Yazanlarda |
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntı:
Müminler Zandan Sakınırlar |
|
|
Fevzi Zülaloğlu
Giriş
Gerek Önceki ümmetlerde, gerekse günümüzde, oluşturdukları zannî bilgilere dayanarak dini tekellerine almaya çalışan kimi kişi, grup ve ekoller Allah adına haramlar, helaller koymakta, itikada temel teşkil edecek inanç konuları oluşturmakta, sonra da bunlara Allah'ın kitabındanmış gibi inanmaya davet etmektedirler. Oysa gaybe tekabül eden konularda söz söylemek, inanılması gereken konuları tesbit etmek Allah'ın tekelindedir(1). Zanni bilgilere dayanarak haramlar, helaller koymayı Kur'an, Allah'a karşı atılmış bir iftira ve yalan olarak değerlendirmektedir (2) Bu konularda kesin söz sahibi olan yalnızca Allah'tır. O'nun sözleri ise el-ilm’dir; yani kesindir. Bizim için ise ilim; doğruluğu tartışılmaz, kesin ve sağlam kaynaktan, yani Kuran'dan elde edilen bilgidir. İlim kelimesi Kur'an'da vahiy kelimesiyle o kadar sıkı bir ilişki içerisindedir ki, çoğu zaman ilim, vahyin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır. Allah'ın ilmine/vahyine dayanmayan tüm bilgiler zanni olarak nitelendirilmektedir. Zan ise gerçeğe ulaştırmayan bir bilgi çeşididir.(3) Çünkü zan, hûda'nın karşıtıdır.(4) Müşrikler batıl düşüncelere, hurafi geleneklere dayanarak Allah'ın güzel nimetinden bir kısmını kendilerine haram saymışlardır. Bugün de batıl zanlardan kalkarak bir takım kıyaslara, akıl yürütmelere, tutarsız sözlere dayanıp birçok nimeti haram kılan kimseler vardır. Yunus Suresi 60. ayet kendi hevalarına göre böyle yasaklar koyan herkesi uyarmaktadır. Allah'ın güzel rızıklarını batıl zanlara, zanni haberlere göre yasaklamak/haram kılmak kimsenin hakkı değildir. Çünkü yegane hüküm koyucu, haram-helal koyucu Allah'tır.
Zanni bilgileriyle dini bulandıranların konumunu Kur'an bütünlüğünde incelemeye geçmeden önce, işleyeceğimiz zan konusunun içtihadi ve siyasi konulardaki tefekkür eylemiyle alakalı olmadığına, mutlak hüküm koymaya kalkışılan ve vahiy alanına tecavüz edilen konularla alakalı bir alanı kuşattığına dikkat çekmek isteriz.
A) Zannın Tanımı
Zan kelimesi, Türkçe'de sanmak, sezmek, sanıda bulunmak, zannetmek, zan altında tutmak, itham etmek şeklinde ifade edilmektedir. Zan kelimesi tereddüt edilen iki taraftan birinin ağır basması, bir emare ve belirtiden meydana gelen bilgiyi ifade eder. Bu belirti kuvvetlendikçe kelimenin manası kesinliğe doğru yükselir. Buna üstün derecede zan(zann-ı galib) denir. Bu belirti zayıflarsa, vehim derecesine düşer, ki bu da Kur'an'da hars diye isimlendirilmektedir. Ragıb el-İsfehani, bu kavramı şöyle izah ediyor: “Zan iki manada kullanılır: Biri yakîn, yani kesinlik; diğeri ise şek ve şüphedir,”(5) ibn Faris de, zannın yakîn ve şek olmak üzere iki manaya geldiğini söylemektedir.(6)
Kur'an'da bilgiyle ilgili birçok kelime vardır. Bunlardan el-İlm (2/32) kesin bilgiyi ifade etmekledir. Diğer kelimeler ise el-İlm ile ilişkisi bakımından bir değer taşımaktadır. İlim kelimesinin hemen karşısında zan bulunmaktadır. Zanla anlam bütünlüğü oluşturan, onu pekiştiren, güçlendiren veya zayıflatan kelimeler ise şunlardır:
a) Hars;(7) b) Reyb;(8) c) Şüphe;(9) d) Şek;(10) e)Heva;(11) f)Ümmiyye.(12)
Hars kelimesi Kur'an'da 'tahmin' manasına kullanılmıştır. Bu, ilme, zanna veya herhangi birinden de duymaya dayanmayan bilgi anlamındadır. Kısaca hars, saçmalamak olarak nitelenmiştir. Bu ise, zandan daha düşük derecede bir bilgi çeşididir.(13) Reyb kelimesi ise, şüphe, kuşku, korku, zihnî sarsıntı, su-i zan, vehim, endişe manalarına gelir, Tevbe 110. ayette reyb kelimesi; hile, desise, zan, şüphe anlamlarında kullanılmıştır.(14) Zanla ilgili kelimelerden birisi de şüphedir. Şüphe, benzemekten türemiştir. Birbirine benzemelerinden dolayı iki şeyi ayıramamak, seçememek demektir. Bu açıdan yakîn ifade eden ilmin karşıtı olan zandan daha zayıf bir bilgi çeşididir. Şek kelimesi ise bir şeyi yarmak ve içine girmek, birbirine çelişik olan iki şeyin aynı derecede eşit delilleri olması veya hiç bir delili olmamalarıdır. Şek, kesinliğin çelişiği ve nakızı olup şüpheyi ifade eder. Zan ile şek arasındaki fark şudur: Zan ihtimali! olan iki taraftan birinin diğerinden ağır olmasıdır. Şek ise ihtimalli olan iki tarafın eşit olmasıdır.(15)
B) Kur'an'da Zan
Cahiliyyede ilim bir kişinin bir şey hakkında kendi şahsi tecrübeleriyle elde ettiği bilgi demektir. Bu bilgi, kabiledeki bir çok kişinin tecrübeleriyle sabit olmuş veya asırlarca denenerek gelmiş olan, kabile ruhunu taşıyan, genellikle nesillerce söylene söylene artık üzerinde ihtilaf olmuş ve bu şekilde genel kabul görmüştür. Cahiliyye anlayışında da ilim ile zan arasında tam bir karşıtlık söz konusudur. İlim ile zan arasındaki karşıtlık Kur'an'da da sürmüştür. Fakat ilmin alındığı sağlam zemine, kaynağa gelince işler değişmiştir. Kur'an'da ilim kelimesi, ilahi vahiy düşüncesinden meydana gelen bir alana oturtulmuş ve bu alanda cahiliyye çağındakinden başka kelimelerle temasa getirilmiştir. Artık şimdi ilim başkasından değil, doğrudan doğruya Allah'ın vahyinden alınan bilgidir. Kelimenin tam manasıyla sağlamdır, haktır.(16)
Bu ışık altında bakılınca eskiden ilim, birinin kendi tecrübesinden geldiği için sağlam kabul edilirken, şimdi aynı bilgi zan derecesine düşürülmüştür. Biraz sonra değineceğimiz gibi kişisel keşf yoluyla adeta Allah'tan vahiy aldığını ifade eden, gaybden haberler indiren mutasavvıfların iddiaları da bir zandan, vehimden/harstan öteye gitmezler. Rasuller bile ancak Allah'ın koruma garantisi ile şeytanın atmalarından [ümniyyeler] kesin bilgiyi koruyabilirlerken, bu kutsal kişiler (!) nasıl kesin bilgi elde ettiklerini düşünebilirler.(17) Kur'an onların bilgileri olan zannın kaynağını; heva, insanı şaşkına çeviren sevda anlamına geldiğini söylemekte, böyle heva peşinden gitmeye “ittibau'l-heva” demektedir. Ki, kişinin kendi şahsi kaprislerinin peşinden gitmesini ifade eder. Heva ise, ilmin tam karşısına konmuştur. İlim de Allah'ın hidayetinden veya vahyinden başka bir şey değildir: “(Kafirler) ilimsiz, kendi hevalarının (kaprislerinin) peşinden gittiler (30/Rum, 29). Buradaki “bigayr-i ilm” tamlaması Türkçe'ye ilimsiz şeklinde çevrilebiliyor. Bu ise, asıl anlamı karşılamamaktadır. Bigayr-i ilm, ilme tabi olmamayı anlatan bir ifadedir. Yani sıradan bir bilgiyi değil, Allah'ın vahyine uymamayı anlatan bir ifadedir. Hevaya veya ilme/vahye tabi olma arasındaki fark, şu ayette açık bir şekilde ifade ediliyor: “Şayet sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan seni Allah'a karşı koruyacak ne bir dost, ne de bir savunucu bulamazsın.” (2/Bakara, 145).(18) Özellikle gayb alanına ait konularda zanni çıkarım yapmayı Allah Teala şiddetle kınar. Mesela, Allah hakkında el-ilm kapsamında olarak vahiyle bize ulaştırılanların dışındakilerin peşine düşmek boş, anlamsız, yalan ve iftira olarak nitelendirilmiştir: “(Tuttular) cinleri Allah'a ortak yaptılar, halbuki onları O yaratmıştır. Bilmeden O'na oğullar ve kızlar icat ettiler. Haşa, O onların ileri sürdüğü niteliklerden münezzehtir.” (6/En'am, 100).(19)
Kur'an, hakkında İlim sahibi olmamızın mümkün olmadığı konularda kesin bilgi sahibi olmadan hareket etmeyi, boşuna çaba harcamayı yasaklamaktadır: “Hakkında ilmin olmayan bir şeyin peşinden gitme. Çünkü duyma (sem), görme (basar) ve muhakeme (fuat) bunların hepsi ondan sorumludur.” (17/isra, 36).20 Akıl ve duyularımızı kullanarak deney ve gözlem yoluyla elde edilemeyen ve mantıksal çıkarım yollarıyla da ulaşamadığımız bir başka deyişle bizim için gayb olan bilgi ancak Allah katındandır.(21) Ve hiç kimse O'nun ilminden, yine O'nun dileğinin dışında herhangi bir şey kavrayamaz.(22) Söz konusu dilemesini ise bizzat vahiy aracılığıyla gerçekleştirir.(23) Böylece insanın, söz konusu alana ilişkin biricik ilim kaynağı vahiyle sınırlandırılmış oluyor. Buna rağmen insanlar, zanni bilgilerine dayanarak Allah'ın sınırlarına girmeye çalışmıştır. Örneğin, İsa(a)'ın yeryüzüne döneceğine dair iddia. Allah'ın vahyinde kesin bir bilgi olmadığı halde gelecekten verilen bir haber olarak zan taşımasına rağmen bu olay, üstelik itikat mevzuu yapılıp kabul etmeyenler de sapık, bid'at ehli ilan edilerek Kur'ani ölçü açıkça çiğnenmiştir.(24)
Zan Kur'an'ın şu ayetinde yakın anlamında kullanılmıştır: “Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını gözetir ve gerçekten ona döneceklerini bilirler (yezunnune).” (2/Bakara, 46).(26) Fakat bu, lügat açısından bir değer taşımaktadır. Oysa Kur'an bütünlüğü içerisinde zannın yeri, ifade ettiği espri ve oturduğu alan hep olumsuz olagelmiştir.
Kur'an'da peygamberlerin çağrılarına muhalefet eden insanların tavırları hep zanne fiili ile anlatılmıştır: “Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz.” (26/Şuara, 186). Musa (s) karşısında Firavun'un bilgisini temellendirdiği zemin,(26) nebilere karşı mele' (ileri gelen inkarcılar)ın tavrı(27) hep zan olagelmiştir. Bir yanda Allah'ın kitabı, diğer yanda zannî haberler... Hangisi itikat ve davranış ölçütü olmaya daha layıktır?
Kur'an'da zan, hidayete tabi olmayanların üzerinde bulunduğu karanlık bir yol olarak nitelendirilmiştir: “Onlar (o putlar) sizin ve babalarınızın (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, anlamsız) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlara hiç bir güç (delil) indirmemiştir. O (putlara tapan)lar zanna ve nefislerinin alçak heveslerine uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” (53/Necm, 23).28
Allah'ın emin yolu ile zanna uyan insanların üzerinde bulunduğu yol arasında tam bir çelişki vardır. En'am Suresi'nde bu durumu Allah Teala şöyle ifade ediyor: “Yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uysan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar.” (6/En'am, 116).(29)
Önceki kavimlerin delalete sapmış olmaları, hidayete ulaşamama nedenleri hep zanna tabi olmaları nedeniyledir. Özcesi, Kur'an'da zan kesin olanın karşıtı olup, müminlerin çokça sakınmaları gereken bir davranış çeşididir: “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise haktan bir şey kazandırmaz.” (10/Yunus, 36).(30)
Kur'an'da gerek müşriklerin, gerek kitap ehlinden bazılarının Allah'ın kendisi ve diğer gaybi konularda söz söylemeleri; onların zanna uydukları, saçmaladıkları (yehrusun) şeklinde karşılık bulmuştur.(31) Çünkü Allah Teala Kıyametin zamanı konusunda olduğu gibi buna benzer konularda insanların konuşmalarını zan, hars yani vehmetmek, boşa kürek çekmek olarak nitelemiştir. Buna rağmen insanlar kıyamet alametleri adında yüzlerce ciltlik kitaplar yazabilmededirler. Müşriklerin, “Allah dileseydi babalarımız ve biz ortak koşmaz ve hiç bir şeyi haram yapmazdık” şeklinde ifade ettikleri, çarpık kader anlayışları dile getirildikten sonra En'am Suresi 148. ayette; “De ki: (Bu konuda) bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve vehmediyorsunuz.”(32) denilmek suretiyle kader konusundaki ilahi vahye dayanmayan bilgilerin yanlışlığı ortaya konulmaktadır. Ne yazık ki günümüz müslümanları arasında da ifadesini bulan zanni bir habere göre, kişinin önceden said mi, şaki mi olacağı tesbit edilmiştir (!).(33) Oysa bu iddiayı destekleyen bir ilim/vahiy yoktur. Zanni temellere dayanan bu anlayış, inanılması gereken bir esas haline bile dönüştürülmüştür.(34)
Kur'an'ın, müşriklerin vahyi temele dayanmayan iddialarına verdiği örneklerden biri de, bazı hayvanların etlerinin yenilemeyeceğine dair nevalarından tesbit ettikleri Ölçüdür. Bu konu ile ilgili olarak En'am Suresi 145. ayette; “De ki: Bana vahyolunanda leş, akıtılmış kan, domuz eti ve fısk olarak Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum, fakat darda kalan başkasının payına el uzatmamak ve sınırı aşmamak üzere bunlardan yiyebilir.” denmek suretiyle elleri yenilecek hayvanlara ilişkin kesin hüküm konulduktan sonra 143 ve 144. ayetlerde müşriklerin bazı hayvanların etlerinin yenmeyeceğine dair yanlış bilgilerine değinilerek; “Doğru sözlü iseniz bana bilgiye (ilme) dayanarak cevap verin. Yoksa Allah size bunları buyururken orada mıydınız? insanları körü körüne (bigayr-i ilmin) sapıtmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? denilmek suretiyle bu tavrın Allah'a karşı yalan uydurmak ve iftira etmek olduğu, bu şekilde davrananların zalim ve ziyana uğramış kişiler oldukları hatırlatılmaktadır(35)
Görülüyor ki, insanların uyması gereken haramlar, helaller koymak Allah'ın insiyatifindedir. Bu konuda ölçü, el-ilm olmaktadır. Yoksa zanni bilgiler haktan bir şey ifade etmezler. Bu durumda Peygamber (s)'den sonraki dönemlerde, çeşitli kaynaklarda yer alan etleri yenilmeyecek hayvanlara ilişkin bilgiler/iddialar Kur'an açısından zan taşımaktadır. Kur'an'da deniz avının genel olarak helal olduğu kesin olarak anlatılmışken,(36) ve bu konuda özel bir haram da getirilmemişken(37) haramlar, helaller tek tek sayılmışken, hala denizden avlanan kimi ürünler hakkında spekülasyon yapmak zan değil de, nedir?
Kur'an sadece vahyi el-ilm kapsamına aldığı halde tarihi süreç içerisinde Rasulullah'ın söyleyip söylemediği bile belli olmayan kimi zannı haberler ona nispet edilerek, bunlardan haramlar, helaller, itikat mevzuları oluşturulma yoluna gidilerek din bulandırılmış (zanni yaklaşımlara terkedilmiş), neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda sonraki nesiller tereddüte düşürülmüştür. Fakat bu anlayışın kolayca kabul gördüğünü sanmak da yanlış olur. Çünkü her şeyden önce Kur'an'da ilmin tek ve muteber kaynağının ilahi vahiy (Kur'an) olduğu ve vahyi temele dayanmayan zanni bilgilerin batıllığı konusu tartışmaya yer bırakmayacak derecede açıktır.
Kur'an'ın ilim kelimesi etrafında oluşturduğu diğer bir ayrılma da tasavvuf düşüncesinin bilginin elde edilişini algılayış biçiminde olmuştur. Kur'an'da ilim dolaylı bir yolla elde edilirken, yani ilahi vahye dayanırken ve Allah'ın insanla konuşma/iletişim yolları kesinleştirilmişken(38) tasavvufta ilim doğrudan Allah'tan alınan bilgi anlamına dönüştürülmüştür. Oysa peygamberler bile ümniyyeden ari değildir.(39) Fakat peygamberleri Allah'ın koruması söz konusudur. Diğer insanlar için böylesi bir koruma olmadığına göre bu iddia vehim ve dillerinin ucuna gelen kuru bir laftan öteye geçmez. Bütün konularda Allah'ın sorduğu soruyu biz de soralım. Allah'tan bu hususta bir söz aldınız mı?(40) Mutasavvıflar bu bilgi için 'marifet' kelimesini kullanmışlar ve şöyle tarif etmişlerdir: “Şahsi sezgi ve direkt temas yoluyla doğrudan Allah'tan alınan bilgi..” Onlara göre direkt temas yoluyla elde edilen bu bilgi, dolaylı yoldan ilahi vahiy ve peygamber aracılığıyla elde edilen bilgilerle sağlamlık ve güvenilirlik açısından farksızdır. Şüphesiz böyle bir iddia kabul edilemez. Çünkü bu anlayış örtük bir biçimde peygamberlik müessesesini inkar etmektedir. Allah ile insanın konuşması/iletişim tarzı belirlenmişken, (41) bu bilgi edinme yolu da neyin nesi oluyor? Olsa olsa vehim ve kuruntudur, zandır. Zan ise haktan bir şey ifade etmez.(42)
Sonuç
Zan konusunda müminlerin tavırları ondan çokça sakınmaktır “49/12” Çünkü zanna uymak peygamberlerin çağrısına muhalefet edenlerin bir özelliğidir, insanların tavır ve davranışlarını zan ile belirlemelerini Allah Teala yasaklamıştır. Önceki kavimlerin delalete sapma nedenleri de zanna tabi olmaları dolayısıyladır. Oysa doğru yolda olmakla zanna uymak arasında tam bir karşıtlık söz konusudur. Kur'an zanni bilgilerle Allah adına haramlar, helaller koymayı yasaklamıştır. Kurtuluş, ilme/vahye tabi olmakla mümkündür, ilme değil, zanna ve hevaya tabi olanların akıbeti ise kalplerinin mühürlenmesidir.(43)
Notlar: 1. 72/Cin. 26-27; 3/Ali-imran,179;4/Nisa. 157. 2. 10/Yunus, 59-60. 3. 53/Necm. 28; 10/Yunus, 36. 4. 53/Necm. 23. 5. Ragıb el-lsfahani. Müfredat. s. 473. 6. Ibn Faris. Mekayis. III/462. 7. 6/En'am, 148. 8. 2/Bakara. 2. 9.4/Nisa, 157. 10. 10/Yunus,94. 11.47/Muhammad, 16;30/Rum. 28-29. 12. 22/Hacc, 52. Bilgi ile ilgili diğer kelimeler ise şunlardır: a) Marifet (24/53), b)Hikmet (2/129).c)Yakin (4/157). 13. 5/Maide, 10;6/En'am. 148. 14. Kur’an'da reyb. şek kelimesinin sıfatı olarak kullanılmıştır. Bkz: 14/İbrahim, 9. 15. Bu kelime Kuran'da hep isim olarak kullanılmıştır. 16. Toshihuko İzutsu. Kuran'da Allah ve İnsan. s. 57. 17. 22/Hacc, 52. 18. 11/Hud.46. 19. Ayrıca bkz.: 53/ 27-28; 18/5. Ayetler İslam Öncesi Arap toplumunun cinler ve melekler hakkındaki bilgilerinin birer zandan ibaret olduğunu ifade etmektedir. 20. Ayrıca bkz:.11/Hud. 46. 21.7/A'raf, 187. 22. 2/Bakara, 255. 23. 3/AI-i İmran. 44; 11/Hud. 49, 12/Yusuf, 102. 24. Ayrıca bkz.: “itikatte ölçü”. Haksöz. sayı 2, s. 10. 25. Ayrıca bkz.; 2/230,249; 9/118; 41/48; 75/ 25. 26. 17/isra. 101 ;28/Kasas, 38-39: 40/Mumin. 37. 27. 11/Hud. 27. 28. Aynca bkz.:10/Yunus.36. 29. Ayrıca bkz.:4/Nisa, 157: 6/En'am. 148. 30. Ayrıca bkz.: 49/12; 53/28; 45/24, 31-32. 31. 2/Bakara, 80. 32. Ayrıca bkz.: 43/Zuhruf, 20. 33. Bkz. Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. IV. s. 557. 34. Pezdevi. a g. e., s. 218. 35. Bkz. ilmin Kaynağı üzerine Kalem Dergisi, s.1. 36. 5/Maide. 96. 37. 5/maide. 3; 6/En'am. 145. 38. 42/Sura. 51. 39. BKz.: 22/Hacc, 52. 40. Bkz.: 2/Bakara, 80. 41.Bkz.:42/Şura,5l. 42. 10/Yunus. 36. 43. 47/Muhammet. 16.
Haksöz Dergisi - Sayı:4/5 - Temmuz/Ağustos 1991 www.haksoz.net |
|
|
|
|
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
iblissavar Uzman Uye
Katılma Tarihi: 06 subat 2007 Gönderilenler: 363
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntı: Kur'an'da zan, hidayete tabi olmayanların üzerinde bulunduğu karanlık bir yol olarak nitelendirilmiştir: “Onlar
(o putlar ve Kuran dışı herşey) sizin ve babalarınızın (tanrı ve din) diye isimlendirdiğiniz (boş,
anlamsız,Allahın tanımlarının dışında olan) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlara hiç bir güç
(delil) indirmemiştir. O (putlara tapan,Kuran dışı anlayışları kutsayan)lar zanna ve nefislerinin alçak
heveslerine uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici
gelmiştir.” (53/Necm, 23)
Sağol kardeş,eline sağlık güzel bir yazı da yalnız bu yazıyı yazan arkadaş ve onun bağlı olduğu çevresi sahih zann(!)olmaktan başka bir anlam ifade etmeyen sahih sünnet(!) savunucusu aynı zamanda.Bu ne perhiz,bu ne lahana turşusu deme hakkımız yok mu şimdi? NOT:Yaptığım ilaveler ilgili ayetin daha iyi anlaşılmasına katkı içindir,inşallah iyi değerlendirilir.
__________________ ŞEYTANDAN VE ONUN EVLİYASINDAN KAÇINMANIN EN İYİ YOLU,ŞEYTANA KÜLAHINI TERS GİYDİRMEKTİR!
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
s.a
sevgili iblissavar ,bu platformda bu tür polemiklere /tartışmalara/müzakerelere girmeyi düşünmüyorum.Çevrelerin ne olduğuyla değil ne ürettikleriyle,bu üretimlerin bana kazandırdıklarıyla ,bana kazandırdıklarını kardeşlerimle paylaşmakla ilgiliyim şu an için.(dipnot:bu çevredenim ama aynı paradigmaya sahip olmadığım onlarca kardeşim var.Fevzi Zülaloğlu'nun da bu çevre içinde farklı bir yerininin olduğunu düşünüyorum.Önerebileceğim bazı kitapları:TEMEL KAYNAĞIMIZ KURAN,KURANDA DUA ...)Katkılarınız için teşekkür eder devamını dilerim.
s.a
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntı:
Toplumsal Yapılanmada Kur'an'ın Rolü - 3 |
|
|
Asaf Hüseyin
- Dedik ki, müslümanlarla birliktelik kuracağa ve kendi yapı ve kültürümüzü oluşturacağız. Ama şöyle çevremizdeki müslüman diye isimlendirilen İnsan ve gruplara baktığımızda İnançlarında bazı sakatlıklarının olduğunu görüyoruz. Bu sakatlıkları sünnet anlayışından tutun da Allah telakkilerine, Kur'an'a yüklenen anlama kadar görmek mümkün. Kur'anı ve sahih sünnetin incelenmesi gerekirken, bir takım İnsanların kitaplarının öncelendiğini veya Kur'ani olmayan geleneğin ön planda olduğunu görüyoruz. Yani Kur'an kültürü üzerinde de homojenlik sağlanmış değil. Aynı şekilde bu insanlar arasında itikadı anlamda da yanlışlıklar mevcut. Bu insanlara karşı tavrımız nasıl olmalıdır?
-Siz Kur'ani düşünce etrafından bir cemaat kuracaksınız ve bu doğrular çerçevesinde insanlara gideceksiniz ve bu doğruları anlatacaksınız. Onlara inanmanın getirdiği sonuçları güzel bir dille anlatırsınız ve ortak çizgiye getirirsiniz. Eğer buna rağmen homojenlik sağlanamıyorsa onlar Kur'an'ın tabiriyle bile bile Hakk'ı gizleyenlerdir.
Öte yandan Kur'an'da çizilen üç insan tipi vardır: Mümin, münafık, kafir. Müminler, münafık ve kafirlerle savaşmak zorundadırlar. Siz davanızın Kur'ani doğrular olduğuna inanıyorsanız, bu doğrunun savaşımını vermelisiniz. Bu savaşım sürecinde tabii olarak bir takım olumsuzluklarla karşılaşacaksınız. Bu ayrılıklar sadece müslümanlar için değil, laik cephe için de mevcuttur. İnsanlara Kur'an'ı okumalarını söyleyeceksiniz. Kur'an'ı okuyan insanlar doğruları göreceklerdir. Ve Allah kimin doğru olduğunu bilicidir. Allah'ın yardımı doğru olanlar içindir. Örneğin İran'da böyle olmamış mıdır? İmam Humeyni önderliğinde ortaya konan doğrulan halk ölçtü biçti ve doğruluğu kanaatine erdi. Sonuçta devrim gerçekleşti. Allah doğru olanı bilir ve yardım eder.
- Müslüman olduğunu iddia eden ama buna rağmen İslami mücadelede yerlerini almayan, müslümanlarla birlikte olmayan, inkılabı çizginin dışında kabul edebileceğimiz insanlar var. Veya olumlu bir yaklaşım ve halis niyetlere sahip olsalar da itikad ve/veya mücadelelerinde gayri islam'ı unsurları da barındıran bazı gruplar da var. Bunlarla ilişkilerimiz nasıl olmalı?
- Şu anda karşımızda iki temel sorun var. ilk olarak siyasal güce sahip ve bize tahakküm eden Batı ve işbirlikçileri -ki bu Batı küçücük çocuklarımızı bile söz gelimi TV ile etkileyip zehirleyebiliyor-; ikinci olarak da daha önce bahsettiğimiz cahili anlayışlar. Bunların her ikisiyle de mücadele etmek gerekir.
Bu mücadeleyi sürdürürken her bir kesime ayrı ayrı yaklaşmak gerekir. Batı ve laik kültürlerle, onların yerli temsilci ve işbirlikçileri ile (bunlar İbn Suud gibi laik olmayan kişiler de olsa) kesin bir mücadele gerekir. Bu süreçte Batı'ya, emperyalizme, laik kültüre ve onların işbirlikçilerine karşı olan bütün müslümanlarla birlikte olamaya çalışılmalıdır. Samimiyet ve ihlas burada belli olur. Kendisini müslüman olarak adlandırsa ve hatta bazı islami emirleri yerine de getirse Rabıta gibi işbirlikçileri destekleyen ve emperyalizme tavır veren, laiklerle uzlaşanların samimiyetlerinden şüphe ederim. Herkes sevdiği ile beraberdir.
Bu mücadelede bizimle birlikte olduğu halde bazı yanlış anlayışlara sahip olanlar, samimi olmalarına rağmen, bilgi eksikliği yüzünden bu duruma düşmüşlerdir. On beş yüzyıl geçirmiş bir din var elimizde; ilk dönemlerde böyle bir sorun yoktu. Bu insanların anlayışlarındaki yanlışları düzeltmek, onlara doğruları anlatmak ve onları Kur'ani çizgiye getirmek zorundasınız. Siz Hakk üzere olun, yaşantınızla Hakk'a şahitlik edin, hikmetle güzel öğütle çağırın, samimi olan insanlar nihayetinde bu çağrıya uyacaklardır. Onları asla dışlamayın, bağları koparmayın. Ama şayet yanlış üzere iseler, bunu da atlamayın ve hiç bir şey yokmuş gibi davranmayın. Benim söylediğim asla uzlaşma değildir. Ama aranızdaki ihtilaflar ayrılığa sürükleyip kopmaya yol açmamalı; çünkü ortak düşmanımız ve ortak bir hedefimiz var. Samimi olan ulemayı ya da geleneksel yapılan inkilabi bir çizgiye getirmeye çalışın. Müslümanların durumunu gören, küfrün baskısını ve zulmünü hisseden ve Kur'an'ı okuyan samimi hiç kimse bu duruma sessiz, tarafsız kalamaz.
Bu arada şunu da unutmamak gerekli: Sosyal konularda reçete olmaz. Her toplumun kendi gerçekliği, kendi şartlan vardır ve yerel mücadele metodunu da bunlar belirler. Bu metodu tesbit edecek olan da bu toplumda yaşayan sizlersiniz.
Bu mücadeleyi uygularken her bir kesim için ayrı ayrı stratejler uygulamamız gerekecek. Laiklere veya emperyalistlere veya kendilerine müslüman diyen o insanlara karşı ayrı ayrı söylem ve mücadele tarzı gereklidir. Toplumda farklı farklı sosyolojik yapılanmalar vardır. Ekonomik, kültürel farklılıklar vardır. Her bir sosyolojik tabaka için, o tabakanın durumuna göre tavır koymanız ve bunu iyi tesbit etmeniz gereklidir. Bu arada stratejinize uygun olarak İletişim araçlarını da kullanmalısınız. Mesela İran örneğini verdik. Bu Örnekte İmam Humeyni'nin halka dağıtılması için kaydedip gönderdiği kaset konuşmaları, iletişim araçlarını kendi yararına kullanmasıdır. Ve bulunan şartlarda uygulanabilen bir strateji özelliği taşır. Toplum şartlarında yapılmayacak tek şey varsa o da sorunları bir yana bırakıp çevresel sorunlarla uğraşmak veya hiç bir şey yapmadan oturmaktır. Bunlardan kesinlikle uzak durulmalıdır. Ancak durumunuza bakıp, kaynakları inceleyip ne yapılması gerekiyorsa onu yapmalısınız.
- İmam Humeyni İran'ı ile, sonrası İran'ını karşılaştırdığımızda neler söyleyebilirsiniz? Acaba devrim aynı çizgisini devam ettiriyor mu? Ne dersiniz?
- Devrimden sonraki İmam Humeyni dönemi İran'ına gerçekten İslami'dir diyebiliyordum ve o gözle bakıyordum. İmam Humeyni tavizsiz bir islami çizgi takip etmişti. Ancak sonrası için bazı şeyler tartışmalı. Son durumlarla ilgili olarak elimde tam malumat olmamakla birlikte, Körfez Krizi'ndeki tutumuna baktığımızda çizgini aynı istikamette seyretmediğini görebiliyoruz. Eğer İmam Humeyni olsaydı eminim ki İran'ın konumu şu andaki konumundan çok daha farklı olurdu.
- Bize son olarak ne söylemek istersiniz?
- Size söyleyeceğim ilk ve son söz KUR'AN'dır. Kur'an'ı okuyun ve anlayın. Duamızın sonu Alemlerin Rabbı Allah'a hamdetmektir.
Hazırlayanlar: Mustafa Alphan BAŞBEKLEYEN İbrahim TURHAN
Haksöz Dergisi – Sayı: 3 – Haziran 1991 www.haksoz.net |
| |
|
|
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntı:
Kur'an'ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller |
|
|
Orhan Kanan
Bir şey hakkında cahil kalmak kişide o şeye karşı saygı ve korku uyandırır. Hakkında bilgi edinildikten sonra saygı, ölçülü ve bilinçli bir şekil alır.
Konu başlığı olumsuz bir anlam taşımaktadır. Bunun yanısıra içeriğe ilişkin bazı bilgileri çağrıştırmaktadır. İki bölümden oluşan konunun ilki insan ve insanın kendisi ile ilgili belli-başlı olumsuzluklar (engeller]'den örneklemeleri, öteki kısmı ise tarihsel süreç içerisinde oluşan, müslümanların kültürel, siyasal, toplumsal... engellemelerini irdelemektedir. Burada birbirini sürekli etkileyen müslümanın zihniyeti, meseleleri, Kur'an'ın emri ve güncel durumu olgusunu da tartışmalıyız.
***
Kur'an «apaçık» (27/1) bir kitaptır. Bireyin hidayeti için ayrıntılarıyla anlatılmış (fussilet) (11/1; 91/3), öğüt için kolaylaştırarak (54/17), iyi bir şekilde tefsir edilmiş (25/33), çelişkisiz ve birbirini tutmazlıktan uzak (4/82)'tır. Kur'an'ın ayetleri, akıl sahiplerinin, düşünüp öğüt almaları (38/29, 47/24), Allah'ın bir ve tek ilah olarak tanınması için insanlara yapılmış bir duyuru (tebliğ )dur.
(İnsanlara) en doğru yolu gösteren (17/9), müminlere şifa ve rahmet (17/82), kıyamet günü, peygamber ve ümmetinin (kavmike) Kur'an'da belirtilen hususlardan (25/30) sorumlu tutulacağını (43/43-44) vurgularken, bir bütün olarak (15/90-91) uyulması, uygulanması için (4/105, 5/49, 7/3, 11/1-2) indirilmiştir.
Tevhidî gerçeklik; onu kabulleniş ve süreklilik ile şirk; şirkin batıllığı ve sonuçları da anlatılmıştır. Şirk, itikad ve davranışta; hem bireysel, hem de toplumsal yaşantıda yasaklanmıştır (10/105). Şirk, soyut olarak heva, heves (25/43) ve beşer merkezli düşünceler ile somut öğeler olan put (10/1 8), kişi (25/27-29) ve kurumlarda (9/31) belirginleşmiştir. Bunda şefaat (10/18-19, 81), korku, ümid (36/74)... gibi sosyal ve psikolojik olaylar etkendir.
Allah, kendisine şirk koşulmadan (12/106), gereği gibi (6/91, 22/74, 39/67) takdir edilmeyi istemektedir. Şimdi (size) ve önce(kilere) (22/78) islam (3/19) olarak adlandırıp-seçtiği (5/3) yolu (6/153) ve ondan başka din (3/83) yol; yaşama biçimi arayanın yönelişini makbul saymayacağını (3/85) bildiren Allah, insana yol (76/3)u göstermiştir.
Şâkir ya da ketûr (76/3) olma sorumluluk ve seçeneği (91/7-9) insanın kişiliğine yerleştirilen; iyiliği ve kötülüğü kavrama yeteneği (91/7-8) ile ortaya çıkacaktır.
Kur'an'ı en iyi biçimde yine Kur'an tanıtacaktır. «Kur'an nedir?» sorusuna cevabı yine Kur'an'ın kendisinin vermesi kaçınılmazdır. Hem bu, Kur'an'ın kendisini tanıtmasına izin verilmesidir.
Kur'an'ın indiği çağda «Kur'an'ın anlaşılması sorunu» yoktu. «Bugün, Kur'an anlaşılır mı, anlaşılabilir mi» sorularının yanı sıra, «Biz Kur'an'ı anlayamayız» yargısında tanımı yapılamamış, mahiyeti bilinmeyen bir Kur'an imajı gizlidir. Gerçekten biz Kur'an'ı okumamış, tanımamış, onu tamamlayamamış; belirli bir tarihe kavuşturamamış isek nasıl müslüman olmuşuz peki!...
Öyleyse, «Biz Kur'an'ı anlayamayız» sözü, onu okumayan, tanımayan, tamamlayamayan için geçerlidir.
Kur'an'ı gerçek aydınlığında görmek istersek, asırlardır, Kur'an'ın ruhuna yabancı etkilerin kuvveti altında uzanmış bulunan tüm perdeleri kaldırmamız ve onun hakkındaki hakikati kendi sayfalarında aramamız gerekmektedir.
Kur'an bize okunuşunun ve anlaşılmasının yollarını sunmaktadır. Bu yöntem, anlam ve içeriğin uygulanmasıyla da ilgilidir.
Şimdi, Kur'an'ın anlaşılmasında engel teşkil edan olumsuzluklardan seçilmiş örneklemelere geçebiliriz.
a) insanın kendisi: Kur'an okumak, hakkında konuşmak ve yazmak çok farklı şeylerdir. Kur'an'ı anlayıp, hayata uygulama azmindeki samimi ve gayretli insanların, ondan yararlanabilmeleri için, Kur'an'da belirtilen insana Özgü bazı olumsuzluklardan uzak olması gerekmektedir. Bu olumsuzlukların terkedilmesi; çalışmanın ve yararlanmanın, istenilen amaca ulaşması açısından önemlidir: İnsana özgü olumsuzluklardan bazıları şunlardır: Cedelcidir (18/54), cahildir (33/72), acelecidir, bir şeyin doğruluğunu bilmeden hareket eder (49/6). Bilgisi olmadığı şeyleri konuşur (3/66, 17/36). Anlamadan bir şeyi yalanlar (27/84). Anlatılanı, doğru delile dayandırmama özelliklerine sahiptir,
b) Toplumsal Değer Yargılarının yönlendiriciliği, Etkileme Gücü. Yaygın Kanaat veya Çoğunlukçu Düşünce: Bir fikri takip edenlerin çokluğunun onun doğruluğuna delalet etmediği gibi azlığının da geçerliğini ortadan kaldırmadığı açıktır. Kur'an, çoğunluğa karşı olumsuz bir bakışa sahiptir. Çoğunluğu nadiren meşrulaştırıcı bir faktör olarak aldığı; zanna ve hevese uyanlar (6/116), bilgi ve anlayıştan yoksun olanlar (7/187, 49/41,5/103), müşrikler (12/106), nankörler (17/17, 12/38) ve birbirinin hakkına tecavüz edenler (38/24) olarak niteler.
c) Mevcud Din ve Gidişatı Koruma,
Atalar Dini:
Mevcudun korunmasında ısrar eden anlayış, «Allah'ın indirdiğine uyun» (2/170, 5/104) çağrısına karşılık, «atalar dininin izleyicileri» (2/170) olduklarını Öne sürmektedirler. Bu anlayışın geçmişteki temsilcileri «bunu bize Ali (ra) emretti»' (7/28) diyerek Allah'a karşı, bilmedikleri şeyleri söylemekteydiler.
Büyük şahsiyetlere / yetkililere uyma:
Francais Bacon (1561-1626) yıkılması gereken idol (put)lardan söz ederken gelenek, adet, toplum putu, eski otoritelere ve büyük fikirlere körü körüne bağlılığı da saymakladır.
Benzer yaklaşımlar A. Şeriati (Öl. 1977) de «insanın Dört Zindanı»nı doğa, tarih, toplum ve kendi biçiminde ortaya koymaktadır.
Ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran (34/35) egemenler [küberâena] (33/67) ile ateşe çağıran (28/41) müstekbir (34/32) önderler [sâdetenâ] (33/67)'in engellemeleri kendilerini mustazaf sayanlar (34/32) için bir Özür olarak kabul edilecek midir?
Önde gelen (mele')ler uyarıcı (35/24) elçileri (10/47) mecnun (37/36), şair (21/5), büyülenmiş adam (17/47)... mesajı da öncekilerin efsanesi» (6/25) olarak karalarken «tanrılarına (âline) bağlılıkta direnerek» (38/6-8) mevcud dini koruma gayretini sürdürmeye (40/26) çalışmaktaydılar.
d) Çarpıtanlar, Eğip-Bükenler; Gizleyenler. Allah'tan başkasına kulluk edenler, kendilerine kulluğa çağıranlar, insanların önüne kurtarıcı veya yol gösterici biçiminde çıkıp onları Allah'ın yolundan çeviren öncü konumundaki nüfuzlu kimseler, kavim, kabile büyükleri yahut din adamları (37/22. 74) bu işlevi yerine getirmektedirler.
Kendi zamanımızın söylemine daha uygun bir karşılık olarak bilgin(ilahiyatçı)leri ve ruhbanları (meslekten din adamları)'nı rab yerine koyma (9/31) olgusu da dikkate değer bir durumdur.
***
ilk dönem İslam toplumu Kur'an'ın öğretileri ve Rasul (s)'in örnekliğini yaptığı uygulamalarla belirginleşmişti. Toplumun Kur'anî değişim sürecini yaşayarak kendisini değiştirmesi (13/11) ile ortaya çıkan olgu, peygamberin ölümünü izleyen zaman diliminde »olumsuz olarak değişim» sürecine yöneldi. Bu devrede islam'la öteki düşünce sistemlerinin uzlaştırılması, bölgesel olaylar, fıkıh ekolleri, kelam ilmindeki münakaşalar, Şark dinleri ile Hind Tasavvufu ve Yunan Felsefesi'nin etkisiyle hızlandırıldı. İnançta akaid esasları, fıkıhla hukuk ekolleri, felsefe ekolleri, Kur'an'ı tefsir ekolleri ortaya çıktı. Ekollerin oluşumu esnasında da Şia-Sünni arasındaki anlaşmazlık ve açılım iyice belirginleşirken ümmet içerisindeki aklî tartışmaların düşmanlıklara dönüştürüldüğü olumsuzluklar yaşandı. Mızraklara takılan (3) Kur'an, yaratılıp-yaratılmadığı biçimindeki tartışmanın da odağını oluşturdu.
Sömürgeciler ve sömürgeci düşüncesine hizmet eden yerli işbirlikçilerin çalışmalarıyla, bireylerden ümmetin kalkınmasını düşünmekten uzak, zevk ve eğlenceye düşkün bir kuşak doğurup, Turancılık, Farsçılık, Firavunculuk... gibi ırkî çekişmelerin baş göstermesi için gerekli ortam hazırlandı.
Tüm bu olanlar, müslümanların tarihi akışında kritik bir değişimin nedeni oldu. İlk sapmalar, din ile siyasetin aşamalı olarak birbirinden ayrılması ile zamanla, hilafetin adından başka bir iz kalmadı,
1789 Fransız ihtilali ile gelişen ulusçu-laik düşüncelerin asker-sivil-yönetici elit kesimde kabul görmesi müslüman halklar şahsında saltanat yönetiminin sonuçlarının İslam'a ve müslümanlara yüklenilmesi, ulusçu-laik düşüncenin halk nazarında kabul görmesini sağladı.
Bu etkiler ne suretle olursa olsun az değildir. Bunları bilmemiz kabul veya reddedebilmek için zorunludur. Vakıa olarak ortada bulunan olumsuzluklar Kur'an'ın içeriğinin ihmal edilişi ile düşünce ve hayat alanından uzaklaştırması (47/24, 25/30, 5/43-50) gibi bir durumu doğurdu.
Roma kültürü; Yunan Felsefesi'nin etkisiyle Kur'an ayetleri farklı yorumlandı.4 Hind tasavvufu,5 islam'a yeni girenlerin inançları, aktardıkları hikaye ve menkıbeler (40. gece, 52. gecede, Yahudi (6) ve Hıristiyan kaynaklı bilgiler müslüman çevrelerde gündeme geldi.
Nesh teorileri ile Kur'an'da olan, olmayan ayet tartışmaları yapıldı.7
Farklı fıkıh okullarının gayretli mensupları Kur'an'ın ayetlerini, kendi görüş ayrılıklarını desteklemede kullandılar. Zamanla kavramlara yüklenilen anlamlarda değişme ve anlam kaymaları meydana geldi.8
Zorluklardan birisi de hadisçilerin yaptığı zorlamalardı. Rivayetlerde doğruluk/uygunluk öğeleri aranmadan aktarmalar yapıldı, örneğin inşirah Suresi'ndeki göğsün açılması Kur'an'da (6/125, 20/25...) kullanılan anlamlardan uzak ele alındı.
Günümüzde de sık sık başvurulan “Bilimsel Yaklaşımlar”la Kur'an'ın bilimsel alandaki her yeni gelişmeyi destekleyip-onayladığı fikri yaygınlık kazandı.9
***
Bu kısa çalışma dar ve sınıfı bir çerçevede sunulmuştur. Fakat bunlar, Kur'an'a ulaşabilmek için aşılması gereken engellerin veya onun açık bir görüntüsünü elde etmek için hangi kalın perdelerin kaldırılması gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Kur'an'ın kendi sadeliği içinde kendisini tanıtmasına izin verilmedi. Azad'ın deyişi ile “Razi Kur'an'ın tam anlamıyla ifade ettiğini sunmaya çalışsaydı, en azından yazdıklarının üçte ikisi yazılmamış olacaktı.10
Kur'an'ı gerçek aydınlığında görmek istersek asırlardır Kur'an'ın ruhuna yabancı etkilerin kuvveti altında uzanmış bulunan tüm perdeleri kaldırmamız ve onun hakkındaki hakikati kendi sayfalarında görmemiz gerekmektedir.
«...Rasul: Ya Rabbi! Kavmim bu Kur'an'ı terketti.» (25/30)
Notlar:
1 Azad, Fatiha Tetsiri. s. 19.
2 H. ibrahim Hasan, islam Tarihi, c. 2, s. 45.
3 A. g. e.,s.372.
4 Bkz.: Ruh kavramı (7m5, 16/2, «10/15, 2/87. 26/193, 78/38, 84/4).
5 Vesile kavramı vb.... (ilk Mutasavvıflar, F. Köprülü].
6 Tekvin, 2/21-22. Havva'nın yaratılışı.
7 Tecrıd. 13/408. Recm ayetleri konusu
8 Krş.: Mekruh kavramı 17/38 ile S.Eroğlu. Mekruh, AÜlFD.
9 M. Aydın, Din Felselesi 10 Azad, Fatiha Jetsin, s. 21
Haksöz Dergisi – Temmuz/Ağustos 1991 - Sayı: 4/5 www.haksoz.net |
|
|
|
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
NÜZUL ORTAMININ
(İSLAM ÖNCESİ MEKKE ORTAMI)
KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDAKİ ÖNEMİ
VE
CAHİLİYE
Hazırlayan
Serdar Bülent Yılmaz
Sunum:
4-5 Aralık 2004 2004-2005 ÖZGÜR-DER SEMİNER DİZİSİ
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ:
I-NÜZUL ORTAMI VE ÖNEMİ
1- NÜZUL ORTAMININ KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDAKİ ÖNEMİ
2- NÜZUL ORTAMI İLE SEBEBİ NÜZUL ARASINDAKİ FARK
3-NÜZUL ORTAMINI OLUŞTURAN UNSURLAR
a- Nüzul Coğrafyası/Kur’an’ın İndiği Coğrafya
b- Kur’an’ın İndiği Ekonomik, Sosyal ve Yönetsel Yapı
c- Din ve Gelenek
II- CAHİLİYE
1- SÖZLÜK ANLAMIYLA CEHALET
Hilm
İlm
2- KAVRAM OLARAK CAHİLİYE
3-CAHİLİYENİN BESLENDİĞİ KAYNAKLAR
a- İlim/vahy karşısında zan
b-İlim/Vahy Karşısında Heva
c-İlim/Vahy Karşısında Atalar/Gelenek
d-İlim/Vahy Karşısında Taklit/
MEVDUDİ’YE GÖRE CAHİLİYE
1- Mutlak Cahiliye
2- Şirk Cahiliyesi
3- Ruhbanlık Cahiliyesi
Ca’fer b.Ebi Talib’in Dilinden Cahiliye
İSLAM ÖNCESİ MEKKE ORTAMININ
KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDAKİ ÖNEMİ
VE CAHİLİYE
GİRİŞ:
Yüce Rabbimizin bizlere bir hidayet rehberi olsun için gönderdiği yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim, Yüce sahibimiz tarafından mübin/apaçık, aydınlık, içinde kapalılık olmayan bir kitap olarak adlandırılır. Bu nedenle kitabımızı okuduğumuzda, eğer dinen sorumlu tutulmamızı gerektirecek bir aklımız varsa, ne denilmek istendiğini, mesajını anlarız. Bununla birlikte, mesajdan kalkarak hayatımızı şekillendirmek, tanzim etmek istersek okuduklarımızın pratik karşılığını da anlamak ihtiyacını hissederiz. Yani hangi ayeti hangi ortamda uygulayabiliriz, hangi tarihsel / konjonktürel şartlar Kur’an’ın hangi hükümlerine zemindir sorularını da cevaplayabilmeliyiz. Bu amaçla Kur’an’ın indiği tarihsel, toplumsal şartları bilmek bu soruların cevaplanmasında büyük katkı sağlayacaktır.
Günümüzde Dünyanın farklı bölgelerinde farklı koşullar hüküm sürmekte, bu farklı koşulları yaşayan insan toplulukları bulunmaktadır. Kimi bölgelerde sulh vardır. Kimi bölgelerde ise soğuk çatışmaların, savaşmaların hüküm sürdüğü bölgelerdir. Dünyanın bazı yerlerinde katı, pozitivist, modernizm hüküm sürerken ve orada yaşayanlar bu paradigmanın yansımalarını üzerlerinde barındırırken kimi yerlerde hakikatin buharlaştığı postmodern modeller revaçtayken ve buralarda yaşayanlar bu modelden etkilenirken, dünyanın bazı bölgeleri ise tamamen geleneksel bir yaşam tarzı barındırıyor.
Bir takım yerlerde dinsel veya ideolojik ayrışmalar katı bir tarzdayken bazı yerlerde sapla saman birbirine karışmış vaziyettedir.
Bu kategoriler daha da çoğaltılabilir. Müslümanlar tüm bu bölgelerde belki kiminde çok sayıda, kiminde gayet az, belki kiminde güçlü, kiminde zayıf olarak, yaşamaktadırlar. Tabi ki bu farklı bölge, yönetim, analiz, kültür yani kısaca konjonktürlere göre her Müslüman topluluk Kur’an’ın bir takım ayetlerinden hareketle bir hareket stratejisi oluşturacaklardır. Bu durumda Kur’an’ın hangi ayetlerini hangi ortamdaki Müslümanlar uygulamalıdır sorusu önem kazanmaktadır.
Bu çalışmanın amacı bu sorulara verilecek cevaplara bir altyapı kazandırma çabası gütmektedir.
Araştırma yapılırken konuyla ilgili, ulaşabildiğimiz kaynakları tarayıp dağınık haldeki bilgileri bir araya topladık. Tüm bu bilgiler, Kur’an’ın bu konudaki temel ruhuna doğrulatmaya çalışıldı. Bu alanda yapılmış derli toplu çalışmalardan da faydalanabildi. Ancak çalışmanın muhkem ayaklarını Kur’an’ın konuyla ilgili ve dağınık halde bulunan ayetleri oluşturmaktadır.
Araştırmada İslam öncesi Mekke Cahiliyesinin, demografik yapısını, dinsel durumunu, ekonomik ve idari yapısı ile sosyal kurumlarını anlamaya çalıştık. Mekke’yle sınırlı bir araştırma geniş bir bakış açısını yakalamamızda yetersiz kalacağından, Mekke’nin yanı sıra yakın şehirler Taif ve Medine ile genel bir bakış tarzında tüm Arap yarımadası ve çevre medeniyetlere de değinildi
Bunun yanı sıra nüzul ortamını oluşturan bu bilgilerin günümüzle kıyası yapılarak, yaşadığımız çağ, coğrafya ve dünya ile benzerlik ve ayrılıkları ortaya konularak bilginin arkasındaki ‘genel mecaz’ güncellenmeye çalışıldı.
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
NÜZUL ORTAMI VE ÖNEMİ
a- NÜZUL ORTAMININ KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDAKİ ÖNEMİ
İnsanın tarihsel ve toplumsal bir varlık olduğu kabul edilir. Bu, İnsanın tarihin bir dönemine ait, zamanlar üstü olmayan, bir çok özelliği toplum tarafından belirlenen bu açılardan edilgen, belirlenen, toplumla tanımlanabilen bir varlık olması demektir. Genel olarak da böyledir. İnsanın örettiği şeyler kendi tarihsel ve toplumsal şartlarıyla bağlı, sınırlı ve kaimdir. Çoğunlukla bu şartlar çevresinde oluşabilir.
Bu açıdan Peygamberlere gelen, onlar tarafından topluma sunulan ve uygulanacak öğretiler vahiy / ilahi mesaj ise bu tarihsel ve toplumsal şartlardan tamamen kopuk değildir. Yani 7. yy.’da yaşayan insanlara 21.yy.’ın özelliklerini içeren, yine Arap olan bir topluma Grek kültürünü ve dilini esas alan bir vahiy gelmez, gelmemiştir de.
O halde insan gerçeğine uygun, yani yaşanılan çağ ve toplum gerçekliğinden kopuk bir şekilde din-toplum muhataplığı İslam’ın ruhuna ve uygulanabilirliğine uygun değildir.
Hem mesaj hem içerdiği hakikat evrenseldir ancak bunu yerelden kalkarak gerçekleştirir. Yerelden kalkmayan, saltık evrensel mesaj ancak insanüstü olabilir ki bu Rabbimiz tarafından reddedilmiştir.[1]
Bu nedenle Kur’an’ın evrensel hakikatini anlayabilmek için vahyin kendisine nazil olduğu toplumun çeşitli yönlerinin incelenmesi, vahyin “ilk muhataplar” tarafından nasıl algılandığının bilinmesi gerekir. Bunu yaparken tarihselci ekolün düştüğü “mesajı çok genel ahlaki ilkelere indirgeyerek, vahyi tarihe gömme” hatasına da düşmemek gerekir.
Kur’an’daki bazı ayetleri iyi anlamak için o dönemin bir takım özelliklerini bilmek gerekir. Örneğin “evlere arka kapılardan girmek birr değildir”[2] ile “zıhar”ı yasaklayan ayetler[3] sayılabilir. Ayrıca bedevilikle ilgili ayetleri anlamak için bedeviliğin bilinmesi gereklidir ki böylece bedeviliğin günümüzdeki toplumsal karşılığını bulabilelim. Yine şairlik, fal okları, sihir, vs gibi.
Bazı ayetlerin Resul (as)’ın içinde yaşadığı toplumun sorularına cevap olarak inmiş olması bile[4]bize Kur’an’ın o toplumla arasındaki ilişkinin bilinmesinin önemini hatırlatmaktadır.[5] Bunun yanında Arapların kullandığı deyimler, benzetmeler /teşbih, dil sanatları, meseller Kur’an’da yer almış olduğundan bunları bilmek mesajı anlamayı kolaylaştıracaktır. Mesela, “baldırın açılacağı gün”,[6] “on aylık gebe develer başı boş bırakıldığı zaman”,[7] “zenim”,[8] “yağ sürmek”,[9] “belde”,[10] “emin belde”,[11] “Ummul Kura”,[12] “yaz- kış yolculuğu”[13] gibi ifadelerin günümüzde anlaşılabilmesi için bu ifadeleri ilk muhatapların nasıl anladığını bilmekte fayda vardır. Hatırlamakta fayda var ki, Kur’an’ın anlaşılmasında belirleyici olan yine Kur’an’ın kendisidir. nüzul ortamının gerekliliği ve önemi bu ilke ışığında ancak yerini bulabilir.
O halde nedir nüzul ortamı:
Kur’an’ın doğru anlaşılması için gerekli olan en temel kaynak Kur’an’dır. Bunun yanında Kur’an’ın süzgecinden geçirilmek şartıyla Peygamber (sav)’in sözleri ve yaşantısı kısaca örnekliği de önemli bir kaynaktır. Ayrıca Kur’an’ın indirildiği dönemin sosyo-ekonomik yapısını, kültürünü, tarihinin, dini ve örfi durumun bilinmesi de Kur’an’ın anlaşılmasında yardımcı malzemeler sunacaktır. Bize Kur’an’ı anlamada söz konusu yardımcı imkanlar sunan orama ‘nüzul ortamı’ diyoruz.[14]
Nüzul ortamı; Kur’an’ın indiği yirmi üç yıllık dönem ve o dönemin kendisinden önceki insanlık tarihi ile olan irtibatı demektir.[15]
Nüzul ortamı zaman olarak iki dönemi içine alır.
1- İlk muhatapların gelenek ve karakterinde etkili olması açısından İnzalden Önceki Cahiliye Çağı,
2- Nüzul Olduğu Dönem
Her iki dönemi de iyi tanıyabilmek için; tarih, siyer, cahiliye şiiri, arkeolojik bulgular, o toplumun özelliklerini vurgulayan Kur’an ayetleri, hadisler, sahabe sözleri, tefsirler, sözlükler, etimolojik incelemeler ve o dönemi konu alan kitaplardan faydalanılabilir.
Kur’an’ın Arap toplumuna ait yerel unsurları kullanmış olması onun bu çağda anlaşılmasının önünde engel değildir. Anlaşılmasında yerel unsurları bilme ihtiyacı onun mübin olduğu hakikatini örtmez.
Kur’an’la ilgili bir çalışmada dikkate alınması gereken üç husus vardır. Birincisi; Kur’an’ın insanlığa indirilen son kitap olması ve bu son kitaptan tüm insanlığın mesul oluşudur. İkincisi; bütün insanlığa gönderilen Kitab’ın insan bir Peygamber’e indirilmesi. Üçüncüsü de; seçilen peygamberin mesajı götürdüğü toplum ve onun özellikleri. [16]
b- NÜZUL ORTAMI İLE SEBEBİ NÜZUL ARASINDAKİ FARK
Kur’an’ı anlamak için faydalandığımız tefsir ve usul kitaplarında görülen esbab-ı nüzul / nüzul sebebi ile nüzul ortamı birbirine karıştırılmamalıdır. Nüzul ortamı içinde bir parça olarak kabul edilmesi gereken nüzul sebebi ile nüzul ortamı arasında çeşitli farklar vardır.
1- Nüzul sebebi sadece bir ayete, bir ayet grubuna veya nadiren kısa bir sureye ilişkindir. Yani sadece ilgili ayetlerin iniş sebebini anlatır. Nüzul ortamı ise tüm Kur’an’ın anlaşılması ile ilgilidir.
2- Nüzul sebebi yalnızca hadis rivayetlerine veya benzer yollarla gelen rivayetlere dayanır. Oysa nüzul ortamı yukarda sayılan çeşitli malzemelere dayanır.
3- Her ayet için nüzul sebebi bildirilmemiştir. Yalnız bazı ayetler için nüzul sebebi bildirilmiştir. Arıca bir ayet hakkında birkaç, bazen de birbiriyle çelişik çeşitli sebepler rivayet edilir.
4- Sebeb-i Nüzul rivayetleri, içinde çok sayıda uydurma rivayetlerde olduğundan yeterince güvenli bilgiler değildir.
Bu durumda sebe-i nüzul, nüzul ortamının unsurlarından biridir diyebiliriz. Sebe-i nüzul haberlerini ne önemsizleştirip tümden yok saymalıyız ne de gereğinden fazla önemseyip ayetleri o sebeplere ve onlara ilişkin durum veya kişilere hasretmeliyiz. Nüzul sebeplerini bilmenin bir takım ayetlerin anlaşılmasında çokça önemli olduğunu bilmekle beraber usul kitaplarında yer alan değerli bir usul kuralını hatırlamakta da fayda vardır: ”Sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mani değildir.”
c-NÜZUL ORTAMINI OLUŞTURAN UNSURLAR
aa- Nüzul Coğrafyası/Kur’an’ın İndiği Coğrafya
Bu coğrafyanın merkezini tabii olarak en başta Mekke şehri oluşturmaktadır. Daha sonra bu şehirle ilgili gerekli bilgiler verilecektir. Mekke şehrinin coğrafi konumu, fiziki şartları yani dağları, dereleri, vadileri, su kaynakları, yerleşim palanı vs, şehrin kapıları,- önemli yapıları, bitki örtüsü, diğer şehirlere uzaklığı, jeo-stratejik konumu, “coğrafi konum” kavramı içinde değerlendirilebilir.
Mekke’nin yakın çevresi de Kur’an’ın nüzul coğrafyasının bir parçasıdır. Ta’if, Medine bu kapsamdadır. Daha sonra Mekke’nin içinde bulunduğu Arap Yarımadası gelir. Bu yarımadanın Yemen ve Umman gibi diğer bölgeleri, yarımadanın temel/başat özellikleri, kültürel kodlar, stratejik önemi ve Mekke ile ilişkisini değerlendirmek gerekir. Yarımadanın,dolayısıyla Mekke’nin siyasi ve ticari ilişkisi bulunan Hindistan ve Çin ile Kuzey Arabistan,Filistin ve Doğu Afrika sayılabilir. Bu bölgeleri siyasi nüfus altında tutan Sasani ve Bizans’ı da bu kategoride değerlendirmekte fayda vardır. En son olarak çok genel özellikleriyle tüm dünyanın 6. ve 7. yy.’daki dini,ahlaki ve siyasi durumunda nüzul coğrafyası içine koymak gerekir.
bb- Kur’an’ın İndiği Ekonomik, Sosyal ve Yönetsel Yapı
6. ve 7, yy’a ait özelde Kureyş genelde Arap (daha çok da kuzey Arapları) sosyal, ekonomik ve yönetsel yapısını yakından incelemek gerekir. Arap aile yapısı, kabile yapısı kabilelerin birbiriyle ilişkisi, kabile federasyonları, ekonomik durumları, gelir kaynakları, tarımsal ve sınai faaliyetler, kervancılık, ticaretleri, ticari kurallar, ticaret yolları, bedevilik ve hadarilik/medenilik şehir yönetimindeki esaslar, toplumsal kurumlar, gündelik ilişkileri düzenleyen kurallar, köleler-hürler ve mevali gibi sosyal sınıflar, ticari ve siyasi anlaşmalar ve sair unsurlar sosyal düzeni oluşturan hususlardır.
cc- Din ve Gelenek
Kur’an’ın nazil olduğu toplumun dini kuralları, bu kuralların toplumun şekillenmesindeki etkisi, idari yapıyı etkilediği noktalar, gündelik hayatta ki yeri, geleneğe ve atalara bağlılığın neliği ve şiddeti, toplumda yaşayan dinler ve dini gruplar, bu dinlerin birbiriyle etkileşimi ve sosyal belirleyiciliği nüzul ortamını anlamak için gerekli hususlardır.
2- CAHİLİYE
Özel olarak İslam’ın geldiği sırada Arap halkının içinde bulunduğu hali anlatan bir ifade olmakla beraber genel olarak farklı bağlamlarda tüm İslam dışı unsurları karşılamak üzere de kullanılmıştır.[17] Cahiliye, cehlin yaşam tarzı olarak karşımıza çıkmasıdır aslında. Bu durumda cehalet cehalet/cehl ne demektir?
1- Sözlük Anlamıyla Cehalet
Ce-hi-le kökünden türeyen c-h-l fili, Arap dilbilimcilere göre iki anlam ifade eder: 1- İlmin zıddıdır. 2- Hafif meşrepliliktir. Cehile fiili şu şekilde kullanılmaktadır; a- Birine karşı zorbalık etti, kaba (ahmakça, sefihçe, beyinsizce) davrandı. b-birinin hakkını bilmedi, tanımadı. c- bir şey bilmedi, tanımadı.[18]
Arapça dil bilginleri de, muhtemelen sahip oldukları ya da ulaşabildikleri bilimsel koşulların oluşturduğu ortamın etkisiyle İslam öncesi ve bunun beraberinde Kur’an’daki kullanımını fazlaca dikkate almadan “c-h-l kavramının anlamının daha çok bilgisizlik demeye geldiğini ifade etmişlerdir. Bu nedenle cehalet hep bilmemek ve bu bağlamda cahiliye de salt bilgisizlik olarak anlaşılagelmiştir. Oysa “bu dönem için cahiliye kavramının kullanılmış olması, mutlak manadaki bilgisizlik ve cehaletten öte Rabbani terbiyeden uzak oluşlarından ve Allah’la birlikte başka ilahlar da edinmiş olmalarındandır.”[19]
Goldziher, cahiliyeyi “barbarlık” olarak tanımlar. Bu dönemin, Arap medeniyetinin ilkel dönemi olduğunu ve başlıca özelliğinin çok tanrıcı olduğunu söyler.[20]
Rağıb el- İsfehani’ye göre cehl üç kısımdır: a-Nefsin ilimde hali olması ki,işte asıl olan budur. b-Bir şeye olduğundan başka türlü itikat etmek. c-Bir şeyi ister sahih,ister fasit itikat ile olsun yapılması gereken şeklinin hilafına yapmak.Namazı kasten terk etmek gibi.[21]
Türkçe’de herhangi bir konudaki bilmemeyi karşıladığı gibi bazen tecrübesizlik ve bundan kaynaklanan çiğlik için de kullanılır. Arap dilbilimcileri chl fiiline çeşitli anlamlar verişlerdir. Bunları bazısı kısaca şöyledir:
1- cehileti’l-kidru, yechelu, cehlen: tencerenin kaynaması şiddetlendi. Bu halimleşti fiilinin zıddıdır.
2- cehile fulanun ala ğayrihi yechelu cehlen ve cehaleten: kaba oldu, sefihleşti, ahmak oldu, katı sert oldu, mantıksız oldu, aptal oldu, ona karşı zorbalık etti. Burada da hilmin karşıtı olarak kullanılıyor.
3- ictehelehu’l-ğadebu ve’l-ungetu: öfke ve hamiyet onu cehalete sevk etti/cehline sebep oldu. Nitekim ifk hadisinde “velakin ictehelethul-hamiyyet’u: Lakin hamiyet onu cehalete sevk etti” buyurulmuştur.
4-cehile’ş-şey’e ve bihi: Bilmedi, tanımadı anlamındadır. ‘Huve yechelu zalike’ denilir ki o bunu bilmiyor demektir. ‘El-mer’u aduvvün lima cehilehu’: Kişi bilmediğinin düşmanıdır meşhur sözü de bu anlamdadır.[22]
Hilm
Mekkeli zenginlerin,kendisiyle şöhret buldukları erdem olarak gördükleri hilmi, M. Watt şöyle tanımlar: “hilm, esas itibari ile kanı tepesine çıktığında şiddete başvuran Çöl Arabı’nın bu fevriliğinin zıddıdır. Böylelikle hilm ticari çıkarlarını en öne koyan bir iş adamının soğuk kanlılığı anlamına gelmektedir. Yaygın olarak; sabır, kendini tutmak, tahammül şeklindeki tercüme her zaman uygun değildir. Çoğul şeklinin geçtiği 52 Tur32. ayette bu özelliğe bir atıf vardır. ‘onların hilmleri mi bu şekilde davranmalarını uygun görüyor.’ (yani Hz. Muhammed’in tebliğinin gerçekliğini inkar etme.) Ahlam kelimesi iş adamlarının gayet sakin bir şekilde zihninde hesap yapmaları biçiminde anlaşılabilmekteydi.”[23]
“…..hilm geleneksel olarak ihtiyat, ticari konularda ince eleyip sık dokuma biçiminde beliren Mekkelilerin ayırt edici özelliğini ifade ediyordu.”[24]
Esed, Ahlam ifadesine, 52Tur 32.ayetin mealinde “akıl”, açıklama dipnotunda ise “makul gerekçe” anlamı veriyor.[25]
Mevdudi aynı ibareye “akıl”[26], Seyyid Kutub “akıl, bilgelik anlamı veriyor. “Kureyşin ileri gelenleri kafalarının çalışması ve işleri bilgelikle çekip çevirmeleri sebebiyle ‘zevil ahlam’ (akıl sahipleri) diye lakaplamışlardı.”[27] Elmalılı da akıl diye çeviriyor.[28]
Goldziher’den hareketle Izutsu da cehaletin zıddının “ilim” değil “hilm” olduğunu söyler ve hilme şu açıklamayı getirir:
“Hilm sözcüğü, el-Zebidi’nin Tacu’l-Arus adlı Arapça sözlükte ‘ruhu dizginleme ve tab’ı, şiddet dolu kızgınlık halinden koruma, el-Bustani’nin yazdığı Muhit el-Muhit adlı sözlükte de ‘ruhun durağan hali ki, gazab onu rahatlıkla kımıldatamaz; ve ruhun vaki olan felaketlerden dolayı huzursuz olmaması’, ‘gazaba rağmen sükunetin muhafaza edilişi’, ‘ve haksızlık edene karşılık vermede acele etmeme’ olarak tanımlanmaktadır. Hilm putperest Araplar arsında en çok saygı duyulan faziletlerden biri idi. Yalnız sağlam bir temeli yoktu. Asli çöl Arapları her zaman en ufak kışkırtma ile aşırılığın herhangi birine itilebilecek fevri insanlar olmaları ile namlıdırlar. Bu nedenle hilmin tim ahlaki yaşamın hakiki dayanak noktası haline gelmesi için her şeyden evvel ona sağlam bir zemin sağlanmalıdır. Bu zemini dünyanın yegane yaratıcısı Allah’a olan içten inanış temin etti. Cahiliyenin tam bir karşı tavır aldığı köklerini sağlam bir biçimde tek tanrılı inanca salmış dinen terbiyeli insanın ahlaki makuliyeti demek olan hilm bu hilmdir.”[29]
İlm
Rağıb el İsfehani’ye göre “bir şeyin hakikatini idrak etmek” demektir; bu da, ya zatını idrak, yada bir şeyin kendisi için mevcud olan vücuduna veya kendinden yok olan şeyin uzaklığına hükmetme şeklinde olur.
“Alleme” ve “A’leme” öğretti demektir.
“A’leme” seri ve ani bir bildirmeyle ve haber vermeyle öğretmeyi,
“Alleme” ise, öğrenilen şey nefiste bir eser meydana getirinceye kadar tekrarlama ve ısrar yoluyla öğretmeyi ifade eder.
Elmalılı’ya göre ilim nefsin manaya ulaşmasıdır.[30]
İlim hakikate ulaşma aracıdır. Hakikatin kaynağı ise Allah’tır. O halde Allah katından olana ulaşmak için Allah katından olan araçlara ihtiyaç vardır. Bu durumda ilimsizlik İlahi bilgiden mahrum kalmaktır denilebilir.
2- Kavram Olarak Cahiliye
Daha çok davranış ve davranışa yol açan faktörler bakımından Kur’an’ın İslam dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları sistemi tarif etmek için özellikle kullandığı kavram Cahiliye kavramıdır. Bu kavram bilgisiz olmayla eş manalı gibi görünmüş ve tefsir ve tercümelerde genellikle bu şekilde karşılanmışsa da, temelde Cahiliye, bir düşünce biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir.[31]
Cehaletin İslam öncesi Arap toplumunda hem hilmin karşıtı hem de ilmin karşıtı olarak kullanıldığı görülüyor. Ancak kavram olarak İslam öncesi düşünüş ve davranış tarzını ve bu tarzın doğurduğu toplumsal sistem ve yaşantıyı ifade eder. Böylece gerek düşünce gerekse de davranış tarzı olarak düşünülmelidir.
Ahmet Faiz’e göre “Cahiliye; İlahi şeriatın tek başına egemen olmadığı, ilahlık ve egemenlik hakkının sadece Allah’a bırakılmadığı tüm konumlardır, tüm yönetim ve tüm toplumlardır.[32]
“Arapça Cahiliye kelimesi İslâm'ın zıddıdır. İslâm'ın yolu bütünüyle her gerçekliğin bilgisine sahip olan Allah'ın gönderdiği ilme dayanırken, İslâm'ın yolundan ayrılan ve ona karşı olan her yol cahiliyetin yoludur. Arabistan'daki İslâm öncesi döneme, halkın yaşama yollarını sadece zan ve hevaya dayanarak kendilerinin icat etmiş olması anlamında Cahiliye dönemi denir. Bu yüzden ne zaman bu yollardan biri benimsense, bu zaman "cahiliye" zamanı olacaktır. Aynı şekilde, bugün okullarda ve üniversitelerde verilen bilgi yalnızca cüz'î, kısmî bir bilgi olup, hiçbir şekilde insanlığa yol gösterebilecek bir bilgi değildir. Bu yüzden, İlâhî bilgiyi hiçe sayarak, cüz'î bilginin yardımıyla oluşturulmuş hayale, zanna ve tahmine dayalı tüm hayat sistemleri, İslâm öncesi sistemler gibi Cahilî sistemler olmaktan kurtulamayacaktır.”[33]
Ancak cahiliyenin temelde varoluşu yine davranışlarına yön veren temel bilgi kaynağı ile doğrudan ilintilidir. Bu açıdan bakıldığında hem ilmi hem de hilmi içine alan bir yaklaşımla cahiliyeyi vahiysizlik olarak adlandırmak yerinde olur kanısındayız. Zira cehaletin en belirgin özelliği ölçüsüzlüktür. İnsanların düşüncelerini ve yapıp ettiklerini ölçüp tartmalarına yarayacak bir bilgi kaynağına sahip olmayışlarıdır. Kur’an/vahy tam da bu ölçünün kendisidir.[34]
Bu durumda bu devrin en önemli iki kavramı dalalet ve zannilik olmalıdır. Zira sapkınlık ile şaşkınlık anlamlarında ayrı ayrı kullanılan dalalet kavramı muhatabın duruşu ve niyetiyle ilgili olsa da tutunacak bir kulptan[35] mahrumiyeti ifade eder. Nitekim Fatiha’da[36] dalalet sapıklık/sapmışlık anlamında kullanılmıştır ve Tevhid akidesinden sapmayı/kopuşu anlatır. Duha suresinde geçen dalalet/dallen kavramı ise şaşkınlık anlamında peygamberin vahy/ilim öncesi hayatını anlatmak için kullanılır. Şaşkınlık ne yapacağını bilmezliktir. Böylesi bir hal içinde nereye başvuracağını bilmemeyi ve danışılacak sağlam bir kaynağın olmayışını barındırır. Şaşkın kişi ne yapacağını bilmez bir halde kıvranır durur. Kendi nefsine/vicdanına veya benzer bir yere başvurmaktan başka çaresi yoktur. Hz. Peygamber de öyle yapmış ve hisleri/zannı onu Hira’da inzivaya yönlendirmiştir. Vahy/ilim gelince ise onu en doğru yola yöneltmiştir.
Yol göstericisi olmayan her kimse gibi şaşkın ve sapkın kişinin de hal ve davranışlarında başvuracağı tek kaynak “zan” dır. Zanni bilgi ise hakikatten hiçbir şeyi sağlayamaz.[37]
Zanni bilgi ya kişinin aklının ürettiği bilgidir ya da atalarından devraldığı toplumsal ve/veya dinsel mirastır. Kur’an’ın atalarının dini/yolu olarak adlandırdığı bir bilgi kaynağı olarak gelenek ise pek riskli bir alandır. Zira ilk çıkış menbaı İlahi/nebevi olsa bile (Araplarda olduğu gibi, gelenekleri İbrahimidir çünkü) aldığı yol boyunca yüzlerce, binlerce kazaya uğrayarak ulaşır gelenek. Ve ona körü körüne bilgisizce/cahilce bağlanmak ne kadar doğruya ulaştırabilir ki? “Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”[38]
Bu durumda Cahiliye kavramını en genel şekilde zandan beslenen anlayış ve sistem veya ilahi bilgi kaynağından beslenmeyen anlayış veya sistem diyebiliriz. O halde bu sistemi oluşturan tamamen insan nefsi ve hevası olmak durumundadır. İnsanın, dolayısı ile arzuların merkeze aşındığı cahiliye de ilahlaştırılan da insan hevası olmaktadır.[39]
Bu açıdan İslamı, Cahiliyeden ayıran temel fark bilgisizlik karşısına ilmi koyması, yani insanlar için genel geçer bir ölçü koymasıdır. Kur’an’ın kendini nitelemek için kullandığı Furkan tanımlaması tamamen bunu anlatır.[40]
3-Cahiliyenin Beslendiği Kaynaklar
Cahiliyenin, bir birini besleyen, birbirini gerçekleştiren birbirine bağlı ve her biri İLM karşısında konumlanmış kabaca dört kaynağından bahsedebiliriz.
”İnananların gönüllerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı; çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir.” [41]
İnsanlar Yüce Allah tarafından yaratıldıktan sonra başıboş bırakılmamış ve her dönem kitap, resul ve öncü mü’minlerle iman seçeneği desteklenmiştir. Yukarıdaki ayet imandan cahiliyeye geçiş sürecini göstermesi açısından önemlidir.
a- İlim/vahy karşısında zan
6 Enam 116- Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.'
34 Sebe 28- Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.
36- De ki: "Şüphesiz Rabbim rızkı dilediğine genişletir ve bir ölçüye göre verir, fakat insanların çoğu bilmezler."
40 Mü’min 57-Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.
44 Duhan 39- Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi yarattık, ama insanların çoğu bilmezler.
22 Hacc 3- İnsanlardan bazıları Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azılı şeytanın ardına düşer.
6 Enam 116- Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.'
68 Kalem 36- Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz?...
37- Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var?
38- Seçtikleriniz herhalde orada olacaktır.
39- Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe kadar süregidecek ahidleriniz mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır?
67 Mülk 8- "Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar." "Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete uğrat" derler. *
53 Necm 23- Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece sanıya ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden and olsun ki doğruluk rehberi gelmiştir.
27- Doğrusu ahirete inanmayanlar, meleklere "Dişi" adını takarlar.
28-Oysa onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece sanıya uyarlar. Sanı ise şüphesiz gerçeği ifade etmez.
10 Yunus 36- Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir.
68- "Allah çocuk edindi" dediler. O, (bundan) yücedir; O, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Kendinizde buna ilişkin bir delil de yoktur. Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
43 Zuhruf 20- "Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz bunlara kulluk etmezdik" derler. Buna dair bir bilgileri yoktur; onlar sadece vehimde bulunuyorlar.
21-Yoksa onlara daha önce bir kitap verdik de ona mı bağlanıyorlar?...
6 Enam 136- O'nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah için bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: "Bu Allah'ındır, bu da ortaklarımızındır" dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah tarafına geçmez, ama Allah'a aid olan kendi ortaklarının tarafına (payına) geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar?
48 Fetih 6- İnananlara yardım etmez diye Allah'a kötü sanıda bulunan ikiyüzlü erkek ve kadınlara, puta tapan erkek ve kadınlara Allah azab etsin; kötü sanıları kendi başlarına gelsin! Allah onlara gazab etmiş onları lanetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır
b-İlim/Vahy Karşısında Heva
6 Enam 119- Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O, size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksınız kendi heva (istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin haddi aşanları en iyi bilendir.
30 Rum 29- Hayır; zulmedenler, körü körüne kendi heveslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur.
47 Muhammed 14- Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kimseye benzer mi? Bunlar heveslerine uymuşlardır.
c-İlim/Vahy Karşısında Atalar/Gelenek
7 Araf 38- (Allah) diyecek: "Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin." Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini) lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca orada toplanınca, en sonra yer alanlar, en önde gelenler için: "Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten kat kat arttırılmış bir azab ver diyecekler. (Allah da:) "Hepsi için kat kattır. Ancak siz bilmezsiniz" diyecek.
39- (Bu sefer) Önde gelenler, sonda yer alanlara diyecekler ki: "Sizin bize göre bir üstünlüğünüz yoktur, kazandıklarınıza karşılık olarak azabı tadın."
10 Yunus 78- Onlar: "Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" dediler.
11 Hud 109- Artık onların tapmakta oldukları şeyler konusunda, sakın kuşkuda olma. Daha önceleri, ataları nasıl tapıyor idiyseler, bunlar da ancak böyle tapıyorlar. Şüphesiz biz, onların paylarını eksiltmeksizin onlara ödeyecek olanlarız.
37 Saffat 69- Onlar babalarını şüphesiz sapık kimseler olarak bulmuşlardı.
70- Öyleyken yine de onların izlerinden kovalanırcasına koşturuyorlardı.
71- Onlardan önce geçenlerin çoğu, and olsun ki sapıtmıştı.
31 Lokman 21- Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" denince: "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya şeytan, babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa.
2 Bakara 170- Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?
5 Maide 104- Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?...
d-İlim/Vahy Karşısında Taklit
Çoğunluğun cazibesine, Bilginin önüne kaymak. Çoğunluğun zanlarına uymak
6 Enam 116- Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Çoğunluğun zanlarına uymak)
5 Maide 100- De ki: "Murdar ile temiz -murdar'ın çokluğu hoşuna gitse de- bir olmaz. Ey temiz akıl sahipleri, Allah'tan korkup-sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Kötü çokluk cezbeder)
33 Ahzab 66- Yüzleri ateşte çevrildiği gün: "Keşki Allah'a itaat etseydik, keşki Peygamber'e itaat etseydik!" derler.
MEVDUDİ’YE GÖRE CAHİLİYE
Mevdudi üç çeşit cahiliyeden bahseder[42]
1- Mutlak Cahiliye : Bu düşüncede evren rastlantılar sonucu oluşmuştur. Yaratıcı bir tanrı yoktur. Varsa da insanlarla bir ilgisi yoktur. Doğru olan, insanın varlığı, insanın bazı ihtiyaçları ve güç / yetenekleri olduğudur.
İnsanın farkında bir ilim kaynağı yoktur. Tabi olacağı bir saltanatta..
Aynı şekilde ahretin, ölüm sonrası hesabın, cezanın ve mükafatın da olmaması gerekir.
Böylesi maddeci bir yaklaşımda, insan kendi heva ve hevesini tanrı edinmiş ve bunların esiri olmuştur. Her şey insanın zevki sefası içindir.
Böylece maddeci bir ahlak gelişmiştir. Bu ahlaka göre şekillenen yönetimler sınır tanımayan lüks ve refah için hak hukuk tanımadan, içerde kendi halklarını, dışarıda çevre toplulukları sömürürler.
2- Şirk Cahiliyesi : Buna göre dünyanın, evrenin,insanın bir yaratıcısı vardır ama evrende bir tek tasarruf sahibi, kanun koyucu yoktur, bir çok tanrı, tanrıça, ilah vardır. Bu dişince dünyanın bir çok bölgesinde, bir çok farklı tarzda ortaya çıkar.burada tanrı şekil ve niteliği açısından çok büyük farklılıklar vardır. Kimi zaman dağlar, taşlar, ağaçlar, kimi zaman kuşlar, böcekler, kemirgenle, yırtıcılar, kimi zaman insanlar, kimi zaman yarı insan yarı hayvan muhayyel varlıklar, kimi zaman melekler, ruhlar, cinler, kimi zaman aşk, sevgi, nefret gibi duygular, kimi zaman şimşek, yağmur gibi yeryüzü olayları tanrı edinilmiştir. Peygamberler gelip onları ıslah edince bu kez bir zaman sonra bizzat peygamberlere tapmışlardır.
3- Ruhbanlık Cahiliyesi : Buna göre insanın ruhu vücudunda mahkum gibidir. Bu dünya bu pis dünya ve içinde bulunan adi eşyalardan ne kadar uzak kalırsa o kadar temiz ve pak olacaktır.
Ayrıca et ve kemikten doğan bütün kan bağları, aşk, sevgi, nefret ve korku gibi duygulardan arınılmalıdır. Arzu ve ihtiraslar, zevkler bastırılmalı, bedensel ve hayvansal ihtiyaçlar sıkı kontrol altında tutulmalıdır. İnsanın düşmanı olan nefsi ve vücudu aşırı işkence ve ibadetle öylesine ezilmeli ki ruh hakimiyet kazansın, insan ruhaniyete ve yüksek yerlere çıkabilsin.
Bu nazariye kendine mahsus bir felsefe sistemi oluşturmuş ve Vadantizm (Hinduların çok tanrılı sistemi), Platonizm, Neo-Platonizm, Yoga, Mistisizm (tasavvuf), Budizm ve Hıristiyan ruhbanlığını meydana getirmiştir.
Ca’fer b.Ebi Talib’in Dilinden Cahiliye:
Necaşi, Habeşistan’a hicret eden Müslüman kafileye sorar:
“Kavminizden sizin ayrılmanıza neden teşkil eden ve sizi ne benim dinime ne de başkasının dinine girmekten alıkoyan bu din nedir?”
Kafile başkanı ve sözcüsü Ca’fer b. Ebi Talib der ki;
“Ey Hükümdar! Bizler cahiliye toplumu idik. Putlara tapardık, leş yerdik, her türlü kötülüğü yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza ve himaye ettiklerimize kötü davranırdık. Bizim güçlümüz, zayıf olanımızı ezerdi. Bu halde iken Allah-u Teala bize bizim aramızdan, nesebini, doğruluğunu, emanetini ve iffetini tanıdığımız bir Resul gönderdi. Bu Resul bizleri Allah’ın tevhidine, O’na hiçbir şeye ortak koşmamaya ve o ana kadar taptığımız putları terk etmeye çağırdı. Doğru söylemeyi, emaneti sahiplerine vermeyi, akrabalık bağlarına dikkat etmeyi, komşuluk ve himaye ilişkilerinin gereğini güzelce yerine getirmeyi haramlardan ve kan dökmekten uzak kalmayı emretti. Bizi ahlaksızlıktan, yalan söylemekten, yetimin malını yemekten alıkoydu. Nehyetti. Bize namaz kılmayı, oruç tutmayı emretti” diye devam etti.[43]
[1] De ki: "Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik." 17 (İsra) - 95
[2]2 Bakara 189 Bu, onların bâtıl geleneklerinden biri idi. Araplar İhram (hac için belirlenen kıyafet) giydiklerinde, evlerine ön kapılarından girmezler, arka pencerelerden eve atlarlardı.
[3]58 Mücadele 2,3,4Araplar arasındaki yaygın geleneğe göre, karı ve koca birbirleriyle münakaşa ettiklerinde öfke içindeki erkek hanımına, "Sen bana anamın sırtı gibisin" derdi. Böylelikle erkek hanımına, "Seninle cinsel ilişkide bulunmak, anamla cinsel ilişkide bulunmak gibidir" demiş oluyordu. Nitekim günümüzde de bazı cahil kimseler, hanımlarıyla münakaşa ederken, "Sen bana annem, kız kardeşim veya kızım gibisin" nevinden sözler sarf ederek, güya eşlerinin hanımları olmaktan çıktığını ihsas etmektedirler. İşte bu davranışın adı zıhardır. Zıhar Arapça'da sırtlarına binilen binek hayvanlarına atfen kullanılır. Mevdudi. Tefhim.
[4] bkz. Kur’an-ı Kerim 2-189,215,217,219,220 / 8-1 / 17-85 / 18-83 / 20-10
[5] Yılmaz Çakır agy s:26
[14] Yılmaz Çakır- Kur’an’ın Anlaşılmasında Nüzul Ortamı Haksöz Eylül 92
[15] Fevzi Zülaloğlu- Temel Kaynağımız Kur’an. s: 208 Ekin Y. 2004
[18] Faruk Aktaş age s: 24
[19] Faruk Aktaş Kur’an’da Cehalet Kavramı s: 12 Ekin y. 2001
[20] Goldziher Klasik Arap Literatürü s: 16 İmaj y.
[21] Faruk Aktaş age s: 24
[22] Faruk Aktaş age s: 25,26,27
[23] M. Watt. Hz. Muhammed’in Mekkesi s: 83 Bilgi Vakfı Y.
[25] M. Esed Kur’an’ın Mesajı 52 Tur 32. ayet ve dipnotu İşaret Y.
[26] Mevdudi Tefhimu’l-Kur’an 52 Tur 32. ayet açıklaması
[27] S. Kutub Fi Zilali’l-Kur’an 52 Tur 32. ayet açıklaması
[28] Elmalılı Hak Dini Kur’an Dili 52 Tur 32. ayet açıklaması
[29] T. Izutsu Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar s:55 Pınar Y.
[30] Ali Ünal Kur’an’da Temel Kavramlar s:404 vd. Nil Y. 2001
[31] Ali Ünal Kur’an’da Temel Kavramlar s:372 Nil Y. 2001
[32] Ahmet Faiz. Fi Zilali’l-Kur’an’da Davet Yolu c:1 s:120 Seçkin yayıncılık
[33] Mevdudi. Tefhimu’l-Kur’an. c: 1 s: 490 İnsan Y.
[34] Kur’an’ı Kerim 25Furkan 1
[35] İyilik yaparak kendini Allah'a veren kimse, şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu Allah'a aittir. 31 Lokman 22. Ayrıca bkz. 2 Bakara 256
[37] Kur’an’ı Kerim 10 Yunus 36
[38] 2 Bakara 170. Ayrıca bkz. 31Lokman 21
[39] 23. Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Ey insanlar! Anlamaz mısınız? 45 Casiye 23
[42] Mevdudi. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı c:I s:300 Pınar y.
[43] İbnu’l-Esir Tarih c:2 s: 81
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntı:
I-vahyin Kavramsal Tahlili
1-sevk etmek/iş yapmaya yöneltmek; bkz.Nahl suresi,16/68 vd.
2-işaret etmek/ima ile iletişim kurmak; bkz.Meryem,19/11.vd.
3- Teshir etmek/emrini dinletmek için denetim altına almak, içgüdü yerleştirmek; bkz.Yusuf,12/68-69; Nahl,16/12; Zilzal,99/15.vd
4-İlham etmek/bir düşünceyi içe doğuş şeklinde meydana getirmek; bkz.Hud,11/37; Mü’minun,23/27; Kasas,28/7. vd.
5- Gizlice seslenmek-fısıldamak; Enam,6/112.
Terim olarak vahiy: Yüce Allah’ ın yarattıklarına görevlerini öğretmek, onları terbiye etmek, itaat altına almak, yardım etmek amacıyla kurduğu kesintisiz gizemli iletişime Kur’an’da vahiy denilir.
II- vahyin Çeşitleri
Varlık-varlık İlişkisi
1-cin şeytanları ile insan şeytanları arasındaki yatay ilişki örnekler: satanistler, cinciler, medyumlar, medya-insan ilişkisi. Bkz.Enam,6/112.
2-Cin şeytanları ile kötülüğe meyilli insanlar arasındaki dikey ilişki Telkin altında kalan doğrudan anlamayabilir. Her yalancı günahkar şeytanların bu türden vesvese-velvele telkinleri altında kalabilirler. Şuara,26/221-223.
3- Zekeriyya a ile kavmi arasındaki yatay ilişki; ima ve işaretlerle, vücut dili ile tebliğ yapmak. Bkz. Meryem,19/5-10-11.
B-Allah-Varlık İlişkisi
Gayb Alemi’ne Gönderilen Vahiy
Görülmez alemde yer alan tüm varlıklar vahiyle ilahi emir altında tutulur; asla denetim dışına çıkamazlar. Örneğin, meleklere yapılan vahiy için bkz.Enfal,8/12.
Şuhud Alemi’ne Gönderilen Vahiy
Tüm somut alem de Allah’ ın denetimi altındadır. Bu denetimin icra edilme yöntemine de Kur’an’da vahiy denilmektedir. Örnekler: Dünya’ya ve tabiatın hareketlerine tesir eden vahiy için bkz.Zilzal,99/4-5;
Arıya yapılan vahiy içn bkz.Nahl,16/12,68-69;
Gökyüzüne vahiy: Fussilet,41/12;
Cenin’e elest bezmi olan ana rahminde yapılan vahiy: Araf,7/172.
C-Allah-İnsan İletişimini İfade Eden Vahiy
İnsanlarla Yüce Allah’ ın iletişimi dikey olarak gerçekleşir ve yukarıdan aşağıya doğru iner-akar. Dua ise insandan Allah’a doğru uruc eder; aşağıdan yukarıya doğru çıkar. Yüce Allah insanlarla üç şekilde iletişim kurar:
a) Doğrudan doğruya ilham etmek şeklinde (Peygamberlere ve salih müminlere inayet vahyi bu yolla gelmiştir).
b) Perde arkasından (Sadece Musa a’a bu yolla vahiy gelmiştir; Taha Suresi,20/11-17.).
c) Melek elçilerle (tüm peygamberlere bu yolla vahiy gelmiştir).
Nübüvvet-RisaletVahyi (Terim olarak vahiy)
Bütün peygamberlere gönderilen vahy’in Kur’ani somut ve mubin ifadeleri nübüvvet-risalettir. Vahiyle Tevhid inancı arasında kopmaz bir ilişki vardır. Kur’an’ ın beyanlarından öğrendiğimiz Rabbimizin özelliklerine baktığımızda O’nun yaratıp kenara çekilen bir ilah olmadığını, yarattıktan sonra da varlıklarla sürekli bir iletişim ve ilgi halinde olduğunu görüyoruz. Allah yarattıklarıyla ilgisini hiçbir zaman koparmaz. Çünkü O, yaratıp kenara çekilen, yorulan, dinlenen yedinci gün tatile çıkan bir ilah değildir. Tüm hayatın aşkın bir şekilde içindedir; bütün varlıklarla sürekli bir iletişim halindedir; O’nun ilgisini bilerek kopardıkları sadece kafirlerdir. Bu bağlamda tüm kainat ve tüm varlıklar O’nun ayetleridir.
İnayet Vahyi
Peygamber olmadıkları halde “sözsöz içe-doğuş vahyi” alan salih müminlere bu lütuflar ilahi yardım olsun diye yapılmıştır. Kur’an’da üç örneği vardır:
a)Musa a’ ın annesi (Taha,20/38-39.)
b) Meryem a’a yapılan vahiy. Meryem a’ ın iffetli oluşunu teminat altına alan ona güven aşılayan ve rızık kaynaklarını gösteren ilhamlar için bkz.Meryem,19/24-26.
Zekeriyya a’a oğul müjdelenmesi örneğinde görüldüğü gibi; bkz.Meryem,19/7-11.
Cebrail’in Meryem a’ı insan suretinde ziyareti sözsöz bir mesaj getirmek için değil, Allah’ı n takdirini gerçekleştirmek içindir; bkz. Meryem,19/16-29; Tahrim,66/12.
c) Havariler: Havarilere imanda yakine erişmeleri için yapılmıştır; hiç birinin birbirinden haberi yoktur, tamamıyla içe doğuş şeklinde gerçekleşmiştir; bkz.Maide,111-115.
III- İnayet Vahyi İle Nübüvvet-Risalet Vahyi Arasındaki Farklar
1-İnayet vahyinde tebliğ haramdır; N. R. Vahyinde farzdır. (Enam,6/19; Şura,42/48.)
2- İnayet vahyi bireysel içeriklidir; N.R.vahyi toplumsal içeriklidir. (bkz.örnekler)
3- inayet vahyi alanlar mesajla muhatap olduklarına ilişkin ikna edilmezler;
N.R. vahyi alan peygamberler vahyi hakikatle karşı karşıya olduklarına ikna edilirler; bütün şüphelerden arındırılırlar; Peygambrimiz Muhammed s’de olduğu gibi, Cebrail a’ ın asli suretiyle muhatap olmak, Musa peygamberde olduğu gibi, manevi bir ateşin içinden aşkın ayetlerin gösterilmesi (Taha,20/9-18; Necm,53/2-11.)
4- İnayet vahyi sözsüzdür; N.R.vahyi sözlüdür. (Kur’an kelimedir: Bakara,2/37; kelamdır: Bakara,2/75, Tevbe,9/6; kavl’dir: Zümer,39/18, Müzzemmil,73/5; Tarık,86/3; hadistir:Kehf,18/6; Zümer,39/23,55,Necm,53/59, Mürselat,77/50.
5- İnayet vahyi aracısız, doğrudan içe doğuş şeklinde gerçekleşir; Musa a hariç peygamberlere gelen Nübüvvet-Risalet vahyi vahiy melekleriyle gelmiştir.
IV- Vahyin Taşıyıcıları: Nebi-Rasul
Melek Elçiler: Cebrail a ve diğer vahiy melekleri: Bakara,2/97; Nahl,16/2,102; şuara,26/193-194; Fatır,35/1 vd.
İnsan Elçiler: Peygamberler ve temel sıfatları “nebi-rasul”
Nebi; Haber alan-haber taşıyan. Rasul; Elçi olarak görevlendirilmiş olan, elçilik yapan. 1-Kelamcılar: Her rasul nebidir; her nebi rasul değildir. Kur’an’ ın cevabı: Nebilere de kitap-şeriat verilmiştir: Ali imran,3/81; Ahzab,33/7. 2-Modern müseylemeler’in kavramlar üzerinde kurdukları oyunla Nebi-Rasul’ün Kur’ani niteliğini tahrif çabaları: “Her Nebi Rasul’dür; her rasul nebi değildir.” Kur’an’ın cevabı: Rasuller’e de kitap-şeriat verilmiştir; bkz. Hadid, 57/27; İsmail a için Nebi-rasul nitelemesi için bkz. Meryem,19/54. Harun a için nübüvvet-risalet nisbet edilişi için bkz. Nisa,4/163; Şuara,26/13; Kasas,28/34. Kur’an Nebi ile Rasul nübüvvet ile risalet arasında ayırım yapmamıştır. O halde “her nebi rasul, her rasul de nebi”dir.
V- Yalancı Peygamberlik Olgusu
Nebilerin ve rasullerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s )’dir; Ahzab,33/40. Ondan sonra nebi-rasul gelmeyecektir. Buna rağmen tarih boyunca yalancı peygamberlik olgusuna sürekli rastlanmıştır. Asru’n-nebi’de yalancı peygamberlik olgusu
1-Müseylime el-hanefî
2-Secah et-Temimiyye adlı kadın
3-Esved el-Ansi
4-Tuleyha el-Esedi
Günümüzde yalancı peygamberlik olgusu
1- Reşad Halife (19 hurufiliği) 2-İskender Evranasoğlu (Rasullük iddiası ve sözlü vahiy aldığı iddiası) vd. Yalancı Peygamberlerin ortak özellikleri
1-Hiçbiri Kur’an’ ı ve peygamberimizi inkara çağırmamıştır.
2-kendilerine Kur’an’ı yenileyen bir vahiy türü geldiğini iddia etmişlerdir.
3- Kur’an’ı bazı hükümlerini nesh etmeyi-değiştirmeyi teklif etmişlerdir: Kur’an’ı n bazı ayetlerini mushaftan çıkarmaya çalışmak (Reşat Halife, Edip Yüksel), Namazın rukusu, secdesi, mirasın bölüşümü, kıtal cihadının geçerliliği, hadlerin biçimleri vd. Kendilerini olağanüstü dönemlerin kurtarıcısı olarak sunmuşlardır. Mesela İskender Evranasoğlu kendisine vahiy geldiğini iddia ettiği yıllar yetmişli yılların Türkiye’sinde sağ-sol çatışmalarının hayatı felç ettiği yıllardır.
VI- Allah’ın Ayetleri Kur’an’la Sınrlı Değildir
A- Âfâkî Ayetler: Fussilet,41/53. Ayrıca bkz.Bakara,2/164; Ali imran,3/190; Enam,6/157; Araf,7/26; Ra’d,13/17; Nahl,16/11,12, 68-69; Neml,27/86. vd. B-Enfûsî Ayetler: Fussilet,41/53. vd. C-Nebevî: Tevrat, İncil, Kur’an.
VII- Akıl- Vahiy İlişkisi ve Çeşitli Vahiy Tasavvurları
1- Yahudilerde: vahiy sadece peygamberlerle sınırlı değildir; üst düzey din adamlarının da kutsal metinlerde yer alma hakkı vardır; Eski Ahit böyle oluşmuştur. 2-Bilinç altı teorisi ile Spesifik Rasyonalizm: İdealizm
a) Hristiyan ilahiyatçıların incil’i rasyonalize etme çabası
Vahyin gaybi boyutu atlanarak salt rasyonel bir formda açıklanmaya çalışılması, Tarihselci İlahiyat alanında Jung’un bilinçaltı teorisini kullanmak istemelerine yol açmıştır. Oryantalistlerden Watt “tanrının vahyini bilinçaltı yoluyla gönderme ihtimali vardır” Watt, Muhammed’in Mekkesi, 1995,12.
b) Müslüman Tarihselciler’in Kur’an’ ı rasyonalize etme tutkusu
Fazlur Rahman da onun bu düşüncesine yaklaşan ifadeler kullanmıştır. Kur’an’ın bize tanıttığı Arap aklında kimi zaman şair’e şiirini oluşturması için haber getiren”in cinler olduğu vehmi yaygındır. Buna göre “her şairin bir cini vardır; bu kadar tumturaklı ve hayranlık uyandıran şiirleri de bu sayede söylemektedir.” İşte Cahiliyye Arap Aklı peygamberimizi sıradanlaştırmak, her hangi bir şair durumuna düşürmek için, ona Mecnun/cinlenmiş, cin istila etmiş sıfatını layık görmüşlerdir. Mecnun’un delirmek değil de, kaynağı cin olan sözler söylemek bağlamında geçtiği ayetler için bkz. Hicr,15/6; Nahl,16/103; Saffat,37/36; Duhan,44/14; Tur,52/29-30; Kalem,68/2,51; Tekvir,81/22.
Fazlur Rahman peygamberimizin Cebrail (a ) ile hepsi iki defa karşılaştığını, ikisinin de ruhani olduğunu, fiziksel bir tecrübenin varolmadığını iddia etmekte, Hicr Suresi,15/8’de bahsi geçen azap melekleri ile ilgili bağlamı hiçe sayıp – sanki ayette bahsedilenler vahiy melekleri imiş gibi- dayanarak “peygamberimize vahiy için melek gönderilmediği”ni iddia etmektedir: 199,207,208. Ruh’u “peygamberin kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç” olarak yorumlayan Fazlurrahman görüşünü Buhari’de de geçen bir hadise dayandırmaktadır. Daha geniş bilgi için bkz. Fazlurrahman, Ana Konuları ile Kur’an, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr yay. Ankara, 1987,s. 210; 199,207-208 v.d. Fazlur Rahman’ın görüşünü dayandırdığı hadise göre Kur’an bir defada topluca indirilmiştir. Oysa çok sayıda ayette Kur’an’ın peyder pey “tertilen” indirildiği beyan edilmektedir: Örnek ayet için bkz. Furkan,25/32-33. Fazlur Rahman’a göre peygamber hakikati sezgi yoluyla bir çırpıda kavramış, içten gelen itici bir güçle bu hakikati tesili sembollere dökerek avamın/sıradan halkın anlamasını sağlamıştır. 1992,168.
c) Geleneksel Batınilik vahdeti vücutçular velayet vahyini uydurarak tıpkı modern rasyonalistler gibi Kur’an vahyini aştıklarını iddia etmişlerdir. İbn Arabi Ricalü’l-Gayb’ın (gaybın adamlarının) hiyerarşisini şu şekilde belirterek kendi evrim tasavvurunu ortaya koymuştur: Nüceba, Nukeba, Abdal, Evtad, İmameyn, Kutup. Kutup velayet makamıdır ve kişi bu aşamada Kur’an vahyini aşan, doğrudan sözlü bir vahiy alabilir. (bkz. İbn Arabi, Fusus, Mukaddime, 3-5; Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi, cilt-I, Dibace, cilt-IV, s.325-327; Said Nursi, Sikkei Tasdiki Gaybi, İstanbul,1958, s.224. Geleneksel batıniler Kur’an’daki “salih kul kıssası”nı ölümsüz hızır kıssasına dönüştürmüşler; hızır’ı Musa peygambere yol gösteren bir veli gibi takdim etmişlerdir. Bu kurgu ile onlar velilerin peygamberlerden daha üstün olduklarını, aldıkları vahyin de, Kur’an gibi N.R. vahyinin ürünü olan kitaplardaki bilgilerden daha değerli olduğunu iddia etmişlerdir. Hızır olarak tahrif edilen salih kul kıssası’nda geçen gaybi bilen bir elçidir: Kehf,18/60-70; Çünkü Allah sadece elçilerini gayba müttali kılar: Ali imran,3/179; ve Allah kimseye ölümsüzlük vermemiştir; Enbiya,21/34. Modern ve geleneksel batınilik Kur’an vahyine indrigemeci yaklaşmışlardır. Her iki rasyonalizm örneği de akla gereğinden fazla fonksiyon yükleyerek Evrimci bir tasavvurla İlahi vahyi yorumlamışlardır. 3-Hristiyanlar’da: Vahiyle vahyi alan aynıdır.
Kaynaklar: Fevzi Zülaloğlu, Nübüvvet ve Risalet, 1,2, Haksöz Dergisi, sayı:98-99, İstanbul, Mayıs-Haziran,1999.
|
|
|
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Alıntı:
|
Kur'an'da Resulullah |
|
|
Resul Bozyel
GİRİŞ
Yüce yaratıcımız bizleri ihtiyari varlıklar olarak yaratmış, kulluğumuzu yerine getirip getirmeme konusunu tercihlerimize bırakmış ve kendi yolunu kavrayabilelim diye bizleri akılla donatmıştır. Yaratılışta O'nu tanıyabilme yetisi ile insanı mücehhez kılmıştır (57/Hadid, 8).
Allah-u Teala çeşitli zamanlarda insanlara kulluklarını hatırlatmak, onları şirkten arındırmak ve büyük günün azabından onları korkutmak üzere, yine insanların içlerinden bazılarına vahiy göndermiştir. Kendisine vahiy gelen ve gelen vahyi tebliğ eden elçilere karşı insanlar, genellikle olumsuz bir tepki göstermişlerdir. Elçilerin beşer olmasını garipsemişler ve onlardan olağanüstü davranışlar sergilemelerini beklemişlerdir. Bu tutum Hz. Muhammed için de söz konusu olmuştur. Ama bütün bunlara karşı Rasulullah (s)'ın insanlara cevabı şu olmuştur: De ki: Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.» (6/En'am, 50; 10/Yunus, 31)
Biz müslümanlar olarak genelde Resullerin, özelde Hz. Muhammed'in konumunu Kur'an perspektifinde çok iyi belirlememiz gerekmektedir. Kur'an'da anlatılan kıssaları incelediğimizde görürüz ki, ümmetler çoğunlukla rasul konusundaki tutumlarından dolayı dalalete düşmüşlerdir. Bazı kavimler rasullerini öldürmüşler, yurtlarından sürmüşler; bazı toplumlar da onları çok fazla yüceltmişler, onu beşer üstü bir konuma, yani ilahlık mertebesine yükseltmişlerdir.
Hz. Peygamber, vahye doğrudan muhatap olması bakımından ve o vahyi insanlara ulaştırması konumundan öncü bir role sahipti. O'nun görevi vahyi insanlara ulaştırmak kadar, vahyi emirlere uymak ve vahyin ilk muhatabı olarak, vahiyden anladığı dinin şahitliğini yapmaktı.
Bu gün genellikle müslümanların, Rasulullah (s)'ın vahiy karşısındaki konumu hususunda iki farklı yaklaşım içinde bulunduklarını görüyoruz: Birinci yaklaşım, Rasulullah'ın beşeri/insani yönlerini görmeyerek, adeta onu bütün söz ve fiillerinde vahiyle programlanmış iradesiz bir varlık olarak algılamaktadır, ikinci yaklaşım ise, Rasulullah'ın vahyi aktarma/beyan etme dışındaki bütün fonksiyonlarını yok saymakta ve onun görevini, sadece vahyin aktarımı ile kayıtlamaktadır.
Bizce bu iki yaklaşım da yanlıştır. Bu yanlışlığın hareket noktası da Kur'an'dan değil, ihtilafların oluştuğu tarihi süreç ve kültürden kaynaklanmaktadır. Sık sık gündeme gelen hadis-sünnet tartışmaları, bizi öncelikle Kur'an'ın, rasulleri ve Hz, Peygamberi nasıl değerlendirdiğini araştırmaya yöneltmelidir. Biz de çabalarımızın elverdiğince Kur'an'daki konuyla ilgili ayetleri tasnifleyerek konuyu değerlendirme yoluna gittik. Şüphesiz tasniflemelerin, konunun anlaşılmasında getirdiği olumluluk yanında bazı olumsuzlukları da söz konusu olabilir. Tasniflerin, konuyu sınırlandırma gibi engeller oluşturacağı bilinmekle birlikte, işlenen bir konunun iyi kavranabilmesi için yapılan tasniflere her zaman ihtiyaç duyulduğu yaşanan bir gerçektir. Biz de Kur'an'da Rasulullah'ın konumunu belirlemek için ayetleri tasnifleyip değerlendirmeye çalıştık.
I-Risalet Öncesi ve Risalet Dönemi İnsan Olarak Muhammed:
«Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçelerinin üzerinde gerisin geriye dönerse Allah'a hiç bir ziyan veremez.» (3/AI-i İmran, 144)
Geleneksel anlayışa göre Hz. Peygamber kendisine risalet görevi gelmeden önce rasul olacağını biliyordu. Kırk yaşına gelinceye kadar bir sürü olağanüstü hal geçirdi. İki kez kalbi yarıldı ve temizlendi!.. Ama Kur'an'a baktığımız zaman Allah, rasulüne hitaben buyuruyor ki:
«Sen kitabın kalbine bırakılacağını ummazdın. Ancak Rabbinden bir rahmet olarak (indirilmiştir).» (28/Kasas, 86)
«Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.» (42/Şûrâ, 52)
“Yine Kur'an'da Rasul'ün şaşırmış bir halde (dâll) iken doğru yola (hedâ) iletildiğini öğreniyoruz” (93/Duhâ, 7).
Elbette Rasul'ün daha önce tamamen doğru yoldan sapmış bir halde olduğunu söylemek istemiyoruz. Ama kendisine gelecek vahiyden habersizdi ve en azından doğru olanın arayışı içindeydi. Bazılarının söylediği gibi o kendisine vahiy gelmeden önce peygamber değildi. Ve insan olarak sorumluydu. Vahiy geldikten sonra da Peygamber'in sorumluluğu ortadan kalkmadı. «Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette gönderilen elçilere de soracağız. Ve elbette onlara aralarında olup bitenleri kesin doğru olan bilgi ile anlatacağız.» (7/A'raf, 6–7)
Onun bizden farklılığı vahyin kontrolünde olması, hatalarının vahiyle düzeltilebilmesi imkânıdır. Birçok ayette Rasul'ün kimseye zarar ve fayda verme gücüne sahip olmadığını (72/21), ancak bir insan olduğunu (18/110) öğreniyoruz.
«Senden önce gönderdiğimiz bütün elçiler de yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi.» (25/Furkan, 20). Rasullerin insanlardan seçilmiş olması sürekli tartışma konusu olagelmiş, bir türlü kabullenilememiştir. Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten alıkoyan şeyin hep Allah bir insanı mı elçi gönderdi? demeleri olduğu anlatılır (17/9).
II. Rasulullah'ın Bilgi Kaynağı
Kur'an'ı incelediğimizde Rasul'ün (risaletle ilgili) bilgi (ilim) kaynağının vahiy olduğunu görürüz. Bu vahiy de elimizde mevcut olan Kur'an'dır.
«Sen bundan önce bir kitap okumuyordun, elinle onu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman iptalciler kuşkulanırlardı.» (29/Ankebut,48)
«Bu Kur'an bana vahyolundu ki onunla sizi uyarayım.» (6/En'am, 19)
«Allah'a kavuşmayı ummayanlar; Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir. derler. De ki: Kendi tarafımdan değiştiremem.» (1 O/Yunus, 15)
«De ki: Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi.» (10/Yunus, 16)
Bu ayetler gösteriyor ki Rasulullah'ın mesajının kaynağı vahiydir. Fakat bu Rasul'ün, normal insanların bilgilenme kaynaklarına bigane olduğu, onlardan mahrum kaldığı anlamına gelmez. Hatta Kur'an bizatihi Rasulullah'ı bu bilgi kaynaklarına yöneltir: «Eğer sen, sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce kitab okuyanlara sor...» (10/Yunus,94)
Kur'an'da anlatılan kıssalar Rasule okunmadan önce gayb haberleriydi. Bu haberleri rasul bilmiyordu (12/102, 20/99). Kendisine vahiy geldikten sonra vahyi acele hıfz etmek ve insanlara aktarmak istiyordu. Ama Allah, Rasulünü uyarıp ilminin artması için Rabbine duaya çağırıyordu (20/114).
Rasule vahy inmeye başladıktan sonra çeşitli spekülasyonlar yapıldı. Ona bir insan öğrettiğini iddia ettiler 16/103). Muhataplarının itiraz ettikleri ilim, Rasulullah'ın onlara aktardığı vahyi bilgiydi. Yoksa her insanın hayat süresince edindiği sıradan şeyler değildi. Bu gün de Rasulullah'ın bilgi kaynağı sadece vahiydir derken, onun tüm insanları muhatap alan, onları bağlayıcı ve ebediyete kadar da baki kalacak mesajını kastediyoruz.
Necm Suresi'nin ilk ayetleriyle ilgili olarak «hevasından konuşmaz» ayeti Rasul'ün bütün yaşamına ve söylediklerine hamledilerek tamamen iradesiz bir rasul tipi karşımıza çıkarılmak isteniyor. Hâlbuki ayetler bir bütün olarak ve Kur'an bütünlüğünde değerlendirilirse ayetteki hevadan olmayan konuşmanın Kur'an olduğunu anlayabiliriz (53/1–6).
III. Rasulullah'ın Görevi
Rasulün öncelikli görevi vahyi özümsemek (20/114) ve özümsediği vahyi insanlara ulaştırmaktır. O gerçekle müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir (2/119, 26/194).
Onun görevi sadece mesajı iletmek ve bir köşeye çekilmek değildir elbette. Bizzat hakkın şahitliğini yapmak ve insanlara örnek olmak durumundadır da. Bu, geçmiş peygamberler için de cari olan bir görevdir. Bu asli görevlerini ihmal etmeleri halinde Allah tarafından hesaba çekileceklerdir.
«Sana da bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp öğüt alsınlar.» (16/Nahl, 44)
Seni de böylece, kendilerinden önce nice milletler geçmiş bulunan bir millete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Oysa onlar Rahman'a nankörlük ederler. De ki: O benim Rabbimdir. O'ndan başka ilah yoktur. O'na dayandım, dönüş yalnız O'nadır.» (13/Ra'd, 30)
«Elçiye düşen sadece duyurmadır. Allah neyi gizleyip neyi açığa vurduğunuzu bilir.» (5/Maide, 99)
Bütün bunların ötesinde, bütün rasullerin görevi şu ayetle vurgulanmıştır: «Muhakkak biz her topluma Allah'a kulluk edin. tağutlardan kaçının diye bir rasul göndermişizdir.» (16/Nahl,36)
IV. Rasulullah'a Allah'ın Yardımı
Allah-u Teala: «Bir toplum kendi nefislerindekini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirecek değildir.» (13/11) buyurmaktadır. Bu genel esası tesbit ettikten sonra; Rasul ve beraberindekiler yalanlamalara ve eziyetlere karşı sabrederlerse (6/34) Allah onlara sekineti ve orduları indirir (9/26). Bu sünnete göre hareket ederlerse zafere ulaşırlar (48/24).
Rasul (s) ve beraberindekilerin bu stratejileri ve olaylar karşısında takındıkları tavırlar bütün zamanlardaki müminlere örnektir.
Allah'ın yardımı müminlerin hepsi için söz konusudur.
«O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine huzur indirdi. Göklerin ve yerin askerleri onundur. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.» (48/Fetih, 4)
Müslümanlar çabalarsa Allah yolunda cihad ederse Allah desteğini vaad eder. Düşmanlar Rasul (s)'e tuzak hazırlarken Allah da onlara tuzak kuruyordu (8/30). Elçiyi incitenler ona hiç bir zarar veremez (47/32).
Allah Kur'an'da birçok peygamberin haberinden bahsediyor ki Rasul (s)'in kalbi sağlamlaşsın. Başına gelen zorluklardan dolayı yılgınlık göstermesin (11/120). Anlatılanlar özelde onun, genelde tüm müminler için moral güç kaynağı oluyordu. Ve Allah'ın Rasulü'nü gaybi yardımlarıyla desteklediği bilinmektedir:
«Eğer siz ona (Muhammed'e) yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti. Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkâr edenler kendisini çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına: Üzülme, Allah bizimle beraberdir diyordu. Allah ona seki-netini indirdi ve onu, sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayanların sözünü alçalttı...» (9/Tevbe, 40)
Resule en büyük yardım, vahyin tebliği sırasındaki yaşanan güçlükler ve tereddütler karşısında söz konusu olmuştur: «Onlar neredeyse sana vah-yettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırma-saydık, and olsun, sen onlara az bir şey eğilim gösterecektin.» (17/isra, 73–74)
V. Rasulullah'ın örnekliği ve itaat
Rasulullah bir teorisyen, bir felsefeci veya yapmadıklarını söyleyen biri değildi. O, her şeyden önce insanlara taşıdığı mesajın kendisini de bağladığının farkındaydı ve bu hususta azami derecede gayret sarfediyordu. Söylediklerinin şahitliğini yapıyor ve insanlara mesajını yaşayarak örneklik ediyordu.
Bu kural bütün rasuller için geçerlidir. Hatta denilebilir ki; söylediklerini bizzat yaşamaları peygamberliğin gereklerindendir.
«ibrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var...» (60/Müntehine, 4)
Bir başka ayette ise Rasulullah kastedilerek şöyle denilmektedir:
«Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.» (33/Ahzab, 21)
Rasul müminler için örnektir. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus Rasulullah'ın taklid edilmesiyle, örnek alınmasının farklı şeyler olduğudur. Ona tabi olmakla taklid etmek farklı şeylerdir.. Taklidde irade yoktur. Tabi oluşta iradi bir tavır vardır.
Allah müminlerden, Rasulullah'ı örnek almalarını isterken, onun örnekliğini garanti altına almıştır. Içtihadi yanlışlarını vahiyle düzeltmiş ve böylece o yanlışların örnek alınmasını engellemiştir. Kur'an'da böylesi tashihlere sıkça rastlamak mümkün. Hepimizin bildiği âmâ hadisesi buna en iyi misaldir (80/Abese, 1–10).
Bir başka ayette de Rasulullah bir olay nedeniyle kendisine helal kılınan şeyi haram kılmak istiyor, fakat hemen vahiyle uyarılıyor (66/1).
Artık teminat altına alınmış böylesi bir örneklik müminler için bağlayıcılık ifade eder. Yani garanti altına alınmış örneklik beraberinde itaati getirir
Rasulullah tüm gayret ve gücünü göstererek en mükemmel bir örnekliği oluşturmakta iken, müminlerde ona itaat etmelidirler. Zira artık bundan böyle Rasul'e itaat, Allah'a itaati ifade eder: «De ki:Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin» (3/AI-i İmran, 32)
VI. Rasulullah'ın Hüküm Koyması
Hüküm koyma/verme derken, Rasulullah'ın kendisine gelen vahiy dışında; haram etme veya helal sayma yetkisinin olup olmadığını kastediyoruz.
Eğer Rasulullah'ın koyduğu hüküm kendisine gelen vahyin gereği ise zaten buna kimsenin itirazı olamaz:
«Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kafirlerin / zalimlerin / fasıkların ta kendileridir.» (5/Maide, 44- • 45 ve 47. ayetler)
Yok eğer Kur'an'ın belirlediği bir hususta Rasulullah ayrı bir hüküm verebilir veya başka bir ifadeyle, Kur'an'ın haram etmediği bir şeyi Rasulullah haram edebilir veya tam aksi, deniyorsa işte burada Kur'an'a aykırılık ve onun hükümlerini bizzat yaşayan Rasulullah'a da iftira var demektir.
Hüküm hususunda Rasulullah, kendisinden önceki rasullerde olduğu gibi, vahye tabidir:
«Gerçek Tevrat'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır, İslam olmuş nebiler, onunla Yahudilere hüküm veriyorlar.» (5/Maide, 44)
Bu ayet geçmiş peygamberlerin hüküm verirken izledikleri yolu göstermektedir. Aynı yol Rasulullah için de geçerlidir:
«Biz sana kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savunucusu olma!» (4/Nisa, 105)
Bu uyarıdan sonra artık Rasulullah'ın hüküm verirken neye tabi olacağı gayet açıktır. O yalnızca bir peygamber değildi. Aynı zamanda bir aile reisi, bir devlet başkanıydı da. Elbetteki günlük hayatta birçok meseleyle karşılaşıyor ve hatta kendisine gelinip gelişmeler, olaylar hakkında hüküm vermesi isteniyordu. O da Allah'ın kitabıyla hükmediyordu.
Yegâne hüküm koyucu, helal ve haramı belirleyici olan yalnızca Allah'tır. O hükmüne kimseyi ortak etmez (18/26). istediği hükmü verir (5/1) ve hüküm vermek yalnız Allah'a aittir (6/57; 12/40, 67).
Kuran'da geçen hüküm verme ile ilgili ayetlerdeki Allah ve Rasulü ifadeleri, yukarıda izah etmeye çalıştığımız, Rasulullah'ın Allah'ın hükmüyle hükmetmesi olgusuna işaret etmektedir:
«Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış kadın ve erkeğin o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulü'ne karşı gelirse, apaçık bir dalalete düşmüş olur.» (33/Ahzab, 36)
Helal ve haram konusunda da durum aynıdır. Rasulullah vahiyle belirtilen helal ve haramlara tabidir (16/116).
«Deki:Gelin Rabbinizin size neyi haram kıldığını okuyacağım.» (6/En'am, 151)
Kendisine nelerin helal olduğu sorulduğunda Rasulullah hemen vahye başvuruyordu: (5/4)
Tahrim süresindeki olay, basit dahi görünse, Rasulullah'ın temiz olan bir şeyi kendisine haram kılmanın ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. (66/Tahrim, 1)
VII. Rasulullah'ın Vahiyle Uyarılması ve İkaz Edilmesi
Rasul bir beşer olarak bazen hata ediyor ve bazen de muhtemel bir olumsuzluğa düşmemesi için vahiyle uy arılıyordu. Bu uyarı, olaya göre bazen yumuşak, bazen sert üslupla oluyordu.
Mesela Abese Suresinin ilk ayetlerinde anlatılan olay bu konunun somut bir örneğidir: «Surat astı ve döndü. Kör geldi diye. Ne bilirsin, belki o arınacak. Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince; sen ona yönetiyorsun. Onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun.» (80/Abese, 1–10)
Yine Rasulullah'ın Tahrim Suresi'nde (66/1), hanımlarının hoşnutsuzluğunu istemeyerek helal olan şeyi kendine haram kılması veya Tevbe Suresi'nde (9/43, 86) savaşa gitmek isteyenlere izin vermesi gibi hatalı tavırlarından dolayı ikaz edildiğini görüyoruz.
Sabah akşam Rablerine dua edenleri yanından uzaklaştırmaması (6/92), kendisine gelen ilimden sonra inkâr edenlerin havalarına uymaması (13/37), sevdiğini hidayete eriştiremeyeceği (28/56), konuşmalarını dinlediği ve cüsseli yapılarını beğendiği kişilerin Allah düşmanı olduğu ve onlardan kaçınıp sakınması (63/4) gibi konularda da Rasulullah'ın uyarıldığını bizzat Kur'an-ı Kerim'de görebiliyoruz.
VIII. Rasulullah'a Özgü Durumlar
Allah elçisinin vahiyle ilk elden muhatap olması; dolayısıyla elbette bizden farklı olarak bir takım özellikleri taşıması anlamına da gelir.
Rasulullah bir beşerdir (18/110; 41/6; 12/109). Risaletle ilgili misyonunun haricinde beşeri kurallara tabidir. Bununla birlikte o, bazı hallerde kişiye özel kurallara tabi tutulmuştur, işte Rasulullah'a özgü durumlardan bazıları:
a) Rasulün hanımları müminlerin anneleri olarak belirtilmiş ve onlarla evlenilmesi haram kılınmıştır (33/6,53)
b) Peygamberin evine herhangi birisinin evine girer gibi girilmemesi, ancak çağrıldığı vakit izin isteyerek girilmesi gerektiği vurgulanmıştır (33/53; 26/62:49/1–7)
c) Yine Rasulullahtan gecenin bir kısmında Rabbinden övülmüş bir makama ulaştırılması için nafile olarak salât etmesi isteniyor (17/79; 52/49)
d) Evlenme konusunda da Rasulullah bir takım ayrıcalıklara sahipti. «…kendisini peygambere hibe eden ve peygamberinde almak istediği mümine kadını, diğer müminler hariç yalnız sana helal kıldık.» (33/Ahzab, 50). Bunu takip eden 52. ayet ise evlilik hususunda bir başka sınırlama getirmektedir.
e) Müminlerin Rasule salât etmeleri istenmiştir (33/56). Burada salât etmek kuru kuru salatu selam getirmek değil, bizce Rasul'e karşı saygılı olmak, ona işlerinde destek olmak anlamındadır.
Sonuç Yerine
Rasul kendisine risalet görevi verilmeden önce vahiyle muhatap değildir. Mekke halkından bir ferttir.
Peygamber'in görevi mesajı en iyi biçimde insanlara ulaştırmak ve onu yaşamada insanlara öncülük etmek ve hakkın şahitliğinde bulunmaktır.
Rasul bir insandır. Beşer olarak taşıdığı zaaflara karşı uyarılmıştır. Bununla birlikte Kur'an'ı en iyi anlayan Rasul (s)'dür. Yine en iyi uygulayan, pratize eden odur. Müminler için en güzel örnektir. Onun fiilleri vahiyle destekleniyordu. O, insanların ve şeytanın ona karşı tuzaklarına karşı korunmuştur.
Meseleleri güncel ve tarihsel kaygılardan değil, Kur'anî kaygılardan hareket ederek değerlendirmeliyiz.
Haksöz Dergisi – Temmuz/Ağustos 1991 - Sayı: 4/5 www.haksoz.net |
|
|
|
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
dördüncü_melek Uzman Uye
Katılma Tarihi: 28 aralik 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 132
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
HANGİ ÜMMET BİLİNCİ?
Serdar Çelik / satırbaşı
Ümmet kelimesinin kökü "Ümm" dür. ümm "anne, nine" anlamına gelir. Ümmül kitap kitabın anası demektir. Ümmet ise topluluk anlamındadır. Çoğulu "ümem"dir. İmam kelimesinin kökü de aynıdır. Önde giden, liderdir. Ümmet'in lideri imamdır.
Ümmet kavramın tanımını yapmadan önce temel kaynağımız olan Kur'an a bakmak elzemdir. Ayrıca Hz. Muhammed(SAV)'in sünnetindeki Ümmetin yerini incelemek gerekir. Zira Ümmet deyince sadece "Muhammed Ümmeti" canlanıyor zihinlerde. Tıpkı sünnet deyince sadece "Muhammed'in sünneti"ni anladığımız gibi. Zihinlerimizi temizleyelim. Sünnet Kur-an'da sadece sünnetullah-Allah'ın sünneti olarak geçer. Muhammed sünneti Kur-an'da yoktur. Sünnet, yol-metottur, "nasıl"ın cevabıdır. Muhammed sünneti de, kendi döneminde Kur-an'ın nasıl sorusuna verilen cevaptı.
Meallerde ümmet kelimesinin Türkçesi yazılırken farklılıklar var. Bazı mealler bazı ayetlerde, olduğu gibi, yani ümmet diye çevirmişler. Bazı ayetlerde ise hangi anlamda kullanıldı ise o anlama denk gelecek kelimeyi kullanmışlar. Ümmet kelimesi Kur-an’da birden çok anlamda kullanılmıştır. Aşağıya alıntıladığım Kur-an ayetlerinde, özellikle Arapçasında ümmet(أُمَّةً) ya da çoğulu olan ümem(أُمَمٌ) kelimeleri geçenleri seçmeye özen gösterdim. Ayetlerin farklı meallerdeki karşılıklarını görmek için sûre-ayet numarasına tıklayınız.
Bakara 128 Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet(أُمَّةً) meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvâb sensin, Rahîm sensin.
Bir önceki ayetten anlaşılacağı üzere bu ayette bahsedilen iki kişi İbrahim ve İsmail peygamberlerdir. Bazı meallerde çevrildiği üzere, ümmet kelimesi burada topluluk anlamında kullanılmıştır. Ama söz konusu bu topluluk, İbrahim ve İsmail’in soyundan gelen bir topluluktur. Bu nedenle kavim-kabile anlamı öne çıkmaktadır. Sadece sana teslim olan bir topluluk meydana getir, denmiştir. Herhangi bir ümmet değil. Sadece ümmet denseydi, bu kendi soylarından olan bir topluluk anlamına gelirdi.
Bakara 134 Onlar bir ümmetti(أُمَّةٌ), geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.
Bakara 141 Onlar bir ümmet(أُمَّةٌ) idiler, gelip geçtiler. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız. Ve siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
Bazı mealler denk gelen anlamda, toplum olarak çevirmişlerdir. Toplum-topluluk söz konusu ise bir hukuk da söz konusudur. İnsan sayısı birden fazla ise orada bir hukuk oluşur. Ortak kabul görmüş bir hukuki zemin üzere insanlar bir arada yaşarlar. Ümmet bu topluluğun adıdır. Ayetten anlayacağımız bir diğer husus ise; ümmetlerin zaman dilimlerinde varolduğudur. Bir coğrafyada zaman içinde bir çok ümmet oluşur ve eceli gelince yok olur. Hiçbir toplum ne geçmişteki ne de aynı dönemde yaşayan diğer bir toplumun yaptıklarından dolayı Allah katında ne bir fayda ne de bir zarar görmeyecektir. Her toplumun yaptığı kendinedir.
Bakara 143 Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet(أُمَّةً) kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Daha önce içinde durduğun Kâ'be'yi kıble yapmamız da şunun içindir: Peygamber'in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım. Bu iş elbette Allah'ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
Meallerin çoğunda ümmet olarak çevrilmiştir. Bazı meallerde toplum-millet şeklinde çeviriler vardır. Burada da toplum-topluluk anlamında kullanılmıştır. Asıl önemli vurgu ise ümmetin “nasıl”ına yapılmıştır. Yani “vasat ümmet(أُمَّةً وَسَطًا)” kavramına vurgu vardır. Doğru yolun tam ortasında, vasat, orta, mutedil, açık fikirli, ortada yürüyen, dengeli ve ölçülü, örnek, adil, orta yolu izleyen gibi sıfatlarla anılmış bir toplum. Bu ümmetin tanımı değil, vasat ın tanımıdır. Ümmet yalnız başına toplum anlamındadır. Vasat Ümmet bu niteliğe sahip toplumdur. Ayette vasat ümmetin amacına da vurgu vardır; “Adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız..”. Bir toplum adalet örneği ve hakkın şahitliğini yapamıyorsa bu Allah’ın istediği vasat ümmet dediğimiz toplum değildir. Belki diğer ayetlerde bahsi geçen cehennemi boylayacak bir ümmet-toplumdur.
Yunus 19 İnsanlar, aslında bir tek ümmet(أُمَّةً) idiler, sonra ihtilafa düşüp ayrı ayrı oldular. Eğer Rabbinden bir karar çıkmamış olsa idi, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan hüküm verilmiş olurdu.
Bakara 213 İnsanlar tek bir ümmetti(أُمَّةً). Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir.
Burada “İnsanlar tek bir ümmetti”, tek bir toplum olarak düşünülebilir, Hz. Adem’i insanlığın atası olarak düşünürsek. Tabi Ademin ilk insan olmadığı yönünde de fikirler var. Melekler Adem yaratılmadan önce “kan dökücü” özelliğini biliyorlardı. Buradan yola çıkarak ayetlerdeki Ademden kastın tamamen insan olduğu yönünde görüşlerde vardır. İlk insan Adem olsun ya da olmasın, ilk bir toplum olacağı varsayımı ile ayetteki ümmetten kastın toplum olduğunu düşünebiliriz yine de. Fakat asıl önemli olan; ayrılmalardan kastın, ihtilaflar olduğu ve gönderilen peygamberlerin bunca delillerine rağmen hırs ve kıskaçlık yüzünden anlaşmazlığına düştükleridir. İnsanlar toplumlara ayrılmışlardır. Ama toplumlara ayrılmış olmaları yalnız başına peygamber gönderilmesine sebep değildir. Peygamber gönderildi ise anlaşmazlıklar-bozgunculuklar söz konusu olduğundandır. Ayrılıklar; ihtilaf, ardından da hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşamamak ise toplumların ayrılışından çok fikir, inanç, vs.. konulardaki ayrılıklardan bahsedilmiştir diyebiliriz. Muhammed Esed buradaki ümmeti, fikir birliği ve ortak manevi değerler olarak ifade etmiştir. Biraz daha irdelersek; hırs ve kıskaçlık fikirlerden çok kişisel-nefsi konularda olur. Üzerinde anlaşılan bir hukuk kalmadığı için, adalet yitirildiği ya da hırs ve kıskançlık sebebi ile adaleti bozdukları için ayrılıklar yaşanmıştır. Zulüm vahdeti bozar. Tek bir toplum, toplumlara ayrılmış olsa da ayette asıl bahsedilen, üzerinde anlaşılan ortak bir hukukun kalmadığı ve adaletin ortadan kalkmasıyla ayrılıklar yaşandığıdır. Ümmet, sadece bir arada yaşayan insanlar değildir, ünsiyet kurarak bir hukuk üzere bir toplum olabilmiş insan topluluğudur.
Al-i İmran 104 İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk(أُمَّةٌ) bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.
Meallerin bir kısmı ümmet, diğer bir kısmı ise topluluk olarak çevirmişlerdir. Bu ayette ümmet, toplum içindeki küçük bir topluluk anlamında kullanılmıştır.
Al-i İmran 110 Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz(أُمَّةٍ). İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.
Ayet (كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ) diye başlar. Küntüm(كُنْتُمْ) kelimesinin kullanılmış olması; “hayırlı ümmetsiniz” değil de, “hayırlı ümmet oldunuz” anlamını verir. Süleyman Ateş ve Ümit Şimşek meallerinde de “ümmet oldunuz” şeklindedir. Bir de ayette hayırlı(خَيْرَ) ifadesi vardır. Meallerin çoğunda “hayırlı” ifadeleri “en hayırlı” olarak çevrilmiştir. Özellikle de Allah için kullanılmış olan “rızık verenlerin hayırlısı” gibi ifadeleri “rızık verenlerin en hayırlısı” şeklinde çevirmişlerdir. Allah için kullanılanlar dışında da “hayırlı” ifadeleri “en hayırlı” şeklinde çevrilmiştir. Mesela, daha hayırlı(مِنْ خَيْرٍ ) ifadesi bazı meallerde “en hayırlı” olarak çevrilmiştir. Cümlenin akışına göre bu ifadeler değişiyor. Ama mealden meale de değişiyor. Ayetlerdeki "hayırlı" kelimesi ile ilgili Şaban Piriş Beyle yaptığımız istişare sonucu onun ifadesi ile; “Bu konu, yorum ve tercih meselesidir”. Al-i İmran 110 ayeti için bazı mealler “hayırlı” derken bazıları “en hayırlı” demeyi tercih etmişlerdir.
“Hayırlı ümmet oldunuz” hitabı Hz. Muhammed(SAV) toplumu için söylenmiştir. Yani bizim asr-ı saadet diye ifade ettiğimiz toplum.. Ayette “sizden sonrakiler”i içine katan bir ifade ya da bir anlam yoktur. Onlar Muhammed ümmetiydi, gelip geçtiler. Onların yaptıkları kendilerine bizim yaptıklarımız kendimizedir.
Al-i İmran 113 Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet(أُمَّةٌ) (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.
Meallerde bölük, topluluk, cemaat, grup, ümmet, insanlar, zümre.. şeklinde çeviriler vardır. Kitap ehli içindeki bir cemaat için ümmet denmiştir.
Nahl 84 Her ümmetten(أُمَّةٍ) bir şahid getireceğimiz gün, artık kâfirlere ne izin verilecek, ne de onlardan özür dilemeleri istenecektir.
Nahl 89 Biz o gün, her ümmet(أُمَّةٍ) içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici olarak indirdik.
Kasas 75 (O gün) her ümmetten(أُمَّةٍ) bir şahit çıkarır, "Haydin, kesin delilinizi getirin!" deriz. O zaman bilirler ki, hakikat Allah'a aittir ve uydurageldikleri şeyler (putlar) de kendilerinden ayrılıp kaybolmuşlardır.
Nisa 41 Her ümmetten(أُمَّةٍ) bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak!..
Burada ümmet toplum anlamında kullanılmıştır yine. Ayette anlatılan, Nisa 39 da belirtildiği üzere Ahiret günündeki bir olaydır. Her ümmetten kâfirler için şahit getirilir. Hz. Muhammed (SAV) de kendi toplumundaki kâfirler için şahit getirilecek. Bizim zamanımızdaki toplumlar için bu söz konusu olamaz. Çünkü Muhammed ölmüştür; şimdiki insanlar için şahit olması mümkün değildir. Şimdi yaşayan insanlar için getirilecek şahitler, "kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit..(Nahl-89)" de ifade ettiği üzere bugün yaşayan ve peygamberler gibi uyaranlardandır.
Enam 38 Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet(أُمَمٌ ) olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
Ümmetin sadece topluluk diyerek bitmediğinin çok güzel bir ifadesidir bu ayet. Topluluk ünsiyeti de beraberinde getirir ya da getirmelidir. Bu da ümmetin hukuki bir zemin üzere kurulduğunun ifadesidir. Hayvan topluluklarında da Allah’ın koymuş olduğu kurallar vardır. Tek fark, hayvanların insanların gibi bu kuralları bozma iradesi söz konusu değildir. Ayrıca bir önceki ayetten anlaşılacağı üzere bu örnek kâfirlerin sözü üzerine verilmiştir. Ayetteki “sizin gibi” ifadesi insan topluluklarını ifade eder.
Enam 42 Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere(أُمَمٍ) de peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.
Enam 108 Onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler. Biz, her ümmete(أُمَّةٍ) yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
Ümmet yine toplum anlamındadır. Eski ümmetlerin çoğu cezalandırılmıştır.
Yunus 49 De ki, "Ben, Allah'ın dilediğinin dışında kendi kendime ne bir zarar ne bir fayda verebilirim". Her ümmetin(أُمَّةٍ) bir eceli vardır. Ecelleri gelince artık ne bir an geri, ne bir an ileri gidebilirler.
Müminun 43 Hiçbir ümmet(أُمَّةٍ), ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.
Araf 34 Her ümmetin(أُمَّةٍ) bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir ân erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.
Önceki 32 ve 33. ayetlere bakarsak ümmetlerin ecelinin sebebi anlayabiliriz; Allah’ın helal kıldığını haram kılmak, fuhşiyat, günahlar, haksız yere isyan, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmak ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemektir. Hukuki zeminini yitiren toplumun eceli gelmiştir. Her ümmetin bir eceli vardır. Kıyamete kadar devam edecek bir ümmet söz konusu değildir.
Araf 38 Allah onlara: "Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!" der. Cehenneme giren her ümmet(أُمَّةٌ) kendi din kardeşine lanet eder. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında derler ki: "Rabbimiz ! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver". Allah der ki: "Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz".
Bu ayette cehenneme giren ümmetler-toplumlar anlatılmaktadır. Ümmet sadece Müslüman toplumlar için kullanılmış bir kavram değildir. İnsan referanslı genel bir kavramdır. Bir kutsallığı da yoktur.
Araf 160 Biz onları oniki kabileye, o kadar ümmete(أُمَمًا) ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Musa'ya, elindeki asâ ile taşa vur, diye vahyettik, vurunca hemen o taştan oniki pınar akmaya başladı. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Bulutu da üzerlerine gönderdik, gölgeledik. Onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz, dedik. Onlar zulmü bize yapmadılar, lakin kendi kendilerine zulmediyorlardı.
İsrailoğulları kızıldenizi geçip Firavun zulmünden kurtulduktan sonra çöldeki durumlarını anlatan bu ayette Allah, bir kavim olan İsrailoğullarını on iki ayrı ümmete ayırmıştır. Bir kavim içindeki her bir kabilenin de ümmet olabileceğini öğreniyoruz bu ayetten. Ayrıca ayrı ayrı ümmet oluşları birlikte yaşamalarına engel değildir. Asıl önemli olan; oniki ümmete, oniki pınar verilmesidir. Adalet oldukça bir arada yaşama mümkün olur.
Araf 168 Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere(أُمَمًا) ayırdık. İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Bahsi geçen ümmetlere ayrılan yine israiloğullarıdır. Önceki ayetlerden bunu anlamak mümkündür, yukarıdaki 160. ayette oniki kabile-ümmet, 163 te cumartesi yasağı vardır. İsrailoğullarından bahsediyor deyip geçmek anlaşılmasın, ayetin içeriği önemlidir. Bir kavimden bahsedildiği noktasına ulaşmak için ifade ediyorum. Bir kavim aynı zaman diliminde ya da farklı zamanlarda bir çok ümmet-topluma ayrılmıştır.
Araf 181 Yine bizim yarattığımız insanlardan öyle bir ümmet(أُمَّةٌ) var ki, onlar hakka yol gösterirler ve o hak ile adaleti yerine getirirler.
Bakara 143 te bahsedilen vasat ümmet için adalet örneği denmiştir. Bu ayette de hak ile adaleti yerine getirirler. İşte Allah ın istediği ümmetin olmazsa olmaz özelliği budur. Vasat ümmetin eceli hak ile adaleti yerine getirmedikleri zaman gelmiş demektir. Vasat ümmeti bozanlar adaletten uzaklaşanlardan başkası değildir.
Yunus 47 Her ümmetin(أُمَّةٍ) bir peygamberi vardır. O peygamberleri gelince aralarında adaletle hüküm verilir. Onlar hiç zulüm görmezler.
Muhammed Esed’in ayet ile ilgili açıklaması son derece güzeldir. 68 Lafzen, “ve elçileri geldiğinde, artık onların arasında bütünüyle hakça bir karar verilir”. Bu ayet başlıca iki hususun altını çizmektedir: (a) vahyin insanlık tarihi boyunca sürekliliğini; uzun süre hiçbir toplumun, çağın ya da uygarlığın (ki ümmet terimine verilebilecek anlamlardan biri de budur) peygamberî rehberlikten yoksun bırakılmadığını ve (b) Allah'ın, “bir toplumu ya da bir ümmeti, fertleri [doğru ile yanlışın anlamından] habersiz olduğu sürece cezalandırmadığı; çünkü yargılamanın ancak onların [bilinçli] eylemlerinden dolayı yapıldığı” (bkz. 6:131-132) yolundaki doktrin ya da ilke. ”Vahyin insanlık tarihi boyunca sürekliliği”. Her ümmetin insanlarına vahyin ulaştırılmış. Bu sebeple insanlar aralarında adaletle hüküm verilir ve zulüm görmezler. Buradaki zulüm vahiyden yoksun olmaktır. Peygamberler vefat etmiş olsalar da onlara gelen vahiy ümmetine ve ondan sonraki ümmetlere ulaşmıştır. Ta ki ikinci bir peygamber gelene kadar. Hz. Muhammed(SAV) ile vahiy son bulmuştur ve ona gelen vahiy hem kendi ümmetinin hem de ondan sonraki tüm ümmetlerin sorumlu olacağı Allah’ın vahyidir.
Hud 48 "Ey Nuh!" denildi, " Bizden bir selâm sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere(أُمَمٍ ), kutluluk dileğiyle gemiden in. İlerde kendilerini bir çok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler(أُمَمٌ) olacaktır."
Burada da ümmetler ile ilerideki toplumlardan bahsedilmektedir. “..seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere..” buradan anlaşılacağı üzere kavim(etnik) bir bağda söz konusundur. Bir kavim ilerleyen zaman içinde bir çok ümmet olabilir. Her birinin eceli gelir ve ardından bir başka ümmet oluşur.
Rad 30 İşte seni böyle, kendilerinden önce nice ümmetler(أُمَمٌ) gelip geçmiş olan bir ümmet(أُمَّةٍ) içinde gönderdik ki, onlar Rahmân'a küfredip dururlarken, sen onlara sana vahyettiğimiz kitabı okuyasın. De ki: "O Rahmân benim Rabbimdir, O'ndan başka tanrı yoktur. Ben O'na dayandım, tevbem de O'nadır.
“..kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik..” Hud 48 de bahsettiğimiz gibi. Zaman içinde bir çok ümmet oluşmuş ve eceli gelince yok olmuş ve ardından tekrar bir ümmet oluşmuş.. aynı kavmin tarihinde bu şekilde nice ümmetler gelip geçmiştir.
Nahl 92 Bir ümmet(أُمَّةٌ), diğer bir ümmetten(أُمَّةٍ) (sayıca ve malca) daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda aldatma vasıtası yaparak, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra onu söküp bozmaya çalışan kadın gibi olmayın. Allah sizi bununla imtihan eder ve şüphesiz hakkında ihtilaf ettiğiniz şeyleri kıyamet günü size mutlaka açıklayacaktır.
Bir ümmet diğer bir ümmetten sayı ve malca üstünlükleri sebebiyle dayatmaları kastediliyor. Muhammed Esed ifadesi ile; Lafzen, “bir (ümmet) [diğer] topluluktan daha güçlü diye”: korku zoruyla yapılan olumlamaları, yine korku zoruyla verilen sözleri îma eden bir ifade. Bu dayatma, farklı zihin yapısı ve değerleri olan diğer ümmete yapılan zorlamadır.
Müminun 52 "Ve işte bu sizin ümmetiniz(أُمَّةً) bir tek ümmet ve ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının." (denildi).
Enbiya 92 Doğrusu bu sizin ümmetiniz(أُمَّةً) (tevhid dini olan müslümanlık), bir tek ümmettir (bir tek din olarak sizin dininizdir). Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.
Parantez içindeki ifade edildiği üzere ümmet ile tevhid dini ifade edilmektedir. 72. ayetten önce İbrahim (AS) kıssası vardır. Sonrasındaki ayetlerde ise; Yakup, İshak, Lut, Nuh, Davud, Süleyman, Eyub, İsmail, İdris, ZülKifl, Yunus, Zekeriya, Yahya ve Meryem’den bahsedilmiştir. Sonrasında da bu ayette; “Sizin ümmetiniz(tevhid dini), bir tek ümmettir.” denmiştir. Ayetteki “sizin” ifadesi Tevhid dininin tüm temsilcilerini ifade etmektedir. Ümmet ise Tevhidi ifade eder. Sonraki ayette bu noktaya işaret eder; “Ama insanlar din konusunda aralarında bölüklere ayrıldılar..”.
Şura 8 Eğer Allah dileseydi bütün insanları bir tek ümmet(أُمَّةً) yapardı. Fakat O yalnız dilediğini rahmetinin içine almaktadır. Zalimler için ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.
Hud 118 Eğer Rabbin dileseydi elbette bütün insanları tek bir ümmet(أُمَّةً) yapardı. Halbuki yine de ihtilaf edip duracaklardı.
Nahl 93 Allah dileseydi elbette hepinizi tek bir ümmet(أُمَّةً) yapardı. Fakat Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir. Şüphesiz ki, (kıyamet gününde) bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.
Müminun 52 ve Enbiya 92 de bahsi geçen ümmet ile aynıdır; Tevhid dini kastedilmektedir. Allah dileseydi tümünüzü tevhid dini üzere yapardı. Halbuki yine de ihtilaf edip duracaklardı.
Hac 34 Her ümmet(أُمَّةٍ) için Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mabed yapmışızdır. Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a itaat eden alçak gönüllüleri müjdele.
Ayetteki mabed; önceki ayetten anlaşılacağı üzere Kâbe’dir. Ayette “her ümmet” ifadesi vardır. Müslümanların tek ümmet olmadıklarının ifadesidir bu. Zaten toplum olarak Müslümanların tek ümmet olmaları pek mümkün değildir. Ümmet inanç birliği değildir. Ümmet kavramı kutsal bir şey de değildir. Ümmet birlikte yaşayan ve ortak bir hukuku kabul etmiş bir veya bir çok farklı kavimlerden oluşan insan topluluğudur. Bir dönem asr-ı saadet’de tüm Müslümanlar bir toplumda bulunmuşlardır(Muhammed ümmeti). Dikkat edelim bir toplumda bulunmuşlardır diye özellikle söyledim. Çünkü o toplumun tümü Müslüman değildi. Zaten tümünün Müslüman olması gibi bir şartta söz konusu değildir. Bu pek mümkün de değildir. Ümmet insan referanslıdır, İslam referanslı değil. Bir ümmet, Bakara 143 bahsedildiği üzere “adalet örneği ve hakkın şahitliği“ni gerçekleştirebilirse bu Allah’ın istediği vasat ümmet olur.
Maide 48 Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, herbiriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet(أُمَّةً) yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.
Ayette geçen “her biriniz“ toplumlar için kullanılmıştır. Her bir toplum için bir şeriat ve yol belirlemiştir. Tek bir ümmetten kasıtta tek bir şeriat ve yoldur diyebiliriz. Şeriat ve yol toplumun yapısı ve durumuna göre değişir.
Hac 67 Biz her ümmet(أُمَّةٍ) için bir şeriat tayin ettik ki, onlar onunla amel ederler. Bunun için (ey Muhammed!) bu konuda seninle hiçbir zaman çekişmesinler. (İnsanları) Rabbine (ibadet etmeye) çağır. Şüphesiz sen gerçekten hidayete götüren doğru bir yol üzerindesin.
Önceki ümmetlere emredilenler ile Hz.Muhammed(SAV) de gelen emirler arasındaki farklılık sebebiyle yapılan itirazlara cevap olarak söylenmiştir. Aslında burada çok önemli bir konu var. Prensipler; Tevhid inancı ya da adalet örneği olma, değişmez. Allah her ümmete aynı prensipleri emreder. Fakat ibadet şekilleri ya da fıkhı konular her ümmette farklı farklı olabilir-hatta olur desek yeridir. Prensipler dışında ibadet şekilleri ya da Allah’ın ümmetlere haram kıldıkları zaman zaman değişmektedir. Mesela İsrail oğullarına haram kıldığı hayvanın içyağı ya da cumartesi av yasağı gibi.. Ümmetin üzerine kurulduğu hukukta durağan değildir, dinamiktir. Şartlara göre değişiklik gösterir. Muhammed sünneti de Muhammed ümmetinin şartlarına göre şekillenmiştir.
Neml 83 Ve her ümmetin(أُمَّةٍ) âyetlerimizi yalan sayanlarından bir cemaati toplayacağımız gün, artık onlar bir arada tutulup (hesap yerine) sevkedilirler.
Her ümmetten ayetleri yalanlayanlar.. Ümmet yine toplum anlamındadır. Bir ümmette ayetleri yalanlayanlar ve iman edenler olabilir. Bu ümmet oluşlarının önünde bir engel değildir. Zaten onların bir ümmet olmaları ortak kabul gören bir hukuk iledir.
Müminun 44 Sonra biz peyderpey peygamberlerimizi gönderdik. Herhangi bir ümmete(أُمَّةً) peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu peygamberi yalanladılar; biz de onları birbiri ardından (yokluğa) yuvarladık ve onları efsâne yaptık. Artık iman etmeyen kavmin canı cehenneme!
Nahl 36 Andolsun ki biz her ümmete(أُمَّةٍ), "Allah'a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının." diye bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yer yüzünde bir gezip dolaşın da bakın ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün?
Nahl 63 Allah'a yemin olsun ki, biz senden önce bir çok ümmetlere(أُمَمٍ) peygamberler gönderdik. Ne var ki şeytan, onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. Bugün de o şeytan, kâfirlerin dostudur. Onlar için acı bir azab vardır.
Casiye 28 O gün her ümmeti(أُمَّةٍ), diz çökmüş görürsün. Her ümmet(أُمَّةٍ), kendi kitabına çağırılır, onlara: "Bugün yaptığınız amellerin cezası verilecektir.
Mümin 5 Onlardan önce Nuh kavmi, arkalarından da çeşitli topluluklar yalanlamışlardı. Her ümmet(أُمَّةٍ), kendi peygamberlerini yakalamak kastında bulundu. Hakkı batılla gidermek için boşuna mücadele ettiler. Ben de onları tuttum, alıverdim. (Bak o zaman) azabım nasıl oldu?
Fatır 24 Muhakkak ki biz seni hak ile hem bir müjdeci, hem bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet(أُمَّةٍ) de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.
Ümmet yine toplum olarak kullanılmıştır. Her ümmete bir uyarıcı gönderilmiştir. Casiye 28 de her ümmet kendi kitabına çağrılır deniyor, peygamber değil kitap(vahiy)tır esas olan. Vahyin zaman içindeki sürekliliğine vurgu söz konusudur.
Fatır 42 Olanca güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, mutlaka ilerideki ümmetlerin( الْأُمَم 16;) herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardı. Fakat kendilerine uyarıcı bir peygamber geldiği zaman bu, onların sırf ürküntülerini artırdı.
İlerideki ümmetler; Kendilerini peygamber gelmiş ve ona uymuş olan ümmetlerdir. Diğer meallerde daha net ifade edilmiştir.
Zuhruf 33 Eğer insanlar küfre sapan bir ümmet(أُمَّةً) haline gelmeyecek olsalardı, biz O Rahman olan Allah'ı inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık.
Bu ayet anlamak için önceki ayete bakmakta fayda var; Zuhruf 32 Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye biz onların bir kısmını diğerlerinden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Şimdi iki ayeti birlikte göz önüne alırsak; Eğer insanlar Allah’ın rahmetini-dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ediyor olsalardı küfre sapan bir ümmet haline gelirlerdi. Küfre sapan bir ümmet haline gelmeyecek olsalardı evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık.
Kur-an da Ümmet kavramını özetlersek;
-
Ümmet, tevhit dini olarak ifade edilmiştir bazı ayetlerde.
-
Diğer ayetlerde ise toplum anlamında kullanılmıştır; Ortak kabul görmüş bir hukuki zemin üzere bir arada yaşayan insan topluluğudur.
-
Her ümmetin bir eceli vardır. Oluşur, yaşar ve son bulur.
-
Bir ümmet; bir kavim, bir kaç kavim veya bir kavim içindeki bir topluluk olabilir.
-
Bir ümmet; farklı kavimlerden oluştuğu gibi farklı inançlardan olan insanlardan da oluşabilir.
-
Ümmet kavramı insan referanslıdır ve bir kutsallığı söz konusu değildir.
-
Her ümmete vahiy ulaştırılmıştır.
-
Her ümmetin şeriat-yolu farklı olabilir.
-
Her ümmetin yaptığı kendinedir.
-
Ancak adaletle ümmet bir arada kalabilir. Hiç bir ayette bunun "ama"sı yoktur.
-
Vasat ümmet, Allah'ın emrettiğidir. Adalet örneği ve hakkın şahitliğini amaçlar.
Tüm İslam coğrafyalarındaki toplumların birer vasat ümmet olması duasıyla..
__________________ Ve elçi dedi ki: 'Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktı'' (furkan-30)
|
Yukarı dön |
|
|
|
|