Maşallah
memleket yine formuna girdi. Ölenler, öldürenler, seçime doğru
faşistlik yarışları... Hazır ortam kan revan içinde kalmışken aradan
sıyrılıp sanal âlemin içine etme çabaları...
Türkiyeye
uzaktan ve önyargısız bakan herkes, buradaki kötülüklerin çoğunun
aslında akraba olduğunu, hattâ kardeş çocuğu olduğunu, hattâ bazılarının
tek anadan doğduğunu tesbit eder.
Bizim
kendimize ve başkalarına, belirli bir süreklilik, ısrar, inat ve
aymazlık içinde ettiğimiz kötülükler, öncelikle, hakikatle çarpık çurpuk
bir ilişki içerisinde varoluyorlar. Çarpıklık sadece hakikatle
ilişkimizde değil, hakikatle ilişki konusundaki kavrayışımızda da var.
Biz hakikati belli bir şekilde kavrar ve onun öyle olduğunu bağıra
çağıra iddia edersek başkalarının da bunu hakikat sayacağını sanıyoruz.
Belli noktalarda, "ulan galiba bunlar dediğimize gelmeyecek" hissine
kapılınca da, şiddete başvuruyoruz. Çünkü denklem buysa başka çare
yoktur.
Azıcık
varoluşsal meselelere yakışır laflarla ifade etmeye çabaladığım mevzu,
siyasî düzeye gelindiğinde, karşımıza devletle ilişki olarak çıkıyor.
Türkiyenin Türk-Müslüman (Sünni) çoğunluğu, Cumhuriyetin başından
beri, bu devletin tamamen kendisine ait olmadığını biliyor. Ama öbür
yandan, kendisinin başka devleti olmadığını da biliyor. Soykırımlar,
tehcirler, katliamlar, muazzam nüfus ve mal mülk kaydırmaların
sıkıştığı, koskoca tarih içerisinde bakarsanız daracık bir zaman
diliminin ardından, bu çoğunluk, eli sopalı, çatık kaşlı bir devletle
başbaşa kaldı. Ona karşı harekete geçebilmek gibi bir alternatifi
niyeyse hiç olmadı. Daha ilginci, böyle bir sorusu ve girişimi olmadı.
Devlete
hâkim olmuş, toplumu zapturapt altında tutmalarına elverecek, bir kısmı
meşru-yasal görünüşlü bir kısmı tamamen gizli saklı kurumlarını kurmuş
silahlı grup açısından vaziyet her zaman çok daha netti. İktidar ele
geçirilmişti, korunacaktı. Zenginler oluşturuldu, onlar devlete göbek
bağıyla bağlı kılındı. Çoğunluğun önemser göründüğü tek müessese, din,
müthiş sorunlu bir ilişki içerisinde yeni düzenle bütünleştirildi. Bu
iktidarın meşruiyet zemini hakkında soru ve şaibe yaratabilecek her şey
yakıldı, külleri savruldu. Yenileri ortaya çıktığında hunharca ezildi.
Çoğunluk,
bütün bu süreç boyunca ne yaptı? Sadece kendi yerel, bölgesel, gündelik
toplumsal hâkimiyetiyle ilgilendi. Buna bile izin verilmediği
zamanlarda sustu, kenara çekildi, devletin hışmını üzerine çekmemeye
çalıştı. Gündelik toplumsal hâkimiyetin dayanağı dindi. Dolayısıyla
çoğunluğun devletle kapışması hemen sadece din üzerinden yürüdü.
Eğer
din bu memlekette bir toplumsal hakimiyet mücadelesinin aracı değil de
sahiden dünya ve öte dünya ile, yaratıcı ile ilişkiye, dolayısıyla bu
dünyada nasıl yaşanması gerektiğine dair bir inanış, bir kavrayış, bir
davranış kılavuzu olsaydı, biz çok daha ahlâklı bir toplum olurduk. Her
düzeyde ahlâksızlığı makbul veya kabul edilebilir görmezdik.
1980'lerde,
hoyrat ve küstah neoconluğun Türkiye versiyonu yoksulları yok saymayı,
vicdanı bir kenara bırakmayı önerdiğinde, ilk defa, bir tür adalet
talebiyle dindarlık yanyana geldi. Ama gördüğünüz gibi, ilk ciddi
iktidar deneyiyle birlikte, bu ilişki yeniden koptu. Çünkü temeli sağlam
değildi. Yetişkinliği, aklının birşeylere ermesi bu tarihlerden sonraya
denk gelenler, Cumhuriyet tarihi boyunca dindar çoğunluğun konumu ve
işlevi hakkında söylediklerimi haksız bulabilir. Dönüp önyargısızca
geçmişe bakmaları lâzım.
Çünkü
dindar çoğunluk bütün bu tarih boyunca, her türlü adaletsizliğe,
devletin her türlü zulmüne dayanak oldu. Gayrımüslimler sadece yüzyıl
başında katledilmediler, sürülmediler, mallarına mülklerine elkonmadı
ki; toplu öldürmeler hariç bütün bunlar Cumhuriyet tarihi boyunca devam
etti. 6-7 Eylül'de yağma ve tecavüzler için getirilen kamyon kamyon
insan neyle motive edilmişti acaba? Ya da hak-adalet talepleriyle yeni
yeni filizlenen ve o koşullar içinde Marksizme yönelmiş bir gençlik
hareketine saldırtılacak grupların "inandığı" şey neydi? Kürtler,
üstelik Müslümanken, gördükleri zulüm, Türk çoğunluk tarafından niye hiç
sorun edilmedi? Meselâ 1990'larda, insanlar sokak ortasında üçer beşer
öldürülürken niye kimse çıkıp, "Bir dakika, çocuklarımızı savaşa
gönderiyorsunuz da, bu neyin savaşı?" demedi? Varlık Vergisiydi,
1960larda Rumların kovulmasıydı, pek çok olay yaşandı ve bunlar
çoğunluk tarafından, sessizce izlendi. Herhalde bu sessizlikte, önceki
deneylerden ötürü, "bize de düşer" alçaklığının payı olmamıştır. Çünkü
talan ve soygundan çoğunluğun nemalandığı pek görülmemiştir. Ama, işte
zurna-zırt noktası: O çoğunluğun kendinden saydığı, hiç değilse "bizden
biri"ne gidiyor, dediği birileri nemalanmıştır. Bu, kötü bir hayattır.
Çoğunluğumuzun, suç sayılması gereken bir nalıncı keseri ideolojisi
içerisinde davrandığının kanıtıdır.
Bu
kötü hayat içinde, Teşkilat-ı Mahsusa adına, Ege Rumlarının
sindirilerek, bıktırılarak kaçırılması harekâtını yürütmüş bir insanın
öncülüğünde ve güvencesinde kurulan parti, çoğunluktan, cenneti
yeryüzüne indirecek bir mukaddes kuvvet muamelesi görmüştür. Bugün "bu
Cumhuriyette esas zulmü dindarlar gördü" masalını güzel güzel
işleyenler, zulme karşı "milletimizin değerleri"nin temsilcisi olarak
ortaya çıkmış partinin başında Celal Bayarın niye ve nasıl bulunduğunu
sorun etmeyişleri, normalden öte, sıkıcı iç karartıcı ve moral
bozucudur. Moral bozar, çünkü hakikat korkusunu besler.
Çoğunluğun
siyasî davranış karakterini pek hazin biçimde ortaya koyan ise, 27
Mayıs 1960 darbesinden sonra yaşananlardır. Herhalde pek az siyasî lider
Adnan Menderes kadar sevilmiştir. Onu astılar. Çıt çıkmadı. Ki, bu çıt,
devletle çoğunluk arasındaki sembiyoz durumuna rağmen çıkabilirdi.
Bu
alengirli mevzuları ele almak için gazete sütunu doğru mecra mı, bu tür
yazıların son paragrafında bundan fena halde kıllanıyorum, ama geç
oluyor galiba. Kürt meselesinde, kaçınılmaz olan, atılsa kan dökülmesine
kısa sürede son verecek olan, fakat bir türlü atılmayan adımlar bu
koşullarda niye atılamıyor, oraya kadar gelecektim hesapta; olmadı.