır. O (Kur'an) her bir vakit için ayrı ayrı makamlarla okunmalı, tecvidsiz okunmamalıdır (!). Ramazan ayında dört bir yanda mukabelelere gidilmeli, istenilen bir işin gerçekleşmesi için kırk yasinler okunmalıdır.

Kur'an-ı Kerimler gösterişli ve pahalı Kur'an kapları içinde evlerin en nadide ve eve gelenlerin rahatça görebilecekleri yere asılır. Yaldız ve simlerle pano ve levhalara yazılmış ve hat sanatıyla süslenmiş olan Kur'an ayetleri, bırakın anlamayı okunması bile çoğu zaman mümkün olmayacak bir şekilde evlerin girişlerinde sergilenir. Kazanç ve ticareti artırsın diye ticarethanelere ayet ve dualar asılır ya da bazı surelerin yazıldığı küçük enamlar nazarlık olarak kullanılır. Bu bağlamda, daha bir çok örnek verilebilir.

-Bazılarına göre ise Kur'an, bilim ve tekniğin kaynağı, bir çok fen ilminin ana kitabıdır.

- Vaiz efendilerin dillerinden düşürmediği; Batılıların uzaya gitmesine, elektriğin bulunmasına kaynaklık eden öncü kitap;

- dilciler için sanatsal ve şiirsel özelliği yüksek belagat kitabı;

 -usulcülerin anlaşılmasını kolaylaştırmak adına daha da anlaşılmaz bir labirent haline getirdiği bilmece kitabıdır.

 -Ve bütün bunları Kur'an'ın asıl tanım ve amacı imiş gibi ortaya koyan gazete, dergi ve kitaplar...

Kur'an tahrifattan uzak ve korunmuş olarak elimizde olmasına rağmen onun hakkındaki bu tür yanlış anlayışların temelinde Kur'an'dan uzaklaşmanın getirdiği katı gelenekçilik ve kör taklitçilik yatmaktadır, islam'dan önceki Kitap Ehli'nin Kitab'ı göz ardı ederek gereği gibi okumamaları şeklinde kendini gösteren yanlış tavır; önceki alimler her şeyi hallettiler, zaten Kur'an'ı herkes anlayamaz şeklinde tezahür etmektedir. Oysa Kur'an bir çok ayetiyle bu tür yanlış görüşleri reddetmektedir (54/ Kamer.1 7, 22, 32, 40...).

Bu yazıdaki amacımız; Kur'an'a getirilen yanlış tanım ve bu tanımlardan beslenen yanlış anlayışlar karşısında Kur'an'ın kendisine getirdiği tanımlamaları ve açıklamaları ortaya koymaktır.

Kur'an hakkındaki bu yanlış tanım ve anlayışların en genelde ortak özellikleri, Kur'an merkezli olmadıklarıdır. Söz konusu anlayışlar Kur'an'ın kendisine getirdiği tanımlarla benzeşmediği gibi, bir çoğu da çelişmektedir.

Kur'an hemen ikinci suresinin başında kendisini tanıtmakladır:

Bu içinde hiç bir ŞÜPHE olmayan ve sakınanlara YOL GÖSTEREN bir kitaptır...(2 /Bakara,2). Bu bağlamda şu ayetlere de bakılabilir: (3 /Ali İmran,138; 32/Secde.2.)

Yüce Rabbimizin Rasulullah (s)'a vahy / ilka ettiği ayetlerin tümüne birden bu ayetlerin bir çok yerinde Kur'an ismi verilmektedir (2/Bakara,185; 72/Cin,1...). Yine bu ayetlerin tümüne Kitap ismi verildiğini görüyoruz. Yalnız Kur'an-ı Kerim'de kitap kelimesi üç ayrı vakıaya işaret etmektedir: Kur'an'dan önceki kitapları ifade etmek için kullanılan kitap: (4/Nisa,136; 13/Ra'd,36...). Bizatihi Kur'an'ı ifade etmek için kullanılan kitap: (2/Bakara,2, 89; 4 /Nisa,105...). Zaman zaman Kur'an-ı Kerim'le karıştırılan fakat Levh-i Mahfuzu ifade etmek için kullanılan kitap, yani Ummu'l-Kitap veya Kitab-ı Meknûn: (43/ Zuhruf,4; 56 /Vakıa,77...)

Kur'an'ın anlaşılmayacağı, anlayabilmek için ciltler dolusu kitap okumak gerektiği şeklinde ileri sürülen görüşleri;

Biz onları anlayasanız diye indirdik” (12/ Yusuf,2);

“Akledesiniz diye indirdik” (43/Zuhruf,3);

“Güçlük çekesin diye indirmedik” (20/Tâhâ,2);

“öğüt alasınız diye kolaylaştırdık (54 /Kamer,17, 22, 32, 40) şeklindeki ayetler reddetmektedir.

Kur'an'ın bazı kelime ve kavramları üzerine anlamsız ve uzun tartışmalara girenler içinse Kur'an açık ve net bir duyuruda bulunuyor: “Andolsun biz Kur'an'da insanlara her çeşit durumu misali tekrarlayarak türlü türlü anlattık, ama insanlar anlamsız tartışmalara her şeyden daha çok düşkündür.” (18/Kehf,54). Aynı bağlamda (6/En'am,105)'e bakılabilir.

Kur'an insanlar için ŞİFA'dır. Ancak bu şifa oluşu, yaygın olarak algılandığı biçimiyle biyolojik hastalıklara şifa olması değildir. Kur'an toplum ve fertteki şirk hastalıklarına şifadır. İman edenlere rahmet ve hidayettir. “Ey iman edenler; size Rabbınızdan bir ÖĞÜT, göğüslerde olana bir ŞİFA ve inananlara da RAHMET ve HİDAYET gelmiştir.” (10/Yunus,57). “...

De ki: O (Kur'an) inananlara HİDAYET ve ŞİFA'dır.” (41/Fussilet,44). Ayetlere dikkat edilirse ŞİFA, hidayet ve rahmetle eş anlamda kullanılmıştır, insanlar Kur'an'a yaklaşıp onu anlayarak yaşadıklarında hidayet ve şifaya ereceklerdir (17/isra,82).

Kur'an anlaşılarak okunduğunda hakkı batıldan ayıran bir ölçüdür.

Alemlere uyarıcı olsun diye, kuluna hakkı batıldan ayıran (FURKAN)'ı indiren ne yücedir.” (25/Furkan,1; 2/Bakara,185;3/Ali İmran,3-4),

Kur'an insanlara gönderilmiş bir ilim ve hüküm kitabıdır. Bundan dolayıdır ki sosyal yaşantıda hüküm koyucu, azgınlaşan heva ve hevesleri kısıtlayıcıdır. Allah bu ilme göre yaşayanların velisi ve koruyucusudur. “.İşte böyle onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Sana gelen İLİM'den sonra onların hevalarına uyarsan artık Allah senin ne velin, ne koruyucundur.” (13 /Ra'd,37; 2/Bakara,145; 3/Ali İmran,16l).

Kur'an HAKK'tır. Kur'an'ı anlayarak yaşayanlar HAKK'ı yaşamış ve yaşatmış olurlar -Deki: HAKK geldi, batıl yok oldu. Batıl zaten yok olmaya mahkumdur. (l7/lsra,8l). Kur'an'ın bu ayetteki söylemine göre HAKK'ın geldiği yerde batıl yok olmak durumundadır. Şu anda batıl yaygın ve hakim oluşu müslümanların ellerindeki HAKK'ı gereği gibi yasayamamaları, heva ve heveslerine uymalarındandır. Sana gelen HAKK'tan sonra, onların hevalarına uyma. (5/Maide,48, 83; 34/Sebe,49; 11/Hud,120, 13/Ra'd.1; 47/Muhammed,2; 25/Furkan,33).

Kur'an şirk karanlığı içindeki toplumlara bir NUR ve Rabbimiz-den insanlara gelen bir BURHAN'dır. “...indirilen NUR'a uyanlar, işte onlar felaha erenlerdir.” (4/A'raf(,157] “-Ey insanlar: Size Rabbinizden bir BURHAN (delil) geldi ve size apaçık bir NUR indirdik “ (4/Nisa,175).

Kur'an insanların öğüt alması ve bu öğütle yaşamlarını düzenlemeleri için kolaylaştırılmış bir kitaptır. Belki ÖĞÜT alırlar diye onu senin dilinle kolaylaştırdık.” (44/Duhan,53). “Andolsun biz Kur'an'ı ÖĞÜT olsun diye kolaylaştırdık Öğüt alan yok mudur? (54/Kamer,17, 22. 32, 40).

Kur'an ZlKlR'dir. Yani insanlar için bir hatırlama, hatırlatma ve öğüttür. “Sana da, bu ZlKR'i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, belki tefekkür ederler.” (16/Nahl.44). “-Sen buna karşılık onlardan bir ücret islemiyorsan. O sadece alemler için bir ZİKİR'dir.” (12/Yusuf,104; 15/Hicr,6; 36/Yasin,69;3/AIi imran,58; 21/Enbiya,50).

Kur'an insanlara anlatılması gereken Allah'ın bir lütfü ve nimetidir.Ve Rabbı'nın NlMETini anlat.” (83/Duha.4; 2/Bakara,211)

Kur'an kendisinde hiç bir müphemlik kalmayacak şekilde beyan edilmiş bir kitaptır, “işte böylece türlü türlü, tekrar tekrar açıklıyoruz ki, sen ders almışsın desinler ve bilen bir toplum için de onu iyice BEYAN edelim.” (6 En'am/105; 75 Kıyamet/18-19).

Kur'an gerekli yerlerde tefsir edilmiş bir kitaptır. “Onların sana getirdiği her duruma karşı biz de hak ile TEFSlR'i getiririz.” (25 Furkan/33).

(Kur'an) DİRİ olanları uyarmak ve kafirlere (asab) sözü hak olsun için (indirilmiş)dir.” (36/Yasin, 70). Bu ayetin yer aldığı Yasın Suresi ne acıdır ki, genellikle ölüm ve mezarlıklara tahsis edilmiş bir suredir.

Kur'an'ın şiirsel ve sanatsal özellikleriyle uğraşan insanlar içinse yine Yasın Suresi'nde açık ve net bir cevap buluyoruz “Biz ona şiir öğretmedik (bu) ona yakışmaz da. O (kitap) bir ÖĞÜTten ve AÇIKLAYAN bir Kur'an'dan başkası değildir.” (36/Yasin,69).

Ve Kur'an, müslümanların kendilerine tutundukları müddetçe tokalaşmalarını Önleyen, onları bir arada tutan ALLAH'IN “iPi'dir. “Topluca ALLAH'IN “İPİ'ne yapışın, fırkalaşmayın.” (3/AIi imran,103).

Görüldüğü gibi Kur'an'ın kendisine getirdiği tanımlamalar ve bu bağlamdaki açıklamalarla, yaygın olan geleneksel Kur'an anlayışı arasında büyük farklılıklar vardır.

Ortadaki bu iki anlayışın birincisine, bizatihi Kur'an'ın yani Allah'ın kendisi kaynaklık etmektedir, ikincisine ise insanlar kaynaklık etmektedir. Burada bütün problem tercihle ilintilidir. Müslümana düşen; elbette Allah'ı tercih etmek, O'nun Kur'an hakkındaki yine Kur'an'da açıkladığı gerçeklere tabi olmaktır. Çünkü Allah hakkı, doğruyu söyler ve O'ndan daha güzel sözlü kimse olamaz (39/Zümer.23).

Hamd, sonsuz kerem sahibi Rahman'a; selam, yanlış geleneklerden sıyrılıp İbrahimi geleneğe uyan ve Kur'an'ı gereği gibi okuyup, yaşayan kullara olsun...

 Haksöz Dergisi
 Mayıs 1991
 Sayı: 2

 www.haksoz.net



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:
 
Müminlerin Ahlakını Belirleyen Kur'an'dır

BASRİ IŞIKSEVER

Ahlâk; Arapça'da yaratma, yaratılış ve yaratılmış gibi manalara gelen ve halk ile aynı kökten olan hulk veya hulûk kelimelerinin çoğuludur. Ahlâk kelimesi Kur'an-ı Kerim'de geçmemekle beraber, hulk kelimesi biri gelenek, diğeri de ahlâk ve huy manasında olmak üzere iki ayette geçmektedir.

Bu şekliyle, kavrama, İslam literatüründe verilen ıstılahı manalar içinde en uygun olanı, İmam Gazali'nin verdiği anlamdır. Ki onun yaptığı tanım şöyledir: Ahlak, insan nefsinde yerleşen öyle bir hey'st (meleke)dir ki, hiç bir fiili zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan, bu meleke sayesinde kolaylıkla ve rahatlıkla ortaya çıkar. [1]

İfade edildiği biçim üzerine bu kavram, köklerini Yunanca'da ethic, Fransızca'da morale deyimlerinden alır. Yunanca'da etos deyimi töre anlamında, Fransızca'daki morale deyimi ise yaşayan gelenek anlamında kullanılmıştır.

Hiç şüphesiz islam, yeryüzünde Allah'ın iradesinin gerçekleşmesini kendisine hedef edinmiş ve böylesi bir iradenin hakim kılınmasında mevcut siyasal yapıların ancak kendi denetiminde bulunmasıyla açıklanmıştır.

Bununla birlikte Kur'an'ı dikkatle inceleyen herkes, onun inmeye başladığı andan itibaren temel esprisinin yukarıda vurgusu yapılan siyasi boyutuyla bütünleşen ahlaki ilkeler çerçevesinde geliştiğini görecektir. Aslında bu husus, Kur'an'ın yeryüzünde sözü edilen Allah'ın iradesini hakim kılma hedefinin hangi temellere dayanarak yaşanabileceğini de göstermesi bakımından çok önemlidir.

Kur'an, oluşturduğu ahlaki prensipleri birey ve toplum noktasında iki yönüyle işlemiş, kendi ahlak düşüncesinin sosyalleşmesini de, bu toplumu oluşturacak bireylerin Kur'ani ölçüler çerçevesinde ahlaklanmasına bağlamıştır. Kur'an’ın üslubundan anlaşılan odur ki, söz konusu durum, ister bir toplumu değiştirmeye aday, isterse dönüşmüş bir toplumun içinde yaşayan insanları kapsasın; değişmeyecektir. Siz başkalarına iyiliği emrederken kendinizi unutuyor musunuz? Bu şekliyle bireyin ahlaklanması, Kur'an'ın nihai olarak hedeflediği ahlakın; toplumsal bazda hayat bulmasının ön koşuludur. Böylece Kur'anî ahlakı özümsemiş olan müslüman, islami düşünce ve pratiğin en temel güvencesini temsil eden kişi olacaktır.

Rahman'ın öyle kullarıdır ki yeryüzünde mütevazi olarak yürürler, cahiller kendilerine laf atarsa selam derler, Onlar öyle kimselerdir ki, gecelerini Rablerine secde ederek (O'nun huzurunda) ayakta durarak geçirirler. Ki onlar: Rabbimiz, cehennemin azabını bizden öteye çevir, doğrusu onun azabı (insana sarılıp bir daha ayrılmayan) sürekli bir azabdır, orası ne kötü bir karargah ve ne kötü bir makamdır! derler. Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler, (harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur. Ve onlar Allah ile beraber başka ilaha yalvarmazlar, Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa günahı(nın cezasını) bulur. Kıyamet günü onun için azap kat kat yapılır. Faydalı bir iş yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Kim (günahlarından) tevbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbul bir kimse olarak Allah'a döner. Onlar ki yalan yere şahidlik etmezler (yalan konuşulan yerlerde bulunmazlar), boş laf (konuşanlar)a rastladıklarında vakarla (oradan) geçip giderler. Ve onlar kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. Ve onlar: Rabbimiz, bize gözler sevinci (gönüller açan) eşler ve çocuklar lutfeyle ve bizi (senin azabından) korunanlara önder yap derler. İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en yüksek) oda(ları)yla mükafatlandırılacaklar ve selam ile karşılanacakladır. Orada ebedi kalacaklardır. Ne güzel karargah ve ne güzel makamdır orası!

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, ahlaki vasıfların birey ve toplum noktasında formüle edilişinin güzel örneklerini içermektedir. Ayetlerde ifadesini bulan ahlaki özelliklerin uygulayıcısı, insanın kendisi olmakla birlikte Kur'an'ın, bunları inananlar topluluğunun genel umdeleri olarak belirtmesi anlamlıdır.

Görüldüğü üzere, Kur'an ahlakı her şeyden önce, bireyi kuşatır. Bu, öylesine geniş bir sahadır ki -bir çok ayette de belirtildiği gibi- kişinin sadece Allah ile kendisi arasında gerçekleşen ibadî davranışlarından, iktisadi tasarruflarına, hatta insanlarla olan ilişki biçimlerine varıncaya kadar onun yaşamsal etkinliklerinin tamamını kapsamaktadır, Kur’an'da defalarca belirtildiği üzere islami hayat, yaptırımlarını ön gördüğü insandan alır. Bununla birlikte bu yaptırımların gerçek hedeflerine ulaşması için kişiden, davranışlarında ahlaki bir tutarlılık ve istikrar beklenir.

İslam cemaatinin ortak bir tavır içine girilmesini kıldığı hallerde kendisinden, topyekün bu tavrı göstermesi istenir. Müslümanların Mekke'den Medine'ye hicretleri sırasında, yapılması gerekeni yapmayıp, Mekke'de kalanların, Kur'an tarafından Onlar hicret edinceye kadar sizden değildir şeklinde dışlanması her şeyden önce bu çerçevede düşünülmelidir.

Kur'an davranışlarda istemiş olduğu bu tutarlılığı (iman ve salih amel) gerçekleştirmek için öncelikle birey, daha sonra da toplum noktasında hassas bir denge oluşturmuştur. İslam ahlakı, Kur'an'da ifade olunan bu bütünlüğün ancak onun istediği şekilde yaşanması ve yorumlanması ile canlılık kazanacaktır.

Takva, bunun en güzel örneklerinden biridir. Geleneksel anlayışta Allah korkusu şeklinde özetlenmesine karşın, Kur'an bütünlüğünde bakıldığında kavramın; korkunun ötesinde (kastettiğim, korku kavramının tek başına yetersiz kalacağıdır. Mesela, ölüm korkusu ya da Kurttan korkmak gibi) insanda gerçekleşmesi hedeflenen, kulluk sorumluluğunun her yönüyle yansıtılması anlamına geldiği görülmektedir.

İman eder ve de takvayı korursanız, size büyük ecir vardır.” (3/Ali İmran, 19).

Eğer iyilik eder ve takvayı da korursanız, bilin ki Allah işlediklerinizden haberdardır.” (4/Nisa, 128)

O halde muttaki kişi; Allah katında makbul biri olmak için günahları, fuhşu, kötülüğü ve batıl inancı bırakan kişidir. Bu kişinin takvayla birlikte salih amele yönelmesi tek olan Allah'a inanıp onun hidayetine uyması gereklidir. [2]

Bu şekliyle tamamen ahlaki bir kavram olan takva, soyut değerlerden çok, hayattaki uygulama biçimiyle anlam kazanacaktır.

Takva, Kur'an'da vaaz edilen ahlaki bütünlüğü harekete geçirecek dinamik unsurlardan sadece bir tanesidir. İyiliği emretmek, kötülüklerden alıkoymak, hayırlarda yarışmak, her türlü şarta rağmen adil olabilmek şeklinde özetlenebilecek ve her biri Kur'an tarafından değişmez esaslar olarak açıklanan bir çok husus, bu bağlamda düşünülebilir.

Kaldı ki islam; kendi kavram bütünlüğü içinde, insanlara bir hayat sistemi sunarken bile, bu sistemin başarısını, özünde varolan bu dinamik unsurların işletilmesi sonucuna bağlamıştır.

İslam ahlakı, (ferdin kendisinden başlayan ve giderek toplumsallaşan ileri bir harekete dönüşür. Bu durum son derece tabiidir de. Çünkü; insan, doğası gereği toplumsal bir varlıktır. Kur'an bunu Ey insanlar, biz sizi bir dişi ve bir erkekten yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere, kabilelere ayırdık. şeklinde açıklamıştır.

Yani; insan, milletlere, kabilelere bağlılığı ile bilinen ve gruplar halinde yaşayan bir varlık olarak yaratılmıştır.3 Bu husus insana, ister istemez, dış çevresiyle ilgili bir dizi yükümlülük getirecektir.

İşte bunun İçin yukarıda işaret ettiğimiz, ferdin kendisini kuşatan ahlaki değerlerin de sosyalleşmesi gerekiyor ki; insanların bir diğeriyle ilişkileri üzerinde gerçekleşen toplumsal hayatta, adil bir düzen oluşabilsin.

Böylece islam, kendisine has bjr ahlak anlayışıyla gerek laik, gerekse mistik (çeşitli isimler adı allında yaygınlık kazanması onun bu vasfını değiştirmeyecektir) anlayışlardan farklılaşır. Dini, hayatın içinden çekip; onu, Sezar'ın hakkı Sezar'a; Allah'ın hakkı Allah'a şeklinde bir iş bölümüne dönüştüren laiklik, ahlakî olanın mutlaka din ile ilgili olmadığını (dinden kaynaklanması gerekmediğini) hatta dine rağmen olabileceğini savunur.

Bugün toplumda kendi iç bütünlüğünden koparılan ahlak kavramının, sadece kumar oynamamak, zina etmemek düzeyine indirgenmesi ya da dinin hiç bir emrini yerine getirmeyen bir insanın kendini, ...evet ama benim kalbim temiz ifadesiyle ahlaklı görebilmesi, sözü edilen bu anlayışların tezahürüdür.

Bununla beraber, dini, hayattan soyutlayan laik anlayışa çanak tutarcasına ferdi toplumdan koparan, ona kendi kurtuluşunun ancak uzlete çekilip nefsiyle mücadele yolundan geçtiğini öğütleyen mistik anlayışlar da islam'la uyuşmayacaktır. Ancak; ne gariptir ki islam düşüncesi gelişim süreci içerisinde bu eylemlerden kendini kurtaramamıştır. Bunun en somut ifadesi, birçokları tarafından hal ilmi olarak tanımlanan tasavvuftur. Burada ilginç olan bir diğer nokta, Kur'an'da İslam ahlakını oluşturacak esaslar yokmuş ya da yeterli değilmiş gibi insanların, islam ahlakının yaşanmasını, tasavvuf veya irfan denilen nazariyelerin ayrı başlıklar ya da kurum kültürleri allında yorumlamaya ve biçimlendirmeye çalışmalarıdır.

Düşünsel temellerini hicri 2. asırdan itibaren oluşturmaya başlayan tasavvuf, ilk oluşum devirlerinde (günün gelişen şartlarında) davranışlara yön veren eğilimlerin ve samimi bir dindarlığın tezahürü [4] olarak kabul edilse bile, daha sonraları giderek Hıristiyan, Yahudi, Gnostik ve hatta Budist ve Zerdüşt kaynakların etkisi altında, kendi felsefî disiplinini oluşturmuştur. Kişinin kendini tamamıyla Allah'a adaması gibi ilk bakışta oldukça samimi görünen bu disiplin, gelişim sürecinde Allah'a doğru yapılan ruhani bir yolculuğa dönüşmüş ve beşeri sıfatların, ilahi sıfatlarda yok olması şeklinde tanımlanan ve tasavvufun amentüsü diyebileceğimiz öğretiyi (Vahdet-i Vücud Birlik) oluşturmuştur.

Bu durum, İslam'ın en temel esprileriyle tezat oluşturur. Başta Tevhid olmak üzere, Kur'an'ın bütün kavramlarının bu öğretiyle yorumlanmasını savunan tasavvufun, İslam'ın gerçekleştirmeyi hedeflediği ahlaki oluşumu temsil etmesi zaten mümkün değildir.

Tasavvuf, İslam'da varlığıyla, birliğiyle, eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah düşüncesini, her şeyin hep birlikte Allah olmasına dönüştürmüş olduğundan, ahlakı da Bir tek ahlak kanunu vardır. Bu “beni” inkar etmekle filizlenen ve ihsan ile gerçekleşen cihan şümul sevgi kanunudur.5 gibi tek boyutlu ve hümanist unsurları ağır basan, Kur'an dışı bir kalıba indirgemiştir.

Kur'an'ın ana ilkelerinin başında, yeryüzünde ahlaki bir toplumun oluşmasının geldiğini vurgulamıştık. Hz. Peygamber'den nakledilen bir haberde Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim sözü bunun en güzel örneğidir. Bu çerçevede, Kur'an Rasulullah'ın ahlakı için Muhakkak ki sen büyük bir ahlak üzerindesin. (68/Kalem, 4) buyurmaktadır. Şüphesiz ki Peygamberimiz, ahlakını Kur'an'a bakarak oluşturmuştur. Ayette ifadesini bulan ahlaka özel vurgu yapılması büyük oluşu da bu sebepten ötürüdür. Hal böyle iken yapılacak en doğru hareket Kur'an'ın bize uymamız için gösterdiği örnek insan Rasulullah (s)'ın yaptığı gibi, Kur'an'la ahlaklanmaktır. Çünkü, bizim tüm düşünsel ve ameli ihtiyaçlarımızı Kur'an düzenlemiştir. Dahası o, birey ve toplum düzeyinde tüm sorun ve beklentilerimizi kuşatacak bir enginliktedir.

“Biz onda hiç bir şeyi eksik bırakmadık” (25/Furkan, 63-76)

Notlar:

1. Dr. Mustafa Çağrıcı, Ana Hatlarıyla İslam Ahlakı, s. 15, Ensar Neşriyat, İstanbul-1986.

2. Muhammed el-Behiy, Kur'ani Kavramlar, Yöneliş Yayınları, İstanbul-1998.

3. M. Mutahhari. Tarih ve Toplum, Yöneliş Yayınları, İstanbul-1989.

4. Fazlur Rahman, İslam, Selçuk Yayınları.

5. Dr. Mustafa Çağrıcı.a.g.e.

 Haksöz Dergisi
 Mayıs 1991
 Sayı: 2

 www.haksoz.net



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:

Gaybi Bilgilere Yaslanarak Egemenlik Kurmak

Adnan Adıgüzel

Giriş

Gaybi bilgilere sahip olmak insan için gerçekten en büyük fazilettir. Risalet müessesesinin kutsallığı ve rasullerin üstünlüğü onlara Allah tarafından bu bilgiden bir parça verilmiş olmasında aranmalıdır. Yine bu bilgilere inanma ve bu bilgilere göre yaşaması da, mü'min insanı diğer insanlardan daha üstün konuma getirir:

Elif, lam, mim. işte o kitap kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler için yol göstericidir. Onlar ki gaybe inanıp namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. ..” (2/Bakara, 1-3)

Onlar ki gıyaben (görmedikleri halde) Rablerinden korkarlar...” (21/Enbiya, 49)1

Gaybi bilginin sağladığı söz konusu avantajın gücü çok iyi bilindiği için, din adına konuşan bir çok kimse bu bilgiye ulaştıklarını ifade etmişlerdir. Hatta bazıları -doğrudan peygamber olduklarını söylemeseler de, peygamberleri bile aşan bir tutumla her istedikleri an bu bilgiyi aldıklarını söyleyerek insanlar üzerinde hakimiyetlerini perçinlemişlerdir.

Çevremizde her an

insanların kalbini okuyan,

istikbalde olacaklar hakkında çeşitli iddialarda bulunan,

 kilometrelerce mesafedeki mekanları gören ve oradakilerine konuşan

, uzaklardaki kimselerin dertlerinden haberdar olarak onlara çareler üreten,

 kıyamet saatini bile haber verebilen kimselerin varlığından bahsedildiğine sık sık şahit olabilmekteyiz. Biz bunlara inanmaktan Allah'a sığınırız. Ancak tüm bu iddialarla varılmak istenilen asıl hedefin, insanlar üzerinde kesin, tartışmasız hakimiyetler oluşturulmak İstendiğine dikkat çekmek istiyoruz. Ve sonuçta da bu tür insanlar, kendilerine tabi olan kişiler veya kitleler üzerinde bu hedeflerine ulaşmışlardır. Bu gaybi bilgi anahtarlarını -haşa- elinde bulunduran kişiler, bağlılarınca yanılmayan, tartışılamayan, her şeyi bilenler olarak kabul görmüşlerdir. Yine bu kutsal kişiler(!) hakkında konuşulurken Allah'tan korkarcasına kalpleri titreyenler vardır. Oysa Allah'ın elçileri bile bu konumlarda değillerdir. Rasuller gayb haberlerine sahip olan kişiler olarak ve de haklı olarak saygıya layıktırlar. Ama onlar gaybi haberleri diledikleri an, diledikleri kadar elde etme gücüne sahip değildirler. Çünkü:

Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Onları O'ndan başka kimse bilemez. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir...” (6/Enam, 59)

Şimdi gaybın Kur'an'da nasıl kullanıldığını ve bu konuda insanların ve Allah'ın konumunun ne olduğunu incelemeye çalışalım.

1. Gaybın Tarifi

Gayb; insana gizli kalan, görülmeyen, görülmesine, sezilmesine imkan olmayan ifadeleriyle açıklanmaya çalışılır. Ahberî Kebir'de; her nesne ki senin huzurunda olmaya diye tarif edilir. Ve Arapça olarak Küllü mâğabe anke fe huve ğaybun [Huzurunda olmayan her şey gaybdir] cümlesiyle tarif tamamlanır.

Bu açıklamalardan gaybın, insanın gözleri ve diğer duyu organlarıyla farkedemediği şeyler olduğu anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de de gayb kelimesi bu anlamlarda kullanılmıştır. Meselâ, kadının, eşinin görmediği yerde namusunu koruması gaybi korumak olarak ifade edilmiştir:

Onun için iyi kadınlar itaatkar olup, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık kendileri de gaybi korurlar...” (4/Nisa, 34)

Allah'ın iyi kulları için vaadettiği cennetin görülmemesinden dolayı gıyaben vaadedildiği bildirilir (19/Meryem, 61). Yani bize vaadedilen cenneti biz görmüyor ve hissedemiyoruz.

