ABDÜLVEDUD ÇELEBİ, ancak ‘tefessüh’ bir ilke olarak kamusal müzakere zemininde kendisinden asla söz edilemez hale geldiğindedir ki, o toplumun gerçekten çökeceğine dikkat çeker. Önceki Müslüman ve Hıristiyan kuşaklar, fazilet ve kudsiyetin geçmişteki altın çağlarına kıyasladıklarında, kendilerini değersiz görür ve bundan ıztırap duyarlardı. Ama, insanların kendilerinden memnun oldukları zamanımızda, ahlâkî bozulma veya tefessüh fikrini ağza almak, Spenglerci bakışta dahi, insanın gerici bir romantizm ile suçlanması için yeterli görünüyor. Zira, tefessüh fikrinin kendisi, oldukça hatalı bir şekilde, bir tefessüh olarak algılanmaktadır.
Eleştirel ama şefkatli bir gözle Batıya bakan Müslümanlar, eski zamanlardaki nefis muhasebesinin günümüzde yapılmayışından dolayı epey rahatsızdırlar. Belirtilmesi gereken şu ki, hâkim kültürün artık geçmiş ahlâkî ve kültürel mükemmelliği atıfta bulunarak kendini beğenmişlikten vazgeçme gibi bir tavrı yoktur. Günümüzde, mevcut olana uyum’un talep ettiği paradigma, daha ziyade, tabiatında hep değişim olan liberal konsensüs paradigmasıdır. Buna göre, ihtiras duygusuyla tersyüz edilmiş şu dünyada model olarak iş görecek olan, gelecektir; geçmiş asla değil! Aslında son derece saldırgan (‘kutsala saygısız’) olan bu söylem, güya özerk halk rızasınca üretildiği varsayılan kuşatıcı liberalizme karşı koyan toplumlarda değil, halkın rızasının gerçekte çoğunlukta medyaya hükmeden ve gitgide acayipleşen eşi görülmemiş biçimlerde kamuoyuna şekil veren küçük, kişisel olarak ahlâksız ve aynı zamanda ideolojik bir dürtüyle hareket eden elitler tarafından belirlendiği modern toplumlarda varlığını sürdürebilir.
Ailenin konumu üzerindeki münakaşa, göbeği yağ bağlamasına karşın ‘çökmüş’ olan Kuzey ile gitgide daha da yoksullaşan Güney arasında mevcut olan bir ideolojik çarpışmanın tam ortasında yer almaktadır (Yine, Avrupalı Müslüman topluluğu da, bu çarpışmanın ortasında, kendisini tanımlamaya ve hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor). Her iki taraf için de son derece hayatî olan bu kültür çatışması, kaçınılmaz bir şekilde gündemi en üst noktada işgal etmektedir. Öyle ki, her televizyonu açıp arkamıza yaslandığımızda, Üçüncü Dünya’nın katı bir şekilde aile-merkezli oluşunun hastalıkları ve halklarının liberal demokrasinin sosyal öğretilerine uyum göstermedeki isteksizlikleri hakkındaki sonu gelmez propogandalarla diri tutulan Kuzeyli önyargı ve şüpheye şahit olmak zorunda kalıyoruz. Ortalama bir Batılıya göre, bu tek yönlü polemik, tatminkâr ve tartışma götürmez gözüküyor. Ama aslında bu polemik, Batılıların kendi toplumlarında var olan sorunları hafif görmelerine yarayan üstünlük varsayımlarından kaynaklanıyor. Kamuoyu da, en mutedil (ama kendinin haklılığını iddia eder) bir biçimde ifade edildiği şekliyle, “Filistinliler, Bosnalılar ya da Zapatistalar işledikleri günahların keffaretini ödüyorlar düşüncesiyle şekillendiriliyor. Aslında, modern Batıya ait sosyal öğretilerin, girmekte olduğumuz binyılda yeni emperyal ideolojilere dönüşmekte olduğu fikrine katılmamak mümkün değildir—polemikçilerin ortodoks feminizm ve eşcinselliği, Üçüncü Dünyayı pataklamaya elverişli bir değnek olarak kullanmaya kalkışması, bunun bir delilidir. Bir yüzyıl önce, Avrupalı, herkesin işine teolojik dogma ve ticaret adına burnunu sokuyordu. Şimdi ise bunu sosyal dogma ve ticaret adına yapıyor. Demek ki, bu horgörünün altında yatan tutum, özü itibarıyla değişmeden kalmıştır.
Öte yandan, Batıda yaşayan Müslümanların bu meselede tuhaf bir üstünlük noktasına tünemelerine karşın, birçok İslâm ilahiyatçısı Müslüman dünyadaki ‘Batılılaşma süreci’ni ve bu sürecin aile hayatı ve hakikat üzerindeki olumsuz etkilerini kaleme almışlardır. Bunlardan bazıları, bu sürecin şampiyonluğunu kültürel formasyonu eski emperyal güçlerin başarısı çerçevesinde şekillenmiş olan— eski moda seküler seçkinlerin yaptığını da belirtmişlerdir. Gerçek şu ki, ortalama bir laik Suriyeli veya Türk’ün aile hayatı biçimi, yakışıksız talepleri ters yönde olsa da, modern bir Avrupalınınki gibi değildir. Giyim kuşamları, mobilyaları, evlilik an’aneleri ve hayata dair çoğu ayrıntılar, Batı varlığının bugünkü gerçeklerinden daha çok, 1940’lı ve 50’li yılları hatırlatır. Ve dolayısıyla ailedeki değişimlere ilişkin anaakım Müslüman tartışması, esas olarak, ‘kurtarılmış’ Batının anayurtlarında yaşayan bizlerin durumuyla çok az noktada ortaktır.
Batılı Müslümanlar olarak kendi durumumuzu teorileştirmeye giriştiğimizde hemen karşımıza çıkan ironi, çoğumuzun benimsemeye çalıştığı kültürün artık hayatta olmadığıdır. 1950’ler ve 60’lara kadar Avrupa aile değerleri, farkedilir derecede, aileyi merkeze alan—İbrahimî toprakta boy vermiş—büyük bir dinî gelenekten besleniyordu. Yani, İslâm ve Hıristiyanlık arasındaki öğretiye ilişkin tartışmalar keskin kalsa da, Müslüman ve Hıristiyanların ahlâkî ve sosyal kabulleri, birçok bakımdan birbirine destek olacak şekilde verimli ve benzerdi.
Bugün bu örtüşme, büyük ölçüde kayboldu. Dahası, Kiliseler, yıllanmış mercan kayaları gibi kendilerini özgürlükçü kum fırtınasıyla temizlenmiş ve yeniden şekillenmiş buldukça, mutlak ahlâkî hakikatlerle uyumlu ve inandırıcı bir ses olmayı iddia edemiyorlar artık. Bu cümleden olarak, Britanya Katoliklerinin genelde açık zihinli sözcüsü Kardinal Hume, yakınlarda eşcinselliği mazur gösteren bir yorumda bulunmuş; bir Anglikan piskoposu da, bedenini sıkıca saran kot pantolonu ve deri ceketiyle, bir başka erkekle olan ilişkisini açıkça ilan etmiştir. Yine, kendi cemaatlerinin ailevî değerlerini temsil etmekten çok uzakta olarak, Londra’daki 900 rahipten 200’ü eşcinsel eğilimlerini açıklamışlardır. Sodom’un erdemlerini belagatle terennüm eden Hıristiyan ve Yahudi örgüt ve kişilerinin sayısının gün geçtikçe arttığı gözlenmekte, ve bu, laikçiler tarafından sevinçle karşılanmaktadır; zira geleneğin zayıflamış sesinin en sonunda tamamen kesileceğini ümit ediyorlar. Avrupa’nın geri kalanının durumu da, doğrusu bundan pek farklı değil.
Bütün bunlar, sınıf, ırk ve iktisat açısından Avrupa’nın büyük kısmında şimdiye kadar marjinal kalmış Müslüman topluluğunun, bundan böyle, potansiyel olarak çok daha şiddetli bir yabancılaşmaya maruz kalacağı anlamına gelmektedir. Daha önceki Avrupalı nesiller tarafından meşru olarak kabul edilen değerlerin biricik savunucuları olan azınlık vatandaşlar olarak bizler, bugün iki arada bir deredeyiz. Ve bu şartlar altında paniğe kapılmak, kendi hususî âlemimiz dışındaki dünyayı kötü ve şer diye şiddetle itham edip hiziplere ve kültlere bölünmek şeklinde bir tavır, çoğumuzu kuşatacak gibi gözüküyor. Şimdiden bu tür hareketler kampüslerde epeyce yol almış durumdadır. Fakat, böylesi verimsiz ve adî şaşırtmalara direnmemiz gerekmektedir; ve eğer imanımız gerçekten bizim ve bizi kötüleyenlerin inanmak istediği derecede güçlü ise, şimdi post-modern olduğu kadar post-Hıristiyan bir mahiyet arzeden bir Avrupa’yla ilişkimizde çok daha olgun ve verimli bir kavrayış lehine kolaylıkla direnebiliriz.
Fakat böyle bir duruşun gün yüzü görmesini sağlayacak bir strateji, Müslüman gelenekselciliğinin rahatlatan özcü ‘meta-anlatı’ türüne müracaat edilmeyen bir zemine oturtulmalıdır. Çünkü, bu tür bir meta-anlatı, kültürel kimliği tanımlama yetkisini kendi elinde tutarak, nesnel hakikatten ziyade kendi konumu üzerine vurguda bulunur. Böylesi yanlışlar, yirminci yüzyılın çatışan özcülükleri şeklinde, özelde milliyetçilik ve faşizm biçiminde ortaya çıkmıştı; ki bu, manevî gerçekliklere karşı duyarlılıklarının sahte manevî otantisite arayışına boyun eğdiği, hatta yerini ona bıraktığı Müslüman aktivistler arasında da maalesef çok sık görülen bir yanlıştır. 1970’lere kadar Müslüman Kardeşlere ve neo-Osmanlı ihyâcılara ilham veren Müslüman medeniyeti anlatısı, Selefin bölünmemiş bir şeriat ekolü takip ettiği şeklindeki problemli tez üzerinden, aniden ‘Selef’e dair ütopik anlatıya yol vermiştir. Gelgelelim, hem Müslüman Kardeşler hem de neo-Osmanlı ihyâcılar arasında, hakikî imanda olması gerektiği üzere, kimin daha arınmış olduğuna dair kronik bir obsesyon yerine şefkat ve diğergâmlıktan beslenen bir ahlâkı husule getiren sıcakkanlı ve sorumluluk duygusu yüklü bir imana rastlamıyoruz.
Bunun anlamı şudur: Avrupa’da yaşayan Müslümanlar bazı Müslüman ülkelerde meydana gelen İslâm’ın fakirleştirici ve dışlayıcı bir tarzda ‘ideolojileştirilmesi’ olgusuna karşı koyamadıkları ve Rabb-ı Rahîm’in sonsuz şefkatinden ilham alıp beşerin refahına yönelik samimî ve duyarlı bir ilgiden beslenen bir iman imajına kavuşulmadığı müddetçe, bu meseleye ve günümüzün bunun gibi başkaca kapsamlı meselelerine çözüm yolunda bir katkıda bulunmada başarısız olmaya devam edeceğiz. Dışlayıcı insanların “İnançsızların ne düşündüğünden bize ne?” diyerek omuz silkmesi çözüm değildir. Çünkü Kur’ân, Müslümanları başkalarına örnek olmaya çağırmaktadır. Biz, kültürel gettolarda saklanır ve sınırı aşmalarından ince bir zevk duyduğumuz kimselere yıpratıcı ve küstah bir şekilde davranırsak, ne örnek olabilir, ne de Allah’ın bize gönderdiği mesajı başarılı bir şekilde aktarabiliriz. İşte bu yüzden, Batı toplumunun gerçek ikilemlerini anlamada zor olan yolu seçmek zorundayız; ve bizi bekleyen daha da zor bir iş, gerçekten yardımı olabilecek çareleri nazikçe sunabilmemizdir.
Sözünü ettiğim tarafı tutmanın zamanı ise, şimdidir. Son yıllarda Britanya’da bazı dindar şahsiyetler, ailenin ilerleyen çöküşü trajedisine ilişkin düşüncelerini, çok kere kederli ve genelde ikna edici bir şekilde ifade etmişlerdir. Sözgelimi, Liverpool Piskoposu ile Hahambaşısı, bu süreci genel istatistiklerle özetlemişlerdir: Bugün İngiliz çocuklarının yüzde 34’ü evlilik dışı doğuyor, benzer oranda yetişkin ise boşanmanın üzücü sonuçlarını yaşıyor. Yirmi yıl içinde, ulus çapında çocukların ancak yarısından daha azı, anne ve babanın beraber yaşadığı ailelerde büyütülecek. Birbiri ardınca gelen sosyal felâketlere dair birkaç tartışmalı hususa gelince: ABD’de mahkûmların yarısından çoğunun parçalanmış aileden geldikleri ve erkek ve kadınların orta ve ileri yaşlarda dahi anne-babalarının boşanmasından derin psikolojik zarar gördükleri biliniyor. Görülen o ki, Piskopos ve Hahambaşı, çocuklar ve yetişkinlerin aile sığınağına geçmişte asla bu kadar ihtiyaç duymadıkları hızla-değişen bir dünyada, ailenin günahların en temeli olan bencillikle yıkılmış olmasının yasını tutuyorlar. Kimse bir feragatte bulunmak istemiyor. Kişisel özgürlük putuna boyun eğerek, hepimiz, haklarımız için yaygara koparıp görevlerimizi es geçiyoruz. Bu ders, asap bozucu ama açıktır: Müşterek sosyal ilerlemenin anahtarı olarak Adam Smith’in rekabete dayalı bireysel menfaate taraftarlığını kutsallaştıran Thatcher-Reagan benmerkezciliği, tüm teşebbüsü tehlikeye atacağından dolayı, birçok zayiata sahip çıkıyor. Açgözlülük, zengin insanlar ve mutlu Finans Bakanları meydana getiriyor, ama artık bunun uzun vadeli maliyetini ödeme zamanına gelindiği de gözleniyor. Çok büyük sosyal ve ekonomik faturalar, ekstra polis kuvvetine, hapishanelere, sosyal işçilere ve ardı arkası kesilmez sosyal güvenlik kontrollerine kadar uzanan geniş bir yekün tutuyor. Sosyalist devrimin başarısızlığı çoktan görüldü; öyle görünüyor ki, kapitalizm de en sonunda kendi çelişkileri içinde boğulacak.
Öykü, buraya kadar açık ve net. Bu olanlara açgözlülüğün sebep olduğundan, sadece dindar insanlar değil, başkalarının da kuşkusu bulunmuyor. Ne var ki, diğergamlığa geri dönülmesi için yapılan ikazlar, geçmiş çağlarda çok sık işitilmiş olmakla birlikte, görünür alanda pek de etkili olamamıştır; zira insanları ikna edebilecek derece yeterli çözüm ileri sürülmemiştir. Eğer dinler insan günahkârlığına ait kötü sonuçların üstesinden gelme kapasitesine hakikaten sahiplerse, o zaman, ‘iyi olma’ yönünde basit yakarışların çok da etkili olmadığını ve ıslah için tatbik edilebilir bir paradigmanın da bu yakarışlara eşlik etmesi gerektiğini kabul etmek zorundadırlar. Ne piskopos, ne de haham, bu noktada tatbik edilebilir durumda somut birşeyler öneriyorlar. Kimbilir, belki de bu yüzden, siyasetçiler ve liberal medya tarafından hoşgörülüp el üstünde tutuluyorlar. Fakat rolleri, ‘milletlere bir lütuf’ olarak, somut bir sosyal ve ahlâkî program içinde belirlenen Müslümanlar olarak bizler biliyoruz ki, toplumun mevcut kötü durumu asla vaaz vermekle ıslah edilemez. Yapısal değişimler de gerekir; ve, böylesine ağır bir problemin çözümünün sancılı olacağı da aşikârdır.
* * *
En az ailenin çöküşünün nedenleri kadar aşikâr başka birşey de, kurulu düzen ideologlarının bu çöküş nedenlerini tanımayı reddetme gerekçeleridir. En göze batan örnek, politikacılardır: Geçen dönemde ABD Başkanının cinsellikle bağlantılı kötü davranışlarından açığa çıkanlar, dürüstçe söylersek, can sıkıcı olaylar serisinin sonuncusudur. Ki bu, siyaset kurumunun, ahlâkî bir hayata katkı noktasında büyük bir yetersizlik içinde olduğunu gösteren son olaydır. Oval Ofiste ve diğer bakan ve parlamenter ofislerinde nefsin isteklerine yenik düşülmesi, bize yeterli ipuçlarını vermektedir. Başkan’ın, düğmelerle ilgilenmeyi aşırı seviyor olması bir tarafa, masasının önünde her sıkıcı mektup yazma anına farklı tatlar eklemesinden anlaşılan o ki, karşı cinslerin anarşik bir halde birarada bulunmaları, mevcut ahlâkî gerilemenin arka planını gayet net açıklıyor. Kaldı ki, parlamento üyelerinin ahlâk dışı ilişkileri, ikinci eş olarak kullandıkları sekreterlerle de sınırlı değildir. Açıkçası, Batıda çok-eşlilik, Müslüman topraklarda görüldüğü üzere az rastlanır bir istisna değil, kuraldır. Sadece sapmkın bir ahmaklık—yahut göz yumma—şu gerçeği gözardı edebilir: Eğer bir politikacı, iktidarın üretiyor olduğu gözüken erotizmden dolayı mahkemelik oluyorsa, demek ki karşı cinsten birisiyle geç saatlere kadar çalışıldığında, bir büyük yangın ihtimalden daha fazla birşeydir. Çocuklar ve eşler ne kadar acı çekerlerse çeksinler, isterse intihara kadar varan travmalar yaşasınlar, bu şartlar altında sistem bir koruma sunmamaktadır. Demek ki, bireysel hakların aile haklarından önce geldiği gibi felâkete götürücü bir anlayış kaçınılmaz bir şekilde hem bireyin, hem de ailenin çökmesi sonucunu doğurmaktadır.
Fakat, siyaset bir çevrenin adı çıkmış örneğidir yalnızca. Cinsel tacizler üzerine günümüzdeki şiddetli tartışmalardan anlıyoruz ki, bundan böyle özel arzuların tecavüz edemeyeceği bir kamusal alandan pek söz edilemez. Erkek ve kadınların gelişigüzel birbirine karıştırıldığı, ve ayartma ve sadakatsizlik yönünde radikal bir şekilde artmış fırsatın bu derece herkese açık olduğu bir toplum, daha önce asla var olmamıştı. Bu, artık en ahlâk karşıtı gazetecilerin, siyasetçilerin ya da sosyal stratejistlerin dahi görmek zorunda olduğu bir durumdur.
Tom Wolfe’un popüler romanı Bonfire of the Vanities’de genç bir iktisatçı, karısının ve kızının hayatını karartma pahasına evli birisiyle gayrimeşru bir ilişkiye girer. Zira, basitçe söylersek, New York ‘şehvet içinde boğulan’ bir şehirse, o da bu şehrin çocuğudur. Onun düşüşüne sebep olan şey, sadece farklı cinsiyetlerin alışıldık biçimde birbirine karıştırılması değildir. Gözlerinin gezindiği her yerde, kendisine çengel atan ve cazip bir şekilde sorumluluktan muaf bir cinselliğe çağıran reklâmları, pornografiyi, haber öykülerini ve vücudu gittikçe daha da öne çıkaran moda gösterilerini görür. Wolf’un zina yapan erkek tipi, aslında sıradan biridir, yani doğuştan kötü biri değildir; sadece, insanların çoğunun sorumlu bir şekilde davranamayacağı bir dünyada yaşamaktadır.
New York, henüz Londra değildir—ama Atlantik her an daha da daralıyor, ve kamusal alanın erotikleşmesi, kültürümüzün bir parçası haline gelmiştir. Orta yaşlı erkekler ile kadınlar bir kez baştan çıkınca, gayrimeşrû sağlıksız ilişkiler kurmak artık bir an meselesidir. Ve her adımda kaçırılanları acı verici bir şekilde hatırlatan bedenler çoğaldıkça, sadakat az bulunur bir erdeme dönüşmektedir. Artık, insanların flörtle yetinecek kadar aptal olmaları, yahut her zaman bir azınlık olmuş ve öyle kalacak güçlü bir ahlâka sahip insan kategorisine ait olmaları haricinde, bu durumda bir değişimin görülmesi ihtimali çok zayıftır.
Yeterince aşikâr olduğu halde, radikal bir nitelik de taşıyan bu teşhisten sonra sorulması gereken soru şu: Acaba çare var mı? İslâm, bu sorunun çaresi olarak, Batıda tasavvur dahi edilemeyecek bir suçu kabul eder ve büyük bir günah olarak görür: halvet, yani caiz olmayan biraradalık. Ahlâkî hastalıkların daima belirli başlangıçları vardır; İslâm bu tip başlangıçların ortaya çıkabileceği sosyal dölyatağını kurutmaya çalışır. Nitekim, konu eğitime gelince bizim taraf olduğumuz tercih, erkek ve kızların ayrı ayrı eğitilmesidir. Üstelik, erkek ve kızların beraberce eğitilmesi, sadece bizim karşı olduğumuz birşey de değildir. İskoçya’da bir özel okul müdürü de bu konuda ümitsizlik içindedir, ve yakın zamanlarda çözüm olarak okulunda erkek ve kız öğrencilerin birbirlerine altı inç’ten, yani onbeş santimden daha fazla yaklaşmamaları kuralını getirmiştir; zira ‘hatanın başlangıcı çevredir.’ Fakat okullar başka yerlere göre temiz kabul edilebilecek bir başlangıç noktasıdır. İşyerlerinde, kadının ilerlemesine engel olunmadan, gayrimeşru biraradalığa ilişkin tüm olasılıklar ortadan kaldırılarak eş hakları garanti altına alınmalıdır. Bu noktada, karşı cinsten asistan istihdam etmede ısrarlı olan siyasetçiler ve işadamları, gerekçelerini açıklamalıdırlar. Kadını metalaştıran ve evlilikte sadakatsizliği kışkırtmaya yönelik pornografi ve pornografi-içeren reklâmlar, müsamaha gösterilmeden sansür edilmelidir. Ki, hemcinslerinin kötü resmedilmesine çok haklı olarak itiraz eden feministlerin de olması gerektiği konusunda hemfikir olduğu sansürün işlevi budur.
Bizim Diyonizyak Avrupa’mızın trajedisi, hiç kuşkusuz, kısır gündeme sıkışıp kalmış gazeteci ve siyasetçiler tarafından bu tedavinin hor görülerek bir kenara itilmesinden sonra başlar. Zira, seks dürtüsünün dışavurumu, bunlar tarafından, tek başına bir değer olarak kabul edilir. İslâm’ın cinsiyetleri ayrı görerek bir ayrım ima ettiğini düşünüp bunun özelde işyerinde cinsel hazzı azaltmasına üzüldüklerinden, aynı liberal çevreler, modern ilişkilerin yüzeysellik ve kırılganlığından şikayet etseler bile, problemin kökünü barındıran kamusal çevreyi himaye ve tahkim etmeye devam edeceklerdir. Fakat İslâm özü itibarıyla geniş bir vizyona sahiptir, ve bu, bizim ümitle beklememizi gerektiren bir vizyondur. Ailenin çöküşü süreci, iktisadî ve insanî sonuçları itibarıyla çok radikal bir şekilde gelişiyor. Bu çöküşe sebebiyet veren unsurların tesbit edileceği ve radikal çözümlerin düşünüleceği bir zaman, hiç kuşkusuz, eninde sonunda gelecektir. Sonra da, büyük bir ihtimalle, bugün alay konusu edilen mâkuliyet yüklü Müslüman muhafazakârlığı lâyık olduğu mevkiye erişecektir.
* * *
Newton’un gözlemlediği gibi, tabiat boşluk kabul etmez; ve bu ilke, psikolojinin bir bilim statüsüne yükselmesine yardımcı olabilir. Seküler zihniyet farkedemeyecek kadar şaşkın durumda olabilir, ama dindar insanlar Yeni Sosyal Öğretilerin hızlı bir şekilde yeni bir din görünümü kazandığını görüyorlar. Yirminci yüzyılın büyük özgürlük akımları, çok zaman, insandaki dinî meyillerin kendi dünya hayatlarına uydurulmuş bir halde yüceltilmesini isterler. Bunun sebebi, dünyevî bağlardan ve benlik deli gömleğinden kurtulmaya duyulan iç hasrettir. Serbestlik taraftarlarının kişisel özgürlüğün sınırlamalarına karşı adresi değiştirilmiş dinî meyillere sarılmaları, işte bu iç hasret sebebiyledir.
Bu anlamda, siyaseten-doğru Batı, yoğun bir şekilde dindar bir toplumdur. Onun da kendi dogmaları, ilahiyatçıları, azizleri, şehitleri ve misyonerleri, ve, Amerikan kampüslerine yeni konuşma kodlarının gelişiyle birlikte, küfrün bastırılmasına yönelik iyi-geliştirilmiş bir teorileri vardır.
Bazıları, tüm bunların gerekli olduğunu, ve insanoğlunun belirliliklere ve sebeplere ihtiyacı olduğunu, kendisini birarada tutan bir ortodoksi olmadan Batının hemen çözülerek kanunsuzluğa düşeceğini düşünmektedirler. Ama sorun şurada; kanunlar, okul müfredatı ve televizyon rehberlerinde kutsanan yeni öğretiler ne sahici bir yeni din oluşturuyor, ne de böyle bir dinin yerine sürdürülebilir bir ikame işlevi görüyorlar. Zira bir Müslüman, Hıristiyan, Budist ya da Eskimo için dinî ahlâk, kişisel tatmin görevlerin şerefli bir şekilde ifasıyla elde edilir düşüncesiyle toplumu birarada tutar. Buna karşılık, tamamen zıt bir biçimde, Batının yeni dini, sözkonusu tatminin haklardan zevk alabilme yeteneğiyle elde edilebileceğini öğretir.
Bu ters çevrimin aşırılaşması ve bu aşırılığın etkisinde kalan bir toplumun belalar içinde yüzmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Conor Cruise O’Brien’ın izah ettiği gibi, seküler sosyal ilaçlardaki sıkıntı, uygulandıkça hastayı daha da hasta etmesidir. Batıda bugün bunu ifade etmek, yani yeni aristokrasilerin bize parlak ve özgürleştirici bir ütopya getirmek şöyle dursun sosyal hastalıklarımızı daha da kötüleştirdiğini söylemek, küfür kabul edilmektedir. Ama, durum budur. Gelgelelim, bu sahte din, böylesi bir yıkıma öncülük etmiş anlayışların toplumun kibar kesiminde eleştiri konusu edilmemesini sağlayacak kadar güçlüdür hâlâ. Böylesi bir kibarlığı umursamayan yegâne halk olarak, belki de sadece Müslümanlar kalmıştır.
Bu yüzyılın en karakteristik özgürlükçü hareketlerinden biri, feminizm olmuştur. Bazıları ihtiyatlı ve mâkul, bazıları ise büyücülük ve lezbiyenliğin tasavvuru zorlayan sınırlarında dolaşan olabildiğine çok sayıda eğilime bölünmüş bulunan feminizm, hakkında çok az genellemenin yapılabileceği bir harekettir. Ama belki başlangıç için iyi bir nokta, gerek Viktoryen feminist-öncesi ve gerek geç 20. yüzyıl feminist değerlerden dolayı en ziyade mağdur olan kesimin, öyle niyet edilmediği halde, kadınlar olduğu gözlemidir. İktisadî ve hukukî varlıklar olarak kocalarından bağımsız olmalarının dahi reddedildiği geleneksel Hıristiyan kültürlerde kadınların maruz kaldığı mağduriyetler, onlar tarafından belki de itiraz edilmeden kabul edilmişti. Ama gerçek adaletsizlik ve ızdırap, asıl, sosyal desteğin kesildiği, kendilerini bağımsız bir varlık olarak isbat etmek zorunda kalan bugünün kadınları için oldu. Bununla birlikte, kadınların oy kullanma hakkını savunan feminizmin, bir yönüyle gerçek bir adalet arayışı olduğunu da belirtmek gerekir. Hatta, bu arayışın Batılı toplumu Hıristiyan geleneğinden uzaklaştırıp İslâmî standarda yakınlaştırdığı da söylenebilir. Zira İslâm’da kadın, daima malını, soyadını, miras haklarını ve dava açma hakkını elinde bulundurarak evlilik sonrasında bile kanun önünde müstakil bir kabul gören özerk bir kişidir.
Müslümanları üzen şey, daha ziyade, son otuz yılın yeni feminizmi; Friedan, Greer ve Daly’nin militanca ideolojileştirilmiş dünya görüşüdür. Bu düşünürler, sadece toplumdaki yapısal haksızlıklara değil, erkek ve kadın kimliğinin en temel kabullerine de saldırarak, yeni bir evre başlattılar. “Annelik içgüdüsü miti yok edilene kadar, kadınlar boyun eğmeye devam edecekler” diyen Simone de Beauvoir’ı, başka feministler de, benzer sözler söyleyerek takip ettiler. Bu görüşe göre, dişiliğin kadınlıkla ve erilliğin de erkeklikle bağlantılı olduğu geleneksel yaklaşım, hem biyolojik hem de ahlâkî açıdan saçmaydı; dolayısıyla ‘ataerkilliğin’ geleneksel büyük binasının sacayağı olan bu yaklaşıma saldırılmalıydı.
Bu noktada, Müslüman imanına mensup insanların gemiye atlamaları gerekir. Kur’ân ve bizim tüm ilâhiyat geleneğimiz, iki cinsin kâinatın kalıtsal kutupluluğunun bir parçası olduğu bilinci içerisinde kök salmıştır. Bizim inancımız odur ki, kâinattaki herşey çiftiyle yaratılmıştır; ve dünyada hareketi meydana getiren ve dünyaya değer kazandıran da, bu almaşık ilkeler arasındaki manyetik ilişkidir. On bin şeyin Yin ve Yang’a bölündüğünü düşünen kadim Çinliler gibi, olguları vahyin cinsiyet ayrımını gözeten Arapça’sıyla isimlendiren Müslümanlar da, cinsiyetin bir âdet değil bir ilke; basit bir biyoloji değil, aynı zamanda metafizik olduğunu bilirler.
İslâm’ın konumu bu yüzden nüanslar içerir. Metafiziksel açıdan, erkeklik ve dişilik ilkesi eşittir. Olguların görünür olması, onların etkileşimleri sayesindedir: nitekim, bütün yaratılış bir anlamda döllenmedir. Fakat Murata’nın gösterdiği gibi, yeryüzü toplumunda sözkonusu ilkeler arasında basit bir tenasüp kurmaya çalışmak, sonu illâ ki adalete varan bir sonuç üretmez. İlâhî isimlerin farklı tecellileri vardır; ve insandaki cinsiyet farklılaşması, basit bir genetik uygunluktan öte, belli amaçlar için yaratılmıştır. Hem kadın hem de erkek, Allah’ın yeryüzündeki halifeleridir; ama onların ‘vekalet’leri, ilâhî kemalin birbirini tamamlayıcı yönlerini tezahür ettirme bakımından ana noktalarda farklılaşır.
İnsan fıtratını bastırmaktansa terbiye eden İslâmî bilinç sayesinde, kadınlar ve erkekler farklı faaliyet alanlarında istidatlarını geliştirirler. Liberallerin feryat figan etmesine sebebiyet veren de budur: Onlar için bu, klasik bir küfür halidir. Fakat liberallerin referans aldıkları ilkel biyolojik ve faydacı terimler içinde dahi, meseleyi salt yapılan işle işgili kimliği çerçevesinde değerlendirmek hayli sorunludur. Günümüz toplumu, mutlak eşitlik aramaları yönünde kadınların beyinlerini yıkayabilirse de, onların bebek sahibi oldukları, hatta—bu güruh için daha da skandal niteliğinde bir durum olarak—çocuk yetiştirmekten zevk alma eğilimine sahip oldukları gerçeğini daha fazla gözardı edemez. Çocukları küçükken iş hayatlarını yarıda bırakabilecek kadar cesur kadınlar, toplumun kendilerine yönelik küfür ve sapkınlık suçlamalarına ve vergi otoritelerinin zulmüne giderek daha fazla tahammül etmek zorundalar. Yine de, bu cesur kadınlar, seküler zihne çok çirkin gözüken inançlarında ısrar ederek, annelerin çocuklarını çocuk bakıcılardan daha iyi yetiştireceğini, anne sütünün işlenmiş katkılı sütten daha faydalı olduğunu, ve hatta—ki bu, seküler zihin için tam bir dalâlettir!—bir çocuk yetiştirmenin sigortacılıktan ya da otobüs şoförlüğünden daha tatmin edici olabileceğini düşünmektedirler.
Bugün, kadınların mutlak kadın-erkek eşitliğini talep eden feminist ortodoksiye karşı geldiğine ve çocuk bakmanın birçok eğitimli kadının zihninde medyada sunulan kadar da kötü algılanmadığına dair görünür işaretler sözkonusudur. Fakat başka bir skandal daha var ki, o da, babaları ‘anneleştirme’ ve ev erkeğine dönüştürme kampanyasıdır; ama hemen ekleyelim, bu kampanya büyük oranda başarısız olmuştur. Tüm bu yanlışlar ve başarısızlıklar sonucunda, bugün birçok ev, evden çok yatakhaneye dönüşmüş durumdadır. Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler ise konserve türü hazır yemeklere kaymıştır; anne-babalar, enerjilerini tükettiklerinden, çocuklarıyla ‘nitelikli zaman’ harcayamaz hale gelmişler, dahası eve ve birbirlerine aidiyet hisleri de hazin bir şekilde zayıflamıştır. Çocuklar da, evi terkettiklerinde, artık eskisi gibi kendilerini pek birşeyleri terketmiş gibi hissetmiyorlar.
Böylesine kasvetli bir bağlamda, çözülme neredeyse mantıksal sonuçtur. İki eşin de çalıştığı ailelerde stres, normal insanların çoğunun üstesinden gelebileceğinden fazladır. Yüksek gelir ve (bazıları için) işten zevk alma, artan yorgunluk ve mücadele için yetersiz telâfilerdir. Kadının evi sıcak bir yuvaya dönüştürme kabiliyetinin törpülenmesiyle, hem koca hem de çocukların içinde bulunduğu ortam güvensizleşmiştir. Görevlerin üstüste gelmesi, sonsuz genişlikte bir tartışma alanına neden olmaktadır. Ve çözülme meydana geldiğinde en çok acı çekenler, her zaman olduğu gibi, kadınlar olmaktadır. Yaşlanan yalnız bir ebeveyn olarak kadın, toplumun kendisiyle çok az ilgilendiğini bizzat yaşar. Bu kadın tipinden, neredeyse ‘devletin kadınları’ diye yeni bir sınıf oluşmuştur.
Talihe bakın ki, devlet çok-eşli olmaya katlanabilmektedir! Modern Avrupa’nın sosyal yönden çözülüşü, vergi gelirlerinde müthiş bir artışı beraberinde getirmiştir. Sözkonusu sosyal çöküşün oranı vergi gelirlerindeki yıllık artışı geçmedikçe, siyasetçilerin endişe edeceği pek birşey yoktur. Ne var ki, milyonlarca parçalanmış ailenin kaderi çok acınası bir kaderdir. Kadınların besleyip büyütme, terbiye etme istidatlarının bastırılmaktan ziyade övüldüğü geleneksel tek gelirli ailelerin durumu, liberallerin tahmin ettiğinden çok daha ahlâklı görünüyor.
Ancak sosyal yapıyı kemirmekte olan güveler, yalnızca feministler değildir. Daha radikal oldukları söylenebilecek başkaları vardır. Bunların en uç örneği ise eşcinselliği savunanlardır. Merak uyandırıcı ama daima iğrenç ideolojileri topluma öyle bir dogma dayatıyor ki, aile açısından sonucunun ölümcül olduğu çoktan ortaya çıkmıştır.
Feminizm karşısında olduğu gibi eşcinsellik karşısındaki teolojik konumumuz da, yaratılışın ‘ikili’ mahiyetine ilişkin anlayışımızla alâkalıdır. İnsanın çift cinsiyetli oluşu, ilâhî olarak murad edilmiş kâinattaki kutupluluğun canlı sembolüdür. Dişi ve erkek, birbirini tamamlayıcı ilkelerdir; amaç, bu iki cinsin kutsal, mistik ve doğurgan bir tarzda yeniden bütünleşmesidir. İşte bu sebeple, hemcinsler arasındaki cinsellik, fıtrî düzene yapılabilecek en aşırı saldırıdır. Biyolojik açıdan kısır oluşu, metafizik noksanlığının en büyük alâmetidir. Kâinatın temelindeki, Yaratıcının dünyanın atkı ve örgü ipleri olarak kullandığı dualiteye saygı noktasında eşcinselliğin sergilediği metafiziksel hata affedilir gibi değildir.
Bununla birlikte, eşcinsel eğilimin pek anlaşılamadığı da doğrudur. En başta, sözkonusu eğilim, Darwinizmin tekrar üretme niteliği olmayan özelliklerin zaman içinde sistematik olarak eleneceği tezine karşı kesin bir argüman gibi görünmektedir. Öte yandan, bu eğilim bazı kültürlerde son derece nadir görülür: Wilfred Thesiger, Arap bedevîlerle uzun seyahatleri sırasında eşcinsel ilişkinin en küçük bir belirtisine dahi rastlamadığını söyler. Modern kent kültürüne sahip başka toplumlarda ise, bu ilişki türü çok yaygındır. Bu durumun sebeplerini izaha çalışan birçok teori var ki, bazı araştırmacılar aşırı nüfuslu topluluklarda bu eğilimin Tabiat’ın nüfusu kontrol altında tutmaya yönelik kendi tekniğiyle alâkalı olduğu tahmininde bulunmuşlardır. Gelgelelim, bize aktarıldığı kadarıyla, deney fareleri parlak ışık, gürültülü ses ve aşırı kalabalık ortamları hariç, inatla eşcinsel ilişkiden kaçınıyorlar. Başka bazı araştırmacılar ise, bu meselede, doğum kontrol hapı kullananların su kaynaklarına karışmasına neden oldukları binlerce ton kadınlık hormonunun yol açtığı ‘hormon kirlenmesi’nin etkisini öne sürmekteler. Ama henüz iddialarını kanıtlayacak bir delilleri bulunmuyor.
Bazı yeni araştırmalarda ise, öne sürülen o ki, eşcinsel eğilimler her zaman için sonradan kazanılmaz, bazen de insanlar kromozomlarındaki tanımlanabilir düzensizlik sebebiyle bu eğilimle doğarlar. Ahlâk ilâhiyatı açısından bunun imaları gayet nettir: Kur’ân, insanın sadece kendi cüz’î iradesiyle yaptığı amellerden dolayı sorumlu olacağını vurgular; o halde, doğuştan gelen ölçülebilir bir karakter olarak eşcinsellik günah olamaz.
Elbette, buradan, eşcinsel eğilime göre amel etmenin hak verilebilir bir davranış olduğu sonucu da çıkmaz. Benzer araştırmalar göstermiştir ki, kundakçılık ve suça ait başka tür davranışlar da dahil olmak üzere, birçok insan eğilimi, bazen genetik bozukluktan kaynaklanabilmektedir. Ama buradan hareketle hiç kimse, nedeni genetik bozukluk dahi olsa, bu tür davranışların ahlâka uygun olduğu sonucuna ulaşamaz. Bunun yerine, bizim öğrendiğimiz şudur: Allah insanlara farklı fizikî ve aklî lütuflarda bulunduğu gibi, kendimizi yenilememiz ve disiplin altına almamız için içimize üstesinden gelmeye çabalamak zorunda olduğumuz ahlâkî eğilimler aşılayarak, aramızdan bazılarını sınar da. Takıntılı bir şekilde ev yakma arzusu taşıyan zihnen hasta birinin üstesinden gelmesi gereken özel bir maniayla karşı karşıya olması gibi, güçlü bir eşcinsel eğilime sahip bir erkek ya da kadın da, aslında benzer bir zorlukla yüz yüzedir.
Bir mü’min için, eşcinsel eylemlerin metafiziksel olduğu kadar ahlâkî açıdan bir suç olduğu, tartışma götürmez bir konudur. Gebelikle sonuçlanan kadın-erkek cinselliği, yeni yaşama, çocuklara, torunlara ve bitmez tükenmez bir soya yol açan muazzam bir birleşmedir. Sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Buna mutlak derecede zıt olarak eşcinsellik ise, hiçbir ürün vermez. Her zaman olduğu gibi, en uç noktada günahlar bir erdem tersyüz edildiğinde gelir.
Kuşkusuz, bunların hiçbiri, seküler zihniyet sahiplerini ilgilendirmez. Çünkü onlar varoluştan herhangi bir anlam çıkarmadıkları için, maksimum zevk ve hazzın niçin insanın hedefi olmaması gerektiğini düşünemezler. Yeryüzünde ruhlarımızı temiz tutmak ve ilâhî huzurun başka şeyle karşılaştırılamayacak mutluluğunu tecrübe etmek için bulunuyor olduğumuz ifadesi, aynı dünyayı paylaştığımız çoğu insana tamamen yabancıdır. Lâkin, erkek-seviciliğe karşı, burada izah edebileceğimiz tamamen seküler bir iddia da sözkonusudur.
Buna göre, eşcinsellik evlilik kurumuna yönelik radikal bir meydan okumayı temsil eder. Eşcinselliğin propagandacıları, inkâr etme ihtiyacı hissetmeden, türümüzün en hayatî ilkesine saldırmaktadırlar. Ki bu ilke, bizim besbelli temel düzenleniş biçimimiz ve de çocuk yetiştirmenin tabiî bağlamı olan kadın-erkek birliğidir. İçinde bulunduğumuz çağ gibi zamanlarda tabiatın belirleyici rolü gözardı edilip insanoğlunun binyıllardır yaşamış olduğu hayat tarzlarına anormal derecede aykırı başka tarzlara kayıldığında, toplumun asla güç yetiremeyeceği şey, kadın-erkek birliğinin sadece izafî bir değer yüklenmesidir. Alternatifler ne kadar üretken ise, normun kutsallığı o denli azalır. Eşcinselliği savunan lobinin her başarısı, toplumun aksi durumda yaşamını sürdüremeyeceği fıtrata uygunluğa vurulmuş bir darbedir.
Eşcinsellik aleyhindeki kampanyanın evrensel olarak çok büyük oranda yayılması, aileyi koruma çabasıyla alâkalı bu çerçeve içindedir. Rahipleri ‘yoldan çıkaran’ ve yasal eşcinsel ilişki yaşının düşürülmesini talep eden çılgın fanatikler, fıtratın en azılı düşmanları arasındadır. İnsan ırkının tüm farklılıkları açısından temel ilke olan o fıtrat ki, kendisini, yeni neslin beslenip büyütülmesinin tabiî bağlamı olarak evlilikte mütemadiyen gösterir. Bedeni doğrulayan fıtrî insan anlayışıyla İslâm, fıtrata zıt olan birşeyin insana ve Allah’a da zıt olduğu noktasındaki ısrarında tavizsizdir. Bu bilincin yürürlükteki kanunlara da yansıtılmasına ihtiyaç var. Zira, çok uzun zamandır, insanı tatmin etmeye yönelik olarak, ‘hayat tarzı seçenekleri’nden bir seçenek denilerek ailenin önemi azaltılmaya çalışılıyor.
Bilindiği üzere, fıtratın tersyüz edilmesi, bireysel ve sosyal açıdan kesin bir çürümeye yol açar. 1997 yılında üç Amerikalı akademisyen, eşcinsel ilişkilerin HIV virüsüyle özellikle alâkalı olduğunda ısrar ettikleri için işten atıldı. Bu akademisyenlerin iddiaları, bir milyonun üzerinde Amerikalının hayatını karartan bu musibetin gerçek tabiatı, yani insan fıtratına yönelik bu modern saldırının asıl tabiatı hakkında bir fikir veriyordu. Sayesinde düşman bir mikrobik dünyadan korunduğumuz insanın bağışıklık sisteminin özü olan antikorlar, kendi bedenlerimize yaptığımız saldırılarla başa çıkamaz. İslâm, bu konuda gayet açıktır. İmam Mâlik tarafından rivayet edilen bir hadis, bize bu insan tercihinin sonuçları hakkında fikir verir: “Bir toplumda ahlâksızlık halk arasında aşikâr hale gelmedikçe, onların atalarına mâlûm olmayan şiddetli ızdırap ve musibetler meydana gelmez.” Bununla birlikte, AIDS’in ilâhî bir ceza olduğu görüşü, çok kaba bir yaklaşımdır. AIDS, sadece, ilâhî kanunu, nâmus’u gözardı ettiğimizde başımıza gelebilecekleri hatırlatan bir nümunedir. Bilmemiz gereken şey, ilâhî kanunun, yani âdetullahın türümüzün ilkeye dayalı bir uyum içinde yaşamasını mümkün kıldığı ve bizi koruma amaçlı olarak var olduğudur.
Müslümanlar bazen Batıda aile değerlerinin çöküşünün genel olarak insanlığın menfaatine bir işlev göreceğini düşünüyorlar. Dediklerine bakılırsa, bu çöküş tercih edilmiş ve hak edilmiş bir sonuçtur, ve sözkonusu toplumun kendi içinde çöküşü, ahlâkî açıdan güçlü olan İslâm’a dünyanın hâkim medeniyeti olarak eski konumunu tekrar kazanması için yer açacaktır. Bu tezdeki sorun, çöküşün diğer medeniyetleri de kapsayabileceğinin düşünülmemesidir. Teknoloji ve refah, artan orandaki zayiatla başa çıkabilecek sosyal güvenlik sistemlerinin vücuda getirilmesine izin verir. Ama burada kesin bir ironi mevcut: Yeni Dünya Düzeni’ne liderlik eden bir devletin Central Park’ında geceyarısından sonra asayiş sağlanamamaktadır. Salakça bir iyimserlik içinde ya da mutlak totaliterizm peşinde değilsek, ki olamayız, Batıdaki sosyal gidişat hususunda her halükârda endişe etmeliyiz. Batılı ailenin sağlığına kavuşması, Müslümanların ilgilenmesi gereken acil bir meseledir, ve arkadaş ve komşularımızın inançları, gerçekliğin örsünde paramparça olup da bizi dinleyemeyecek kadar perişan olmadan önce, görüşlerimizi onlara ifade etmek zorundayız.