asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
HACC
“Hacc”
kavramı, tıpkı “salât” ve “kıble” kavramları gibi zaman içerisinde
maalesef yozlaştırılmış ve uzun süreden beri Kur’an dışı olarak;
“dünyanın çeşitli yörelerinden renk, dil ve ülke ayırımı gözetmeksizin
milyonlarca Müslümanı bir araya getiren ve bu Müslümanların tanışıp,
görüşmelerini, ekonomik açıdan işbirliği yapmalarını, aralarındaki
kardeşlik bağlarının güçlenmesini sağlayan bir ziyaret” olarak
anlaşılır olmuştur. Fıkıh ve ilmihal kitaplarında da “hacc”; “Yılın
belli günlerinde (kameri aylardan Zilhicce ayında) kurallarına uygun
şekilde ihram denilen örtüye bürünerek Arafat’ta ayakta durmak ve
Ka’be’yi tavaf etmektir. Bu kutsal yerleri belirli zamanlarda ziyaret
eden kimseye hacı denir.” şeklinde tanımlanmış ve böylece Kur’an’da
emredilen “hacc”dan başka bir şekle sokulmuştur.
Bu tanımlamalardan sonra da “hacc”;
- Hacc-ı ifrad: (Umresiz yapılan Hac),
- Hacc-ı temettu: (Hac mevsiminde, ayrı ayrı ihramla, hem hac hem de umre yapmak) ve
- Hacc-ı kıran (Hac mevsiminde, tek ihram ile hem Hac, hem de Umre
ibadetini yapmak) diye sınıflara ayrılmış, bu sınıflamalardan sonra ise
“hacc” hakkında;
- Ihrama girmek,
- Ziyaret tavafı yapmak,
- Arafat’ta vakfeye durmak şeklinde üç farz ve
- Sa'y yapmak (Safa ile Merve arasında),
- Ihrama mikat denilen yerlerden girmek,
- Güneş batıncaya kadar Arafat'tan ayrılmamak,
- Müzdelife'de vakfeye durmak,
- Mina'da 3 gün şeytan taşlamak,
- Tıraş olmamak veya saç kısaltmamak,
- Veda Tavafı (Tavafı Sader) yapmak şeklinde yedi tane de vacip ortaya konmuştur.
Sonuç
olarak günümüzde “hacc”, bu sınıflamalara, icat edilen farz ve
vaciplere göre yapılmakta; dünyanın değişik yerlerinden gelerek
Mekke’de toplanan Müslümanlar, rehberler eşliğinde Mekke ve civarındaki
birçok yeri gezip dolaşarak, Ka’be etrafında tur atarak, yok edilmiş
iki tepe (Safa ve Merve) arasında koşturarak ve de şeytan taşlayarak
sözde hacı olmaktadırlar. Ancak, ne bu sınıflamalar, farzlar,
vacipler Allah’ın emridir, ne de böyle bir haccın, değişik ülkelerden
gelen hacıları tanıştırdığı, birleştirdiği, kardeşliklerini
pekiştirdiği, ticari alanlarda işbirliği sağladığı görülmüş bir şeydir.
Birçok
dinde ve inanışta bu günkü uygulamaya benzer hac ve hac merkezleri
bulunmaktadır. Meselâ Budizm’de “Kapilavusta, Bodh Gaya, Benares,
Kusinagara, Parinirvana” gibi mekânlar hacc yerleridir. Ayrıca İslam
öncesine ait, Suriye’de Asterte, Mısırda, Karnak, Yunanistan’da Delphi
gibi hacc yerleri vardır. Hatta Ka’be dışında da, Müslümanların ziyaret
ettiği türbe gibi, küçük çaplı hacc; ziyaret yerleri de mevcuttur. Keza
Hıristiyanlar önce Kudüs’ü ziyareti hacc saymışlar, daha sonra hacc
alanlarını genişleterek, Efes (Meryemana) ve daha birçok mekânı hacc
yeri kabul etmişlerdir. İşte, Müslümanların haccı da, Kur’an’daki
hacc ile alâkası olmayan, yukarıda örneklerini verdiğimiz muharref veya
beşeri dinlerdeki hacca dönüşmüş durumdadır. Bu sebeple biz, “hacc”
kavramının Kur’an’daki şeklini takdim etmeyi bir iman borcu biliyoruz.
Kur’an’daki hacc
“Hacc” sözcüğü; “kastetmek” demektir. Meselâ, “ حجّ الينا فلانhacce
ileyna fülanün (Filan kişi bizi kastederek bize ayak bastı; geldi)”
denilir. (Lisanü’l Arab, c. 2, s. 326, 327, hcc mad)
Zebidi ise bu anlama ilâve olarak; “ حجّhacc,
ayak basmaktır, kanıtla galip gelmektir, bir yere defalarca gitmektir”
gibi açıklamalarda bulunmuştur. (Tacü’l Arus; c.3 , s. 324 “hcc” mad)
Bu açıklamalar netleştirilirse, “hacc” sözcüğü, fiil olarak; “Bir şeyi
kafaya koymak ve onu yapmaktır” denilebilir. Sözcüğün, ayetlerdeki gibi
Beyt; Ka’be ile birlikte tamlama olarak kullanılması hâlinde anlamı;
“Ka’be’yi kafaya koyup oraya gitmek” manasına gelmektedir.
Sözcüğün isim olarak anlamını tespit etmek için ise, “Kıble” yazımızda
belirttiğimiz, Ka’be’nin niteliklerini ve “Mescid-i Haram tarafının”
yani Ka’be tarafının neden “kıble” yapıldığını hatırlamak, dolayısıyla
Ka’be’nin ne olduğunu dikkate almak gerekmektedir:
Bakara;
148-151: Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle
hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir
araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir.
Ve
her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gafil
de değildir.
Ve her nereden
çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve siz, her nerede
olsanız, insanlardan, -onlardan zulmeden kimseler hariç- sizin
aleyhinizde bir delil olmaması için, Benim size, içinizden, size
ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti (zulüm ve
fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğreten ve
size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan
nimetimi tamamlamam için ve doğru yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü
onun tarafına çevirin. Artık onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun.
Bu
ayetlerle, “Mescid-i Haram tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmiş ve
“Mescid-i Haram tarafı”nın “kıble (hedef, strateji)” yapılmasının
gerekçeleri sayılmıştır. Bu gerekçeler şunlardır:
1. “insanlardan, -onlardan zulmeden kimseler hariç- sizin aleyhinizde bir delil olmaması için”, yani; herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.
2. “Benim size, içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran,
size kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun,
düstur ve ilkeleri) öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir
elçi göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için”, yani; Allah’ın dininin yayılması nedeniyle tüm insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.
3. “doğru yolu bulabilmeniz için”, yani; kurtuluşa erebilmeniz için.
Görüldüğü
gibi Yüce Allah’ın, Mescid-i Haram tarafının kıble, hedef edinilmesi
için gerekçe olarak gösterdiği hususların tahakkuk ettirilebilmesinin,
namazda yüzlerin fizikî olarak Mescid-i Haram tarafına çevrilmesiyle
bir alâkası bulunmamaktadır. Bir başka ifade ile, Mescid-i Haram
tarafının kıble, hedef edinilmesi suretiyle Allah’ın bizler için
istediklerinin sağlanamayacağı, her namuslu, dürüst insanın kabul
edeceği bir gerçektir. Bu durumda ise, “Mescid-i Haram tarafı”
ifadesinden, namazda yüzlerin fizikî olarak Mescid-i Haram tarafına
çevrilmesinden başka bir şey anlaşılması gerekmektedir.
“Mescid-i Haram tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği yine Kur’an’dadır ve şöyle açıklanmıştır:
Bakara; 125:
Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri
ve bir güven yeri kılmıştık. -Siz de İbrahim’in makamından bir musalla
(salât gerçekleştirilecek yer) edinin.- Ve Biz İbrahim ile İsmail’e:
“Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rüku edenler
için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.
Âl-i Imran; 96, 97:
Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan
ilk ev, Bekke’dekidir (Mekke’dekidir). Onda apaçık deliller; İbrahim’in
makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten
herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim
inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir.
Maide; 97:
Allah, Ka’be’yi; o Beyt-i haram’ı, haram ayı, heydi (hacda oraya hediye
olarak kesilen hayvanı) ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için
bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi
bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de
bilmeniz içindir.
Yukarıdaki
üç ayette yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Haram”ın
özellikleri hakkında şu tespitler yapılabilmektedir: - Mescid-i
Haram veya Beytüllah veya Ka’be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor),
insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir
(okuldur).
- Orada İbrahim peygamberin makamı (ayaklandığı, zalimlere karşı kıyam
ettiği, mücadele ettiği yer) vardır. (Yoksa, Ka’be’yi yaparken ayağını
bastığı taş değil.)
- Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, orada baskı ve zulüm olmamalıdır.
- Orada hikmetler (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun,
düstur ve ilkeler) yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.
- Orası, orada dolaşanlara, akiflere, kaimlere, rükû edenlere, secde edenlere tertemiz tutulmalıdır.
- Müslümanlar “İbrahim’in makamından bir musalla (salâtın ikame edildiği yer, alan)” edinmelidir.
- Gidip gelmeye imkan bulanlar da oraya gidip gelmelidir.
“Mescid-i
Haram”ın Kur’an’da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tespit
edilince görülmektedir ki; Rabbimizin yaptığı vurgular Mescid-i Haram,
Beytüllah veya Ka’be’nin fizikî yapısı ile ilgili değil, işlevleriyle
ilgilidir ve İbrahim peygamberin Ka’be inşa etmesi de, tevhid okulunu
açması ve bu okula işlerlik kazandırmasıdır. Buna göre, “Mescid-i Haram
tarafı” ifadesinden ne anlaşılması ve “Mescid-i Haram tarafına
yönelmek” için nelerin yapılması gerektiği kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır: - Özerk ilâhiyat okulları (“Tabii Bilimler”in tümü
doğal olarak ilahiyat okuludur) açılmalı ve bu okullardaki ilahiyatı,
tevhidi öğreten öğretmenler (rüku edenler) ile öğrenciler (ilâhiyat
eğitimi alarak ikna olanlar) gözetilmelidir.
- Salâtın ikamesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.
- Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün
olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler, askerî subaylar
yetiştirilmelidir.
Bu tespitlere göre, Ka’be’nin bir “yüksek ilahiyat okulu” olduğundan hareketle; “hacc” sözcüğün isim olarak anlamı; “KA’BE’DE
YÜKSEK İLAHİYAT ÖĞRETİM VE EĞİTİMİNİ KAFAYA KOYUP ORAYA GİTME, ORADA
İBRAHİMÎ EĞİTİM VE ÖĞRETİMLE İBRAHİMLEŞME; BİR KURMAY TEVHİD ERİ OLMAYA
GİTME” demektir. Bizim, “hacc” sözcüğünün anlamına ve
Ka’be’nin Kur’an ile belirlenmiş işlevlerine dayanarak yaptığımız bu
tespit, aşağıda görüleceği gibi Kur’an ayetleriyle birebir
örtüşmektedir ve Ka’be’nin, işlevleri dolayısıyla hacc emrinin yerine
getirilmesinde büyük öneme sahip olduğu, ayetlerde açıkça
vurgulanmıştır. Bu sebeple de biz, hacc konusundaki tahlilimize
Ka’be’nin tanıtımından başlamayı uygun görmüş bulunuyoruz.
Ka’be’nin tarihi
Kur’an’da
verilen bilgilere göre Ka’be ilk olarak İbrahim ve İsmail peygamberler
tarafından inşa edilmiştir. Kur’an’daki bilgilerin dışında İslâm
tarihçilerinin Ka’be hakkında verdikleri bilgiler ise rivayetlere
dayanmaktadır. Meselâ, Kureyşlilerin Ka’be'yi yeniden inşası bir
kaynakta şöyle yer almaktadır:
İbn
İshak der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde
Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu.
Nihayet onlara yahudilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar
yazılıydı: Ben Allah'ım. Bekke'nin (Mekke'nin) Rabbiyim, gökleri ve
yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım.
Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar varettim. Buranın çevresini
saran iki dağ (Ebu Kubeys ve el-Ahmer dağları) zail olmadıkça burası da
zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır."
Abdullah b. ez-Zübeyr ile Haccac Dönemi:
Şamlılar
(Emeviler), Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları
yangın dolayısıyla Ka’be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn
ez-Zübeyr Ka’be'yi yıktı ve Hz. Aişe'nin ona verdiği habere uygun
olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya beş zira'lık kadar bir
alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli
ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine
binasını yaptı. Önceden Ka’be'nin yüksekliği onsekiz zira' idi. Ona
Hicrden bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da on zira' daha
ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka’be'ye de iki
kapı yaptı. Müslim'in Sahih'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla
birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.
Rivayet
edildiğine göre er-Reşid, Malik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan
şekliyle Ka’be'yi yıkmak ve Peygamber (s.a)'dan gelen hadise dayanarak
İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Malik
ona: Allah adına sana and veriyorum ey mü'minlerin emiri, sen bu evi
hükümdarların oyuncağı haline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir
daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve
karşı duydukları heybet yok olur. KURTUBİ
Ka’be Allah’ın evidir
Ayetlerde
Allah, Ka’be’yi “Evim” diye kendi zatına izafe etmek suretiyle, bu
Ev’in şerefine, değerine ve önemine işaret etmiştir. Bilindiği gibi,
bizzat Allah’a izafe edilen şeyler üzerinde kimsenin hak sahibi olması
söz konusu değildir. Dolayısıyla Ka’be Allah’ındır, orada Allah’tan
başka hiç kimsenin hükümdarlığı, hükümranlığı kabul edilemez. Aslında
tüm mescitler de Allah’ındır. Ayetlerde özellikle Ka’be'nin söz konusu
edilmesi, o sırada başka bir mescit olmamasından veya Ka’be’nin
saygınlığının daha büyük olmasından dolayıdır.
Cinn; 18:
18- Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.
Nur; 36-38:
36–38- Allah’ın, içersinde Kendi isminin yücelmesine ve zikredilmesine
izin verdiği evlerde, sabah-akşam (sürekli) Kendisini tesbih eden öyle
er kişiler vardır ki, ticaret ve alış veriş, Allah'ı anmaktan, salâtı
ikame etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah,
kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve
kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü
bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız
rızklandırır.
Ka’be’nin, yani Beytullah’ın diğer bir ismi de Mescid-i Haram’dır (Dokunulmaz Mescit’tir).
Bakara 191:
191– Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de
onları çıkarın. Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Haram
yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna
rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin
cezası işte böyledir.
Ka’be’nin inşa görevi İbrahim ve İsmail peygamberlere verilmiştir
Bakara; 125-129:
125- Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş
yeri ve bir güven yeri kılmıştık. -Siz de İbrahim’in makamından bir
musalla (salât gerçekleştirilecek yer) edinin.- Ve Biz İbrahim ile
İsmail’e: “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler,
rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.
126- Ve bir zaman İbrahim “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl,
halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvalarla
rızıklandır” demişti. O (Allah) dedi ki: “küfreden kimseyi dahi çok az
kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü
varılacak yerdir!”
127- 129- Ve hani İbrahim, Beyt'ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz,
bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta
Kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için İslamlaştıran kıl.
Soyumuzdan da senin için İslamlaştıran bir ümmet kıl (getir). Ve bize
kulluk yöntemlerini göster, tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen
tövbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta Kendisisin.
Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara
senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretsin, onları
arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, Aziyz’in, Hakiym’in ta kendisisin.
Tıpkı
yukarıdakiler gibi, İbrahim peygamberin Ka’be ile ilgili görevini
bildiren ve Ka’be’nin işlevini açıklayan bir başka ayetten, hacc
görevinin de ilk olarak İbrahim peygamber ile başlatıldığı
anlaşılmaktadır:
Hacc; 26-29: 26-29-
Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma;
dolaşanlar, orada kıyam edenler (zulme baş kaldıranlar), rükû edenler,
secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait bir takım
menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği
hayvanlar üzerinde belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar
arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş (yorgun düşmüş) binekler
üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip
temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/ özgür evde
(Ka’be’de) dolaşsınlar.” diye, o evin (Ka’be’nin) yerini, İbrahim için
hazırlamıştık. -Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun-
Görüldüğü gibi yukarıdaki ayetlerde Ka’be’nin kimlere ve hangi
işlevleri görsün diye yaptırtıldığı bildirilmekte; İbrahim ve İsmail
peygamberlere Beyt’in inşası görevi yanında, insanlar için bir mesabe
(sevap kazanma yeri/ sık gidilip gelinen yer) ve güven yeri” kılınan
Ka’be’nin, orada dolaşanlar, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve
secde edenler için tertemiz tutulması görevinin de verildiği
açıklanmaktadır.
Belirtilen işlevler için İbrahim ve İsmail peygamberlere inşa ettirilen
Beyt, ilâhî programda da insanların sık gidip gelme gereği gördükleri
ve geliş gidişte veya orada kalışta gayet güvende oldukları bir yer
olarak hazırlanmıştır:
Ka’be’nin güvenlik yeri kılınması
Ka’be’nin
güvenlik yeri olması konusu, daha önce Kureyş suresinde; Ev’in
Rabbinin, Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin
kıldığı bildirilerek, sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile
olsa, Kureyşlilerin yalnızca Allah’a kulluk etmelerinin gerektiğini
anlatmak üzere gündeme getirilmiştir.
Kureyş; 4:
4- O ki, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her korkudan onları güvene kavuşturmuştur.
Kureyş’e verilen bu nimetlere, başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir:
Ankebut; 67:
67- Yoksa kıyılarında, insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen,
orayı (Mekke’yi), güvenli, harem (dokunulmaz) yaptığımızı da görmediler
mi? Hâlâ batıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine nankörlük mü
ediyorlar?
Kasas, 57:
57- Ve onlar; “Biz seninle beraber hidayete uyarsak, yurdumuzdan
atılırız” dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızk olarak, her
şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, haram
(dokunulmaz) bir yere (Mekke’ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu
bilmezler.
Yukarıdaki
ayetler tamamen tarihî gerçekleri yansıtmaktadırlar. Çünkü Kureyşliler
bu Ev’e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları
yoktu. Ne zaman ki Mekke’de bir araya gelip Ka’be hizmetini
üstlendiler, o zaman bütün Arabistan’da saygın bir duruma geldiler. O
dönemde insanlar Arabistan’ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları
dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında
yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü muhtemel
saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları
üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ salim
ilerleyebilirlerdi. İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin
güvende olmadığı bir ortamda, Mekke’deki Kureyşliler bütün bu
tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke’ye bir düşman saldırısı
olması söz konusu değildi. Kureyşliler “Ka’be’nin hizmetçileri”
sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük
kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle
karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin “Ben
Haremliyim” ya da “Ben Allah’ın haremindenim” demesi bile,
saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.
Ka’be’nin güvenlik yeri kılınmasının, Kureyşlilere sadece maddî
çıkarlar sağladığı sanılmamalıdır. Allah’ın vahyinin bu güvenlikli
bölgede inmeye başlaması, önce Kureyşlileri sonra da tüm insanları
cehaletten kurtarmış; hidayetin açıklanması ile insanlar sapıklıktan,
küfürden, dolayısıyla da cehennemden uzak tutulmuştur.
Yukarıda
verdiğimiz Bakara/ 125. ayetteki parantez cümlesinde bulunan; “-Siz de
İbrahim’in makamından bir musalla (salât gerçekleştirilecek yer)
edinin.-” talimatı ile insanlara, “bir zaman öyle yapıldığı gibi, siz
de şimdi orada bir musalla edinin” denilmekte, yani orada tevhidin
öğretileceği, yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmiş olmaktadır.
Bu ise, ayrıntıları ilerideki ayetlerde gelecek olan hacc görevinin
verilmesidir.
Musalla
Ayette geçen “مصلّى musalla” sözcüğü “ ص ل وsalv” kökünden “ صلّىsalla, يصلّى
yüsalli” fillerinin mimli mastarı olup, “salât edilen yer, mekân”
demektir. “Salât” sözcüğü maalesef “namaz” olarak algılanınca, bu
sözcük de “namazgâh (namaz kılınan yer)” olarak dile yerleşmiştir.
“Salât” sözcüğü, doğru anlaşıldığında ise sözcüğün anlamı; “zihinsel ve
malî sosyal desteklerin, aktivitelerin uygulandığı yer” demek
olmaktadır. Sadece Bakara suresinde geçen bu sözcüğün doğru manasına
göre “İbrahim’in makamından bir musalla edinin” emrinden; İbrahim
peygamberin açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke’de, uluslararası bir
musalla (eğitim ve sosyal destek merkezi) oluşturulmasının istendiği
anlaşılmalıdır. Musallanın önemi ve işlevi aşağıdaki ayetlerde de yer
almaktadır:
Maide; 106:
106- Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman,
vasiyet sırasında aranızdaki şahitlik, kendi içinizden adalet sahibi
iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün
musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye
düşerseniz, salâttan sonra onları alıkoyarsınız. Sonra da onları,
"Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın
şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde günahkârlardan oluruz" diye
Allah’a yemin ettirirsiniz.
Hacc; 34, 35:
34, 35– Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların
behiminden rızk olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir
mensek ibadet yeri/ibadet biçimi kıldık. İşte, sizin ilahınız, bir tek
ilahtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit
onların kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı
ikame eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden o,
Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele.
Tarihi
belgelere bakıldığında, Mekke döneminde serbest bir musalla
edinilemediği, muhasara döneminde değişik yerlerin; evlerin,
bahçelerin, ağıl ve ahırların musalla, mescit olarak kullanıldığı,
müminlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini
buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri
görülmektedir. Medine’de ise, bugünkü mescide yaklaşık altı yüz elli
metre uzaklıkta, mescidin batısında, bu günkü “ مسجد الغمامة
Mescidi Gamame (Bulut Mescidi)” denilen caminin olduğu alan “musalla”
olarak tayin edilmiş ve salât; tüm sosyal destek faaliyetleri burada
uygulanmıştır.
Mescit
“مسجد Mescit” sözcüğü, “ سجد يسجدsecede,
yescüdü”… fiilinin mimli mastarı (mekân ismi) olup “secde
edilen/ettirtilen yer” demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan
namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu secde yeri, yani
mescit; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna
edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup
gerçeğe boyun eğdikleri yer” veya gerçek anlamıyla, kısaca “eğitim ve
öğretim, ikna alanı” demektir. Bu anlamı itibariyle “mescit”,
salâtın (sosyal desteğin) zihinsel boyutlarının, musalla ise; “salâtın
(sosyal desteğin) hem zihinsel hem de malî yönlerinin geniş katılımla
uygulandığı alan” demektir. Nitekim peygamberimiz salâtı, dar çerçevede
mescitte uygulamış, bayram günleri, haftalık toplantı günleri,
cenazeler, savaş hazırlıkları vs. gibi geniş katılımın olduğu günlerde
ise musallada gerçekleştirmiştir.
Buradan anlaşılan odur ki beytler; orada bulunanlar, din bilgisini
geliştirmek için orada belirli süre kalmaya karar verenler, orada
tevhidi öğretenler ve öğrenenler için uygun tutulmalı ve orada tevhid
öğretilmelidir.
Yine
Bakara/ 125. ayette ve ayrıca Hacc/ 26. ayette de, Ka’be’den, yani
Beytüllah’tan (Allah’ın Evi’nden) yararlanacakların; “dolaşanlar”,
“ibadete kapananlar”, “rükû edenler”, “secde edenler” ve “kıyam edenler
(zulme baş kaldıranlar)” oldukları açıklanmıştır. Bunların kimler
oldukları da, doğru anlaşılması gereken hususlardandır.
Tavaf edenler; dolaşanlar
Tavaf;
“bir yerde dolaşma” demektir. Burada bu sözcükle, orayı ziyarete gelen
ve orada dolaşıp duran kimseler kastedilmiştir. Bu kimseler, orada
cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytüllah’ın
tanınmasına vesile olacaklardır. “Ka’be’yi tavaf” diye bir ifade
Kur’an’da yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde
açıklanmıştır:
"Tavaf edenler."
İfadenin zahirinden anlaşılan Beytullah'ı tavaf eden kimselerdir.
Ata'nın görüşü budur. Said b. Cübeyr ise Mekke'ye gelen yabancılar
için temizleyin anlamına gelir, demektedir ki uzak ihtimalli bir
açıklamadır. Kurtubi
İbadete kapananlar; akifler ve itikaf
“Akif”
sözcüğünün kökü “akf” olup, anlamı; “bir şey üzerine sürekli
odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek” demektir. (Lisan; 6/385 “akf” mad) Buradan
anlaşılan odur ki sözcük; “gayet bilinçli olarak bir konu ve nesneye
odaklanmak, taparcasına bağlanmak” anlamına gelmektedir. Nitekim birçok
yerde (A’raf; 138, Ta Ha; 91, 97, Enbiya; 52, Şuara; 71) sözcük “tapma” boyutuyla, Bakara;125, Hacc; 25 ve Fetih; 25’te de “ısrarla bir şeye yönelme” anlamında geçmektedir.
Bakara/ 187. ayette geçen “Ve siz mescitlerde “akif” (programlı ibadet
halinde) iken” ifadesine bakarak da sözcüğün; “mescitlerde tevhid
öğrenme, öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla,
planlı ve programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme”
anlamına geldiğini söylemek mümkündür.
Adı “itikaf” olarak yerleşen bu faaliyet fıkıh kitaplarında; “belli
bir zamanda belli şartlara riayet ederek özel bir yerde özel bir itaate
devam etmek” şeklinde tarif edilmiştir. Ama bu ifadeler, insanın
kendini bir mağaraya hapsetmesi olarak değil, Beytüllah’ta Kur’an’a
odaklanarak Allah’ın mesajını iyi ve doğru anlamaya çalışması olarak
anlaşılmalıdır.
Rükû edenler
Rükû
denince, herkesin aklına “namazda ayakta dururken eğilip belin
bükülmesi” gelmektedir. Çünkü sözcük asırlar önce kafalara bu anlamla
kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’an’da ilk kez Mürselat
suresinin 48. ayetinde geçen rükû'dan maksadın, “namazın
tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile, namazın
parçasının anılıp bütününün kastedildiği ifade edilmiş ve 48. ayetin
manası da bu görüş doğrultusunda; “Onlara namaz kılın denildiği zaman
namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” olup çıkmıştır.
Hâlbuki ayetin bu şekilde anlaşılması bize göre yanlıştır. Çünkü
Mürselat suresinin indiği dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir ve
yaptırım söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz
kıl” demenin de bir mantığı yoktur. Böyle olmasına rağmen, bütün meal
ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır.
Bir kavramın doğru anlaşılabilmesi için, önce o kavramı ifade eden
sözcüğün var olan anlamlarının bilinmesi, sonra da bu anlamlar içinden
doğru olanının takdir edilmesi gerekmektedir. Arap dili hakkında en
önemli başvuru kaynağı olan Lisânü'l-Arab'ta rükû sözcüğü için aşağıdaki anlamlar yer almaktadır:
1) الرّكوع (rükû), “hudû” (eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek) demektir.
2) Rükû, “inhina” (iki büklüm olmak) demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea'ş-şeyhu (ihtiyar iki büklüm oldu) denir.
3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).
4) Rükû,
“putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” (haniflik etmek) demektir.
Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara,
raki (rükû eden) ve rakea ilellâh (Allah'a rükû etti) derlerdi. (Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” mad.)
Bize
göre 4. maddedeki anlam, “rükû” sözcüğünün Kur’an’daki ilk geçişi olan
Mürselat/48. ayetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır.
Dolayısıyla da, Kabe’de rükû edenler, orada tevhidi öğreten öğretmenlerdir.
Secde edenler
“Teslim
olma, boyun eğme” anlamında kullanılan “secde” sözcüğü; “devenin
sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi (eğmesi)” ve “meyve
yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli
olarak eğilmesi” anlamında vazedilmiştir (ortaya çıkmıştır). Daha sonra
da sözcük; “ülke krallarının bastırdıkları paranın üstündeki kabartma
resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında
kullanılmıştır. (Lisan ül Arab; c:4, s:497)
Demek oluyor ki “ سجدةsecde”;
“kişinin bilinçli olarak bir başkasına -kendisinden daha güçlü olduğunu
kabul ederek- teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına
çıkmaması” demektir. Kur’an’da defalarca nakledilmiş olan, “meleklerin
Âdem’e secde etmeleri” de işte bu anlama gelmektedir. Yani melekler
(tabiat güçleri), Âdem (bilgili kimse) karşısında, o kendilerinden daha
güçlü olduğu için ona boyun eğmişler ve teslim olmuşlardır.
Görüldüğü gibi, “secde” sözcüğünde “yere kapanmak” anlamı yoktur. “Yere kapanmak” eylemi “ خرورharur” sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı ayetlerde “ خرّوا سجّداًharru sücceden” diye geçer ki bunun anlamı; “secde ederek (teslim olarak) yere kapandılar” demektir.
“Teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı ayetler şunlardır:
Yusuf; 100:
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarak yere kapandılar.
Ve (Yusuf): “ Babacığım işte bu durum, o gördüğümün tevilidir.
Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını
bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle
Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye
lutuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır.
Meryem; 58:
İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan,
İbrahim ve İsrail’in soyundan ve hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz
peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir.
Onlar kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek (teslimiyet göstererek) yere kapanırlardı.
Secde; 15:
Gerçekten Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek yerlere kapanan ve Rabblerine hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar.
İsra; 107–109:
De ki: Siz ona (Kur’an’a) ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce
kendilerine ilim verilenler; o (Kur’an) onlara okunduğunda onlar, secde ederek (teslimiyet göstererek) çeneleri üstü kapanırlar. Ve: “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir.” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu (Kur’an) onların huşuunu (alçak gönüllüğünü) artırır.
Bir de korkudan yere kapanmak vardır ki, bu secde ederek, yani boyun eğerek yere kapanmak değildir:
A’râf; 143:
Ne zaman ki Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona konuştu.
(Musa) “Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana!” dedi. (Rabbi
ona) Dedi ki; “Beni sen asla göremezsin velâkin şu dağa bak, eğer o
yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa
tecelli edince onu paramparça ediverdi, Musa da baygın olarak yere kapandı (yığıldı). Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm (tövbe ettim) ve ben inananların ilkiyim.” dedi.
Müminlerin
namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılığın ve teslimiyetin
belli edilişinin (dışa vurulmasının) yere kapanmak suretiyle yapılması
sebebiyledir. Yani müminler geçmişten gelen örfe göre, Rabbimizin,
A’raf/ 55’teki “Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek
dua edin.” emrini yerine getirmek ve Allah’a teslimiyetlerini göstermek
için yere kapanmaktadırlar. Secde sözcüğünün gerçek anlamı bu
şekilde açıklığa kavuştuktan sonra Kur’an’daki “secde” sözcüklerinin
doğru anlaşılması daha da kolay olmaktadır.
Meselâ, aşağıdaki ayetlerdeki “secde” sözcükleri hep; “bilinçli olarak
bir başkasına -güçlü olması sebebiyle- teslim olunması, boyun eğilmesi”
anlamdadır:
Yusuf; 4:
Hani bir zaman Yusuf, babasına; “Babacığım, şüphesiz ben on bir yıldız
Güneş ve Ay’ı gördüm. Onları bana secde ederken (boyun eğerken)
gördüm.” demişti.
Yusuf; 100:
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarak yere kapandılar.
Ve (Yusuf): “ Babacığım işte bu durum, o gördüğümün tevilidir.
Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını
bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle
Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye
lütuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır.
Burada
Yusuf’un kardeşleriyle babasının ona secde etmeleri; ona teslim
olmaları, yaşam düzenlerini onun kontrolüne verip onun otoritesi dışına
çıkmamaları anlamına gelmektedir.
A’râf; 161:
Ve bir zaman onlara; “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri
yiyin ve “Hitta! (Günahlarımızı bağışla!)” deyin ve secde ederek
(teslim olmuş olarak) kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız,
iyilere arttıracağız.” denilmişti.
Buradaki
secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, o şehrin otoritesine
teslim olmak anlamındadır. Aynı konu Bakara; 58 ve Nisa; 154’de de konu
edilmiştir. Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’an’da bir de
teshirî, yani ister istemez yapılan secde vardır ki bu secde, insanın
dışındaki varlıkların yaratılışları, kaderleri gereği ister istemez
yaptıkları teslimiyet ve boyun eğmedir:
Ra’d; 15:
Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister istemez de sabah akşam yalnızca Allah’a secde ederler.
Nahl; 49:
Göklerde ve yerde olan dabbehden / canlılardan ne varsa ve melekler
Allah’a secde ederler (boyun eğerler, teslimiyet gösterirler) ve onlar
büyüklük taslamazlar.
Hacc; 18:
Göklerde ve yerde olanların, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm
kıpırdayan canlılar / hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde
ettiklerini (boyun eğdiklerini, teslimiyet gösterdiklerini) görmüyor
musun?
Dolayısıyla,
125. ayetteki “secde edenler” ifadesi; Beytullah’ta tevhidî eğitim
gören, İKNA olan, TESLİM olan ÖĞRENCİ gurubudur.
Ka’be’nin temiz tutulması ne demektir:
Yukarıdaki
Bakara/125. ayette konu edilen temizlik; fizikî temizlik, yani
Ka’be’nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı
demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada
Allah'tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka
birine ibadet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir.
Mescitlerin ve dolayısıyla Ka’be’nin bu niteliği Tevbe suresinde net
olarak açıklanmıştır:
Tevbe; 107-110:
107– Ve şu, zarar vermek, kâfirlik etmek, müslümanların arasına ayrılık
sokmak ve daha önce Allah ve Elçisine karşı savaş açmış olanlara
gözcülük etmek için mescit yapan kimseler; “biz en güzelden başka bir
şey istemedik” diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki,
şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır.
108– Sen orada ebediyen dikilme (görev yapma)! İlk gününde takva
üzerine kurulan mescit, elbette içinde dikilmene (görev yapmana) daha
lâyıktır. Onun içinde arınmayı seven olgun kişiler vardır. Allah da
arınıcıları sever.
109– Peki, temelini Allah’tan takva ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan
kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun
kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve
Allah, zalimler toplumuna kılavuz olmaz.
110-
Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri,
kalplerinde bir kuşku olarak kalacaktır, kaybolmayacaktır.
Ka’be, insanlık için açılmış ilk “okul”dur.
Ka’be’nin
müminler için kıble olma işlevinin tahlili aşağıda yapıldığında da
görüleceği gibi Ka’be, insanlık için açılmış ilk “okul”dur. Oranın ilk
öğretmenleri de İbrahim ve İsmail peygamberlerdir. Bu öğretmenler orada
insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi, onurlu yaşamayı
öğretmişlerdir. Allah’ın “Evim” dediği bu okul, özerk olup burada
kimsenin sultası yoktur. Bu demektir ki tüm öğretim kurumları da bu
nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır. Ka’be’nin, Allah’ın ilkelerinin
öğretildiği bir okul olduğu, İbrahim peygamberin Bakara/ 126-129.
ayetlerdeki yakarışında açıkça ifade edilmiştir:
“Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını, onlardan Allah’a ve
son güne inananları meyvelerle rızklandır. Rabbimiz, bizden kabul
buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta Kendisisin.
Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için İslâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da
senin için İslâmlaştıran bir ümmet kıl (getir). Ve bize kulluk
yöntemlerini göster, tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tövbeleri
çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta Kendisisin. Rabbimiz,
bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin
ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek
için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretsin, onları arındırsın.
Hiç şüphesiz Sen, Aziyz’in Hakiym’in ta kendisisin.”
İbrahim peygamberin buradaki niyazı İbrahim suresinde de görülmektedir:
İbrahim; 35-41:
35-
41- Ve hani bir zaman İbrahim: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve
oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar
[putlar] insanlardan birçoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa,
artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen
şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz
ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikame etmeleri için, senin
dokunulmazlaşmış Ev’inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim.
Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının
gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır.
Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz
şeyleri bilirsin. -Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.-
İhtiyarlık halimde bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamd
olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı
ikame eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz!
Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve müminler için
mağfirette bulun!" demişti.
İbrahim
peygamberin yukarıdaki duası kabul görmüş olmalı ki Rabbimiz, onun
soyundan birçok peygamber göndermiştir. Son peygamber Muhammed As’da
bilindiği gibi İbrahim soyundandır.
Haccın unsurları
İlgili ayetler - 1: Bakara; 196-203
196-
Ve Hacc ve umreyi Allah için tamamlayın. Buna rağmen, eğer
alıkonulursanız, o zaman hediyeden kolayınıza gelen şey! Bununla
beraber bu hediye, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin.
Artık içinizden hasta olana veya başından ona (tıraşa) bir rahatsızlığı
bulunana oruç veya sadaka yahut da ibadetten bir fidye! Artık emin
olduğunuz zaman da her kim umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık
hediyeden kolayına geleni! Fakat kim bulamazsa artık üç gün haccda,
yedi de döndüğünüzde oruç tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi
Mescid-i Haram’da hazır olmayanlar içindir. Allah'a takvalı davranın ve
şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu bilin.
197- Hac, bilinen aylardır. Artık her kim o aylarda haccı başlayıp kendisine farz ederse; artık haccda refes (kadına yaklaşmak, çirkin söz söylemek),
günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz hayırdan ne işlerseniz de,
Allah onu bilir. Ve azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı
takvadır. Ve ey düşünme yeteneği olanlar! Bana takvalı davranın!
198-
Rabbinizden bir lütuf istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Artık
Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da hemen Allah’ı
anın. Ve O’nu, O’nun size gösterdiği gibi anın. Ve siz bundan önce
gerçekten sapıklardan idiniz.
200, 203,
199- Sonra da ibadetlerinizi (görevlerinizi) gerçekleştirdiğinizde,
tıpkı babalarınızı andığınız gibi hatta daha kuvvetli bir anışla
Allah’ı anın. Ve Allah’ı sayılı günlerde anın. Artık kim iki gün içinde
acele ederse ona günah yoktur. Kim de ertelerse ona da günah yoktur.
Bu, takvalı davranan kimseler içindir. Allah'a takvalı davranın ve
şüphesiz kendinizin O’na toplanacağınızı bilin. Sonra da insanların
akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan bağışlanma isteyin.
Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. İşte
insanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver!” diyen kimselerdir.
Onun için de ahirette bir nasip yoktur.
201-
Yine onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve ahirette
de bir güzellik-iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler
vardır.
202- İşte onlar, kendileri için kazandıklarından bir nasip olanlardır. Ve Allah, hesabı çok çabuk görendir.
Bu
ayetlerde haccın, kıble rüknünden sonraki unsurları açıklanmaktadır.
203. ayet, 200. ayetteki Allah’ın zikri konusunun açılımı olduğu için,
203. ayet ile 200. ayetin meali bir bütün olarak, tek paragraf halinde
verilmiştir. Bu ayetlerde haccın ikinci aşaması anlatılmaktadır.
Ayetlerden anlaşılacağı üzere hacc ve umre görevi sadece Mescid-i
haramda yapılıp bitirilmemektedir. Bu ibadetin bir de ordugâh safhası
söz konusudur. Rabbimizin “Ve Hacc ve umreyi Allah için tamamlayın” ifadesi, ikinci aşamanın da yapılmasını emretmektedir.
Umre
Umre,
sözcüğü herkesin bildiği “ömür; hayat” sözcüğünün türevlerindendir. Ki
bu sözcüğün imar, mimar, tamir, tamirat gibi birçok türevi Türkçeye de
geçmiştir. Bu sözcük kalıbı itibariyle “bir kere; kısa süreli
ömürlenmek” anlamındadır. İsimleştiği zaman da; “bir kere; kısa süreli
ömürlenme” anlamına gelir. Bu isim hali Kur’an’da Bakara/ 196’da iki
kez yer almıştır. Umre sözcüğünü “Ka’be”, “beytüllah”, “hacc”
kavramlarıyla tamlama yaptığımızda, “Ka’be’den (Yüksek İlahiyat
Okulundan) kısa süreli yararlanma” demek olur ki, bu da bir bakıma bir
nevi, kurs, konferans, kongre, sempozyum niteliğindeki bir etkinlikle
kısa süreli yararlanma, inanç ve amel açısından tekrar gözden geçirilme
demektir.
Mealini aşağıda verdiğimiz Bakara/ 158 ayetinin orijinalindeki -bizim “Umre yaptırılırsa” diye çevirdiğimiz- “ أو اعتمرEv
i’tamera” sözcüğü kalıp olarak mutavaat (uyum) anlamı içermektedir.
Burada konu edilen hacc kastıyla değil de bilvesile; biri tarafından
“kısa süreli ömürlendirilirse” demektir ki bu da, hacc yapanların,
yardımcıları, hizmetçileri veya davet ettiği misafirleri gibi kişileri
kapsamaktadır.
Hacc, bilinen aylarda yapılacaktır.
Bilinen aylar
Geleneksel açıklamalarda, ayetteki “bilinen aylar” ifadesi hakkında;
“Şevval, Zülkade ve Zülhicce” aylarıdır, “Şevval, Zülkade ve
Zülhicce'nin ilk on günüdür.” tarzında farklı anlayışlar ortaya
konmuştur. Bu anlayışlar, bir bakıma Kur’an inmeden önceki anlayışın
devamıdır. Uzun yıllardan beri de hacc, maalesef sadece “zilhicce”
ayında uygulanmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da; Rabbimizin, Bakara/ 197.
ayetten açık olarak anlaşıldığı gibi, hacc için ayları kapsayan bir
süreç öngörmüş olmasına karşılık, Umre için herhangi bir süreden söz
etmemiş olmasıdır.
Bizim tahlilimiz
Ayette Rabbimiz “Hacc, bilinen aylardır” buyurarak; haccın ne zaman,
hangi aylarda yapılması lazım geldiğinin belirlenmesini ve bunun İslam
alemine duyurulmasını, Müslümanların da bilinen ve bildirilen bu
aylarda, tertip tertip askere gider gibi hacca gitmesini istemektedir.
Ayette kullanılan “eşhür” sözcüğü çoğul olduğundan haccdaki bir dönem
(tertip; eğitim süreci), en az üç ay olmalıdır. Ayetteki “eşhürün
malumat” ifadesi nekre bir ifadedir. İslam öncesi kabul tasvip görseydi
bu ifade nekre gelmeyip marife gelirdi. Bu demektir ki, Müslümanlar bir
“Hacc organize komitesi veya Hacc emiri” oluşturacaklar, bu kurum Hacc
dönemlerini belirleyerek ilan edip herkese bildirecek, herkes de ilan
edilen dönemlerde gidip Komite’ye veya Emir’e teslim olacaktır. Hacc,
26-29’da altını çizip büyük harfle yazdığımız “SANA GELSİNLER!”
ifadesi dikkatlerden kaçmamalıdır. Orada kesinlikle başıboş, plansız,
programsız dolanılmayacak, komite tarafından belirlenen, planlanan
eğitim ve öğretim programı uygulanacaktır.
Hacc; 26-29:
26-29- Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma;
dolaşanlar, orada kıyam edenler (zulme baş kaldıranlar), rükû edenler,
secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait bir takım
menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği
hayvanlar üzerinde belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş (yorgun düşmüş) binekler üstünde her derin vadiyi aşarak SANA GELSİNLER!
Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler.
Eski evde/ özgür evde (Ka’be’de) dolaşsınlar.” diye, o evin
(Ka’be’nin) yerini, İbrahim için hazırlamıştık. -Siz de onlardan yiyin
ve zorluk çeken fakiri doyurun-
Bakara/
196. ayetin ikinci kısmında (ayetin ilk ve son cümleleri arasında)
detaylı olarak verilen; “Buna rağmen, eğer alıkonursanız, o zaman
hediyeden kolayınıza gelen şey! Bununla beraber bu hediye, yerine
varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden hasta olana
veya başından ona (tıraşa) bir rahatsızlığı bulunana oruç veya sadaka
yahut da ibadetten bir fidye! Artık emin olduğunuz zaman da her kim
umrede hacca kadar kazanç sağladıysa, artık hediyeden kolayına geleni!
Fakat kim bulamazsa artık üç gün hacda, yedi de döndüğünüzde oruç
tutması! Bu, tam ondur. Bu (hüküm), ailesi Mescid-i Haram’da hazır
olmayanlar içindir.” ifadeleri ile, haccın ikinci aşamasını
gerçekleştiremeyecek olanların ne yapması gerektiği açıklanmıştır. Bu
ifadelere göre onlar, yani haccın ikinci aşamasına katılmayanlardan
ailesi Mescid-i haram’da bulunmayanlar, yani taşradan gelenler;
kendileri oraya gidemeseler de, haccın ikinci kısmına Hedy yollamak ve
sivilleşmemek durumundadırlar. Hedy yollamak zorunda olan bir diğer
kesim de, haccın ilk aşaması sırasında Mekke’de iken kazanç sağlamış
olanlardır.
Hedy
Hedy,
“hacc yapanların yiyeceğini karşılamak için Ka’be’ye sevk edilen
(hediye olarak gönderilen) canlı hayvan” demektir. Genelde deve ve
sığır cinsinden büyükbaş hayvanı içerir. Hedy konusunun ayrıntıları,
Hacc suresinde yer almaktadır:
Hacc; 30-38:
30, 31- İşte böyle! Ve kim Allah’ın dokunulmaz kıldıklarına saygı
gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size
bildirile gelenden başka bütün hayvanlar size helal kılınmıştır. O
halde Allah’a yönelmişler olarak, O’na şirk koşanlar olmayarak o
putlardan olan kirlilikten kaçının, yalan sözden de kaçının. Bilin ki,
Allah’a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya
rüzgarın kendisini ıssız bir yere sürüklediği şey gibidir.
32– İşte böyle! Her kim Allah'ın varlığına işaret olan şeylere saygı
gösterirse, şüphesiz bu (saygı gösterme), kalplerin takvasındandır.
33- Sizin için onlarda belli bir süreye kadar bir takım faydalar
vardır. Sonra, bunların varış yeri; Beyt-i atik’edir (eski eve, özgür
eve; Ka’be’yedir).
34, 35– Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların
behiminden rızk olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir
mensek (ibadet yeri/ibadet biçimi) kıldık. İşte, sizin ilahınız, bir
tek ilahtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit
onların kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı
ikame eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden o,
Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele.
36– Büyükbaş hayvanları da; Biz onları sizin için Allah'ın varlığının
işaretlerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. O nedenle ön
ayaklarının biri bağlı halde keserken/ saf halindelerken üzerlerine
Allah’ın adını anın. Sonra yanları yere yaslandığı vakit de onlardan
yiyin, ihtiyacını gizleyene ve isteyene de yedirin. Böylece Biz onları
şükredesiniz diye size boyun eğdirdik.
37- Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak
O'na sizden takva ulaşır. Size kılavuzluk ettiği üzere Allah’ı
büyükleyesiniz diye onları size boyun eğdirdi. Ve Muhsinleri
(iyilik-güzellik üretenleri) müjdele.
38- Şüphesiz Allah, inanan kimseleri savunur. Şüphesiz Allah, aşırı hain ve son derece nankörlerin tümünü sevmez.
Saçları tıraş etmeme
Hem
Bakara/ 196. ayetinin ifadelerinden, hem de Maide suresinin aşağıdaki
ayetlerinden anlaşıldığına göre; hacc yapan kimse, başını tıraş
etmeyecek, refesten (kötü, çirkin söz, cinsel ilişki), küçük suç-büyük
suç işlemek, kavga-düşmanlık gibi davranışlardan uzak duracak ve de
avlanmayacaktır.
Maide; 1, 2:
1 - Ey iman etmiş kimseler! Sözleşmeleri yerine getirin. Siz dokunulmaz (hacc görevi sürdürür) iken avlanmayı helal görmeksizin, size okunacaklar hariç, çeşitli hayvanlar size helal kılındı. Şüphesiz Allah dilediğini hükmeder (dilediği yasayı koyar).
“2 - Ey iman edenler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, hediylere,
gerdanlıklarına ve Rablerinden lutuf ve rıza bekleyerek Beyt-ül haramı
(Ka’be’yi) kastedenlere sakın saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında (Hacc göreviniz bitince) da avlanabilirsiniz. Sizi
Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan
kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takva üzerinde
yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’a
takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı çok çetin olandır.
Maide; 95, 96:
95- Ey iman etmiş kimseler! Siz dokunulmaz iken (hacc görevini sürdürürken) av hayvanı öldürmeyin. İçinizden
kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka’be'ye
ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona cezadır.
-Buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder.- yahut kefaret olarak
miskinleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi
affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır
(yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar). Ve Allah, Aziyz’dir, intikam
sahibidir.
96– Kara avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helal kılındı. Kara avı ise, siz dokunulmaz (hacc görevi sürdürür) olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'a takvalı davranın.
İşte
bu hükümler literatüre “ihram (yasaklama)” adıyla girmiştir. Ama
“ihram” aynı zamanda şekilsel olarak da bir anlam kazanmış, dikişsiz,
kefen benzeri bir giysinin de adı olmuştur. Bunun sebebi; hacca niyet
etmiş, gelip hacc emirine teslim olmuş, İbrahimî eğitim alan kişilerin;
iş, mevki, sosyal sınıf, ırk, cinsiyet, mal, mülk, çoluk çocuk gibi
varlıklarını, kısaca bundan önceki hayatlarını geride bırakıp İbrahim
peygamberin “Ben Rabbime gidiyorum” dediği gibi, dünyada iken ölümü
göze alıp sanki mezara girer gibi buraya gelen kişiler olmaları
gerektiğinden ve bu gerekliliği sembolize ettiği düşüncesi ile hacc
süresince kefenvari bir giysi giymelerinden dolayıdır. Ancak,
böyle bir giysi Allah tarafından emredilmiş veya önerilmiş değildir.
Bu, kulun samimiyetinden doğan duygusal bir davranıştır. Dolayısıyla,
Hacc görevi yapanların belirli bir üniforma veya karma giysi
giymelerinde bir sakınca yoktur.
Diğer taraftan, kişilerin tıraş olmaları, kendilerine değer
vermelerinin bir simgesidir. Oysa, hacc süresince kimliklerin arka
plana atılması ve sadece Allah’a kulluk ve hizmet düşünülmesi
gerekmektedir. Bu sebeple de kişiler bu süreçte kişisel değerlerini ön
plana çıkaramazlar.
Konumuz ihram ayetleri dikkate alındığında kesin hükümler ve ihtiyat
hareketleri ile şu ilkeler söz konusu edilebilir:
“Eski
kişiliğin hatırlanmaması için; koku sürmeme; makyaj yapmama;
süslenmeme; krem kullanmama; lüks, değerli, kişiye gurur veren giysiler
giymeme; saç sakal kesmeme; kimseye emir vermeme; hayvanları ve
böcekleri bile öldürmeme ve incitmeme; kan akıtmama; bitkileri
koparmama; kırmama; doğaya zarar vermeme; avlanmama; silah taşımama;
evlenmeme; cinsel ilişkide bulunmama; iffetsiz, tartışmacı, kavgacı
olmama.”
Bakara/ 197-203. ayetlerden
oluşan paragrafta ise haccın zamanı ve ikinci aşamasının uygulanması;
geniş alanlarda eğitim öğretim gurupları oluşturulması, sonradan da
belirlenmiş günlerde el Meşari’l Haram’da Allah’ın zikrinin
gerçekleştirilmesi söz konusu edilmektedir.
Arafat ve el Meş’aril Haram (müzdelife)
Rabbimiz
Bakara/ 198. ayette; hacc görevini yerine getiren müminlere “Artık
Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da hemen Allah’ı
anın” buyurmaktadır. Bu emri uygulayabilmek için de, “Arafat” ile
“Meş’ar-i Haram” ifadelerini iyi anlamak gerekmektedir.
Arafat
Arafat sözcüğü “bilgi, irfan” anlamındaki “arf” sözcüğünün
türevlerindendir. Ve kesin olarak Arapçadır. Ne var ki lügat
kitaplarında bu sözcüğün tekil-çoğul, çekimli- çekimsiz, nekre-marife,
özel isim-cins isim olup olmadığı tartışılmıştır. Bilindiği gibi
“Arafat”, Mekke civarında bir bölgenin adı olarak meşhurlaşmıştır.
Arafat sözcüğünün temel harfleri olan “arft” alındığında, bu sözcüğün
“arf” kökünden mastar bina-i merre”, mastari nev’i”nin çoğulu ve “ismi
failin cemi mükzekker müennesinin çoğulunun çoğulu” olduğu
söylenebilir. Ne var ki ilk ikisinde “arft” sözcüklerin, “arfât” ve
“Irfât” diye okunması gerekmektedir. Eldeki ilk Mushaflardaki harfler
harekesiz olmasına rağmen bu sözcüğü “IRFAT” diye okuyan olmamıştır. Bu
konuda hiçbir bilgi mevcut değildir. Geriye bu sözcüğün “ismifailin
mükesser çoğulunun, çoğulun çoğulu olması kalmaktadır. Sözcüğün bu
kalıptan olduğunu var sayarsak sözcüğün anlamı; “çok çok arifler;
bilginler, anlayışlılar” demek olur ki bu anlam da, hacc süresinde
öğretmenlik ve öğrencilik yapan kimseleri ifade eder.
Bir de Arapların sözcük kalıplarını çoğullaştırma kuralları vardır.
Örneğin Kur’an’da yer alan kesik harf grubu “ha mim” ifadesi Kur’an’da
ikiden fazla yer aldığı için bu sözcükler, “Havamim (ha mimler)” diye
çoğullaştırılır. Yine Kur’an’daki “ta sin” kesik harfleri de “Tavasin
(ta sinler)’’ diye çoğullaştırılır. Bu bilgileri vermemizin nedeni
“Arafat” sözcüğünün böyle bir “kalıp sözcük” olduğu ihtimalindendir.
Lügat kitaplarında “Arafat” sözcüğü ile ilgili şu bilgiler verilmiştir :
Denildi ki, Adem ile Havva cennetten indirildikten sonra burada buluşup tanıştılar” (!) onun için buraya “Arafat” denilmiştir.
Hacılar burada toplanıp birbirleriyle burada tanıştıkları (!) için buraya “Arafat” denilmiştir.
Cebrail,
İbrahim peygamberi eğitirken ona sürekli olarak “ Ea’rafte (tanıdın mı,
öğrendin mi?) diye sormuş, o da “Araftü (öğrendim, tanıdım)” demiş (!)
onun için buraya “Arafat (Arafe fiilleri kastedilerek (ARAFEler)”
denmiştir. (Lisan; c. 6, s. 195-201 arf mad. Tac; 7/ s. 374-384 arf mad)
Biz
açıklamaların içeriğine katılmamakla birlikte sözcüğün “Arafeler
(“Bildin mi”ler, “bildim”ler) şeklinde “fiillerin lafızlarının
çoğullaştırılması noktasını benimsiyoruz ve bunu tercih ediyoruz. Bu
ifade de öğretmen-öğrenci ilişkisini yansıtmaktadır. Dolayısıyla
burada konu edilen de, mecazı mürsel sanatıyla “Öğretmen ve
öğrencilerin bulundukları yerler; eğitim öğretim merkezleri”dir.
Ancak, sözcük Kur’an’da çekimli ve nekre olarak kullanıldığından bu
yerler eskiden belirlenmiş bir yerleri değil, hacc döneminde, Mekke
civarında sabit veya seyyar olarak oluşturulan ve oluşturulacak olan
tüm eğitim-öğretim merkezlerini kapsar.
Meş’ar-i Haram
Ayetteki “Meş’ar-i Haram” ifadesi “el Meşar’il Harami” diye marife
(belirtili) olarak gelmiştir, sanki özel isim hükmündedir. Anlamı, “dokunulmaz, bilgilenilen-bilinçlenilen yer”
demektir. Burası, Arafat bölgesi ile Mina bölgesi arasındaki bölgenin
adıdır (bazıları bir bölümünün adı olabilir demişlerdir). Bu gün bu
yöre, aslı astarı olmayan, Adem ile Havanın birbirine yaklaştığı yer
kabul edilip, buna izafeten “yaklaştırılan yer” anlamında “Müzdelife”
adıyla ünlenmiştir. Artık anlaşılmıştır ki Rabbimizin “Artık
Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş’ar-i Haram’da hemen Allah’ı
anın” emrinin gereği; Mekke civarında oluşturulmuş olan okullardaki
müminlerin, belirlenmiş sayılı günlerde akın akın MEŞ’AR-İ HARAM’a
gelmeleri ve orada topluca “Allah Anma” merasimi yapmalarıdır.
Allah’ın zikri
Meşar-i
Haram’da yapılacak şey, eğitim ve öğretim, İbrahimleşme değildir.
Sadece “Allah’ı anma”dır. Bu konuya dair geniş bir tahlilimiz “Zikir,
Zikrullah” başlığı ile, Tebyin’ül Kur’an adlı eserimizde, A’raf
suresinin sonunda bulunmaktadır. Detayın oradan okunmasını önerirken,
oradaki yazımızın netice bölümünü burada yeterli görüyoruz:
“Zikrullah = Allah'ın anılması”, halk arasında uygulandığı şekliyle
elde tespih, dil ile "Allah, Allah …" demek değildir. “Zikrullah =
Allah'ın anılması”; Allah'ın, biz kulları üzerindeki haklarını ve bize
sunduğu nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine
getirip getirmediğimizi ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri
eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip (karşılık ödeyip)
nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.
Sayılı günler
Rabbimiz
Bakara/ 203. ayette “Ve Allah’ı sayılı günlerde anın.” diye
buyurmaktadır. Rabbimizin burada konu ettiği “sayılı günler” ifadesi
hem çoğul hem de nekredir (belirtisizdir). Dolayısıyla, bu günlerin
hangi günler olacağı, yine Hacc Organize Komitesi tarafından, Hacc
Emiri’i tarafından belirlenecektir.
Dağılma
Bakara/ 199 ayetteki “Sonra
da insanların akıp geldiği yerden siz de akıp gelin ve Allah'tan
bağışlanma isteyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir” ifadeleri, artık hacc görevinin bittiğini ve
herkesin memleketine dönüp, işine gücüne bakmasını, memleketindeki
görevlerini yerine getirmesini bildirmektedir.
Ancak,
kişilerin görevi burada bitmekle beraber, Hacc Organize Komitesi’nin,
Hacc Emiri’nin görevi bitmemiştir. Çünkü son görev, tıpkı peygamberimiz
döneminde olduğu gibi, bir sonuç bildirgesi yayınlanmasıdır:
Bara’e (ültimatom); sonuç bildirgesi
Bilindiği
üzere Rasülüllah, hicri 10. yılda bizzat kendisinin de katılımı ile
hacc yapmış ve onun katılması sebebiyle bu hacca “Hacc-ı ekber (En
büyük hacc)” adı verilmiştir. Nakillere göre bu hacca, sayıları yüz on
dört bin civarında Müslüman katılmıştır. Bu hacc’ın sonuç bildirgesini
ise bizzat Rabbimiz, Tevbe suresinin ilk yirmi dokuz ayetini indirerek
yapmıştır:
Tevbe; 1-29:
1, 2- Allah'tan ve Elçisinden ahitleştiğiniz müşriklere bir ültümatom: “Artık
yer yüzünde dört ay daha rahat dolaşın. Ve kesinlikle kendinizin,
Allah’ı aciz bırakan olmadığını ve kesinlikle, Allah’ın, kafirleri
rezil-rüsvay eden olduğunu bilin.”
3, 4 –
Ve “en büyük hac” günü, Müşriklerden ahitleştiğiniz, size hiçbir
eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiçbir kimseyle yardımlaşmamış
kimseler hariç, şüphesiz Allah’ın ve O’nun elçisinin müşriklerden berî
(ilişiksiz) olduğuna dair Allah’tan ve Elçi’sinden insanlara bir
bildiri: “Artık eğer tevbe ederseniz, bu, sizin için hayırlıdır. Ve
eğer sırt çevirirseniz o zaman şüphesiz kendinizin, Allah'ı
acizleştiren olmadığını biliniz.” Şu küfretmiş kişilere de acıklı bir
azabı müjdele! Artık siz de müddetlerine kadar ahitlerini tamamlayın.
Şüphesiz Allah, takvalı davrananları sever.
5 - Şu haram aylar çıktığı zaman da o müşrikleri nerede bulursanız
öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar
için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salatı ikame ederlerse ve
zekatı verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz
Allah, Gafur’dur, Rahıym’dir.
6 - Eğer müşriklerden herhangi biri aman dilerse, Allah'ın kelâmını
dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güvenli yerine ulaştır. Bu,
şüphesiz onların bilmeyen bir toplum olmaları nedeniyledir.
7 - Mescid-i Haram yanında ahitleştikleriniz
hariç, o müşrikler için Allah katında ve Elçisi katında herhangi bir
ahd nasıl olabilir? Artık onlar size karşı, doğru durdukça siz de
onlara karşı doğru olun. Şüphesiz Allah, takvalı davrananları sever.
8- 10 - Nasıl olabilir ki? Ve eğer onlar, size
üstünlük sağlarlarsa, sizin hakkınızda bir yemin ve antlaşma
gözetmezler. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışırlar, kalpleri ise
dayatır. Ve onların çoğu fasıktırlar: Onlar, Allah’ın
ayetlerini çok az bir bedelle sattılar da O’nun (Allah’ın) yolundan
(kimi???) alıkoydular. Şüphesiz onlar, yapmış oldukları kötü
olanlardır. Onlar, herhangi bir mümin hakkında yemin ve antlaşma gözetmezler. Ve işte bunlar, haddi aşanların ta kendileridir.
11 – Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salatı ikame ederlerse ve
zekatı verirlerse, artık onlar, dinde kardeşlerinizdirler. Ve Biz,
âyetleri, bilen bir toplum için detaylandırıyoruz.
12 – Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil
uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o küfür öncüleriyle hemen savaşın.
Şüphesiz onlar için yeminler diye bir şey yoktur.
13 - Yeminlerini bozan, Elçi’yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik
ilk önce, size, kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa
onlara haşyet mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mümin iseniz, Allah,
Kendisine haşyet duymaya daha layık olandır.
14, 15 - Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları
cezalandırsın ve onları rezil-rüsvay etsin. Sizi de, onlara karşı
muzaffer kılsın ve mümin bir toplumun göğüslerine şifa versin,
göğüslerinin kinini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini de kabul
eder. Ve Allah, Aliym’dir, Hakiym’dir.
16- Sizden çaba harcayanları, Allah’ın, Elçi’sinden ve inananların
astlarından sırdaş (can dostu) edinmeyenleri Allah bilmeden (ortaya
çıkarmadan) bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan
çok iyi haberi olandır.
17 – Müşrikler, kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken
Allah'ın mescidlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar,
işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar Ateş içinde sürekli
kalacaklardır.
18 - Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan,
salatı ikame edeni kılan, zekatı veren ve sadece Allah'a haşyet duyan
kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidayet üzere olanlardan
olmaları umulur.
19 - Siz hacc yapanın sulanmasını ve Mescid-i Haram'ı imar etmeyi,
Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimse
gibi mi kılıyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit olamazlar. Ve Allah,
zalimler toplumuna hidayet etmez.
20 - İman eden, hicret eden ve mallarıyla,
canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında derece bakımından
daha büyüktür. İşte bunlar, kurtulanların ta kendileridir.
21, 22 – Onların Rabb’i, onları kendi katından
bir rahmet, bir rıza ve içinde ebedi olarak kalmak üzere, içinde
tükenmez nimetler bulunan kendilerine ait cennetlerle müjdeler.
Şüphesiz Allah, katında çok büyük mükafat olandır.
23 - Ey iman etmiş kimseler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana
karşılık küfürü seviyorlarsa, onları veliler edinmeyiniz. Sizden her
kim de onları velileştirirse artık işte onlar, zalimlerin ta
kendileridir.
24 - De ki; eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz (akrabalarınız, kabileniz), elde ettiğiniz mallar, kesâda
uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size
Allah’tan, O’nun elçisinden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise,
artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah fasıklar
kavmine doğru yolu göstermez.
25 – Hiç kuşkusuz, Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım
etti. Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası
olmamış ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da
arkası dönenler halinde kaçmıştınız.
26 - Sonra Allah, elçisinin üzerine ve
müminlerin üzerine huzurunu indirdi ve sizin görmediğiniz ordular
indirdi. Küfreden kimseleri de azaba uğrattı. Ve işte bu, o kâfirlerin
cezasıdır.
27 – Sonra, bunun (bütün bu olup bitenlerin)
arkasından Allah, dilediği kimseye dönüş nasib eder. Ve Allah, çok
bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
28 - Ey iman eden kimseler! Müşrikler sadece bir pisliktirler. Artık bu
yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan
korktuysanız da Allah sizi dilediğinde lütuf ile yakında
zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi bilen, en iyi yasa koyandır.
29 - Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe
inanmayan, Allah'ın ve Elçi’sinin haram kıldığını haram tanımayan ve
hak dinini din edinmeyen kimseler ile, alçalmış oldukları halde, elden,
cizye verene kadar savaşın.
Dolayısıyla,
Rabbimizin bu bildirgesi örnek alınmalı ve her hacc döneminin sonunda,
o döneme mahsus, o dönemin önceliklerini esas alan bir sonuç bildirgesi
yayınlanmalıdır. Böyle bir bara’e (ültimatom), yani bildirge o dönemin
Hacc Emiri tarafından hazırlanmalı ve önce görevlerini tamamlayan
hacılara sonra da tüm insanlığa Hacc Organize Komitesi tarafından ilan
edilmelidir.
Veda hutbesi
Nakillerde,
hicri 10. yılda yapılan hacca ait Rasülüllah’ın bir hitabesi yer
almaktadır. Rasülüllah’ın son hacc hitabesi olması nedeniyle “Veda
Hutbesi” adı verilmiş olan bu hutbenin metni hem sünen ve rivayet
kitaplarında mevcuttur, hem de levhalaştırılıp duvarlara asılmıştır.
Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse
de, gerçekte bu hutbe, Arafat’ta, Mina’da ve bir gün sonra yine Mina’da
olmak üzere müteaddit günlerde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i
Sarih, Terc. X, 396). Fakat bu hutbe, birçok kişi tarafından
birbirinden farklı şekillerde rivayet edilmiş; hutbenin tamamının bir
araya toplanmasında bu farklı rivayetlerden yararlanılmış ve daha
sonraki yıllarda tek bir hutbe olarak empoze edilmiştir.
Bu hutbenin meşhur olan metni şöyledir:
Ey
insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra
sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar bu
günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir
ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız,
mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan
emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve
hareketinizden sorulacaksınız. Sakin benden sonra eski dalâletlere
dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar
bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup
da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ey
ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her
çeşidi kaldırılmıştır, ayağımızın altındadır. Lakin borcunuzun aslını
vermek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle
faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her
türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in
oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
Ashabım!
Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan
kaldırılmıştı. İlk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib'in torunu
(yeğenim) Rebîa'nin kan davasıdır.
Ey insanlar!
Bugün şeytan sizin su topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat gücünü
ebedi surette kaybetmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler haricinde küçük
gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir.
Dininizi korumak için bunlardan sakınınız.
Ey
insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan
korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak
aldınız. Ve onların namuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek
helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile
şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye
açmamaları, çiğnenmemeleridir. Eğer onlar, razı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa onları hafif bir şekilde dövebilir, azarlayabilirsiniz.
Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve
yiyeceklerini temin etmenizdir. Ey mü'minler, size bir emanet
bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiçbir zaman
şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı Kur’an’dır.
Ey
mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman
Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize
ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Ancak
gönül hoşluğuyla verilen başka. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz.
Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardı.:
Ey insanlar! CENAB-I HAK HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VERMİŞTİR. VÂRİS İÇİN VASİYETE GEREK YOKTUR.
Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zinakâr için mahrumiyet
cezası vardır. Babasından başkasına nesep iddia eden soysuz yahut
efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Allah'ın gazabına,
meleklerin lanetine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın.
Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehadetlerini kabul
eder."
Rasûlüllah sözlerinin burasında
dinleyenlere sordu: "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne
dersiniz?" Ashab-ı Kiram cevap verdi:
"Allah'ın
risâletini tebliğ ettin; risalet görevini yerine getirdin, bize
vasiyyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz." Rasûlullah şehadet
parmağını semaya kaldırarak üç kez "Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!
Şahit ol ya Rab!" buyurarak Arafat'taki hutbesini bitirdi.
Görüldüğü
gibi, bu hutbede Rasülüllah’a iftira atılmış, Allah’ın ayetlerine ters
düşen ifadeler, Rasülüllah’ın ağzından bu hutbeye yerleştirilmiştir.
Beşinci paragrafta, Kur’an’a ters olarak; cahiliye Araplarının kadın ve
kadın haklarına yönelik ilkeleri geri getirilmiş, kadınlar bir emtia
yerine konulmuş, erkeklere kadınlara ceza verme ve verdiği cezayı infaz
etme yetkisi tanınmıştır. Bu hutbe içerisinde yer alan “Ey
müminler, size bir emanet bırakıyorum ki siz ona sımsıkı sarıldıkça
yolunuzu hiçbir zaman şaşırmazsınız. O emanet Allah’ın kitabı
Kur’an’dır” bölümü; dini yozlaştırmak ve dine Kur’an dışı kaynak
yaratabilmek için, farklı rivayetlerde “Allah’ın kitabı Kur’an”,
“Allah’ın kitabı Kuran ve benim sünnetim”, “Allah’ın kitabı ve
ehlibeytim” gibi versiyonlarla yer almaktadır.
Ayrıca, bu hutbenin değişmez bir parçası olan, altını çizerek yazdığımız “CENAB-I HAK HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VERMİŞTİR. VÂRİS İÇİN VASİYETE GEREK YOKTUR.”
ifadesini Rasülüllah’ın söylemiş olup olamayacağını, her mümin, miras
taksim ayetlerinde doğacak haksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik
hükümleri içeren aşağıdaki ayetleri okuduktan sonra değerlendirmelidir:
Bakara; 180:
180– Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır (mal)
bıraktıysa, müttekıler üzerine bir hak olarak, babası-anası ve en yakın
akrabası için, maruf ile vasiyet etmek yazıldı (farz kılındı).
Bakara; 240:
240– Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için
senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı
vasiyet ederler. Artık onlar, çıkarlarsa, maruf ile kendilerinin
yaptıklarında sizin için bir günah yoktur. Ve Allah Aziyz’dir
Hakiym’dir.
Hacc görevini bitiren insanlara Rabbimizin bir uyarısı
Rabbimiz,
hacc vazifesi ile insanların inanç ve yaşam tarzlarının değişeceğini,
bu kişilerde İbrahimî bir gelişme olacağını bildirdikten sonra, 200.
ayetin son cümlesi ile 201, 202. ayetlerde insanların iki tipine dikkat
çekerek bu tiplere örnekler vermiştir. Bunlardan birincisi dünyacılar,
ikincisi de hem bu dünya hem de öteki hayat için Allah’a yönelenlerdir.
Bu ayetlerle Allah’ın, eğitimini bitiren insanlara yaptığı hatırlatma
şudur: Sırf bu dünya için çalışanların yarınları boş kalacak, dünya ve
ahireti talep edenler ise hem bu dünyada hem de öteki dünyada mutlu
olacaklardır.
Rabbimiz ayrıca, bu ayet grubunda bize çok mükemmel bir dua örneği de lütfetmiş bulunmaktadır: “Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik-iyilik ve ahirette de bir güzellik- iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru!”
Ayetteki “hasene (güzellik- iyilik)” sözcüğünün kapsamını; “sıhhat,
emniyet, yeterli rızk, iyi evlat, iyi eş ve düşmanlara karşı güç”
olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu ayetler bize hacc ödevinin ne kadar önemli olduğunu ve Rabbimizin bu
konu üzerinde ne kadar çok durduğunu göstermekte olup, bu hususu şu iki
ayet ile daha da iyi anlamaktayız.
Bakara; 114:
114- Ve Allah’ın mescitlerini, içlerinde Allah’ın adı anılmasın diye
engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zalim kim
olabilir!.. Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka
olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette
de büyük bir azap vardır.
Hacc; 25:
25- Şüphesiz inkâr eden, Allah’ın yolundan, insanlar ( orada ibadete
kapanan veya dışarıdan gelen fark etmez) için eşit kılınan Mescid-i
Haram’dan (dokunulmazlığı olan mescitten) alıkoyan kimseler ve orada
zulümle yanlış yola sapmak isteyen kimse; biz ona can yakıcı bir
azaptan tattırırız.
İlgili ayetler - 2: Bakara; 158:
158- Şüphesiz Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerinden birkaçıdır. Onun için her kim Beyt’i kasteder Beyt’e gider veya Umre yaptırılırsa buralarda
dolaşmasında kendisine bir sakınca yoktur. Her kim de gönlünden koparak
bir hayır işlerse, şüphesiz Allah, karşılık verendir, en iyi bilendir.
Bu
ayette, Allah evi yapılmış Ka’be’ye öğretmen veya öğrenci giden (Hacc
eden), veya oraya bilgi edinmek amacıyla, zihinsel gözden geçirme
amacıyla kısa süre giden ve götürülen kimselerin, Safa ve Merve
tepelerinde dolaşmalarında sakınca olmadığı, olmayacağı, buraların da,
Allah’ın diğer alâmetleri gibi birer alamet oldukları açıklanmaktadır.
Ayetin tahliline başlamadan önce, bu ayetin inişi ile ilgili klasik
kaynaklarda yer alan sebebi takdirlerinize sunuyoruz.
1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül Sebebine Dair Rivayetler:
Buhârî'nin
Asım b. Süleyman'dan rivayetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâlik'e Safa
ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların (arasında tavaf
etmenin) cahiliye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince
onlardan uzak durduk. Yüce Allah da: "Şüphe yok ki Safa ile Merve
Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa
onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu
indirdi.
Tirmizî'nin de rivayetine göre Urve
şöyle demiş: Ben Aişe'ye şöyle dedim: Safa ile Merve arasında tavaf
etmeyen herhangi bir kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim
ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi:
Kızkardeşimin oğlu, ne kadar kötü birsöz söyledin. Rasûlullah (s.a) da
müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. Müşellel’deki tağût olan
Menat için ihlal eden (hacc için telbiyede bulunan) kimseler Safa ile
Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Her kim
Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde
kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi. Eğer durum senin
dediğin gibi olsaydı: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için
bir vebal yoktur" denmesi gerekirdi. ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebu
Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris el-Hişam'a zikrettim ve bunu beğendi
ve: Şüphesiz ki bu, bir ilimdir, dedi. Ben ilim ehlinden birtakım
kimseleri şöyle derken dinledim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen
Araplar şöyle derlerdi: Bizim bu iki taş arasında tavaf etmemiz bir
cahiliye işidir. Ensar'dan olan başkaları ise şöyle dediler: Bizler,
Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safa ile Merve arasında tavaf
etmekle emrolunmadık. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile
Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu indirdi. Ebu Bekr b.
Abdurrahman der ki: Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerime hem bunlar, hem
berikiler hakkında inmiştir. (Tirmizî) der ki: Bu hasen sahih bir
hadistir."
Buhârî de bu manada bu hadisi rivayet
etmiştir. Oradaki rivayette yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve
Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu indirdi; denildikten sonra şu
ifade yer almaktadır:
Aişe dedi ki: "Rasûlullah
(s.a) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak uyguladı.
Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi
yakışmaz." Sonra bunu Ebu Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle
dedi: Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim. İlim
ehlinden birtakım kimselerin -Aişe'nin zikrettiklerinden başka şunu
sözkonusu ettiklerini dinledim: Menat için ihrama giren birtakım
kimselerin hepsi Safa ile Merve arasında tavaf ediyorlardı. Allah
Kur'ân-ı Kerim'de Beyt'in tavafını sözkonusu edip Safa ile Merve'den
söz etmeyince şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, biz Safa ile Merve
arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah'ın etrafında tavaf etme
emrini indirdiği halde Safâ'dan söz etmedi. Safa ile Merve arasında
tavaf etmemizin bizim için bir mahzuru var mıdır? Bunun üzerine yüce
Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir"
âyetini indirdi. Ebu Bekr der ki: Benim işittiğim şu ki bu âyet-i
kerime her iki kesim hakkında nazil olmuştur: Cahiliyye döneminde Safa
ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen kimseler ile daha sonra İslâm
geldikten sonra yüce Allah Beyt'in tavafını emredip de Safa (ile
Merve)yi sözkonusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından sonra
bilinen şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten
çekinen kimseler hakkında nazil olmuştur.
Tirmizî
Asım b. Süleyman el-Ahvel'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Enes
b. Malik'e Safa ile Merve hakkında soru sordum da şöyle dedi: Safa ile
Merve cahiliyye döneminin şe'airinden (alâmetlerinden) idi. İslâm
gelince ondan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphe yok ki
Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder ve
umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir
vebal yoktur" buyruğunu indirdi. (Devamla) dedi ki: Bu ikisi arasında
tavaf (yani sa'y) tatavvudur. (Nitekim yüce Allah daha sonra şöyle
buyurmaktadır:) "Gönül isteğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah
şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir." Tirmizî der
ki: Bu hasen, sahih bir hadistir." Bu hadisi Buhârî de rivayet
etmiştir.
İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca Safa
ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da
vardı. İslâm gelince Müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler; biz Safa
ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşulan)
varlıklardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
eş-Şa'bi
der ki: Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile
adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürlerdi.
Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina
ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
İbn
Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Safa ve Merve tepelerinin üzerinde birer
put vardı. Cahiliyye Arapları onların etrafında tavaf ediyor, onlara
ellerini yüzlerini sürüyorlardı. İslâm gelince, müslüman olanlar, bu
iki put yüzünden onlar arasında tavaf etmekten hoşlanmadılar. Cenâb-ı
Allah bunun üzerine bu ayeti indirdi." (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
Sa'yin
dinî bir hüküm kılınmasının hikmeti, meşhur olan şu hikâyedir: Hz.
İsmail'in annesi Hâcer, hem kendisinin hem de oğlu İsmail'in susaması
neticesi başı dara düştüğünde, Allah Teâlâ hem onun için hem de yavrusu
için yerden su kaynatarak, Hacer'in yardımına koşmuş ve böylece
mahlûkâtına, dünya yurdunda her ne kadar Allah dostları çeşitli
belâlarla mübtelâ olsalar, kendisine yalvarıp yakaran kimseleri
genişliğe çıkarmasının yakın olduğunu bildirmiştir. Çünkü O,
kendisinden yardım isteyenlere yardım eder. O halde, Hz. Hâcer ile
İsmail'in hallerine bir bak, Allah onlara nasıl yardım ve dualarını
kabul etmiş, daha sonra da onların yaptıkları fiilleri bütün
mükelleflere kıyamete kadar bir taat kılmış, Allah'ın, yolunda muhsin
olanların (iyi kullarının) mükâfaatlarını zâyî etmeyeceği bilinsin
diye, onların yollarını bütün mahlûkat için uyulacak bir yol kılmıştır.
Bütün bunlar, Cenab-ı Allah'ın daha önce kullarını biraz korku, biraz
açlık, biraz da mal, can ve ürünlerden noksanlaştırarak imtihan
edeceğini, bütün bunlara sabredenlerin her iki dünyada mutluluğa ve
saadete erişip en yüce maksadı elde edeceklerini haber vermesinden
dolayı bir gerçektir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
Anlatıldığına
göre Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen Mustafa’nın üzerinde
durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Safa denilmiştir. Hz.
Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi
verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin adı müennes (dişil)dir. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Kitap
ehlinin iddia ettiğine göre bu İsaf ve Naile Ka'be'de zina etmişler,
yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın
diye Safa ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten
sonra Allah dışında bunlara ibadet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
Safa İle Merve'nin Mânâsı
Buna
göre ve kelimeleri sanki aynı manadadırlar????. Müberred kendisine
çamur gibi şeyler bulaşmamış veya toprak karışmamış her kayaya denir.
Bu kelimenin kökü ise, "saf olmak" manasına gelen?”safa” fiilidir."
demiştir. (Merve) kelimesine gelince, bunun hakkında Halil şöyle
demiştir: "Pürüzsüz, bembeyaz, çok sert taşlara "Merve" denir."
Başkaları da "O, küçük bir taş manasına gelir. Cem-i kıliet olarak
şeklinde, Cem-i kesret olarak ise şeklinde cemilenir. Ebu Züeyb şöyle
demiştir."Öyle ki hadiseler karşısında ben sanki hissiyat safası ile
her gün dövülen beyaz kara parçası gibiyim. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
Safa
“Safa”,
büyük ve pürüzsüz, topraksız, düzgün kaya parçasına verilen addır.
Çamur ve toprağın karışmadığı her kaya parçası için kullanılır. Fiil
kalıbında kullanıldığında, “saf ve duru olmak” manasına gelir. Bu
sözcüğün “safvan” kalıbı bakara 264’te yer almıştır:
Bakara; 264:
264- Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve son güne inanmadığı halde
malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimse gibi, sadakalarınızı
başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın. İşte onun durumu,
üzerinde biraz toprak bulunup da üzerine bir sağanak isabet ettiği
zaman, sağanağın cascavlak olarak bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez.
Ancak,
Bakara/ 158’deki “Safa”, özel isim olup, Mekke’de Ka’be’nin doğusunda
bulunan bir tepenin adıdır, yani ayetteki “es Safa” özel isimdir.
Merve
“Merve”
kelimesi de; “pürüzsüz, beyaz ve sert taş” demektir. Bu da “Safa” gibi
özel isim olup Mekke’de Ka’be’nin civarında bir başka tepenin adıdır.
Şeâir
“ شعائرŞeair” sözcüğü, “bilmek, akletmek, idrak etmek’’ anlamındaki “ شعرşar”
kökünün türevlerindendir. Şiir sözcüğü de buradan gelir. Şiire bu ismin
verilmesi, her konuda bilgi kaynağı olmasındandır. Bu sözcüğün
türevlerinden “şear”`; ağaç ve ağaçlık, sık orman, ağaçlı bahçe gibi,
ağaç eksenli olarak kullanılır. Yine bu sözcüğün, iç çamaşırı, atın
çulu, arpa, terazi dirhemi, develere işaret vurma gibi daha birçok
anlamlarda kullanılan türevleri de vardır.
“ شعارŞiar”, “ شعيرةşeıyra”, (çoğulları; شعائرşeair)
sözcüğü, “alamet (bilgi sağlayan; belirti)” demektir. Ki bu sözcük
savaşta veya seferde askerlerin arkadaşlarını, bölüklerini, takımlarını
bulmaları, kaybetmemeleri için koydukları herhangi bir belirtinin
adıdır. (Lisanü’l Arab, c.5 , s. 125- 130, “ş a r” mad) Şeair
sözcüğü, Kur’an’da bu ayetin dışında Maide; 2, Hacc; 32, 36. ayetler
olmak üzere üç yerde daha geçer. Hepsinde de “ شعائر اللّهŞearilillah
(Allah’ın alâmetleri; Allah’ı tanımaya, bilmeye alâmet olan her şey”
anlamındadır. Konu ettiğimiz ayetlerde de aynı anlamdadır. Ama her
ne hikmetse bu anlam, araya bir “itaat” sözcüğü eklenivermek suretiyle
“Allah’a itaatin alâmetleri, nişaneleri, sembolleri” anlamıyla
meşhurlaştırılmıştır. Halbuki ayetlerde “Allah’ın alametleri” diye
geçmekte olup, Bakara/ 158’de de “ منmin” edatı getirilerek “Allah’ın ayetlerinden birkaçıdır” buyrulmuştur.
Safa ile Merve’nin Allah’ın alâmetlerinden oluşu, şu ayet delaletiyle daha iyi anlaşılmaktadır:
Fatır; 27, 28:
27- Görmedin mi gerçekten Allah gökten bir su indirdi? Biz onunla
renkleri başka başka meyveler/ ürünler çıkarıverdik. Dağlardan da
yollar var; beyazlı, kırmızılı çeşitli renklerde (renklerin değişik
tonlarında). Ve kapkara topraklar/ yollar da var.
28- İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü
türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah’tan ancak bilginler
haşyet ederler (derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan
korkarlar). Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.
Görülüyor
ki, yeryüzündeki varlıkların farklılığı Mutlak bir iradenin, Mutlak bir
gücün ve Mutlak bir yaratıcının varlığına kanıt olmaktadır. Eğer tüm
varlıklar tekdüze; birbirinden farksız olsalardı, onlar mukayyet
(kurala bağlı, sınırları belirli) bir iradenin, mukayyet bir kudretin
eserleri olurlardı. Safa ve Merve de yapısal farklılığı ile Allah’ın
sayısız alâmetlerinden ikisidir. Ayetteki “Buralarda dolaşmasında
kendisine bir sakınca yoktur” ifadesinden anlaşıldığına göre; Safa ve
Merve tepelerinin, üzerinde şirk koşulmuş, kirletilmiş yerler olması
sebebiyle, orada dolaşmanın sakıncalı olacağı müminlerce düşünülmüş
olmalı ki, ayette kendilerine “Buralarda dolaşmasında kendisine bir
sakınca yoktur” denilerek, buraların da diğerleri gibi birer Allah’ın
alâmeti olan yer olduğu açıklaması yapılmıştır.
Buradan; kilise, havra gibi geçmişi kirli olan yerlerin, temizlendikten
sonra mescit, okul yapılmasında, oralarda dolaşılmasında sakınca
olmadığı, olmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu ayetin tahlilinde bir de şu noktanın belirtilmesinde yarar vardır:
Rabbimiz ayetinde “oralarda tavaf etmede” buyurmaktadır. Tavaf;
“dolaşmak” demektir ki bununla, bu tepelerin dolaşılması
kastedilmiştir. Ne yazık ki Allah’ın kullandığı sözcüğün anlamı, “SA’Y”
sözcüğünün anlamı ile değiştirilmiş ve yukarıdaki alıntılarda görüldüğü
gibi “iki tepe arasında yürümek, koşmak” şeklinde, uzun zamandır
uygulanıp duran bir ritüel ortaya çıkarılmıştır. Dolayısıyla da, Safa
ve Merve’nin dolaşılması hacc emrinin bir parçası değildir. Evrendeki
bütün her şey gibi oraların da Allah’ın alâmetlerinden olması sebebiyle
Safa ve Merve sadece, hacc veya umre için Ka’be’ye gelenlerin
dolaşmalarında hiçbir sakınca olmayan yerlerdir.
Sonuç
Yukarıdaki tespitler neticesinde, hacc uygulamasının aşağıdaki gibi özetlenmesi mümkündür:
- Hacc emiri/ hacc düzenleme komitesi tarafından Hacc ayları ilan edilir.
- Şartları uygun olan Müslümanlar gidip orada dört ay süreyle İbrahimî eğitim alır.
- Eğitilmiş, kurmaylaşmış müminler, tüm Müslümanlar için bir sene
geçerli olacak, idari, siyasi ve askeri ültimatom yayınlar.
İşte
Kur’an’ın haccı, budur. Bugünkü ham veya bayat insanların tavaf, sa’y,
şeytan taşlama, zemzem içme, zemzem ve hurma hammaliyesi ile yaptıkları
hacc, sadece ÇÖL TURİZMİDİR, İslam dinindeki hacc değildir.
العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh
[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|