Bu konuda başka bir örnek de Yusuf (a) kıssasında geçer. Yusuf'un kurtulması arafesinde Aziz'in karısı itirafını şöyle tamamlar:

(Gerçeği söyledim ki Yusuf) benim kendisine gıyabında ihanet etmediğimi ve hainlerin tuzağını Allah'ın başarıya ulaştırmayacağını bilsin. (12/Yusuf, 52)2

2. Gaybi Kim Bilebilir

Kur'an-ı Kerim müşriklerin fütursuzca kendilerini doğru yolda göstermelerini, ahirette bile kazananlardan olacaklarını sanmalarını kınar ve gaybın bilgisi yanında da o mu görüyor? (53/Necm, 35) sorusunu yöneltir.3

Kur'an-ı Kerim gaybın bilgisinin vb gayb üzerindeki hakimiyetin tamamen Allah'a ait olduğunu, bu konuda peygamberler ve cinler de dahil olmak üzere hiç kimsenin tasarruf hakkı olmadığını bildirir. Bu hakikat bir çok defalar çeşitli vesilelerle sık sık vurgulanır. Örnek olması için şu ayetleri hatırlatabiliriz:

Göklerin ve yerin gaybi Allah'a aittir.” (16/Nahl, 77)

Göklerin ve yerin gaybi O'nundur.” (18/Kehf, 26)

O, görünmeyeni (gaybi) ve görüneni bilir.” (23/Müminun, 92)

Allah göklerin ve yerin gaybını bilendir. O, göğüslerin özünü bilir.”. (35/Fatır, 38)

De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” (27/Neml, 65}

Bu ayetlerden açıkça anlaşılabileceği gibi gaybın bilgisi tamamen Allah'a aittir ve bu sahaya kimse ortak edilmemiştir. İnsanlar gayb bilgisinden ancak vahy yoluyla haberdar olabilirler. Allah'ın seçtiği kimseler (rasullerjde, ancak Allah'ın dilediği ölçüde, dilediği zaman ve vahy yoluyla gaybî bilgilere sahip olabilirler.

Gaybi bilen O'dur. Gaybî bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu rasule gösterir..,” (72/Cin, 26-27)

“Allah sizi gayba muttali kılacak değildir. Fakat Allah resullerinden dilediğini seçer...” (3/AI-i Imran. 179)

Allah'ın, rasullerine bildirdiği gayb yalnız gelecekle (istikballe) sınırlı değildir. Gaybın yukarıda geçen tarifinde kısaca; insana gizli kalan her şey denilmişti. Buna göre gerçek mahiyetini bilemediğimiz ve ancak bize gelen zannî haberlerle bilgilendiğimiz mazi (geçmiş zaman) vs hazır (şimdiki zaman) da gayb sahasına girer. Kur'an, üzerine temel ilkelerin oturtulmaya çalışıldığı önemli tarihi olayların mahiyetini açıklarken onları gayb olarak tanımlar:

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha Önce bunları bilmiyordunuz...” (11/Hud, 49)

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip tuzak kurarlarken sen yanlarında değildin.” (12/Yusuf, 102)4

Aynı şekilde kişinin yaşadığı zaman diliminde vuku bulan fakat kişinin, gerçek mahiyetine vakıf olamadığı gelişmeler da gayb olarak tanımlanmıştır. Söz konusu kişi peygamber de olabilir. Mesela Rasulullah kendi döneminde gıyabında cereyan eden bir çok olay ve gelişmeden ancak vahiy yoluyla haberdar olabilmiştir. Hatta bazen muhataplarının niyetlerinden ve düşüncelerinden, onların gerçek kimliklerinden dahi emin olamamış ancak vahiy yoluyla sağlıklı bilgi sahibi olabilmiştir:

Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından ikiyüzlülüğe iyice alışmış insanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz...” (9/Tevbe, 101)5

Gayb'ın mazi, hal ve istikbal için kullanımının yanında insanların ve diğer varlıkların algılayamadığı bir alemi {gayb alemi) de ihtiva etmesi, Kur'an'da gayb'ın iki şekilde kullanıldığını göstermektedir:

1- Mutlak Gayb: Yalnız Allah'ın bilgisi dahilinde olan, insanlardan iman edilmesi istenen gayb.

Bu gayb; Allah, ahiret, melekler, hesap günü gibi iman'ın temel prensiplerini oluşturur. Muttakilerden inanılması istenen, inanıldığında onlara üstünlük sağlayan gayb, mutlak gaybdır.

2- İzafi Gayb: Belli dönemlerde bazılarınca bilinip bazılarınca gayb olan hususlardır.Müminler, Kur'an aracılığıyla kendilerine bildirilen bu tür gaybi anlatımlar sayesinde, oluşan yanlış anlayışlardan kurtulmakta, bilgilerini tashih etmekte ve mutlak doğruya tabi olmaktadırlar. Bu, Allah'ın insanlara bir nimetidir. Mesela Hz.İsa hakkında oluşan yanlış anlayış Kur'an aracılığı ile tashih edilmiş, Rasulullah ve müminlere işin mahiyeti en doğru biçimde aktarılmıştır. Kur'an'ın gayb olarak nitelediği geçmiş kavimlerin kıssaları bu tür gayb haberlerine örneklik teşkil eder. Mesela Yusuf(a)'ın akibeti veya başına gelenler kardeşleri tarafından biliniyorken, bu durum Yakup peygamber için gayb'dır. Zira o olaya şahit olmamış ve gerçek kendisinden saklanmıştır. Gayb'ın bu her iki şekli A'raf Süresi'nin 187. ve 188. ayetlerinde kullanılmıştır: “Sana saat (kıyamet)den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman diye. De ki: Onun bilgisi, ancak Rabb'imin yanındadır. Onu tam zamanında açığa çıkacacak olan, yanız O'dur. O, göklere de, yere de ağır gelmiştir. O, size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun, sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi, Allah'ın yanındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.

De ki: Ben kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim...

Bu ayetlerdeki ilk kısım mutlak gaybın alanına girer. Zira Kıyametin bilgisi ancak Allah'ın yanındadır ve yalnız O bilir. Son bölüm ise dünya olayları ve gelecekle ilgilidir. Yani Rasulullah, kendisine ne olacağını, işlerinin sonunun nereye varacağını, gelecekte akibetinin nasıl olacağını bilmediğini vurgulamaktadır.

İzafi gaybe örnek olması bakımından şu ayet de zikredilebilir:

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin.” (3/AI-i İmran, 44)

Dikkat edilirse buradaki gayb, olayın vuku bulmasından sonraki insanlar için geçerlidir. Ve Rasulullah da daha sonraki bir zaman periyodunda yaşadığından olayın mahiyeti onun için de gayb'dır.

Rasulullah (s]'ın bu gayb haberlerini milletine duyurması, müşrikler tarafından bazı soruların sorulmasına ve cevaplarının hemen istenmesine sebep olmuştur. Yukarıda mealini verdiğimiz Araf Süresi'nin 187. ve 188. ayetleri, bu talepler ve sorular karşısında Rasulullah'ın vermesi gereken cevabı teşkil eder. Hud Süresindeki şu ayet konuyu açıklamaktadır:

Ben size:Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben meleğim de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için Allah onlara bir hayır vermiyecek de demem. Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir...” (11/Hud, 31)

Aynı imkansızlık geçmiş peygamberler için de söz konusudur. Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Yakub-Yusuf peygamberler kıssasında, kardeşlerinin. Yusuf(a)'ı kuyuya atmalarına ve buna karşılık babaları Yakub (a)'a onu kurt yedi diye yalan söylemelerine karşı, Yakub işin aslını kesin bilmediği için tepkisini şöyle ifade etmiştir:

Herhalde nefisleriniz sizi aldatmış bir işe sürüklemiş. Artık tek çarem güzelce sabretmektir.” (12/Yusuf, 18]

Buradan Yakub Peygamber'in oğullarının sözüne inanmadığım, ancak işin aslının ne olduğunu da bilmediğini anlıyoruz. Aslında Yakub, Yusuf'un ölmediğinden emindi. Zira aynı surenin 4, 5 ve 6. ayetleri Yusuf'un bir rüya gördüğünü ve Yakub peygamberin de bu rüyayı yorumladığını, Yusuf'a peygamberlik verileceğinden bahsettiğini, onun kardeşlerine karşı dikkatli olmasını nasihat ettiğini hikaye etmektedir. Burada önemli olan husus Yakub Peygamberin Yusuf'un öldürülmediğinden emin olmasına rağmen Yusuf (a)'a ne olduğundan, akibetinden emin olmadığıdır. Zira bu hususta elde herhangi bir vahyi veri mevcut değildir. Ve o, çareyi sabretmekte bulmaktadır.

Kıssanın ilerleyen kısımlarında Yusuf (a) Mısır'da vezir olur, yanına gelen ve Kendisini tanıyamayan Kardeşlerinden, öz kardeşini de getirmelerini ister ve bir çaresini bularak Öz kardeşini yanında alı koyar. Bu alı koyma işinde Yusuf'un kardeşlerinin en ufak bir suçları yoktur. Ancak babaları Yakub Peygamber'in tepkisi ilk olaydakine çok benzemektedir.

Herhalde nefisleriniz size bir işi süslemiş. Artık tek çarem güzelce sabretmektir.” (12/Yusuf, 83)

Şayet bir peygamber olarak Yakub (a) işin içyüzünü bilebilseydi, yani gaybı bilebilseydi böyle söylemeyecekti.

Rasuller için durum böyle olunca diğer insanlar için gaybı bilmenin imkansız olduğunu anlamak hiç de zor olmasa gerek. Allah bir konuda olduğu gibi bu konuda da eşsiz ve tektir. Kimseyi kendine ortak olarak kabul etmez. (112/İhlas Suresi)

Bu arada kısaca değinmek istediğimiz bîr husus da, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle özellikle gelecekte vuku bulacak bazı olayların önceden tespit edilmesinin, gayb biliciliği için delil olarak dile getirilmesidir. Allah kainatı bir sünnet (sünnetullah) çerçevesinde yaratmıştır. Ona bir düzen vermiş ve ölçüsünü (kader) tayin etmiştir:

Gece de onlar için bir ayettir. Gündüzü ondan soyup alırız, birden onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi müstekarrı için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir. Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döndü. Ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler. (36/Yasin, 37-40}

Burada asıl olan sünnetullahı keşfetmektir. Yani ayın kaç yıl sonra tutulacağının tespit edilmesi veya bir hafta sonra yağmur yağacağının bilinmesi gayb biliciliği değil; aksine Allah'ın koymuş olduğu değişmez sünnetinin keşfedilmesidir. Bu kesil de daha önceki veriler ve deneylere dayanmaktadır.

Bu yanlış anlayış Lokman Suresi'nin son ayetinin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır:

“(Kıyamet) saatinin ilmi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse yarın ne Kazanacağını bilmez, Yine hiç Kimse nerede öleceğini bilmez. Her şeyi bilen, her şeyden haberi olan yalnız Allah’tır. (31/Lokman, 34).

Bu ayette Allah'ın mutlak hakimiyeti vurgulanmakta, Kıyamet'i yalnız O'nun bileceği, insanın yarın ne kazanacağını ve nerede, ne zaman öleceğini bilemeyeceği hususları belirtilmektedir. Bu arada yağmuru Allah'ın yağdırdığı ve rahimlerde olanı da bildiği söylenmektedir. Bu ve iki hususu hiç kimsenin bilmeyeceğine dair hiç bir vurgu söz konusu değildir. Allah'ın bu iki hususu bileceğini bildirmesi, onları insanların bilmeyeceği anlamına gelmez. Allah'ın bilgisi yalnız bilinmeyenleri değil, bilinenleri de kapsar.

Allah gayb bilgisine yalnız insanları değil, insanlar dışında da hiç bir varlığı ortak etmez. Bu varlık artır ister insan, isterse cin, ister şeytan olsun fark etmez. “Gaybın anahtarları tamamen Allah'ın elindedir. O'ndan başkası bilmez.” (6/Enam, 59; 11/Hud, 123)

Cinlerin ve şeytanların gaybı bilmedikleri, onların da gayb bilgisi diye ancak zanlarına uydukları Kur'an'da vurgulanmaktadır,

Andolsun biz, en yakın göğü yıldızlarla donattık ve onları şeytanlar için taşlamalar yaptık ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık. (67/Mülk, 5)

Bu ayette gerek insanlardan olsun, gerek cinlerden olsun şeytanların gökyüzünü gözetleyip kehanette bulunduklarına, İstikbali haberlere vakıf olmak için gaybı taşladıklarına işaret vardır.

“Bu Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz, zaten yapamazlar da. Çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır.” (26/Şuara, 210-212)6

Kur'an'da Davut-Süleyman kıssası anlatılırken cinlerin gaybı bilmediği şöyle dile getirilir: “(Süleyman'ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı...” {34/Sebe 1, 14)

Allah, Süleyman Peygambere bir çok güç ile birlikte, cinleri de onun emrine vermişti. Süleyman peygamberin emrindeki cinler, onun öldüğünü anlamak için, dayandığı asanın kırılarak, düşmesini beklemek zorunda kalmışlardır.

Sonuç:

Gaybın bilgisi tamamen Allah'a ait olup Allah-u Teala dilediği kadarını rasullerine vahyederek bildirmiştir. Bunun dışında insanların gaybı bilmesine imkan yoktur. Bazı kişilerin vahy almadıkları halde gaybi haberler (bilgiler) üretmesi insanlar üzerinde hakimiyet kurmaya yönelik çabalardır. Kim ne kadar çok gaybî bilgiye sahip olduğu yolunda propaganda yapabilirse, halk yığınları üzerinde o kadar etkin olabilmektedir. Onlar bu bilgilerle (iddiaya göre) dokunulmazlık kazanarak tartışmasız bir konuma yükselmektedirler. Artık her şey onlardan sorulur, çünkü her şeyin en iyisini onlar bilir.

Ve söz Kur'an'dan açılınca Kur'an okuyup anlamak yerine, onlar dinlenir; çünkü Kur'an'ı en iyi anlayanlar onlardır. Sözleri Kur'an gibi olmasa da, bu sözlerin Kur'an'ın tartışmasız en iyi yorumu, anlaşılması gereken gerçek anlamları olduğu iddia edilir. Kur'an-ı Kerim hakkında Kur'an-ı Kerirn'i ben bile anlamam diyerek tevazularını dile getirirler ve tabilerince bu söz şöyle anlaşılır: Bu Kur'an-ı Kerim'i o bile tam anlamadığını söylemişken bizim anlamaya çalışmamız ne haddimize!...

Bu arada olağanüstülükler ve her türlü gaybi konuyu keşfetme hikayeleri de olanca hızıyla devam eder.

Evet insanlar doğru düşünüyorlar. Üstünlük gaybî bilgilerle sağlanır. Ama gaybî bilgi Allah'a aittir ve Allah da bize yetecek, bu konuda tüm ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadarını Kur'an-ı Kerim'i vahyetmekle biz insanlara bahşetmiş ve bizleri Kur'an'la şereflendirmiştir.

Artık şerefin, Allah'ın rasulünün ve müminlerin olduğu anlaşılmalıdır.” (63/Münafikun, 8)

Notlar:

1.Ayrıca bkz.: 5/Maide, 94;35/Fatır, 18; 36/Yasin.11; 50/Kaf,33.

2. Yusuf Suresi'nin 12. ayeti genellikte Yusuf (a)'ın sözleri olarak anlaşıImıştır. Fakat ayetin siyak ve sibakı göz önüne alındığında bu sözlerin Aziz'in kârısına asıl olduğu görülecekti. Bilhassa 53. ayet bu manayı desteklemektedir Elmalı H. Yazırda 52. ayetin Yusuf (a)’a olmadığını vurgulamıştır. Bkz.; M. H. Yazır, Hak Dini K uf an Dili. c. IV. s. 2672. Ayrıca Süleyman Ateş mealinin son baskısında bu meali tercih etmişin. Ayrıca bkz: Yüce Kuran'ın Çağdaş Tefsiri, c. IV, s. 400.

3. Ayrıca bkz.; 18/Kehf. 22; 3,Al-i Imran, 44.

4 Ayrıca bkz.; 19/Meryem, 78- 52;Tur, 41; 68/Kalem, 47.

5. Bu Konuda ayrıca su ayetlere bakılabilir 9/Tevbe, 64,47;Muhammed. 30, 63/Munafıkun. 8

6. Ayrıca bkz.; 52/Tur, 38; 72/Cin, 8-10. özellikle 9. ayet.


Haksöz Dergisi – Sayı: 3 – Haziran 1991
www.haksoz.net



__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 
dördüncü_melek
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 28 aralik 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 132
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı dördüncü_melek

Alıntı:
Kur'an'ın Amacı
Ahmet Demirel

Elif, lam, râ. Bu, Rabbin izniyle insanları karanlıklardan aydınlıklara çıkarıp, güçlü ve övgüye layık olanın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (14/İbrahim, 1)

“Halbuki o alemlere uyarıdan başka bir şey değildir.” (68/Kalem, 53)
Biz sana kitabı gerçek ile indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin.” (4/Nisa, 105)

insanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onunla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere içinde gerçekleri taşıyan kitabı indirdi..” (2/Bakara, 213)

İşte o kitap, kendisinde hiç bir şüphe yoktur. Muttakiler için yol göstericidir.” (2/Bakara, 2)

Bu ayetler Kur'an'ın amacı hakkında bize bir yaklaşım sağlamaktadır. Ayetler Kur'an bütünlüğünde ve Resulün örnekliğinde, Allah'ın murad ettiği manada anlaşıldığı sürece muttakiler için yol göstericidir. Ayetler, taassubu kırdığımız, hurafelerden temizlendiğimiz, kaderci anlayışı ıslah ettiğimiz andan itibaren, karanlıklardan aydınlıklara ulaştıran nurdur. Ayetler, beraber kıyam ettiğimiz, rükuya gittiğimiz, istişari çabalarda bulunduğumuz sürece müjde ve uyarıcıdırlar. Ayetler, anlaşmazlığa düştüğümüzde onunla hükmettiğimiz sürece hidayettirler.

Kur'an'ın ana hedefi Allah'ın varlığını ispatlama noktasında değil, insan ve insan davranışları üzerine yoğunlaşmaktadır. Nitekim kendisini de “insanlara yol gösterici, karanlıklardan aydınlıklara çıkarıcı, alemlere uyarıcı” şeklinde tanımlamaktadır ki, bu manada çok sayıda ayet sıralamak mümkündür. Bununla birlikte Allah lafzı, Allah'ın sıfatları ve isimleri Kur'an'da bir çok defa kullanılmıştır.

Fakat Kur'an'da, Kur'an'ın amacı, Allah'ı ispatlamak şeklinde ortaya konmamıştır. Zira tabiat ayetlerinin, Allah'ın varlığını ispat etme konusunda yeterli olduğunu Kur'an bize hatırlatmaktadır:

Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidiş ve gelişinde elbette akıl sahipleri için ibret verici deliller vardır.” (3/AI-i İmran, 190)

Ama Kur'an bizatihi tevhid inancını ikame etmeye, zihinlerde ve pratik hayattaki şirk şekillenmelerinin, bozuk inançların, batıl geleneklerin ıslahına yönelmiştir. Dikkatlerin bu yaklaşıma çekilmesi, vahyin amacına uygun bir yolun tutulmasını sağlayacaktır.

Yüce yaratıcı fikri, insanın içinde, derununda mevcuttur. Dolayısıyla problem Allah'ın varlığını isbat etmek problemi değildir. Kaldı ki hiç bir tarih diliminde ateizm, sorun olacak düzeyde büyük bir gündem oluşturmamıştır.

Hepimizin bildiği Mekke dönemi Arap toplumunun yapısı dikkate alındığında, onların da Allah inancına sahip oldukları, yeri ve göğü yaratan Allah'ın varlığına inandıkları görülecektir. Bununla birlikte Kur'an bu toplumun din anlayışını tümden değiştirmek için vahyedilmiştir.

İlahi kanunlar insanlar için gönderilmiştir. Ve bu kanunların hepsinin; gerek fert düzeyinde olsun, gerekse toplum düzeyinde olsun günlük yaşamda bir karşılığı, pratik bir değeri vardır. Aksi durumda vahyin insanlar için hidayet aracı olmasının geçerliliği olmazdı. Dolayısıyla insanların temel zaafları Allah'ı yok sayma noktasında değildir. Asıl zaaf ve sapma O'nunla birlikte başkalarını veya kendi heva ve heveslerini ilah etme noktasında başlamaktadır.

Ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa okuduğunuz bir kitabınız rnı var? Onda istediğiniz her şeyi buluyorsunuz? Yoksa aleyhimizde kıyamet gününe kadar süre gidecek ahitleriniz mi var ki, kendiniz için hükmettikleriniz sizin olacaktır. Sor onlara bunu kim üstlenir. Yoksa onların ortakları mı var? Doğru sözlü iseler ortaklarını getirsinler.” (68/Kalem, 36-41)

Vahiy insanların ihtilaf ettikleri konularda hükmedilsin diye gönderilmiş, mücadele bunun üzerine kurulmuştur. Allah'ın, hükümlerini indirmesinin arka planında yatan gerçek insanların taşıdıkları benzeri zaaflar olmuştur. Atalarından aldıklarını din edinen, yeryüzünde fitne çıkaran; hevalarıyla hükmederek insanlara zulmeden, bozgunculuk yapan şirk dini mensuplarının düzelmesi, ıslah olması ve genelde insanlara hidayet rehberi olması amacıyla; Allah, insanlara peygamberleri aracılığıyla vahiy/kitap göndermiştir. Vahiy doğru ile yanlış, aydınlık ile karanlık arasında bocalayan insanoğlu için en sağlam ölçüdür. Dolayısıyla vahyi Ölçütlere sahip olmamak, karanlık dehlizlerde kalakalmaktır, insanları uyarmak, onlara doğruyu göstermek, onları zaaflarının ve nevalarının düştüğü aşağılıklardan kurtarmak, aydınlığa çıkarmak, Kur'an'ın ana hedefidir.

Kur'an-ı Kerim'in muhatabı insandır. İnsan fıtratına hitap eder ve fıtrat üzerinde süregelen sünnet üzerinde durur. Kuşkusuz bu sünnette en önemli husus insan Allah ilişkisidir. Allah kainatı belli bir düzen içinde yaratmış ve bu düzen gereğince varlıklara yollarını göstermiştir. Her varlık yaratılış gayesi doğrultusunda hareket etmekledir. Bu varlıklar arasında yalnız insanoğlu ihtiyar sahibi kılınmış ve kainat içindeki düzenini kurması kendi insiyatifine bırakılmıştır. O artık ya yalnız Allah'a kul olacaktır ya da Allah dışında kendi ürettiği sistemlere tabi olacaktır, işte bu noktada Allah vahiy nimetini sunmakta, insanların Allah ile; hemcinsleriyle ve kendileriyle olan iliş kilerini düzenlemektedir, insanoğlu her konuda olduğu gibi, bu ilişki biçimlerinde de vahye dayanmadığı sürece yanılmakta, yanlışlara düşmektedir. Vahiyden uzaklaşıldığı nispette fesad artmakta, yeryüzüne müşrik güçler ve onların kaçınılmaz tezahürleri olan zulüm, istibdat, adaletsizlik hakim olmaktadır.

Tüm ilahi kitaplar gibi, son vahiy olan Kur'an'ın da asıl amacı yeryüzünde zulmü, adaletsizliği ortadan kaldırmak ve insanlara, Allah'ın kendilerinden razı olacağı davranış normlarını kazandırmaktır. Tabii ki tercih yine insana bırakılmış ve yapacağı tercihin hesabının da mutlaka sorulacağı vaad edilmistir.

İnsanların özellikleri dikkate alındığında çok unutkan oldukları (18/57; 20/115; 36/78; 5/14; 7/51...), çok aceleci davrandıkları (17/11; 21/37; 76/27) ve dolayısıyla bir hidayete, hatırlatıcıya ihtiyaç gösterdikleri görülecektir. Dosdoğru yola, hidayet yoluna iletilmenin duyarlı ve düzenli bir pratik hayattan geçeceği malumdur, insanlar bir an Allah ile olan ilişkilerini kopardıklarında tüm zaaflarıyla bir bocalama ve ümitsizliğe doğru akıp giderler, ibadetlerini, salihatlarını, düşüncelerini Rabbinden bağımsız ortaya koymaları halinde başıboşluk tehlikesinden kurtulamazlar. Müminler darlıklarında ve genişliklerinde Allah'ın kendi üzerlerine sekine (güven)ini indirmesine muhtaçtırlar (48/4, 29; 9/26). O güven, muttakilerin imanıdır.

İnsan yapısı itibariyle dengesizdir. Allah'a kul olmak, bağımsız kalmakla yerine getirilmesi imkansız bir sorumluluktur, insan kendisini Allah'tan müstağni gördüğü an azar (96/6-7). İnsan-Allah ilişkisinin Kur'an bütünlüğünde sürdürülmesinin pratik sonuçları, hakkın ve sabrın tavsiyeleşmesi ile mümkündür. Kur'an'ın amacı insanlara kulluk şuurunu, imtihan bilincini, hesap gününü hatırlatmaktır, insanlar imtihan için yaratılmış ve bu imtihanın alanı oldukça geniş tutulmuştur, insan düşünme, konuşma, eylem koyma özgürlüğüne sahiptir. Ancak bu mantık her an sorgu bilinciyle, kul olma çabasını ortaya koyma ve sonuçlarının dikkate alınması açısından değerlendirilmelidir.

Kur'an, bireyin ve toplumun ıslahını hedefler. Dolayısıyla insanlara vahyi Ölçütler sunmak, bizatihi hayata bu ölçütlerle bakmak, pratiğe bu Ölçütlerin kaynaklık etmesini sağlamaktır. İnsanların kendi nevalarını ölçü edinmelerinin sonucu nefislerde başlayan bozulmanın kısa sürede toplumsal bir tehlikeye dönüşmesi kaçınılmaz olur.

İnsanlar bir tek ümmetti. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onunla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetmek üzere İçinde gerçekleri taşıyan kitabı indirdi.” (2/Bakara, 213)

İnsanlara “usvetun hasene” olan (23/21) Allah'ın Rasulüne, onun hayatına bakalım. O, insanların en güvenilir olanıydı. Kur'an'ı ahlak edinmiş, müşrik bir toplumun hayatını, beyinlerde oluşan tahrifatları değiştirmenin bütün bir mücadelesini vermiştir. İnsanlara gitmekten, onlarla ilgilenmekten ve de Allah'a kul olmaktan başka bir amacı yoktu. Onun kaygısı ayetleri uzun uzun tartışmak, toplumdan soyutlanıp ucube yerler aramak değildi. Bunları yapmadı. Çünkü insanların problemleri ve içinde bulundukları durum farklıydı. Nefislerindekiler, kafalarındakiler farklıydı. Bunları değiştirmenin üstün bir çabasını verdi. Allah'ın Rasulü tebliğ etti. Örnek oldu. Hakkın şahitliğini yaptı. Ulaştığı herkese Allah'tan aldığı vahyi doğruları aktardı:

“De ki: 'Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki: 'Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana vahyolundu ki onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım.' (6/En'am, 19)

Kur'an'ın amacını algılamaya engel olan ve ondan uzaklaşmaya götüren nedenlerden biri de Kur'an'ın edebi güzellikleri üzerinde yoğunlaşmaktır. Vahyin amacı hiç bir zaman edebi bir metin olarak sunulmak, hayrete düşürücü bir üslup kullanmak, dolayısıyla insanları bu noktada yoğunlaştırmak olmamıştır. Kendi mesajını ulaştırmanın, doğru ile yanlış ayrımında bulunmanın en sağlıklı şeklin halkın kullandığı dili en güzel bir şekilde kullanmaktır. Kur'an indiği toplumun inkarcılarından bir benzerini getirme çağrısında bulunurken; mesajının tutarlılığını, çelişkisiz olduğunu vurgulamıştır. Bu meydan okumayı edebî alana hasretmek Kur'an'ın amacına, hedefine ve vermek istediği mesaja engel olmaktan öteye bir şey değildir. Bu yanlıştan kurtulmanın yolu Rasulullah'ı örnek almak, onun anlayışını yakalamaktan geçer. Kur'an'ın şiir olmadığı, onun şair sözü olmadığı (36/Yasin, 69) belirtilirken söz konusu edilen edebî özellikleri değildir. Vurgulanmak istenen Kur'an'ın muhtevası ve amacının farklılığıdır (26/Şuara, 224-227).

Vahiy insanlardan ne istediğini, onların bu istekleri yerine getirmeleri hususunda nasıl, bir yol takip etmeleri gerektiğini bildirir ve bu dünyadaki mümince çabaların ödüllendirileceğini, ihmal edilmesi durumunda cezalandırılacağı gerçeğini hatırlatmaktadır. Allah-İnsan ilişkisiyle ilgili olarak her ne kadar tarihi olayları ele alsa da, vahyin amacı insanlara bilimsel bilgi ya da tarihin sırf olay ve olgularla ilgili yönleri konusunda bilgi vermek değildir. Kur'an'ın amacının dünyanın başlangıcıyla ilgili bilimsel bir teori getirdiğini sanmak vahyin amacını yanlış anlamak olur.

“Deki: Eğer ben haktan sapmışsam bu kendi aleyhimedir. Eğer hidayete nail olursam bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Çünkü O, Semi'dir, Karib'dir.” (34/Sebe1, 50)

“Bu Kur'an çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki ayetlerini düşünsünler ve aklı selim sahipleri öğüt alsınlar. (38/Sâd, 29)

Haksöz Dergisi – Sayı: 3 – Haziran 1991
www.haksoz.net


__________________
Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
Yukarı dön Göster dördüncü_melek's Profil Diğer Mesajlarını Ara: dördüncü_melek Ziyaret dördüncü_melek's Ana Sayfa
 

Sayfa Sonraki >>
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats