Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Peygamberimizi gözardı ederek Kuran'ın Allahın muradına uygun anlaşılamayacağını ortaya koyan önemli bir yazı.
Öncelikle şunu belirtelim ki Kur'an Meali okumak başkadır, Mealcilik olarak nitelediğimiz şey başkadır, insanlar elbette ki ana dilleri (en iyi anladıkları dil) ile yazılı olanları dinleyerek veya okuyarak anlayabilir.
Bu sebeple de bütün peygamberlere Allah'ın mesajı hep o peygamberlerin ve içinden çıkarıldıkları toplumların apaçık anladıkları dilden gönderilmiştir[1]Niçin yabancı bir dilden gönderilmediğini, şu adam ne diyor bir anlayan olsa da bize de anlatsa (41/44) diye ifadelendiren Allah, yeryüzünde gezip dolaşan melekler olsa idi biz elbette onlardan (meleklerden) birini onlara elçi gönderirdik (17/95) derken, diğer yandan meleklerden de onların arasından elçiler gönderdiğini (22/75, 35/1) buyurmaktadır.
Bu konu ile ilgili âyetlerin tümü özetle şunu anlatmaktadır ki Allah, kullarına bir yol göstermek ve onların dünyada işlerini düzene koymalarını, sonuç olarak da ahirette rahat etmelerini istemektedir. Bunun için hangi topluma mesaj gondermişse mutlaka o toplumun anlaşabilmek için konuştuğu dil ile konuşan, yani o topluluğun (toplumun) bir ferdini o topluma elçi olarak seçmiş ve kendisine vahyederek kaçınılmaz olarak içinde yaşadığı toplumdan başlayarak vahyi insanlara açıklaması, okuması emredilmiştir.
Bu açıklamanın ise o toplumun dilinden olması kadar gerekli ve kaçınılmaz bir şey olamaz. İşte bu sebepledir ki Kur'an, Hz. Muhammed'e kendi toplumunun konuştuğu, anlaştığı dil ile ki o dil Arapça'dır - gönderilmiştir. Yoksa Arapça'nın bir imtiyazı, bir üstünlüğü, bir farklılığı olmasından dolayı, cennette konuşulacak dil olması(!)ndan dolayı delil. Bu gibi sözler uydurmadır.
Bu arada şunu da belirtmekte zaruret görüyoruz ki Kur'an tercüme edilemez, meallendirilemez değildir. Asırlar boyunca tercüme edilmiş ve meallendirilmiştir.
Kimilerinin sandığı gibi tercümedeki güçlük, meallendirmedeki zorluk Arapça ile Türkçe arasındaki bir özel durumdan doğmamaktadır. Unutulmamalıdır ki hiçbir dilde yazılmış bir eser bir başka dile, orjinal dilindeki gibi ne tercüme edilebilir, ne meallendirilebilir.
Zira her dilin tarihî süreç içinde o dili konuşan toplumun coğrafyasından, iklimine, arazi yapısından yediklerine, yaşam biçiminden ekonomik durumuna, yerleşik veya göçebe oluşundan dünya görüşlerine kadar sayılması uzun sürecek birçok unsurun etkisi ile oluşmuş kelimeleri kavramları, kelime ve kavramların anlam farklılıkları vardır.
Zira içinde yaşanılan şartlar kelimeler aynı da olsa bu kelimelerin kafalardaki izdüşümü farklı bulunmaktadır. Örneğin soğuk denildiği zaman Mekke'de yaşayanların anlayacağı soğuk - Allah bilir - sıfır üzeri 15-20 derece olmalıdır. Aynı kelime bir Erzurum için veya kutuplar için çok farklı derecede bir soğukluğu anlatacaktır. Kutuplardaki soğuğu Arab'ın aklının alması bile çok güç iken, Mekke'deki sıcağı da Grönland'da yaşayan birilerinin anlaması her halde güç olmalıdır. Bu örneğimizi hemen her konuda çoğaltabilmek mümkündür ve ne demek istediğimizi anlatmaya örneğimizi yeterli görüyoruz.
İşte bu sebepledir ki hiçbir dilden bir diğer dile tam karşılıklı tercüme yapabilmek mümkün değildir. Buna dillerin, o dili konuşan halkın diğer halklardan farklı şartları olmasının zarureti sebep olmaktadır. Bundan ötürüdür ki ne Türkçe bir eseri tam anlamıyla Arapça'ya tercüme edebilmek, ne çingeneceyi bir başka dile tam anlamıyla çevirebilmek mümkün değildir.
Kimilerinin sandığı gibi Kur'an hiçbir dile tercüme edilemez değildir.Tercüme edilir ve edilmiştir de. Halen de edilmektedir. Lâkin bilinmesi gereken şey odur ki Kur'an, Allah'ın sözleridir. Fakat asla 'Rabça' bir kitap değildir. Allah'ın, kullarının düzeyinde, onların anlayabilmesi için anlaşılması da kolaylaştırılmış bir kitap olarak gönderilmiştir. Zira açıktır, açıklayıcıdır.
Peygamber şari değildir. Şârî olan yalnızca Allah'tır. Fakat unutulmaması gereken bir husus vardır ki o da peygamberin bir uyarlayıcı, bir uygulayıcı olduğu hususudur, İnsanlar Allah'ın dinini gerek teorik olarak (âyetlerin aynen elçinin ağzından çıktığı gibi) gerekse pratik olarak (yaşama geçirilmesi olarak) O'nun elçilerinden öğrenmekteyiz.
Onlar güvenilir insanlardır. Onlar da yanılırlar fakat diğer insanlardan farkları - ki bu farklılık çok önemli bir farklılıktır ve elçilerin dışında hiçbir insanda bu fark bulunmamaktadır - yanılgılarının, yanlışlarının kendilerine hayatta iken ve genel olarak yanlışı yapmasını takiben düzeltilmesi farkıdır. Ki bu fark, onların Kur'an teoriğinin, pratize edilmesinde hüccet teşkil etmesinin dayanağıdır. Dindeki bir hususu Allah'ın elçisi dururken, elbette ki bir başkası açıklayacak değildir. Olsa olsa soru şeklinde sorabilir ve Allah'ın elçisinin konu ile ilgili olarak söyleyeceklerini dinlemek ve onlara uymak zorundadır.
Elçiler de içinde bulundukları toplumun birer ferdidirler. Bu sebeple o toplumun bazı özelliklerini taşırlar. Şayet bu özellikler kendilerine gelen vahyin özüne aykırı ise Allah elçilerindeki bu uymazlığı giderir ve onları düzeltir. Bununla ilgili âyetlerin bulunduğunu, bir diğer tabirle ALLAH'IN ELÇİSİNİ DÜZELTTİĞİNİ biliyoruz[2].
Hiçbir elçi taşımaktan ötürü şeref duyduğu görevini kötüye kullanmak istemez ve kullanmaz. Şayet bunun tersine hareket olursa, "O kendisinden bir söz uydurup ta sonra onu bize isnâd etse (bunu bana Allah söylüyor, vahyediyor dese) Onu (bunu yapan elçimizi) şah damarından yakalar ve sağ elini (bütün güç ve kuvvetini) ondan alırdık, içinizden kimse de onu elimizden alamazdı (kurtaramazdı)" (69/44-47) Allah'ın böyle bir halde ne yapacağını yine kendisi anlatmaktadır.
Şu açıkça bilinmelidir kî peygamberin uygulamaları -yeter ki Onun uygulamaları olduğundan emîn olalım - bütün müslümanları bağlar. Örneğin namazın hemen bütün erkânı Kur'an'da bulunduğu halde rekat sayısı ile ilgili bilgilerimiz peygamberimizden gelen hem lafzî, hem amelî rivayetteki tevatürdür. Aksine de hiçbir rivayete rastlanmamıştır. Rastlansa idi bir avuç da olsa bir kısım müslüman çıkar ve o rivayete göre namaz rekatlarını belirlerdi. Böyle bir rivayete asla rastlanmamıştır. Bu sebeple namaz rekatlarının sayıları da müslümanım diyenleri bağlamaktadır. Bir hususta Allah'ın elçisinin yaptığına itibar etmeyip, hevasına (kendi anlayışına) uymanın İslamda yeri bulunmadığı bilinmelidir.
Bila istisna herkesin tevâtüren bildiği ve yapageldiği gibi Arapça'daki 'salat’ peygamber tarafından bilindiği gibi kılınmış (ikame) edilmiştir. Zaten namazın erkânı olan tüm hususlar (rekat sayıları dışında) Kur'an'da zikredilmektedir. Abdest, Istikbâl-i Kıble, Kıyam, Rüku, Secde, Kur’an'dan kolayına gelenin okunması (kıraatı)dır.
Biz düşüncemizin sağlamasında peygamberin yaptığı fakat yanıldığı, yanlış yaptığı hususlarda Allah'ın durmayıp dininin yanlış anlaşılması ve uygulanmasına engel olmak için bu yanlışı, yanılgıyı düzeltme sünnetine dayanmaktayız. Ve bu sebeple kimilerinin söylediği gibi yolda giderken ayakta dua etmenin namaz demek olmadığından eminiz. Örtülerini omuzlarının üzerine indirsinler âyetinde baş örtüsü kelimesinin geçmemesi sebebiyle kadınların başlarının (saçlarının ve boyunlarının) açık olabileceğini ileri sürenlere omuzların üzerine indirsinler ifadesinde indirmenin yukarıdan aşağıya yapılması gereken bir iş olduğunu hatırlatıyor ve omuzun üzerindeki üst yerin de baş olduğunu hatırlatmak istiyoruz.
Başka bir alternatif düşüncenin bulunamıyacağı kanısındayız. Bu sebeple mealcilerin hiç değilse bir kısmının cevahir bulmuş gibi sarıldıkları baş örtüsünün Kur'an'da geçmediği ve açık olunabileceği düşüncesinin kof bir düşünce olduğu kanısındayız ve bir fahşa olarak görüyoruz bu düşünceyi...
Yine kimi mealcilerin Kur'an'a itibar edeceğiz diye 'şarabın haram edildiği’ diğer içkilerin içilebileceği kanısında olmalarını da en azından anlayış kısırlığı ve kendini kilitlemek olarak görüyor ve değerlendiriyoruz. Böylesi şaşkınlıkları da şu âyetle açıklıyoruz: "... (Ey Muham-med), Rabb'inden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır..." (5/68)
Dikkat edildiğinde görülen şey şudur. Meal okuyanlar değil, mealcilik yapanlar, yani itibar edilecek şeyin yalnızca meal olduğunu söyleyerek Kur'an'a da aykırı bir tutum sahibi olanlar Allah'ın o Kitapta peygamberi için "Onda sizler için güzel bir örnek vardır" (33/21, 60/4-6) âyetini görmüyorlar mı? Kitap, yani Allah, elçisine hukukî bir deyimle atıfta bulunmaktadır. Bu atfa itibar etmemek, atıf yapana itibar etmemektir ve hukuk mantığına, hukukun esaslarına aykırıdır.
Tevhide sarılacağız derkon, tevhidi zedeleyenler şirke girmekten korktuklarını söyleyerek bu ve benzer esaslı yanlışlara düşenleri uyarmak ve Allah'ın kitabını tepkisel olarak değil, peşin hükümsüz algılamalarını ve ona göre düşünüp, amel etmelerini tavsiye ediyoruz.
Tepkiselliğin asırlardan beri altında hadis yazan ne buldularsa hepsinin karşısında şapka çıkaran, selam duranların düştüğü esaslı yanlışın karşıtı olarak ortaya çıktığını görüyor ve aynı cinsten esaslı bir yanlışın yapıldığına inanıyoruz. Bu yanlışı yapanlara da Mealci diyoruz. Nasıl peygamberin sözü değil; peygamberin söylediği söylenen sözlerin tümünü din sananlar esaslı yanılgıda olmuşlarsa aynen onların yaptığı yanlışı tersinden yaparak esaslı yanlışlığa düşenler de mealcilerdir ve peygamberi dışlamaktadıriar. Evet kesinlikle kanaatımız odur ki peygamber bir postacı değildir.
Peygamber güncel bir deyimle "YAP-İŞLET-DEVRETÇİ"dir. Yap, işlet, devretçi olanın görülmezlikten gelinmesi mümkün olmadığı gibi, ihmal edilmesi de mümkün oğildir. Hem aklen mümkün değildir, hem naklen. ‘Onda sizin için güzel örnek vardır’( ). Bunu mümkün görenlerin kendilerini gözden geçirmelerinde, akıllarının yerinde bulunup bulunmadığını kontrol ettirmelerinde umulaz yararlar görmekteyiz. "Kim uğraşacak o kadar hadisle" gibi bir mantığı kendilerinde gördüğümüz kimi mealcilerin kolaycılığını, asırlardan beri altında her hadis yazan sözün peygamber tarafından söylenilmiş gibi algılayıcıların kolaycılığından hiçbir farkını görmüyor ve bu taifenin de aşırı gidenlerden olduğunu açıkça belirtmekte zaruret görüyoruz. Din kolaydır ve Allah dinini kolaylaştırmıştır fakat asla ucuzlatmamıştır.
Biz bugüne değin ne kadar mealci ile tanışmış, görüşmüş ve konuşmuş isek inanınız hepsini kolaycı olarak görmüşüzdür. Hiçbir orjinaliteleri olmadığını fakat kendilerini çok şey sandıklarını görmüşüzdür.
Kur'an meali okuyunuz ama asla mealci olmayınız. Mealcilerin siyâsî açıdan kısırlığı ortak paydalarındandır. Mealcilerin kolaycılığı ve burunlarının ucunu bile görmekten acizliği, kendilerine imrenilmesini engellemektedir.
Bizim, yılların birikimi sonucu kanaatimiz odur ki Mealcilik, Kur'an'ı anlamanın ve hayata geçirmenin önündoki en yeni engeldir. Uzak durulmasını dileriz.
Kuranda baş örtüsünün varlığı veya yokluğu,yıllardır konuşulan şeydir.Malesef tam bir cevap verilememekte.Kuranı okuduğumdan beri benimde çoğu fikrim,daha doğrusu atalarımızın fikri olan düşüncelerim değişti.
Başörtüsünde yakalar diye bahsedilirken kadının gerdanınıda kapatması gerektiğini düşünüyorum.Birde kuranda ziynetlerinizi saklayın derken kastedilen nedir sizce?
merhaba yazacaklarım uzun olacağından sadece birazını buraya koyuyorum
ÖRTÜNME (Başörtüsü, çarşaf, sarık
Örtünme konusu, fıkıh ve İlm-ü Hâl kitaplarında “setr-ü avret”
başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak
zikredilmiştir. Halbuki, halk arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak
bilinen “setr-ü avret” hakkındaki talimatlar ile ziynet sayılan yerlerin
örtülmesi hakkındaki talimatlar sadece namaz için verilmemiş, hayatın her anı
için verilmiştir. Yani bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her
dakikada ve her saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını
ilgilendiren talimatlardır. Ayrıca, bu konunun dinî kitaplarda “setr-ü avret”
konusu olarak değil de, Kur’an’ın konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde “avret
ve ziynetleri açığa vurmama” adıyla ele alınması daha uygun olacaktır.
Örtünmenin tarihi
Örtünmenin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü örtünme
Rabbimizin buyurduğu gibi, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkilere
karşı korunmak için yapılmaktadır:
Nahl; 80, 81:Allah size, evlerinizden huzur ve sükûn yeri yaptı.
Hayvan derilerinden de size, gerek göç gününüzde gerek konduğunuz sırada
rahatça taşıyacağınız evler de yaptı. Ayrıca hayvanların yünlerinden,
yapağılarından ve kıllarından belli bir süreye kadar kullanabileceğiniz
giyimlikler, döşemelikler ve kullanım eşyası verdi.
Allah yarattıklarından sizin için gölgeler oluşturdu. Dağlardan
sizin için sığınak evler yaptı. Sizin için sıcaktan koruyacak
elbiselerle savaşta koruyacak elbiseler de yaptı. İşte nimetini
üzerinizde böyle tamamlıyor ki, O’na teslim olup esenliğe ulaşabilesiniz.
Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece
korunmaya yönelik olarak; bulunulan bölgeye, iklim şartlarına göre olmamış,
meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik
şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış
ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı
imparatorluğunda halkın ancak tek sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki
sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık da padişaha özgü kılınmıştır.
Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar, saraya mensup kimseler,
esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek zorunda
bırakılmıştır. Kişilerin özelliklerini belli eden kıyafetler giymeleri, tüm dünya
ülkelerinde günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği
askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik…
olan kimseler, bu özelliklerini tanıtan kıyafetler giymektedirler.
Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da
kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’an’ın indiği dönemde, dünyanın hemen her
tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygın bir uygulama olup, bu
statüdeki insanların diğer insanlardan hemen ayırt edilmesi için kıyafetlerine
bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ hür erkeklerin sarık sarmaları ve hür
kadınların başlarına örtü almalarına karşılık kölelerin başlarını
örtmelerine izin verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile
ilgili kıyafet düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer
tabletlerinin okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya
çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul kadınları başlarını örtmeye
mecbur etmiş, kızların, cariyelerin ve sokak fahişelerinin ise örtünmesini
yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme bağlamıştır
(Prof. Mebrure Tosun - Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur
kanunları ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s.252, madde 40). Yani,
Araplar arasındaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki yerleşik
alışkanlık, aslında bölgede çok eskiden beri uygulanmakta olan bir kıyafet
şeklidir.
Yahudilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir
örtünme söz konusudur. Ama Yahudilikteki uygulama mahiyet itibariyle Sümer ve
Asur’dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz
eder. O zamanın örfüne, törelerine göre, toplum içindeki kötü kadınların,
fahişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:
Elinizde İncil'in ya da Tevrat'ın tahrif olmamış hali mi var da baş örtüsünün bu dinlerde kesin olduğunu iddia ediyorsunuz?Bu kutsal kitaplar tahrif edildiğine göre bundan nasıl emin olabilirsiniz?
AHZAB
59 – Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mümin kadınlara
söyle: Ev dışına çıktıkları zaman dış elbiselerini
üzerlerine salıversinler. Böyle yapmaları onların iffetli
tanınmaları ve kendilerine sarkıntılık edilerek
incitilmemeleri yönünden en uygun bir davranıştır. Allah
gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı
boldur). [24,31] {KM, I Korintos. 11,5-6}
NUR
60 – Evlenme arzu ve ümidi kalmamış olan ihtiyar
kadınların, zinet yerlerini teşhir etmeksizin, dış
giysilerini çıkarmaları, günah değildir.Bununla beraber
sakınmaları, kendileri yönünden daha iyidir. Allah her
şeyi işitir, gizli âşikâr her şeyi bilir.
KURANDA ÖRTÜNME VARDIR. AMA ŞARTLARIDA VARDIR. KADINLAR
GÜVENDE OLMADIKLARI YERLERDE ÖRTÜNMELİDİR.
YUKARDAKİ AYETLER GEREĞİ.
ANCAK %99 MÜMİN OLAN BİR ÜLKEDE GÜVENDE OLDUKLARINDAN
VEDE KENDİLERİNİ KÖTÜ KADIN DA OLSA RAHATSIZ EDECEK
ERKEKLER OLMADIĞINDAN GEREK YOKTUR.
HA KADINLAR ÖRTÜNÜYORSA DURUP BEN MÜMİNİM DİYENLERİN BU
KADINLAR NEDEN ÖRTÜNÜYOR DİYE DÜŞÜNMELERİ GEREKİR.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma