Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Meallerin doğru olmadığını, meallerle bir yere
varılamayacağını biliyorum Beyefendi. alıntı yaptığım
meal benim çevirim değil elmalılı tefsirindendi.
Mealle hatta arapçayla bu iş olmaz.Kuran lisanı RAB'ca
dır.
aslında bunu bildiğiniz için özellikle konuyu oraya
getirmeye çalışıyorsunuz.
arapça veya meal öğrenmekle kitabı anlayamazsınız yoksa
meallerle orada olmayan bir çok kelime uydurmak zorunda
kalırsınız ve sizin gibilere de oyuncak olursunuz.
Kuran aynı zamanda bu özelliği ile bir "şeytan tuzağıdır"
Evet ben Sonsuz potansiyel ortama ve evrenin onun etkisi
/ yaratması ile olduğuna inanıyorum.
siz ise herşeyin kendi kendine olduğuna inanıyorsunuz ya
size bravo doğrusu.
inandığım tanrı konusunu başka bir yazı ile yazıyorum.
selam ile.
Sanki Varlık ve varlık kurallarını Allah’tan AYRI ve
ondan Bağımsız Zannederek;
Zan ettikleri bu Tanrıyı Varlık içinde bir Varlık ve
varlığın kurallarına BAĞLI,
ama onları kullanan bir varlık olarak hayal etmek, sonra
da onu böyle kabul veya inkâr etmek:
Allah’ı böyle bir Tanrı Zannıyla O’na “Akılsızca İman
Etmek” veya “Akılsızca İnkâr etmek” Uzak bir dalalettir.
Çünkü her ikisinin de, İman veya İnkâr ettiği, Allah
değildir.
Biri Taklit ehli şekilci zihniyet, diğeri Allah’ı Böyle
bir Tanrı zannedip Onu da olmayan tanrılar gibi inkâr
eden zihniyettir.
Ünlü Ateist Filozof SARTRE (Allah’ı da böyle bir Tanrı
zannederek) “Tanrının Neden Olmadığını” şöyle anlatıyor:
TANRININ var olabilmesi için kendini yaratmış olması
gerekmektedir.
TANRININ kendisine gereksinimi vardır.
KENDİSİ OLMADAN KENDİSİNİ YARATAMAZDI.
Kendini yaratabilmesi için kendi dışında da var
olmalıdır.
TANRI kendi varlığından dolayı vardır.
O halde kendi varlığı bir koşula bağlıdır.
Bir koşula bağlı olma TANRI kavramı ile bağdaşmaz.
Öyleyse TANRI yoktur!!!
TANRININ varlığının bir koşula bağlı olmadığını
düşünelim...
BİR KOŞULA BAĞLI OLMADAN VAR OLUNAMAZ!
İNSAN MANTIĞINA GÖRE VAR OLAN HER ŞEY, BİR KOŞULA
BAĞLIDIR...
Bir koşula bağlı olmayan TANRI var olamaz..
İnsan mantığına göre TANRI yoktur. TANRI var olamaz.
---------------------------------------------------------
----------------------------
Sartre’ a göre; Yaratılmadığı için Olmayan yukarıdaki
“TANRI” kelimesi yerine;
YARATILMAMIŞ bulunan, yani “Allah’ın YARATILMAMIŞ kendi
vücudundan bir Vücud olan” ve “mekânsız saray” (Arş)
olarak tabir edilen “UZAY” Kelimesi konulunca,
sadece “yaratılan kavramlara BAĞLI olarak düşünebilen” bu
mantığın ne kadar YANLIŞ ve yanıltıcı olduğu
anlaşılmaktadır.
İçinde madde veya diğer tüm varlıklar olsun veya olmasın
UZAY koşulsuz olarak,
EZELİ olarak VARDI ve EBEDİ olarak VAR bulunacaktır.
Çünkü YARATILMAMIŞ bulunan bu mekânsız saray: ARŞ-UZAY,
Allah’ın sonsuz-sınırsız, bağımsız, Eşsiz-benzersiz,
doğmamış-yaratılmamış VÜCUD’undan (VAR bulunmaklığından),
bir VÜCUD’tur.
Uzay (Arş), Allah’ın Yarattıkları ve yaratacakları için,
kendi "Mutlak Sonsuz Vücudundan" açmış olduğu bir
Alandır, Onun hükümranlık ve Yetkinlik Alanıdır,
yaratılanlara Mekândır, Gerçek bir Vücuttur, “Meydan”dır.
Yaratılan her şey işte bu “Meydan”a gelir. Varlık
sahnesidir.
Allah’ın Sonsuz Mutlak Vücudu, bu Uzay Mekânının
Mekânıdır.
Allah’ın Kıdem ve Beka Sıfatı, Zamanın Zeminidir.
Şimdi, bu filozofun hatalı mantığını açıkça gösterebilmek
için ve
ALLAH’IN BÖYLE BİR TANRI OLARAK DÜŞÜNÜLEMEYECEĞİNİ
göstermek için,
“Allah’ı Tanrı yerine koyma mantığının” ne kadar
geçersiz, asılsız, tutarsız ve YANLIŞ olduğu açıkça
göstermek için, Bu Filozofun kullandığı TANRI kelimesinin
yerine UZAY kelimesi yazalım:
---------------------------------------------------------
-----------------------------------
UZAYIN var olabilmesi için kendini yaratmış olması
gerekmektedir.
UZAYIN kendisine gereksinimi vardır.
KENDİSİ OLMADAN KENDİSİNİ YARATAMAZDI. (Çünkü bu ateiste
göre yaratılmayan bir varlık olamaz!)
Kendini yaratabilmesi için kendi dışında da var
olmalıdır.
UZAY kendi varlığından dolayı vardır.
O halde kendi varlığı bir koşula bağlıdır.
Bir koşula bağlı olma UZAY kavramı ile bağdaşmaz.
Öyleyse UZAY yoktur!!!
UZAYIN varlığının bir koşula bağlı olmadığını düşünelim.
BİR KOŞULA BAĞLI OLMADAN VAR OLUNAMAZ! (Görüldüğü gibi bu
mantığa göre UZAY var olmamalıydı!)
İNSAN MANTIĞINA GÖRE VAR OLAN HER SEY BİR KOŞULA
BAĞLIDIR...
Bir koşula bağlı olmayan UZAY var olamaz.
İnsan mantığına göre UZAY yoktur.
UZAY var olamaz.
Bu durumda görülebileceği gibi ateist filozof SARTRE’ ın
MANTIĞINA GÖRE:
UZAY YOKTUR !....... UZAY OLAMAZ!…. UZAY OLMAMALIYDI!…..
Görüldüğü gibi, Tanrının olamayacağını anlatırken
“Allah’ı da olmayan tanrılar gibi zannetmenin yanlışlığı”
ile yürütülen bu mantık, kendisini kesin bir şekilde
yanlışlamakta ve imha etmektedir.
Hawking Uzayı inkâr etmiyor aksine evrenin yaratılışı
için gerekli olan 3 kavramın başında Space diyor.
Sonra yer çekimi ve fizik kuralları gereklidir diyor.
Benim inancıma göre /eminim ki;
Evren içindeki geniş zaman ve mekanın varlığı, evrenin
içinde bulunduğu Ortamın gerçekliğinin bir kanıtıdır.
Sonsuz, evren için gerekli bir ortamdır. O Ortam, O
potansiyel olmasaydı evren olmazdı.
Sizce evren yaratılmadan önce bahsettiğimiz Uzay – meydan
hiç yok muydu?
Veya şöyle sorayım, evren olmasın veya uzay içinde
bulunan her şeyi tamamen yok edelim, bu durumda evrenin
içinde bulunduğu uzay yine var mıdır, yok mudur?
Eğer başlangıç olayının, bilgiyi, fizik kurallarını, yer
çekimini ve kendi uzayını, Daha öncesinden uzay mekânı /
hiç yokken (potansiyel dahi yok iken)
ürettiğine inanıyorsanız bunu söyleyin.
Sonra sizinle kuran lisanı üzerinde tartışabiliriz ve
sanıyorum sizden çok faydalanırız.
Bir cevap olması açısından değil ancak, “anlama özürlü”
olanlar için bir iki not düşmek “düzeltme” açısından
önemli görünüyor.
Öncelikle bilinmelidir ki “biz kanıtlayamadığımız hiçbir
şeye inanmayız”. “inanıyorsanız” veya “inanmıyorsanız”
gibi subjektif kavramlar bizim için bir anlam taşımaz. Bu
bizim kişisel tercihimizdir. Biz böyle bir algıya
ulaştığımız zaman sizin kitabınızdan haberimiz yoktu. Ne
zaman sizin kitabınızı okuduk ve anlamaya başladık, orada
kullanılan “iman” kavramının da aynı şekilde “kanıtlara”
dayalı olduğunu gördük. Buna göre:
IMAN: emin olmaktır. Nasıl “emin” olursunuz? Bir şeyin
bilgisine sahip olduğunuz zaman, bir şeyi rasyonel
anlamda kanıtlayabildiğiniz zaman emin olabilirsiniz.
Başka türlü “iman” edemezsiniz. Bu sizin kitabınızda
çarpıcı bir örnekle ortaya konur. “Araplar iman ettik
demişlerdi, hayır siz ancak Müslim oldunuz”….. Neden?
Çünkü “iman” etmiş olabilmek için gerekli olan bilgiyi,
kanıtlara sahip değillerdi, veya kendilerine verilen
bilgiyi kanıtlayabilecek durumda değillerdi. Bu nedenle
iman etmiş de değillerdi. Bu sizin kitabınızın ortaya
koyduğu bir şey. Ne var ki bizim tercihimizle de örtüşen
bir şeydir.
Mealler bizim ciddiye almadığımız bir şeydir. Çünkü iki
açıdan sakattır: Birincisi, anlamlandırma bir metodoloji
ile yapılmaz. Yani örneğin birden çok kelimeye aynı anlam
verilir veya bir kelimeye farklı yerlerde farklı anlamlar
verilir. Örneğin sizin dilinizde “gitmek” kelimesine “ali
okula gitti” cümlesinde kullandığınız gibi bir başka
yerde örneğin “Mehmet okula vardı (gitti)” derseniz ikisi
aynı şey olmuş olur. Yani “varmak” kelimesine de gitti
anlamı verirseniz eğer, Mehmedin okula vardığını
anlayamazsınız. Halbuki “gitmek” bir eylem olarak belli
bir hedefe doğru yola çıkmayı, “varmak” ise bir sonucu,
yani hedefe ulaşıldığını ifade eder.
İkinci temel problem “ISTILAH” denilen anlamlandırma
yöntemidir. Bu bir dilden bağımsız olarak, bir dile ait
kelimelere “yeni ve farklı” anlamlar yüklemeyi ifade eden
bir kavramdır. Siz eğer Türkçe diline ait kelimelerin
anlamlarını değiştirir ve bir metni bu ürettiğiniz
anlamlara göre anlamlandırırsanız, o metnin anlattığı
şeyi anlatmış olmazsınız. Sizin inandıklarınızı metne
söyletmiş olursunuz.
Bunun dışında, İslamcı paradigmanın öteden beri savuna
geldiği, felsefi anlamda ortaya koyduğu şeyler de son
derece tartışmalıdır. Geliştirdikleri refleksler, iki
mecrada kendini gösterir, ya batılı filozofların ortaya
koyduğu fikirlere karşı çıkmak veya onların fikirlerini
“hah bakın işte müslümanca” demek için kullanmayı tercih
ettiler. Bir bakıma kitabı, batılı filozofların
açıklamalarına muhtaç hale getirdiler.
Örneğin “Sartre” bir iddiada bulunur ve ardından İslamcı
paradigma hemen devreye girer ve “hah gördünüz mü,
ateizmi yaymaya çalışıyor” gibi son derece tutarsız,
subjektif bir yaklaşım sergiler. Sanki “teizm” daha
iyiymiş gibi bir algıyla. Halbuki, teizm ile ateizm
arasında hemen hiçbir fark yoktur. Örneğin “yaratılış”
konusunda, teistler “hah işte bunu Allah yaptı” der,
ateistler de “hah işte bunu Allah yapmadı, başka bir şey
yaptı der” yani temelde aynı şeyi söylemiş olurlar. Bir
Tanrı olarak “Allah vardır” demek ne kadar saçma ise,
“Allah yoktur” demek de o kadar saçmadır. Kimsenin
bilgisine sahip olmadığı bir şey hakkında vardır veya
yoktur demenin hiçbir anlamı olmaz. Üst metinde olduğu
gibi, anlamsız, saçma sapan inanışlar ortaya çıkar ki
bunların hepsi açıklanmaya, kanıtlanmaya muhtaç
şeylerdir. Ateizm açısından da durum bundan farklı
değildir.
Aslında İslamcı paradigma, bunları yaparken, ellerinde
bulunan kitabı da reddedmiş olur. “ben böyle inanıyorum,
böyle olmalı” veya “Allah böyle istiyor” gibi iddiaların
kitapta dayanağı yok. Yine üst metindeki iddialardan yola
çıkarsak varacağımız nokta “ben böyle inanıyorum, mutlaka
böyle olmalı” demek “kitabın da böyle söylüyor olması
gerekir” demekten başka bir şey değildir. Bunun için de
ISTILAH denilen şey geliştirilmişti. Ve bu anlamlandırma
yüzyıllardır insanları kitaptan uzak tuttu. Elbette bu
bizim problemimiz değil. “din inanıcılarının”
problemidir. Yeryüzünde, her tarafta pek çok Tanrı var,
hepsi birbirinden farklıdır. Her toplumun, neredeyse her
kabilenin kendine özgü bir inanışı var, bir dinleri var.
Biz bunlara genel olarak “pagan dinleri” diyoruz. Acak
kitabınızdan ayırdığınız ve kişisel inançlarınıza göre
şekillendirdiğiniz her şey de bu pagan inanışları
gibidir. Pagan dinleri için bir neden aranmaz. Herhangi
bir şeyden doğmuş ve zamanla gelişmiştir. Kişisel
inançlar için de bir neden aranmaz. Çünkü zaten mantıklı
bir nedeni yoktur.
Meallerin bütün bu nedenlere dayalı olarak işlevsiz ve
anlamsız olduğunu söyleyebiliriz. Zaten bizi de
ilgilendirmiyor. Ancak, sizin kitabın “telaffuzu Arapça”
olan bir kitap olma iddiası ve bir dilin kurallarına göre
yazılmış ve söylenmiş olması, bizim kitabı Arapça ve onun
kurallarına göre anlamamızı zorunlu hale getirir. “E
efendim rabcedir” gibi subjektif bir iddia ile kitabın
anlaşılamayacağını varsaymak son derece ütopik bir
yaklaşımdır. Bu açıdan yeryüzündeki bütün diller
Rabcedir. Nerede buldunuz dilleri diye sorarız biz. O
dilleri size birileri öğretti vaktiyle. Çünkü biz sözün
sahibine “ne demek istiyorsun” diye soramıyoruz. Doğal
olarak “bu söz ne anlama geliyor” diye sormak zorunda
kalır ve böyle anlamak zorunda kalırız.
Evet sizin kitabınızda “Arap diline ait olmayan”
kelimeler de vardır. Ancak bu kelimeler de “Arap dilinin
kurallarına göre” kullanılmaktadır. Onların anlamlarını
geldikleri dillerden bulmamız gerekir ama, arap dilinin
kurallarına göre anlamlandırmak zorunda kalırız. Kitap
aslında “rabcedir” dediğiniz zaman, “rabce” dediğiniz
şeyin ne olduğunu açıklamanız gerekir. Sözü neye göre
anlamlandıracağımızı bilmemiz gerekir. Ama öte yandan,
yeryüzündeki bütün diller zaten Rabcedir, siz
keşfetmediniz. Birileri size öğrettiler. Ama her biri
kendi kuralları içerisinde anlamlıdır.
Özetle saçmalamak istiyorsanız bu sizin bileceğiniz bir
iş. Dilediğinizi yapmakta özgürsünüz. Ama
saçmalıklarınızı kitap diye yutturmaya kalktığınız zaman
biri çıkar ve size “saçmalamayın” der. Tercih sizin. Ya
uyumaya devam edersiniz, yahut kitabınızı okur ve
anlarsınız. Sizi hiçbir şey için engelleyen yok.
__________________ gercek ortaya cıktıgı zaman butun sorular cevaplarını bulacak.
Kuranı Nasıl okuyorum
1- Kuranda geçen kelimeleri kendisi açıklamaktadır.
Buna göre kelimeyi Arapçasından yazar tüm kuranda geçtiği
yerlere ve verilen genel anlamı bulmaya bakarım. Bulduğum
kapsayıcı anlamı kelimenin geçtiği tüm yerlere koyarım
eğer hepsi bu anlamı onaylıyorsa doğru anlamı bulduk
demektir.
Kuran dışından kaynaklara bakılırsa kelimelerin zaman
içinde anlam değişikliğine uğraması olası olduğundan
güvenilemez veya kelimenin dışarıdaki dayanak anlamı
farklı bile olsa kuranın kullandığı anlam, kuranı
anlamada geçerli olacağı için kuran dışı anlama itibar
etmeyiz.
Esasen kuran dışı kullanılan her bir farklı ilave kelime
de “aynen meallerde yapıldığı gibi”, olmayan kelimeleri
varmış gibi oraya koymaktır.
2- Kuran dışı anlamlara bakacak olursak, ancak
yaşadığımız hayata bakmalıyız, çünkü hayat dahi bizce
yaratanın kitabıdır. Okunabilen her şey kitaptır. Varlık
ve hayatın tamamı ana kitaptır, Yaratan Rabbin iki kitabı
birbiri ile çelişmez, aksine birbirini açıklar.
Örneğin hayatta kişiler için “biri”, “içlerinden biri”,
“hiç biri”, “ikisinden biri” “sizden biri” “onlardan
biri” gibi kullanırız. Bu durumda “biri” dediğimiz zaman
sadece ”hiç biri” olarak anlaşılmaz, aksine bir kişi
kastedilir.
İslamistlerin neden ısrarla geleneklerini din
saydıklarını anlamakta zorluk çekiyoruz. Açıkça ifade
etmek gerekirse, kitabı anlamamak için ne gerekiyorsa
yapmakta oldukça mahirler. Kelimeleri ve anlamlarını
iğdiş ederek kitabı anlama iddiasında olanların her
şeyden önce kendilerine “biz böyle yaparak kitabı anlıyor
muyuz?” sorusunu sormaları gerek. Böyle yapmanın ne
anlamı var.
İddia sahiplerinin de iddialarını gözden geçirmeleri
gerekir. Bir üst notta ifade edilen şey bir metod
değildir. Hiçbir anlamı da yoktur. Adama sorarlar “sen bu
anlamı nereden buldun?” diye. Yani bir kelimeye herhangi
bir anlam verilemez. Atmakta özgürsünüz ama tutar mı onu
düşünmek gerek.
Her şeyden önce kitap kendini açıklayan bir yapıya
sahiptir. Bir kelimenin veya kavramın hangi anlamda
kullanıldığını da yine kitaptan öğrenmek gerekir. Bir
örnek vermek gerekirse:
“Kat’a” kelimesi genel anlamı itibariyle Türkçeye
çevrilidği zaman “kesmek” manasına gelebilir. Çünkü
Türkçe’nin yetersizliği yüzünden kelimeye başka anlam
verilemez. Böyle olunca hırsızın elini kesmeniz
gerektiğini zannedersiniz. Aynı kelimenin İngilizce
karşılığına baktığınız zaman orada “disconnect”
görürsünüz. Bu kesmektir ama bir şeyi bıçakla kesmek
değil, ilişiğini kesmek manasına gelir. Örneğin elektriği
kesmek gibi.
Kitaba baktığımız zaman orada da bir çelişki ile
karşılaşırız. Örneğin Yusuf suresi 31. Ayette ellerini
kesenlerin ellerinde “sikkin” yani bıçak vardır. Böylece
ellerini nasıl kestiklerini anlarız, bıçakla kesmiş
olurlar. Çünkü yine kitapta “YED” kelimesi, bilinen
anlamda “el” olarak kullanılmaz. Yine bir örnek vermek
gerekirse, “Tebbet” suresi 1. Ayette, “Ebu lehebin elleri
kurusun” denmektedir. Ne var ki Ebu Leheb’in elleri
hiçbir zaman kurumadı. Öldüğünde gayet sağlıklı elleri
vardı. Bu durumda kitap yalan mı söylüyor veya boş söz mü
söylüyor veya kuruyan neydi? Ne demek istedi? Yine aynı
ayetin hemen devamında, malından mülkünden fayda
görmediği onu kurtarmadığı, elleriyle kazandıklarının da
fayda etmediğini söyler. Yani kuruyan gerçekte elleri
değil, “gücü”dür. Onu güçlü yapan, ekonomik, mali
kaynaklarının kuruduğu anlaşılmış olur.
Buna göre, eğer bizim kasdettiğmiz şey fiziksel anlamda
“el kesmek” ise, bu durumda Kat’a ve Yed kelimelerinin
yanına bir “illet” koymak zorunda kalırız. Eğer kesici
bir alet zikredilmiyor ise, bu durumda bu kelimeleri
gördüğümüz yerde “hah evet bu el kesmektir” denemez. Eğer
böyle derseniz, çelişkiye düşmüş olursunuz ki bu da
kitabın metodolojik anlamda bir değerinin olmadığını
kanıtlamış olur. Ve tabii siz de gider hırsızın elini
ayağını kesersiniz. Üstelik bunu, başka ayetlerdeki ifade
edilen ve yasaklanan, “öldürmemek” gibi, bedene “fiziksel
hasar vermemek” gibi sınırlamaları çiğneyerek yaparsınız.
Ve yine zannedersiniz ki Firavn “hırsızların ellerini
ayaklarını kesiyordu” ve yine zannedersiniz ki, kitap
firavn’ın verdiği cezayı kopyaladı. Ve tabii zannetmeye
devam edersiniz.
Ve yine üst metinde ifade edilen iddiaların “hayata” dair
olan kısmı da son derece saçmadır. Bilgi sahibi
olmadığını bir konuda hayata değil rüyanıza bile
bakamazsınız. Çünkü siz, boş işlerle uğraşırken, sizin
Kafir saydığınız, putperest saydıgınız Budistler,
“bilginin” peşine düşmeyi tercih etmişlerdi. Onlar
toprağa saygı göstermeyi öğrenmişlerdi çünkü toprağın
gerçekte sahip olduğu bilginin farkına varmışlardı. Ama
bunların sizin için değeri yoktur, çünkü onlar kafirdir,
putperesttir falan. Ve kavga etmeye devam edersiniz.
Hangi hayata bakıp bir anlam çıkaracaksınız?
Türkçe’nizin yetersizliği veya ifadede sınırlı oluşu,
başka dillerin de böyle olmasını gerektirmez. Örneğin
Arapça’da “bir kişi”yi kasdetmek istiyorsanız ona uygun
bir kelime kullanırsınız, “iki kişiyi” kast ettiğinizde”
kelimenin “ikil” formunu kullanırsınız. Üç veya daha çok
kişi kastediyorsanız buna uygun formunu kullanırsınız. Bu
da yetmez, kadın ve erkek olarak da ayırmalısınız. Yahut
dişil veya eril olarak da ayırmanız gerekir. Bu da
yetmez, eylemin niteliğine uygun formunu tercih
etmelisiniz. Arapça’da Bir kelimenin onlarca formu
vardır. Her durum için kelimenin ona uygun formunu
kullanmalısınız ki ne kastedildiğini anlayabilesiniz.
Sizin dilinizde böyle bir ayırım veya detayların olmaması
kitabın sorunu değildir, bu sizin kullandığınız dilin
sorunudur. Yani kitabı kendi algınıza veya dilinize göre
değil, orijinal formuna göre anlamak zorundasınız. “e ama
işte biz böyle deriz” demek kitabı açıklamaya yetmeyeceği
gibi, Arapça açısından sizi gülünç duruma sokar.
Elbette size ne yapıp ne yapmayacağınızı söyleyecek
değiliz. Dilediğiniz gibi anlar ve dilediğiniz gibi
yaşarsınız. Kimse karışmaz. Ama public bir alanda “kitaba
dair” iddialar ortaya atarsanız, bu herkesi ilgilendirir
ve burada itiraz edilir. Mesnetsiz iddialar karşısında
kimsenin tevazu veya nezaket göstermesini de
bekleyemezsiniz. Eğer iddialarınızın dayanağı yoksa veya
mesnedinden emin değilseniz, öncelikle iddialarınızı
kendi içinizde kanıtlamalı ve delillendirmelisiniz.
Sağlam delillerle. Bu sizin için daha yararlı olur.
Kimse kusursuz veya mükemmel değildir. Herkes hata
yapabilir. Ne var ki cehalet bir hata değildir.
__________________ gercek ortaya cıktıgı zaman butun sorular cevaplarını bulacak.
Yukarıda ve daha öncesinde islamistlere yönelik bir çok
yazdıklarınız doğru şeylerdir.
Karşındaki iblis bile olsa Doğruya doğru demek,
Rabbimizin ahlakındandır / bize kuranda öğrettiği bir
tavırdır. 38:84
Sizinle aynı fikirde olmadığım benim için en önemli olan
konu, Evrenin yaratılışının kendi kendine olduğu
iddianızdır. Başka seçeneğe de tamamen "Kapalı" olmanız.
Kurandaki Doğru anlamı bulmakla iş bitmiyor. Yukarıda
gayet isabetli örneğini verdiğiniz el kesmek fiilinde
olduğu gibi; Kuran, müteşabih ağırlıklı bir kitaptır.
Yani kelimenin doğru anlamını bulmakla iş bitmiyor,
kelimelerin ve esasen ifadelerin / anlatılan konunun
"Arkasında verilen mesajı" bulmak, anlamak ve uygulamak
esas hedef olmalıdır.
Aşağıda linkini verdiğim bu arkadaşların çalışmalarının
tamamını henüz test edemedim. Fakat incelenmesine fayda
görüyorum.
http://www.teblig.net/index.php?board=125.0
(not: bir süre şehir dışındayım cevap yazamazsam kusura
bakmayın) selam ile.
Çok teşekkür ederiz. Doğrusu gözlerimiz yaşardı. Ne var
ki bunlar realiteyi değiştirmiyor.
Kimseyle anlaşmak zorunda değiliz, daha açık bir iade
ile, Hiç kimse bir başkası ile “bir fikir” üzerinde
anlaşmak zorunda değil. Herkes dilediği gibi anlayabilir
ve davranabilir. Bu kişinin kendi tercihidir. Buna göre
hiç kimse, bizimle aynı fikri paylaşmak zorunda da değil.
Ne var ki burada, kişisel fikirleri değil, bir metni
tartışıyorduk. Dolayısıyla kişisel fikirleri bir kenara
bırakıp metnin ne demek istediğine bakmak gerekir.
Örneğin: “Evrenin yaratılışının kendi kendine olduğu
iddianızdır” cümlesi sakat bir cümledir. Eğer biz “evren
kendi kendini yaratmış olmalı, biz buna inanıyoruz” demiş
olsaydık, o zaman böyle bir cümle kurulabilirdi. Ancak
bizim böyle bir iddiamız olmadı.
Metnin metodolojisinden söz ettik ama, “tapınıcılar” için
bu çok değerli değil, çünkü tapındıkları değerleri
ortadan kaldıran bir şeydir. Dolayısıyla kitabın bir
metodunun olması çoğu durumlarda işe yaramaz. Allah ve
Evren’in varoluşunda olduğu gibi.
Mantıklı bakmak gerekirse:
“Allah” kelimesi bir isim midir? Diye sorulduğunda,
verilecek cevap “Hayır bu bir işaret zamiridir” olur.
Eğer bir kelime “isim” değilse, bir kimseyi, bir varlığı
veya bir olguyu tanımlamaz. Dolayısıyla “Allah” kelimesi
ile “Tanrı” kastediliyor demenin mantıklı bir zemini ve
dayanağı ortadan kalkmış olur. Bir işaret zamiri ile
anlatabileceğiniz şeyler başkadır. Bir olayı işaret
edebileceğiniz gibi, bir olguyu veya herhangi bir şeyi de
işaret edebilirsiniz. Ancak kelimenin yapısına baktığımız
zaman işaret edilen şeyin “özel” olduğunu da anlarız.
Çünkü Arapça dilinin yapısı gereği özelleştirilmiş bir
kelimedir. Burada biz ancak bu kelime ile işaret edilen
“özel bir şey” ararız. Bu “şey” öyle özel olmalı ki,
kitabın pek çok yerinde anlatılanların tamamını kapsayıcı
bir yapısı olmalı. Bilgiyi kapsamalı, üretimi kapsamalı,
varoluş süreçlerini kapsamalı vs.
Böyle bir olay veya olgu, kitabınızda sadece “En’am 101”
ve “Bakara 117” de açıklanan ve daha önce detayları ile
açıkladığımız olay olabilir ancak. Çünkü, ayetlerin
yapısına baktığımız zaman bize bazı sonuçlar vermektedir.
Bu sonuçlar:
1. Herhangi bir müdahale veya bir neden olmadığı
2. Bu olayın olmasından sonra diğer bütün
üretimlerin, varoluş süreçlerinin hiçbir ayırım
yapılmaksızın buna bağlı olarak geliştiği (Benzersiz
olanlar da dahil)
3. Bilginin de bu olaydan dolayı var olduğu
Gibi çok temel sonuçlardır.
Burada “tapınıcı”ların itiraz ettikleri şey, “Allah”
kavramının bir varlığı tanımladığı varsayımından
hareketle, ilk oluşun da mutlaka biri veya bir şey
tarafından tetiklenmiş olması gerekliliğinden kaynaklanan
bir tahayyülden ibarettir. Oysa bir üst metinde
kelimelerin ve kavramların nasıl anlaşılması gerektiğini
yine kitabın ortaya koyduğunu ifade etmiştik. Aynı
yöntemi “Bedii” oluş süreci ile ilgili olarak “Allah” ve
“Rab” kavramları ile ilgili olarak kullanalım:
Söz konusu ayetlerde kelime “bedii” yani geçmiş zaman
formunda tekil ve mechul olarak kullanılmaktadır. Yani
bir “fail” yoktur ve eylemin olası nedenleri de mechuldur
ve tekil bir olaydır. Biz bu ifadeyi gördüğümüz zaman
“evet ama Allah da mechuldur, bilinemez, dolayısıyla o
başlatmış olmalı” diyebilir miyiz?
Hayır diyemeyiz, iki nedenden dolayı:
Birincisi, yine kitabın kullandığı metod gereği Allah
veya Rab veya başka bir şeyin neden olduğunu
söyleyebilmemiz için kelimenin tek başına değil, bir
“illet” ile birlikte kullanılması gerekliydi. İkincisi,
kitabın aynı kelimeyi “bir illet” ile kullanmamış olaması
gerekirdi.
Eğer bu iki neden varsa, o zaman varsayımda
bulunabiliriz. Bunun için de yine kitaba bakmak gerek, ne
var ki kitapta “yubdiullâhul halka, summe yuîdu…”
“Allâhu yebdeul halka..:” “İnnehu huve yubdiu ve yuîd”,
“Ve huvellezî yebdeul halka” , “Emmen yebdeul halka”
şeklinde kullanılır. Yani “ilk ve tekil oluş”un dışında
sonraki süreçlerde meydana gelen olayların “benzersiz”
olması durumu bile mutlaka bir illete, bir nedene
dayanmaktadır.
Bu ifadeler, sürecin işleyişi içerisindeki oluşumlara
dair bu ifadeler “failleri” ile birlikte kitabınızda
varken, biz yine de “ya tamam da orda da Allah yapmış
olmalı” diyemeyiz. Eğer derseniz size gülerler. Sizden
iddianızı yani “kabul etmediğiniz ilk kendi kendini
üretme” eyleminin bir nedene veya bir şeye dayandığı
varsayımını kanıtlamanızı söyledik. Eğer kitabınızda bunu
kanıtlayabiliyorsanız, sizin fikrinizi kabul ederiz.
Burada “varsayımlara” açık olmamız veya olmamamız bir
değer ifade etmez. Çünkü “biz böyle inanıyoruz” demedik.
“Kitabınız böyle söylüyor” dedik. Bunu kabul edip
etmemek, veya test etmek tamamen sizin bileceğiniz iştir.
Siz ister “kitap doğrudur “dersiniz, ister “ya yok olmaz
öyle şey, kitap atıyor” dersiniz. Kimse karışmaz.
Gelelim bir başka “Sakat” noktaya. Genel olarak iddia
edilen şeylerin temelde dayandığı varsayım bir üst
metinde de ifade edildiği gibi “kelimenin doğru anlamını
bulmakla iş bitmiyor, kelimelerin ve esasen ifadelerin /
anlatılan konunun "Arkasında verilen mesajı" bulmak…”
gibi tamamen subjektif bir gerekçeye dayanır.
Şimdi böyle bir varsayımda bulunabilmek için öncelikle
“sözün sahibini” tanıyor olmamız gerekir. Veya tanıyan
birilerini tanımamız gerekir. Çünkü biz herhangi bir
metni okuduğumuz zaman, orada anlamadığımız şeyler varsa,
gider metnin yazarına sorarız. Veya zaten soran birini
dinleriz. Böylece yazarın veya iddia sahibinin ne demek
istediğini anlamış oluruz. Peki siz sözün sahibini
tanıyor musunuz? Veya “Sözün sahibini tanıyan onunla
oturup Muhammet etmiş birini tanıyor musunuz?” hayır
tanımıyorsunuz. O halde neden sözün sahibinin “tam da
söylemek istediğini aktardığı” gerçeğini kabul etmek
istemez de, her kelimenin altında bir “çapanoğlu”
ararsınız?
Kitabınızda sözün sahibi ne demek istiyorsa açık açık
söylüyor. Her kelimeyi, her ifadeyi tam da olması
gerektiği gibi kullanıyor. Yani dili iyi kullanıyor. Buna
rağmen “yok aslında bunun anlamı başka olmalı” gibi bir
sonuca nasıl ulaşabiliyorsunuz? Öküzün altında buzağı
arar gibi… Üstelik bunu söylerken yine kitabınızın en
temel iddialarından biri olan “açık, anlaşılır, yalın”
bir kitap olduğu iddiasını da çiğneyerek, ciddiye
almayarak yapıyorsunuz. Yani sizin kitabınız basit bir
hikaye kitabı mı? Ne söylediğini bilmeyen bir kitap mı?
Saçmalıklarla dolu bir bilmece kitabı öyle mi? Eğer
böyleyse söyleyin biz de rahatlayalım. Boşuna ciddiye
alıyoruz demektir bu.
__________________ gercek ortaya cıktıgı zaman butun sorular cevaplarını bulacak.
Bir başka temel sorunlardan biri de “muhkem-muteşabih”
meselesi. Neymiş “e efendim kitapta müteşabih ayetler
var….” Var da bunların altında buzağı mı olması gerek?
Önce müteşabih denilen şeyin ne olduğunu anlasanız nasıl
olur?
Neymiş, “müteşabih, anlamı açık olmayan ifadeler” imiş.
İyi de sizin kitabınız hiçbir ayırım yapmaksızın
“anlaşılabilir” olduğu iddiasında… hangisi doğru? Eğer
sizin söylediğiniz doğru ise, bu durumda kitap yalan
söylüyor. Yok kitap anlaşılabilir ise bu durumda da siz
yalan söylüyor olursunuz.
Müteşabih: sizin dilinizde de kullanılan “teşbih”
kelimesi ile aynıdır. Benzetme, örnek vererek anlatmayı
ifade eder. Cümlenin veya hikayenin anlaşılmaz olduğunu
değil, “örnekleyerek” anlatıldığını, açıklandığını ifade
eder. Bu kadar basit bir şeyi anlamıyor musunuz?
Bir örnek verelim: Popüler, üzerinde tartışmaların ayyuka
çıktığı, kitabın şifrelenmiş bir kitap olduğu
varsayımlarına neden olan saçma sapan varsayımların
ortaya atıldığı müddesir suresindeki “19” hikayesi. Pek
çoğunuz buna “mucize” bile diyor. Nasıl bir mucizeyse
artık.
Oysa, hikayeyi incelediğiniz zaman orada tanımlanan şeyin
“sekar” olduğunu, bu sekar denilen şeyin “yakıp kavuran,
geriye hiçbir şey bırakmayan” bir şey olduğunu, bu şeyin
üzerinde de “19” olduğunu söyler. Peki söyler misiniz,
“19” ile ifade edilen, yakıp kavuran geriye hiçbir şey
bırakmayan, yani çok yüksek ısı ve enerji açığa çıkmasına
neden olan bir şey var mı? Veya böyle bir şey biliniyor
mu?
Eğer 1500 yıl öncesinden bakarsak böyle bir bilginin
olmadığını varsayabiliriz. Ancak bugün böyle bir
seçeneğimiz yok. Böyle bir bilgi var. Gidip sıradan bir
element tablosuna bakarsanız, orada atom ağırlığı 19 olan
bir element görürsünüz. Onun adı Flor’dur. Ve biraz merak
ederseniz, bu maddenin özelliklerine de bakarsınız ve
“bilinen en yüksek ısı ve itiş gücü sağlayan bir element”
olduğunu da bulursunuz. Üstelik bunu yapmak için büyük
çabalar harcamanız da gerekmez, basit bir merak yeterli
olur. Sonra aynı hikayede neden kablolara yapışıp kalmış
yamulmuş insanlardan söz edildiğini, neden teflonla
kaplanmış plakaların anlatıldığını da anlamaya
başlayabilirsiniz. Ve tabii hikayenin sonunda sorulan
“neden mücrimlerden oldunuz” sorusuna verilen cevabı,
yani “biz SLT edenlerden değildik” cevabını da düşünme
fırsatı bulursunuz ve şöyle sorabilirsiniz: “bu yakıcı
kavurucu şeyin, teflonun, kabloların SLT ile ne ilgisi
var?”…. Ama tabii size göre “mucize” olmalı öyle değil
mi? Ya da, soruyu ciddiye alır ve SLT denilen şeyin ne
olduğunu anlamaya çalışırsınız. Öyle çokça iddia edildiği
gibi “efendim destek vermektir” vs. falan değildir SLT,
açıkça “bilgiye ulaşmak, bilgi kaynakları ile iletişim
kurmak” tır. Çünkü ne yapacağınızı biliyorsanız,
yamulmazsınız. Bu kadar basit…
Şimdi, bu hikaye “müteşabih”tir. Öyledir de neresi
anlaşılmaz bunun? Üstelik anlayabilmek için hiçbir şey
yapmadık, basitçe hikayede kullanılan kelimelere “doğal”
anlamlarını vererek yaptık bunu. Öküzün altında buzağı da
aramadık….
Şimdi kitap öyle iken, yine de “muhkem-müteşabih”
mazeretlerine mi sığınıyorsunuz? İstediğiniz yere
sığınabilir, istediğiniz mazereti bulabilirsiniz. Ama
“bediussemavati vel arz” ifadesi bir “müteşabih”
değildir. Muhkem bir ifadedir ve burada yapabileceğiniz
hiçbir şey yoktur maalesef. Yani sizin kitabın
açıklamaları ortada iken buraya bir “TANRI” koyamazsınız.
En azından kitabınıza bunu söyletemezsiniz. Siz öyle
inanabilirsiniz, ama “bu kitaptır” diyemezsiniz.
İslamistlerin/kuranistlerin buna benzer mazeretlerle
ortaya koydukları şeylere biz bakıp gülüyoruz. Örneğin
üst metinde verilen linkte bir metne gözüm takıldı.
Metnin girişinde bir tanım yapılıyor ve deniliyor ku:
“Allah kelimelere anlam bindirir ve Kuran, KELİME ile
anlaşılır. KELİME ; bir olaya, ayete, gidişata, gelişata,
konuma, duruma, söze, fiiliyata ANLAM BİNDİRMEKTİR.”
Bunu söyleyen her kimse, ne kitaptan, Ne Allah denilen
şeyden, ne kitabın metodolojisinden hiçbir şeyden haberi
yok demektir. İki tane basit örnek yine sizin
kitabınızdan:
Al-i İmran 39’da Zekeriya’nın SLT ı anlatılırken
devamında “bi kelimetin minallâhi” ifadesi yer alır.
Cümleyi “Arapça” açısından tahlil edelim: “bi” neden
sebep bildirir, “kelime” (ne demekse artık) bir sebepten
dolayı kelime…. “min” tebgiz içindir. Yani büyük bir
bütünün küçük bir parçasını veya bir şeyin küçük bir
özelilğini anlatmak isityorsanız kullanırsınız. Yani
“Allah’ın bir parçası veya özelilği…”
Şimdi siz buraya anlam bindirin bakalım. Ne anlam
bindireceksiniz? Ya da yine kitaba bakar ve “kelime”den
ne kastedildiğini bulmaya çalışırsınız. Neydi sorun?
Zekeriya yaşlıydı, karısı da kısır ve yaşlı idi,
çocukları olmuyordu. Çocuk istiyordu. Ve SLT ederken bu
isteğine cevap aldı. Birileri ona “fiziksel” olarak
seslendi ve dedi ki, “senin bir çocuğun olacak” nasıl
olacak bu? “bir kelime” olarak….
Tamam da kelime ne?
Yine Al-i İmran 45. Ayete bakalım. “İz kâletil melâiketu
yâ meryemu innallâhe yubeşşiruki bi kelimetin minhu….”
innallâhe yubeşşiruki bi kelimetin minhu….”
Yubeşşiru: cisimler, bodies, gidişat, iyiye işaret…
Bi : bir neden, bir sebep, bir şeyden dolayı
Kelimetin : kelimeden,
Minhu : onun bir parçası,
Devam edelim
Nisa 171
“…İnnemâl mesîhu îsâbnu meryeme resûlullâhi ve
kelimetuhu. Elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minhu, fe âminû
billâhi ve rusulihî, ve lâ tekûlû selâseh….”
İsa Mesih onun bir elçisi ve kelimesi imiş…
Elka: küçük Hindistan cevizinin kabuğu, topuz, gürz,
tören sopası (ses, konuşma kaydı)
ve rûhun minhu : ondan bir parça ruhun vasıtası ile
(Burada Ruh denilen şeyi de açıklamak gerekir. Hani “sana
ruhtan soruyorlar, de ki o rabbinin emrindedir”
ifadesinden yola çıkarak özetle, RUH denilen şeyin bir
varlık değil, bir çeşit uzakta müdahale yöntemi, bir araç
olduğunu söylememiz gerek)
Temel bir soru soralım: KELIME nedir?
Basitçe, her dilde kullanılan “kelime” nedir dediğimiz
zaman verebileceğimiz en basit cevap “sembollerin anlamlı
dizilimi” olur. Bu şekilde kelime oluşur ve bir anlam
ifade eder.
Ayetlere bakarsak, kullanılan ifadelerden
anlayabileceğimiz şey, bir çeşit “ses” yoluyla “anlamlı
dizilmiş olan semboller”in “Meryem”e aktarıldığını
anlamak hiç zor olmasa gerek. Buna göre, bir hücre
programlanmış ve neticede “ISA” meydana gelmiş. Burada
fiziksel müdahale söz konusu mudur? Yani bir temas…
sorusuna da cevap bulmak lazım ki “Hayır değildir” çünkü
yine sizin kitabınız “isa’nın oluşu Adem gibidir” der.
Yani hiçbir fiziksel temas söz konusu değil, bir baba söz
konusu değil.
Ve tabii neden bu işlerde hep MELEKLER kullanılıyor?
Çünkü “melek” denilen şeyler bir çeşit robot, yetenekli
varlıklar. Görevlerini yapan görevliler. Doğal olarak bir
programlama gerekiyorsa bunu yapacak olanlar da
meleklerdir. Tıpkı zekiray ve isa olaylarında olduğu
gibi. Başka ayetler de var, Adem’in şekillendirilmesi ile
ilgili ayetlerde de aynı ifade kullanılır. Örneğin Secde
9 “Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale
lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete…”
Nefhetmek üflemek falan değildir. Gerçekte bu kelime
“enjekte etmek” şişirmek gibi anlamlara gelir.
Şekillendirilmesi bittikten sonra ona “ruh” vasıtası ile
nefhettiği/enjekte ettiği şey nedeniyle şekillendirilen
şey, gören, işiten, hisseden bir şey haline dönüşmüş….
Bugünkü bilgimizle, bu şekilde “sembollerin anlamlı
dizilimi” söylendiği zaman anlayabileceğimiz en uygun şey
“program/yazılım” olur. Bir bilgisayar programı da bu
şekildedir. Yani sembollerin anlamlı, olması gerekitği
gibi yan yana dizilmesi ile bilgisayar programlanır ve
çalışır hale gelir.
Özetle, içinde bulunduğumuz trajik durumun sorumlusu biz
değiliz, ancak bize de kızmamalısınız çünkü biz sizin bu
halinize sadece gülebiliyoruz. Ve tabii soruyoruz da:
“neden bunlar kitabı anlamak yerine olmadık yollara
başvururlar?” işte bunu anlamıyoruz. Keyfiniz bilir
tabii.
__________________ gercek ortaya cıktıgı zaman butun sorular cevaplarını bulacak.
Müteşabih için “anlaşılmaz” demedim. Söylenmemiş yanlış
sözleri sanki söylenmiş gibi eleştirmeniz ahlaki / etik
değildir. Demekki bahsettiğiniz buradan daha yüksek
düzey forumlarda bu tarzda tartışılıyorsunuz, tartışma
ahlakınız bumudur?
Siz kendinize böyle yanlış şeyler söyleyecek ve bol bol
güldürecek birilerini muhatap arıyorsanız, muhatabınız
ben değilim.
Bence sizin yorumlarınız, arapça bir sözlüğe bakarak
yapılabilen, yüzlerce yüzeysel ve basit bir yorumdan
başka bir şey değildir. Veya her kesin yaptığı gibi
kafasındaki senaryoyu kurana söyletme çabalarından
biridir. Yinede söylemeliyim ki müteşabihe anlaşılmaz
diyebilen klasik din adamlarının / islamistlerin /
yobazların anlayışlarından daha iyidir.
Böyle sığ ve yüzeysel, kişisel savunmalara -
aşağılamalara dayalı tartışmalar hem bize hem okuyuculara
karşı saygısızlık ve gereksiz bir israftır. Bu yazı için
de herkesten özür dilerim. Yazmasam sanki yukarıdaki
yanlış anlayışları ben yazmışım gibi bir iftira
karşısında kötü hissedeceğim.
Konu edilen Fikirleri doğru ve dürüstçe tartışacaksak
tartışalım, efendim falanca konu yüksek forumlarda
tartışılmış ve geçilmiş…. Bu söz kanıtmıdır? Hem Bu
şekilde ve hemde söylenmemiş saçma bir şeyi söylenmiş
gibi cevap yazarak okuyucuyu yanıltıcı ifadelerle sahte
bir üstünlük sağlamanın anlamı nedir? Böyle bir muhatap
karşısında yazışmak istemiyorum.
Efendim arapça açısından bakınca gülünç duruma
düşermişiz! Arapça, bazı farklılıkları olmasında rağmen
bir çok lisan ile aynı gramer yapıdadır, Arapçaya has
özel anlatımlar var ve bunların öğrenilmesi gerekirmiş,
öğrenirseniz bu düşünceye gelirsiniz kanaatine sevk etmek
yanlıştır. Çünkü böyle değildir. Kuranda olması gereken
ve ona uyguladığınızı gördüğümüz metodolojiyi kurandan mı
çıkardınız? yoksa böyle bir metodolojinin olması
gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Bu metodolojiye göre yaptığınız çıkarımlar ile hali
hazırda ve sonuçta kuranı yanlışa çıkaracaksınız. Müthiş
bir kurgu! Saptırmanın ve kafa karıştırmanın örnekleri
sergileniyor.
Fikirsel yazılarımı bununla kirletmemek için sonraki
iletilerde yazıyorum.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma