Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
“El-Vucûh ve’n-Nezâir” kitaplarında, nasıl ki عين, ضرب , عقل , عدل … gibi birçok kelime “vucûh”lu kavramlardan (yani ‘çok anlamlı’) sayılmış iseler; yukarıdaki listeye dikkat edildiğinde, جنّ kelimesi ve müştaklarının (türetilmişlerinin) de “çok anlamlı” kelimelerden olduğu anlaşılır.
Lügat Kitaplarından Seçmeler:
Mu‘cemu Meqâyîsi-l-Luğa’dan:
الجيم والنون أصل واحد، وهو السَّتْر والتستُّ 85;. والجنين: الولد في بطن أُمّه. والجنين: المقبور. والجَنَا 06;: القَلْب. والمِجَن 17;ُ: الترسُ.
6/100. Cinleri Allâh’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de hiç bir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırıp-uydurdular. O ise nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır.
37/158. Onlar, kendisiyle (Allâh ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinler de, onların (hesap için getirilip) huzura alınacaklarını bilmişlerdir.
Bağlamı içerisinde ‘Cinne’ ile ‘Melekler’in kasdedildikleri anlaşılmaktadır. (Bkz: 37/ Sâffât:149-150)
18/50. Hani meleklere: “Adem’e secde edin” demiştik; İblis’in dışında (hepsi) secde etmişlerdi. O cinlerden idi ….
C. “Ateşten Yaratılmış” Varlıklar (Melek-Şeytan): 15:26-27, 55:14-15
(الإنسان – الجانَ ikili, paralel kullanımı ile)
Bu kategorideki ‘cânn’; Melekleri, İblisi ve Şeytanlar’ı kapsayan “ateş menşe’li” varlıklardır. “Beşer” türünün zıddı olan varlıklar. ‘Cânn’ın iman ve itaat edenine ‘Melek/Melâike’, isyan edenine ‘İblis/Şeyâtîn’ denir. (‘İnsân’ın iman edenine ‘mü’min’, inkâr edenine ‘kâfir’ dendiği gibi).
55/15. Cânn’ı da ‘yalın-dumansız bir ateşten’ yarattı.
D. Bütün / Hepsi”; “Hiç kimse” (Varlıklardan / İnsanlardan), anlamında:
(إنس – جانَ); (الجنَ – الإنس) veya (الجنَ – الناس) ikili formlardaki kullanımlar; olumsuz cümlelerde “hiç kimse / hiçbir varlık” anlamında, olumlu cümlelerde ise “herkes (cümle âlem) / herşey (her varlık)” gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu ikili kullanımların Türkçemizde uygun tek karşılığı olmadığından bazı yerlerde yakın bir ifadeyle ‘bildik-yabancı’ olarak çevirdik.
55/33. Ey ‘cinn u ins’ topluluğu (bütün varlıklar)!, göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız.
17/88. De ki: “Eğer “ins u cin” (herkes), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, –birbirlerine bütün desteklerini verseler de– onun bir benzerini getiremezler.”
41/25. (…) Ve“cinn u ins”den (bildik-yabancı) kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde, onların üzerlerine de söz (azab) hak oldu.. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardı.
41/29. Küfredenler dediler ki: “Rabbimiz, “cinn u ins”den (bildik-yabancı) bizi saptırmış olanları bize göster, ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar.”
46/18. İşte bunlar, “cinn u ins”den (bildik-yabancı) kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde üzerlerine söz (azab) hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardır.
E. Yabancı(lar) Anlamında:
Bu kullanımında ‘cinn’ kelimesi beşer (insan) türünden ‘yabancı’lar anlamında kullanıldığı gibi, bazen da kimlikleri gizlenmek istenen kimseler için kullanılır (Faili mechûl cinayetler de cinn’lere yüklenir).
a) Hz. Süleymân’ın (a.s.) Cinn’leri: (34/Sebe’:12-14);27/Neml:17, 39:
34/Sebe’:12. Rüzgârı da Süleyman’a (boyun eğdirdik), gidişi bir aylık, dönüşü bir aylık (mesafelerde). Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler (yabancılar) vardı. Onlardan kim bizim buyruğumuzdan sapacak olsa, ona çılgın azabdan tattırırdık.
Ehl-i Kitab’ın Kutsal Kitab’ına göre, (Yahudiler için ‘Tanakh’, Hıristiyanlar için ‘Eski Ahid’) Hz. Süleyman, Sûr Kralı Hiram’ın da desteği ve ortaklığı ile işletmekte olduğu bir deniz filosuna sahipti. Kur’ân’ın bu âyette işaret ettiği gibi, gidişi ve dönüşü birer ay süren deniz ticaret seferleri yapılmaktaydı.
Kutsal Kitab, 1. Krallar 9/26-28
(26) Kral Süleyman Edomlular’ın ülkesinde, Kızıldeniz kıyısında Eylat yakınlarındaki Esyon-Gever’de gemiler yaptırdı. (27) Hiram denizi bilen gemicilerini Süleyman’ın adamlarıyla birlikte Ofir’e gönderdi. (28) Ofir’e giden bu gemiciler, Kral Süleyman’a 420 talant altın getirdiler.
Bu deniz seferlerinde elbette ki gemilerin hareketi için rüzgar gücünden istifade ediliyordu. Âyetteki “Rüzgârı da Süleyman’a (boyun eğdirdik)” ifadesi mecazen bu gerçeği anlatmaktadır. (Bu tefsirin te’yidi için bkz: Kur’ân Mesajı, Muhammed Esed, 21:81, dipnot: 75 ve 21:82, dipnot: 77).
Ayrıca gene Kutsal Kitab’a göre, Hz. Süleyman, babası Hz. Davûd zamanındaki savaşlar sonucunda, ülkeleriyle beraber İsrail topraklarına katılmış bulunan yarı-bedevi putperest yabancıları ağır işlerde angarya çalıştırmıştır.
Kur’ân’ın ‘yabancılar’ anlamında ‘cinler’ diye andığı bu insanlar, başta Kutsal Ma‘bed (Beytu’l-Makdis)’in inşası olmak üzere birçok ağır işlerde istihdam edilmişlerdir.
Kutsal Kitab, 2. Tarihler 2:17-18
(17) Babası Davud’un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail’de yaşayan bütün yabancılar arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı 153 600 kişi olarak belirlendi. (18) Bunlardan 70 000’ine yük taşıma, 80 000’ine dağlarda taş kesme, 3 600’üne de işçileri çalıştırma görevi verildi
Kutsal Kitab, 1. Krallar 5:13-18
(13) Kral Süleyman angaryasına çalıştırmak üzere bütün İsrail’den otuz bin adam topladı. (14) Sırayla her ay on binini Lübnan’a gönderiyordu. Bir ay Lübnan’da, iki ay evlerinde kalıyorlardı. Angaryasına çalışan adamların başında Adoniram vardı. (15) Süleyman’ın yük taşıyan 70 000, dağlarda taş kesen 80 000 adamı vardı. (16) Ayrıca, işin yürümesini sağlayan ve işçileri yöneten 3 600 görevlisi vardı. (17) İşçiler, kralın buyruğu uyarınca, tapınağın temelini yontma taşlarla atmak üzere ocaktan büyük ve kaliteli taşlar kesip çıkardılar. (18) Süleyman’ın ve Hiram’ın yapıcılarıyla Gevallılar, tapınağın yapımı için taşlarla keresteleri kesip hazırladılar.
Aşağıdaki Kur’ân âyeti de benzer tasvirler vermektedir:
34/Sebe’:13. Ona dilediği şekilde mâbedler, heykeller, havuz büyüklüğünde tekneler ve sabit kazanlar yaparlardı. “Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın” (demiştik). Kullarımdan şükredenler azdır.
Hz. Süleyman’la ilgili aşağıdaki iki ayette geçen ‘cinlerden’ ifadesi de gene ‘yabancılardan’ anlamındadır. Ancak bu âyetler’de tırnak içine aldığımız kelimeler için tercih ettiğimiz tefsirleri, ileride “mu‘cize” bahsini işlerken vereceğiz, inşaallâh!
34/Sebe’:14. Böylece onun (Süleyman’ın) ölümünü takdir ettiğimizde, onlara, “asasını” kemiren “yer kurdu”ndan başka öldüğünü gösteren bir işaret yoktu. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet “cinler” “gayb”ı bilmiş olsalardı böylesine aşağılayıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı.
27/Neml:39. Cinlerden bir “ifrit”: “Sen daha “makam”ından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, gerçekten bunun üzerinde güçlü ve güvenilir biriyim” dedi.
b) AHQÂF ve CİNN Sûrelerindeki ‘Kur’ân Dinleyen Cinler’: (46:29-32 ve 72:1-19)
Nüzûl Dönemi Arkaplânı
Bu sûrelerin Resulullâh’ın “Tâif Girişimi” dönüşünden sonra (hicretten 3 yıl önce) nazil olduklarına dair rivayetler oldukça sağlam görünmektedirler. Bu dönemle, hicret arasındaki en önemli olaylar ise; üç yıl peş-peşe Akabe mevkiinde, Medine’lilerle vuku bulan buluşmalar ve onlardan alınan Bey’atlerdir. (Hadis ve sîret kaynaklarındaki cinlerle ilgili rivayetler de tam bu döneme işaret etmektedirler).
Medine’den ilk ihtidâlar: Müslüman olan 6 Hazrec’li:
(Sîret Kitaplarından):
Hicretten üç yıl yıl önce, Hz. Peygamber (a.s), Kureyşlilerin gözlerinden uzak, Mînâ yakınlarında kuytu ve içerlek bir yer olan Akabe mevkiinde, geceleyin, Medîne’den haccetmeye gelen 6 Hazrec’liye Kur’ân okumuş, İslâmı tebliğ etmişti.
Hz. Peygamber’in (a.s) bu tebliğine cân ü gönülden katılan bu küçük gurup Medine’ye döndüklerinde kavimlerine heyecanla İslâm’ı tebliğ ettiler:
(Bu altı kişi) Medine’ye kavimlerine döndüklerinde, onlara (Medine’lilere) Allah Resûlü’nü anlattılar ve İslâm’a davet ettiler. Öyle ki, Ensar evlerinden, Resûlullâh’dan bahsedilmeyen bir tek ev kalmadı. (İbn Hişâm, 1/429)
Bu ilk 6 Medine’li ile yapılan buluşmanın Mekke’lilere karşı tam bir gizlilik içerisinde gerçekleştiğini, bu olaydan bir ve iki sene sonra yapılan I. ve II. Akabe Bey’atlerine ait rivayetlerden anlıyoruz. Çünkü, Şâm’a giden Kureyş ticaret kervanlarının yol kavşağında bulunan Medine’lilerin Müslüman olmaları, Kureyş toplumu için en büyük tehdit / tehlike idi ve Kureyş buna asla izin vermezdi.
Bu gizliliğin derecesini aşağıda verdiğimiz tarihî alıntılar göstermektedir:
II. Akabe Bey’ati
Sîret kaynaklarından alıntıladığımız aşağıdaki pasajlar; 2. Aqabe Bey‘ati’nin önemini ve bu bey’at esnasında Medine’lilerle kurulan ilişkilerin Kureyş’ten nasıl gizlenmeye çalışıldığını belgelemektedirler:
فرحل إليه منا سبعون رجلا حتى قدموا عليه في الموسم، فواعدناه شعب العقبة، فاجتمعنا فيه من رجل ورجلين حتى توافينا عنده، فقلنا: يا رسول الله علام نبايعك ؟ قال: (… وعلى أن تنصروني إذا قدمت عليكم يثرب، تمنعوني مما تمنعون منه أنفسكم وأزواجكم وأبناءكم …).
Hac Mevsiminde Resûlullâh’la (a.s) buluşmak üzere Medine’den 70 kişi yola çıktık. Akabe’de buluşacaktık. Oraya birer-ikişer gelerek Peygamber’in huzurunda toplandık. “Yâ Resulallâh, hangi konuda sana bey’at edeceğiz?” dedik. Buyurdu ki: “Yesrib’e, aranıza geldiğimde, bana yardım edeceğinize; kendinizi, hanımlarınızı, çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni de koruyacağınıza söz vereceksiniz!”
فنمنا تلك الليلة مع قومنا في رحالنا حتى إذا مضى ثلث الليل خرجنا من رحالنا لميعاد رسول الله (ص) نتسلل تسلل القطا مستخفين حتى اجتمعنا في الشعب عند العقبة، ونحن ثلاثة وسبعون رجلا، ومعنا امرأتان من نسائنا (…) فاجتمعنا في الشعب ننتظر رسول الله (ص).
قال العباس بن عبادة بن نضلة الانصاري … : (يا معشر الخزرج، هل تدرون علام تبايعون هذا الرجل؟) قالوا: نعم. قال: (إنكم تبايعونه على حرب الاحمر والاسود من الناس…)
(…) Kavmimizle beraber o gece çadırlarımızda uyuduk. Gecenin üçte-biri geçtikten sonra, Resûlullâh’la (a.s) buluşmak üzere çadırlarımızdan çıktık. Güvercin sıvışmasıyla, gizli-gizli Akabe mahallinde toplandık. 73 kişiydik ve beraberimizde 2 de kadın vardı.
(Akabe’de Resûlullâh’ı beklerken) Ensar’dan Abbas b. ‘Ubâde dedi ki: “Ey Hazrec’liler! Bu adamla (Resûlullâh’la) nasıl bir sözleşme yapıyor olduğunuzun farkında misiniz?” “Evet” dediler. Abbas devam etti: “Ahmer ve esved’le (beyaz ve siyahla: cümle âlemle) savaşmayı göze almak pahasına ona bey’at ediyorsunuz.”
فلما بايعنا رسول الله (ص) صرخ الشيطان من رأس العقبة بأنفذ صوت سمعته قط: يا أهل الجباجب! هل لكم في مُذَمَّم والصباء معه قد اجتمعوا على حربكم؟ فقد حالفه الذين يسكنون يثرب. فقال رسول الله (ص): هذا أزب العقبة، هذا ابن أزيب، استمع أي عدو الله، أما والله لافرغن لك. ثم قال رسول الله (ص): ارفضوا إلى رحالكم. واجتمع الملا من قريش عند صرخة إبليس، فعظم الامر بين المشركين والانصار حتى كاد أن يكون بينهم قتال: ثم إن أبا جهل كره القتال في تلك الايام فقال: يا معشر الاوس والخزرج أنتم إخواننا وقد أتيتم أمرا عظيما، تريدون أن تغلبونا على صاحبنا. (…) قال: وبعضنا ينظر إلى بعض. (…) أنهم أتوا عبد الله بن أبي ابن سلول فقالوا له مثل ما ذكر كعب من القول، فقال لهم: والله إن هذا لامر جسيم، ما كان قومي ليتفوقوا علي مثل هذا وما علمته. قال: فانصرفوا عنه.
(…) Resûlullâh’la bey‘atleştiğimizde Akabe tepesinden şeytan (bir adam) daha önce hiç tanık olmadığım keskin bir sesle şöyle haykırmaya başladı: “Ey çadırlarında uyuyan insanlar (Mekke’liler)! Müzemmem’le beraberindeki Sâbiler’in (Hz. Peygamber ve Müslümanları kasdediyor ) sizinle savaşmak üzere toplantı düzenlediklerinden haberiniz var mı? –Yesrib’lilerle aleyhinizde anlaşma yapıyorlar!” Resulullâh (a.s) “Bu, İbn Uzeyb’dir!” dedi ve “Dinle ey Allah düşmanı! Şimdi senin hakkından geleceğim!” diye onu (muhbiri) tehdit ettikten sonra, Medineli Müslümanlara, “Hemen konak yerlerinize dağılınız!” buyurdu.
O İblisin seslenmesi üzerine Kureyşliler konak yerlerinden çıkıp toplandılar. Medine’lilerle Kureyş arasında öyle bir gerilim oldu ki, neredeyse savaş çıkacaktı. Ebu Cehil böyle bir günde savaş çıkmasından çekinerek şöyle seslendi: “Ey Evs, ey Hazreç! Bizim kardeşlerimiz (dostlarımız) olduğunuz halde çok yanlış bir işe girişiyorsunuz! Bizim adamımızla (Muhammed’le) bize üstün gelmeyi mi hedefliyorsunuz?”
(…) Biz (bey’at edenler) göz uçlarıyla birbirimizi izliyorduk. (…) Sonra (Kureyş) Abdullah b. Ubeyy’e giderek konuyu bir kere de ondan sordular. (Olaydan habersiz bulunan) Abdullah b. Ubey (kendisine olan güvenle) Kureyş’e şöyle teminat verdi: “Hayır vallâhi, bu çok büyük bir iş!.. Kavmim (Medine’liler), benim bilgime başvurmadan böyle bir iş üzerinde asla ittifak yapmaz!..”. Kureyş ondan ayrıldı.
ونفر الناس من منى، فتنطس القوم الخبر، فوجدوه قد كان. وخرجوا في طلب القوم، فأدركوا سعد بن عبادة بأذاخر، والمنذر بن عمرو، وكلاهما كان نقيبا. فأما المنذر فأعجز القوم، وأما سعد فأخذوه فربطوا يديه إلى عنقه بنسع رحله، ثم أقبلوا به حتى أدخلوه مكة يضربونه ويجذبونه بجمته وكان ذا جمة وشعر كثير.
قال سعد: (…) فوالله إني لفي أيديهم يسحبونني إذا أوى إلى رجل ممن كان معهم (هو أبو البختري). فقال: ويحك: أما بينك وبين أحد من قريش جوار ولا عهد؟ قلت: بلى والله ولقد كنت أجير لجبير بن مطعم بن عدي تجارة، وأمنعهم ممن أراد ظلمهم ببلادي، وللحرث بن حرب بن أمية. قال: ويحك، فاهتف باسم الرجلين، واذكر ما بينك وبينهما. ففعلت وخرج ذلك الرجل إليهما فوجدهما في المسجد عند الكعبة فقال لهما: إن رجلا من الخزرج الان يضرب بالابطح ليهتف بكما ويذكر أن بينه وبينكما جوارا. قالا: ومن هو؟ قال: سعد بن عبادة. قالا: صدق والله إن كان ليجير لنا تجارنا ويمنعهم أن يظلموا ببلده. قال: فجاء فخلصا سعدا من أيديهم، فانطلق.
İnsanlar Mînâ’dan ayrılmaya başlamışlardı. Kureyş haberi araştırınca doğru olduğuna kanaat getirdi. (Bey’at eden) insanları yakalamak için takibe çıktılar. Ezâhir mevkiinde, Sa‘d b. ‘Ubâde ile Munzir b. ‘Amr’a yetiştiler. Her ikisi de “temsilci seçilen”lerden (naqîb’lerden) idiler. Takipçiler Munzir’i ellerinden kaçırdılar. Fakat Sa‘d b. ‘Ubâde’yi yakalamışlardı. Hayvanının yuları ile ellerini boynuna bağladılar ve geri döndürdüler. Döve döve ve uzun saçının perçeminden çeke çeke, Mekke’ye getirdiler.
Devamını bizzat Sa‘d b. ‘Ubâde şöyle anlatıyor:
(…) Ellerindeydim, beni sürüklüyorlardı. Onlardan birine sığındım. O adam (ki bu, Ebu’l-Bahterî idi) bana “Yazık! Seninle Kureyş’ten herhangi birisi arasında bir himaye ahdi yok mu?” diye sordu. Ben “Evet, var!” dedim. “Ben Cübeyr b. Mut’im’le, Haris b. Harb’i, memleketimizde ticaret yaparlarken, haksızlık etmek isteyenlere karşı korumuştum” deyince, Ebu’l-Bahterî “Sen bu iki adamın isimlerini söyle ve aranızda olanları anlat!”dedi. Dediğini yaptım.
Ebu’l-Bahterî gidip, o iki insanı Kabe’nin yanında, Mescidu’l-Haram’da buldu ve “Şu an Ebtah’da dövülmekte olan Hazrec’li bir adam, ikinizle kendi arasındaki bir himaye ahdinden bahsediyor!” dedi. “Kimmiş o?” diye sordular. O, “Sa’d b. Ubâde!” deyince, onlar “Vallahi doğrudur! Biz tüccar iken, onun memleketinde bize haksızlık etmek isteyenlere karşı o bizi korumuştu” dediler. Gittiler; Sa’d’ı onların ellerinden kurtardılar. Sa’d yoluna devam etti.
SONUÇ: Hz. Peygamber’in (a.s) hicretinden önce, Medine’lilerle ilişkiler hep gizli tutulmuştur. Bu hususu akılda tutmalıyız!
17/İsrâ:94. Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: “Allâh”, elçi olarak bir beşer mi gönderdi?” demelerinden başkası değildir.
17/İsrâ:95. De ki: “Eğer yeryüzünde (insanlar değil de) melekler iskân etmiş geziyor olsaydılar, biz de onlara elbette semâdan melek elçi gönderirdik.”
Kur’ân Dinleyen ‘Cinler = Yabancılar’
Artık, Ahqâf ve Cin Sûrelerinde anılan “Kur’ân dinleyen cinler”in, O’nunla aynı nefisten bir gurup ‘Yabancı’insanlar olduğunu kabullenmek durumundayız. Geriye “Hangi yabancılar?” sorusunun cevabını aramak kalıyor. Zira ‘cinn’ kelimesinin; hem ‘gerçek anlamıyla yabancı’lar, hem de ‘kimlikleri açıklanmak istenmeyen yabancı’lar (x şahsı/şahısları) için kullanılmakta olduğunu biliyoruz.
Bazı çağdaş Müslüman müfessirler, hadis ve sîret kitaplarındaki rivayetlere dayanarak, bu ‘yabancılar’ın Nasîbîn (Nusaybîn) veya Musul-Nineva halkından bazı yabancılar olduğuna hükmetmişlerdir. Bu müfessirler, hadislerde anılan bu beldelerin halkından bir gurup insanın, hicretten önceki bir tarihte, Hz. Peygamber’e rastlamış ve ondan Kur’ân dinledikten sonra beldelerine dönmüş olabileceğini düşünmektedirler.
Bu yorum için bakınız:
The Holy Qur’ân, Malik Ghulam Farîd, 1969, Rabwah-Pakistan, not: 2733 ve 3137 [s.1016, 1187].
(Bu tefsir, www.alislam.org/quran/ sitesinin “Short Commentary in English” linkinden ‘pdf’ formatıyla indirilebilmektedir).
Kur’ân Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Yay. 2002, İstanbul, 72:1, not:1 ve EK III. (Esed, buradaki açıklamasının henüzkesinleşmemiş bir görüş olduğu hatırlatmasını da yapmaktadır).
Biz ise; yukarıda verilen Nusaybîn veya Nineva’lı ‘yabancılar’ yorumunun da doğru olabileceğine ihtimal vermekle beraber, başka bazı çağdaş Müslüman ilim adamlarının kabul ettikleri bir yoruma katılarak, “Kur’ân dinleyen bu ‘yabancılar’”ın Medine’li ilk muhtediler olabileceğini düşünüyoruz. Zira, Kur’ân’ı dinleyen ve Peygamber’i (a.s) anlayan bu ‘yabancılar’ın, Nusaybin veya Nineva gibi ‘Arab dili ve kültürüne yabancı bir çevre’den ziyade, Hicâz, Necd veya Yemen gibi Arab kültürünün hakim olduğu bir çevreden olmaları daha muhtemel görünüyor. Yukarıda verdiğimiz tarihî bilgiler de bu ‘Medine’li ilk muhtediler’ tercihimizi daha da güçlendirmektedir.
Katıldığımız bu yorum için bakınız:
Min Mefâhîmi’l-Qur’ân – Fî’l-Aqîde ve’s-Sulûk, Muhammed el-Behiy, 1973, Mısır, s.133 vd.; [Bu kitap, Yöneliş Yayınevi tarafından “İnanç ve Amelde Kur'ânî Kavramlar” adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir].
Tefsîru Sûreti’l-Cinn, Muhammed el-Behiy, Neşr.: Dâru’l-Fikr, tsz.;
The Holy Qur-an, Dr. Zohurul Hoque, 2000, India, s.1024‑1025;
“Et-Tahrîr ve’t-Tenvîr” isimli değerli tefsirin sahibi Tunus’lu Âlim Muhammed Et-Tâhir İbn ‘Âşûr’dan:
· وليس ذلك مما يدخل في أصول عقيدة الإِسلام 63; ولذلك لم نُكفِّرْ منكري وجودِ موجوداتٍ معيّنةٍ من هذا النوع، إذ لم تثبت حقيقتها بأدلة قطعية.
(…) وأما ما يروى في الكتب من أخبار جزئية في ظهورهم للناس وإتيانهم بأعمال عجيبة فذلك من الروايات الخيالية. وإنا لم نلق أحداً من أثبات العلماء الذين لقيناهم من يقول: إنه رأى أشكالهم أو آثارهم؛ وما نجد تلك القصص إلاّ على ألسنة الذين يسرعون إلى التصديق بالأخبار أو تغلب عليهم التخيلات.
Cinlere (yaygın anlamda) inanmak konusu, İslâm îtikadının esaslarından değildir. Bundan dolayı, bu türden muayyen varlıkların varlığını inkâr edenleri ‘tekfir’ edemeyiz. Çünkü bunların gerçeklikleri, kat’î delillerle ispatlanamamaktadır.
(…) Bazı kitaplarda, bunların (cinlerin) insanlara göründüklerine ve acaip işler yaptıklarına dair yapılan rivayetler “hayal ürünü” şeylerdir. Gerçek ilim adamlarından, bizzat cinleri veya etkilerini gördüklerini iddia eden kimseye rastlamadık. Bu hikâyeleri, ancak bu tür gariplikleri kabullenmeye müsait veya hayal gücü geniş olan insanların lisanından elde etmekteyiz.
46/Ahqâf Sûresi: 29-32 Âyetleri:
29. âyetteki ‘cinler’ karşılığında ‘yabancılar’ koymamız halinde herhangi bir müşkül kalmamaktadır. Bu ‘yabancılar’ın kimliği ise “Cin Sûresi”nde bahsi geçen ‘yabancılar’la aynı olduğundan, aşağıda, Cin Sûresi’nin tefsirinde daha detaylı ele alınacaktır. Şimdilik bu üç âyetin meâllerini vermekle yetiniyoruz:
46/29. Hani “yabancılardan bir gurub”u, Kuran dinlemek üzere sana yönlendirmiştik. Huzura geldiklerinde, “Dinleyin!” demişlerdi. (Tebliğ) bitirilince de kendi kavimlerine uyarıcılar olarak dönmüşlerdi.
46/30. Dediler ki: “Ey kavmimiz, biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru yola hidayet etmekte…”
46/31. “Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine icabet edin ve O’na inanın ki (Allah) günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azabdan korusun.”
72. Cinn Sûresi
Giriş: Kıraatlar Meselesi
Cinn Sûresi’nin âyet âyet tefsirine geçmeden önce, sûre içindeki kıraat farklarından bahsetmek ve doğru kıraat tercihlerine işaret etmek zorundayız. Aksi halde hangi âyetlerin, kimin sözü olarak alınacağı konusunda sıkıntılar yaşanır. Sûrede, bizi tefsir yönünden ilgilendiren bu önemli husus, 3. ilâ 12. âyetlerin başlarındaki toplam 12 adet (انَّ)’nin ‘hemze’lerinin ‘üstün’ mü, ‘esre’ mi okunacağı konusudur. Zirâ bu farklı okunuşlar, başına geldiği âyetlerin (sözlerin) sahibini ve i‘rabını değiştirmektedir. Ancak arabca bilmeyen okuyucuyu gözeterek bu konunun uzmanca tartışmasını şimdilik bir tarafa bırakıyoruz.
Uzmanlarınca meâlimizdeki tercihimizin anlaşılması için yalnızca iki hususa işaret etmekle yetineceğiz:
Bizim mushafımızdaki imlâya göre (yani, Âsım Kıraatı – Hafs Rivâyeti’ne göre) bu 12 âyetin başlarındaki bütün (انَّ)’lerin hemzeleri ‘üstün’ olarak harekelenmiştir (أَنَّ şeklinde). Oysa ki, diğer meşhur kıraat sahibi alimler bu tercihe itiraz etmişler ve bu takdirde bazı âyetlere doğru mânâ verilemeyeceğini savunmuşlardır.
(أَنَّ): عطفا على مرفوع “أوحى”. (…) وعُورِضَ بأن أكثرها لا يصح دخوله تحت معمول “أوحى”، وهو ما كان فيه ضمير المتكلم نحو “لمسنا” …
Kıraat âlimlerinden Ebû Ca‘fer’e göre, anılan on-iki âyetten 3., 4. ve 6. âyetlerin başındakiler (أَنَّ) yani ‘üstünlü’, geri kalan dokuz âyetin başındakiler (إِنَّ) yani ‘esreli’ okunmalıdır. Biz de 3-12. âyetlerde bu görüşü esas aldık. 19. âyette ise Nafi‘ ve Ebû Bekr’in okuyuşlarına uygun olarak (إِنَّ) şeklinde ‘esreli’ okunuşu tercih ettik. Metni bu kıraatler kabulûne göre harekeledik ve anlamlandırdık.
72/1. De ki: Bana vahyolundu ki: “bir grup1 yabancı”2 (Kur’ân’ı) dinledikten sonra (kavimlerine gidip3) şöyle dediler: “Doğrusu biz, hayranlık uyandıran bir Kur’ân dinledik.”
1.Arapça ‘nefer’ kelimesi 1 ilâ 10 arasındaki herhangi bir rakam için kullanılmaktadır. Bu da, bir sonraki notta verilecek olan ve tarihçilerce sayıları 6 olarak zikredilen Medine’li ilk muhtedilere uygun düşmektedir.
2.İlk Akabe Bey‘ati’nden bir yıl önce, (hicretten 3 yıl önce) gene Akabe’de, Hz. Peygamber’den Kur’ân dinledikten sonra Müslüman olan “6 Hazrecli”nin, Medine’ye vardıktan sonraki faaliyetlerini –Hz. Peygamberin (a.s) bu ilişkilerde gözettiği gizliliğe riayetle, “bir gurup yabancı” diye anarak– anlatan âyetlerle karşı karşıyayız. Akabe’de Medine’li bir guruba yapılan bu ilk tebliğin ve bundan sonraki iki bey‘atin (1. ve 2. Akabe Bey‘atlerinin) tam bir gizlilik içerisinde yapıldıklarını sîret yazarları önemle belirtirler. Anılan ilk altı Müslümanın Medine’deki tebliğ faaliyetleri sayesinde “hemen hemen her evde Resûlullâh’dan (a.s) bahsedildiği” kaydedilir (Yukarıda verildi).
Medine’de devam eden böylesi bir faaliyetten İslâm’ı boğmaya çalışan Kureyş’lilerin haberdar edilmeleri tehlikeli olacaktı; fakat isim verilmeden faaliyetin anlatılması Müslümanların şevkini arttıracak nitelikte idi. Allâh da böyle yapmıştır.
3.Ahqâf (46): 29 âyeti, Kur’ân dinleyen bu topluluğun, “kavimlerine uyarıcılar olarak” döndüklerini açıkça ifade etmektedir.
72/3. “Ve Rabbi’mizin şanı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk4…
4.Giriş niteliğindeki ilk iki âyetten hemen sonra, bu ayetle Hıristiyanlığın en temel batıl inancının (“Allâh’ın eş ve çocuk edinmesi”nin) reddedildiğine bakılırsa, Medîne’de bazı Hıristiyanların bulunduğu, bunların temel inançlarının Medine’lilerce bilindiği ve bazı dinî konularda bunlara başvurulduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim, Medîne’de, Bizans asıllı bir anneden doğmuş, Hıristiyanlığı benimsemiş ve ‘Râhib’ ünvanıyla anılmakta olan Ebû Âmir isimli nüfûzlu bir Evs’li lider, kabilesinden bir grubu da kendi yanına çekebilmiştir. Bu zat (Ebû Âmir er-Râhib), Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra, Peygamber’e tahammül edemeyerek bir gurup taraftarıyla beraber Medine’yi terk etmiş, ölünceye kadar İslâm düşmanlarını (Kureyşlileri, Hayber Yahudilerini, bedevi kabileleri ve hatta Bizans kıralını) Müslümanlara karşı kışkırtmıştır. Uhud Savaşında müşriklerin safında müslümanlarla savaşa katılan Ebû Âmir, aynı savaşta Müslümanların safında savaşarak şehid düşen “ğasîlu’l-melaike (meleklerin yıkadığı)” Hanzala’nın da öz babasıdır. Hicretin 9. yılında Kubâ’da, sonraları “Dırâr Mescidi” diye anılan “nifak yuvası” mescidi de bu Ebû Âmir er-Râhib’in Medine’deki münafık taraftarları inşa etmiştir.
İşte bu evs’li liderin, hicretten önce Hıristiyanlık konusunda Medine’de etkili olduğu anlaşılmaktadır. (Bkz: Ibn Kesîr, Tefsîr 9/107 âyeti tefsiri: وكان قد تَنَصَّر 14; فى الجاهلية 48; وقرأ علمَ أهل الكتاب وكان فيه عبادة في الجاهلية : “[Ebu Âmir er-Râhib] cahiliye döneminde Hıristiyan olmuştu ve Ehl-i Kitab’ın ilimlerini okurdu ve cahiliye döneminde o dinde bir ibadeti vardı”).
Ayrıca Medîne’liler, beraber yaşamakta oldukları üç yahudi kabilesinden dolayı Yahudilik hakkında da bir miktar bilgi sahibi idiler. (46:30 âyeti buna delalet etmektedir).
72/6. “Şu gerçek de var: İnsden (bizden) bazı kimseler6, cinn’den (yabancı7) bazı kimselere sığınırlardı (bilgisine baş vururlardı) da, bu onların8 sapkınlıklarını arttırırdı.”
6.Bu âyette iki defa geçen رجال (Ricâl: adamlar / kimseler) kelimesinin, insan (beşer) cinsi için kullanıldığı dikkate alınırsa, Kur’ân dinleyen bu cinlerin beşer kimliği bir kere daha öne çıkar.
7.Bu Hıristiyanlar, bazı tarihçilerin Medine’de varlığını kabul ettikleri misyoner Hıristiyanlar olabilecekleri gibi (Bkz: Cevâd Ali, El-Mufassal fî Târîhi’l-‘Arab Qable’l-İslâm, C.6, s.602-603), 4. notta bahsi geçen Ebû Âmir er-Râhib ve çevresindeki bir gurup Medîne’li Hıristiyan da olabilir.
Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki ezelî düşmanlık ve sürekli savaşlar hatırlanırsa, Hazrec’den olan bu ilk İslâm tebliğcilerinin Evs’li olan Ebû Âmir ve benzerlerinden “yabancılar (kendilerinden olmayan anlamında)” diyerek bahsetmeleri anlaşılır bir durumdur.
8.Bu müphem zamir; hem ‘başvuranlar’ı, hem de ‘başvurulanlar’ı (her ikisini) kasdediyor olabilir.
72/7. “[Ve onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allâh'ın hiç kimseyi ba‘s etmeyeceğini9 zannediyorlardı:”]
9.“Ba‘s etmek” fiili; hem “peygamber göndermek”, hem de “ölümden sonra diriltmek” anlamını ifade ediyorsa da, sûrenin bağlamından burada kasdedilenin “peygamber göndermek” olduğu kuvvet kazanmaktadır. Hıristiyanlarda –bilindiği gibi– Hz. İsâ’dan sonra herhangi bir peygamber beklentisi reddedilmiştir. Bu Hıristiyanî inanç müşriklerin peygamberliği reddedişleriyle şeklen örtüşüyordu. Bu da, İslâmî tebliğe karşı çıkışlarında müşrikleri te’yid ediyor, yani sapkınlıklarını arttırıyordu.
Bu âyet de, 5. âyette olduğu gibi bir parantez-içi (i‘tiraziyye) cümlesi olarak okunmalıdır.
72/10. ‘Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü murad edildi, yoksa Rableri kendileri için doğruya iletici (bir hayır) mı diledi?’
10. Yukarıda, üç ayette verilen sözlerin (8. 9. ve 10 âyetler), ilâhî vahiy konusunda kendilerine başvurulan diğer “yabancılar”ın (Hıristiyanların) ifadeleri olduğu anlaşılmaktadır: 8. ve 9. âyetlerde, neden vahiy’le irtibat kuramadıklarının (neden artık resûl gelmeyeceğinin) kendi hurafelerince izahı yapılmaktadır. Ehl-i Kitâb’ın ‘Kutsal Kitab’ında, tabiî gök olaylarının buna benzer hurâfî şekillerde yorumlandığının örnekleri çoktur. (Mesalâ Bkz: Kutsal Kitap, 2. Samuel 22/8; Eyüp 26/11 ). Dolayısıyla bu ifadeler (8. ve 9. âyetler) Kur’ân’ın onayladığı iddialar olmayıp onların batıl inançlarının kendi ağızlarından aktarımıdır. 10. âyette ise, aynı bâtıl sahiplerinin, muhataplarının hüsn-ü zannını kazanmaları ihtiyacıyla nasıl sûret-i hak’dan ifadeler sarfettikleri görülmektedir. (Sözde bir tevazu ve Allâh’ın ilmine havale, gibi).
Değerli müfessir Râzî’nin (v.606 H.), bu ve benzeri ifadelerin Kur’ân tarafından onaylandığını kabullendikten sonra, bu iddiaları savunmak için ne kadar zorlandığını ve nasıl tekellüflü te’villere başvurduğunu görmek için bkz: 67/Mulk: 5. âyeti tefsiri.
Bundan sonraki, aşağıda gelecek beş âyetin, Kur’ân vahyini tebliğ eden yabancıların (muhtedilerin) sözleri olduğu anlaşılmaktadır:
72/13. “Biz, Hidayet (rehberi Kur’ân)’ı işitince, ona inandık. Artık kim Rabb’ine inanırsa, o ne bir zarara uğrayacağından korkar ve ne de bir haksızlığa.
72/16. Eğer onlar yollarında ‘dosdoğru bir istikamet tuttursalardı’, mutlaka Biz onlara bol miktarda su içirirdik (tükenmez bir rızık ve nimet verirdik).
72/23. “”(Benim görevim ) yalnızca Allâh’dan geleni ve O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allâh’a ve O’nun elçisine karşı koyarsa, onun için, içinde ebediyen kalacağı cehennem ateşi vardır.”
72/24. Sonunda onlar, kendilerine va‘dedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından kim daha azmış artık öğrenmiş olacaklardır.
72/28. Öyle ki onların, rablerinden gelen risaleti tebliğ ettiklerini bilsin. (Allâh) onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp-tesbit etmiştir.
.Sa‘d b. ‘Ubâde’yi (r.a) cinler öldürdü iddiası > Faili mechûl cinâyet (?) veya yılan sokması.
SON SÖZLER
Buraya kadarki çalışmamızı şöyle özetleyebiliriz:
‘Cinn’ kelimesi Kur’ân’da ve Arab literatüründe tek anlamda değil, birçok anlamlarda kullanılmıştır.
Kelimenin kök anlamında: Kapalılık, gizlilik, bilinmezlik, yabancılık… vardır.
Hangi kullanımın ne mânâya geldiğini, -her dilde olduğu gibi- kullanımın ‘bağlam’ı (sıyak‑sıbak) belirlemektedir.
Kur’ân’da, ‘Cinn’ kavramı ile ifade edilen insanlardan farklı varlıklar sadece ‘Melek-İblis-Şeytân”dan ibarettir. Bunların da, insanlara mânevî etkilerinin dışında, ‘maddî/cismânî’ hiçbir etkileri yoktur. (“Cin Çarpması” veya “Şeytan Çarpması” gibi iddiaların aslı olamaz. Bu ifadeler, olsa-olsa ‘felçli’ veya ‘sârâlı’ bir hastanın, câhilî bir teşhisle tanımı olabilirler).
Kur’ân’da “Cinn” ve “İns” ikilisi beraber kullanıldığında; olumlu cümlelerde “herkes – hepsi”; olumsuz cümlelerde ise “hiç kimse – hiçbiri” gibi anlamlara gelmektedir (yani bir‘bütün’ü ifade ederler).
Hz. Süleyman’la ilgili ‘cinn’ler, yönetimindeki “angarya isdihdam edilen yabancılar”ı ifade etmektedir.
Yeryüzünde, “Kur’ân’la mükellef” ve “sonPeygamber’e (a.s) ümmet” olarak ‘insan’dan başka hiçbir varlık yoktur. Kur’ân’da geçen“Kur’ân dinleyen cinn’ler” kıssaları, aslında ‘kimlikleri açıklanmayan insanlar’dan başka bir anlam ifade etmemektedirler. (Bu konudaki rivâyetler bir sürü çelişki ve saçmalığı da beraberinde getirmektedirler. Buna rağmen, ‘Nusaybîn’ veya ‘Nineva’li cinler iddiası, bu kavramın ‘yabancılar’ anlamında kullanıldığının zımnen ifadesidir).
Yaygın anlamıyla ‘cinn’ (ya da üç-harfliler) inancı ‘hurâfe’den ibaret olup ilmî hiçbir değeri yoktur. Böylesine bir hurafe asla ‘İslâm îmanı’nın konusu edilmemelidir.
İslâm kültürü adına bize ulaşan tefsir, hadis, tarih vb. Kur’ân-dışı kaynaklarda geçen ‘cinn’lerle ilgili “garîb / acaib” rivayetler, bu rivayetleri üreten ortam ve genel kültür seviyesi dikkate alınarak incelenirse, izah edilebilir niteliktedirler.
Yaygın şekliyle “Cin Hurâfesi” bilimin gelişmesine de köstek olacak niteliktedir. Ailesindeki veya bedenindeki bir rahatsızlığı cinlerle irtibatlandıran bir zihniyet ortamında, bilimsel araştırma ihtiyacı zaafa uğrar veya en azından, gerçekçi teşhis ve tedavilerin elde edilmesi gecikir.
Hz. Peygamber’in (a.s) 23 yıllık risâlet mücadelesinde, ‘yaygın’ anlamıyla ‘cinler’in hiçbir katkıları olmamıştır. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te , Huneyn’de… hiçbir yerde, cinlerin izine rastlanmamıştır. Bu durum da, ‘yaygındogma’nın ne kadar asılsız olduğunun açık delilidir.
Hz. Peygamber (a.s) ve seçkin arkadaşlarının Kur’ân’daki ‘cinn’ kullanımını doğru kavradıklarına ve doğru kullandıklarına inanıyoruz. Bu konudaki yaygın hurafeci zihniyet zaman içerisinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır.
Temelsiz bir ‘hurafe’nin, âdeta “üzerinde ittifak edilmiş” dinî bir dogma haline getirilmiş olması ‘vakıa’sının izahı –bazılarınca– zor görünebilir.
Ancak, düşünelim ki;
v Hz. İsâ’nın tebliğinden iki asır sonra galip gelmiş Pavlus’cu bir “müşrik hıristiyanlığın”, “muvahhid bir din”in yerini alarak milyarların imanı haline gelmesinin de;
v “İmâmiye Şî‘ası”nın “bin-şu-kadar senedir yaşamakta olan ‘Hz. Mehdî’” dogmasının da ..
.. dışarıdan bakan birileri için, izahı mümkün görünmüyor – fakat bunlar birer ‘vakıa’!..
‘Sünnî Müslümanlık’ın on-dört asırlık geçmişinde benzer sapmaların vuku bulmaması için herhangi bir teminatın olduğunu kim iddia edebilir? (Kur’ân metninin korunmuşluğu dışında).
O mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler.
En sahih kaynağımız Kur’ân’ı ilk sıraya almadan, ve onu da usûllerine riayetle doğru anlamadan, İslâm adına sahip olduğumuz kültür mirasımızı tahkik etmek şansını elde edemeyeceğimizi düşünmekteyiz.
3 Not:
Buraya kadar verdiğimiz bütün meâllerde –şimdilik– ‘cinn’lerle ilgili klasik ve yanlış yorumu düzeltmeyi hedef aldık. ‘Cinn’ kelimelerinin anlamları dışında kalan meâl kısımlarında –elbette– alternatif ifadeler tercih edilebilir.
Kitaplık bir konunun böyle kısa bir çalışmayla ihata edilemeyeceğinin bilincindeyiz. Ancak burada yazdıklarımızın bu konuda bir ajitasyon etkisi yapmasını ve daha derin araştırmalara vesile olmasını umuyoruz. Biz de, burada yazıya dökemediğimiz bilgi ve belgelerle konuyu daha da genişletmeyi düşünüyoruz.
Cin Sûresi’nin 26-27. Âyetler’de bahsi geçen ‘gayb’ konusu, “Kur’ân ve Sünnet Üzerine – Makaleler” adlı kitabımızda 2 makale şeklinde detaylı işlenmiş olup ayrı bir konu olarak ele alınacaktır, İnşâallâh.
Ve min’allâhi’t-Tevfîk;Ve’s-Selâmu ‘alâ men’ittebe‘a’l-Hudâ…
“Hurâfesiz Bir Dîn” elde etme yolundaki gayretlerimizde, Rabbimizin bizi Hakk’a ve Doğru’ya muvaffak ve müyesser kılmasını diliyoruz.
Merhaba. Cin 1: قلاوحياليانهاستمعنفرمنالجن... De ki: "Bana vahyen bildirildi ki bir bölük cin (Kuran'ı) dinlediler..."
1)Bu cinler yabancı da olsalar etten kemikten insanlar ise... onların Kuran'ı dinlediğini neden Allah'ın elçisi görmedi de Allah vahyen haber verdi?
(2)Ayetin devamı: فقالوااناسمعناقراناعجبا. Ve dediler ki "Muhteşem bir okuma dinledik." Okunan Allah'ın kitabıdır, MUHTEŞEM. Okuyan Allah'ın elçisidir, MUHTEŞEM. Ne var ki o yabancı insanlar zerrece umursamıyor. Olacak şey değil. Hem etkilenip iman etmişler hem zerrece etkilenmeyip sıvışıyorlar.
Ben olsam gider mutlaka haber verirdim o muhteşem elçiye, "Allah'ın sana indirdiği okumayı dinledim; ona iman ettim!" diye. Ve sorular sorardım.
(3)Allah "YABANCI İNSANLAR dinledi" demiyor da "CİNLER dinledi" diyor. Neden? Allah "yabancı insanlar"a YABANCI İNSANLAR demesini elbet bilir. Ama CİNLER diyor. O'nun "cinler"den "yabancı insanlar"ı kastettiğini biz açıklayıveriyoruz. Yine olacak şey değil. Neden Allah'ın dediğini Allah'a bırakmıyoruz?
“Hurâfesiz Bir Dîn” elde etme yolundaki gayretlerimiz... Hurafe üretmenin bir yolu da işte böyle Allah'ın dediğinin yerine başka bir şey demektir.
Allah elçisinin onlardan haberi vardı, vardı, onlardan habersiz değildi. Özellikle buluşmak, görüşmek üzere o yerde bulunuyorlardı. Karşılıklı bir birlerini görüp duyuyorlardı. Ağızları var konuşuyorlar, gözleri var duyuyorlar.. da görüntüleri mi yok! İnsanlarla nasıl iletişimde bulunuyorlar? İnsanlar onları nasıl duyuyor, onlarla nasıl konuşabiliyorlar; "Biz bir birmizden istifade ettik" diyorlar? Anlayacağın, karşılıklı bir işbirliktelikleri var aralarında. Hem neden göremiyorsunuz; neden insan olmayan cin insan olan elçiye iman ile mükellef olsun? Neden "Size, ...sizi uyaran sizden elçiler gelmedi mi" sorulduğunda, cinler de "şehidnâ..." desinler? "Hayır! Bize bizden olan bir elçi gelmedi" demeleri gerekmez miydi? Onlara kendilerinden bir elçinin geldiğine şehadet edebilir misiniz? Neden bir cin resulden söz edilmiyor? İnsan ve cinlere neden birlikte meydan okunuyor; "bir birlerine yardım da etsinler, bunun mislini bir Kuran getirsinler..." deniyor? Neden hep birlikte cehennemi boyluyorlar, birlikte içine doluşuyorlar? Aynı topraklarda aynı veya benzer cürümleri paylaşıyor, işbirliği içerisinde aynı gerçeğe karşı koyuyorlar ki, aynı cehennemi birlikte dolduruyorlar.
"Hurafe üretmenin bir yolu da işte böyle Allah'ın dediğinin yerine başka bir şey demektir." Allah'ın dediği, Allah'ın dediği" lafı dilinize pelesenk olmuş. Allah'ın dediği sizin tekelinizde mi, Allah'ın dediğini O'na siz mi dikte ettirdiniz, sizin anlayışınızla mı sınırlı O'nun dedikleri? Allah sizlerin bildiği, tanıdığı, tanımladığı bir tür cinni Kuran'da tanıtmış mıdır! İnsan, türünü yaratılışını detaylı olarak defa'aten anlatmışken, cinnin yaratılışından bir tek söz etmiyorken, bu hayaleti neye göre tanıyor, tanımlayabiliyorsunuz? Allah'ın ne dediği, ne demek istediği hiç kimsenin algı alanıyla sınırlı olamaz.
UHİYE vahyolundu ki ... demek. Yani Kuran'ı cinlerin dinlediği Allah'ın elçisine vahyen haber verilmiş. Bunu Cin 1'de açıklayan Allah'ın Kendisi.
Bir daha. Cin 1'de ne var, Cin 1'de ne yok?
Elçiye vahyedildi: var.
Elçi görüp duydu: yok.
Ama siz "Karşılıklı bir birlerini görüp duyuyorlardı!" diyorsunuz.
Benim kime inanmamı bekliyorsunuz; olup bitenin elçiye vahyen haber verildiğini açıklayan Allah'a mı ya da elçinin cinleri görüp duyduğunu öne süren size mi?
Allah'ın dediği, Allah'ın dediği" lafı dilinize pelesenk olmuş. Allah'ın dediği sizin tekelinizde mi, Allah'ın dediğini O'na siz mi dikte ettirdiniz, sizin anlayışınızla mı sınırlı O'nun dedikleri?
Öfkelenmenizin lüzumu yok. Lütfen! Evet. Geçerli olan Allah'ın dediğidir. Siz "dilinize pelesenk olmuş" deseniz de ALLAH NE DİYORSA O! Filanca şöyle dese de fişmekanca böyle dese de ALLAH NE DİYORSA O!
Allah'ın dediği: De ki, "Kuran'ı cinlerin dinlediği bana vahyedildi."
Sizin dediğiniz: Elçi cinleri görüyor, duyuyordu.
Bu arada, mahallenin delisi yalnızca ben değilim:
Birinci âyette cinlerden bir grubun Kur'ân dinleyip sonra kendi aralarında müteâkip âyetlerde anlatılan sözleri konuştukları bildirilmektedir. Bu âyetten anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.v.), Kur'ân dinleyen cinleri görmemiş, fakat onların Kur'ân dinledikleri kendisine vahiy ile bildirilmiştir. (S Ateş, Kur'ân-ı Kerîm Tefsîri)
Allah sizlerin bildiği, tanıdığı, tanımladığı bir tür cinni Kuran'da tanıtmış mıdır!
Hayır. Tanıtmamıştır. Onları YABANCI İNSANLAR olarak ta tanıtmamıştır. O yüzden haddimi bilir susarım. "Cinler YABANCI İNSANLARDIR!" deyip ukalalık etmem; "Cinler HAYALETTİR!" deyip korku senaryoları kurgulamam. Allah ne kadar bildiriyorsa ben o kadar bilirim. Allah ne diyorsa o.
İnsan, türünü yaratılışını detaylı olarak defa'aten anlatmışken, cinnin yaratılışından bir tek söz etmiyorken, bu hayaleti neye göre tanıyor, tanımlayabiliyorsunuz?
Allah melek türünü de ayrıntılı olarak defalarca anlatmamıştır. Ama bu bize "Melekler YABANCI BİRŞEYLERDİR!" diye ahkam kesme hakkını vermez. Melek melektir; insan insan.
Şuna yorarım: CİNLER bizim göremiyeceğimiz boyutta oluşlardır ve vardırlar. Tıpkı morötesi denen ve bizim çıplak gözle göremediğimiz özel boyutta renkler nasıl var ise. Tıpkı köpeklerin duyduğu ama bizim duyamadığımız özel boyutta ses titreşimleri nasıl var ise.
Cinler tıpkı melekler gibi vardırlar ama kendi dünyalarında yaşarlar; insanlara görünüp karışmazlar, insanların işlerine karışmazlar.
Allah'ın ne dediği, ne demek istediği hiç kimsenin algı alanıyla sınırlı olamaz.
Çok güzel; ama "cinler"den kasıt "yabancı insanlar"dır diye ahkam kesenlere söyleyin bunu. Benim dediğim "Allah ne diyorsa o!" Örneğin Allah Cin 1'de "اوحي Vahiy ile haber verildi," diyor. Vahiy ile haber verilmiştir; nokta. Bunun kasıt ile, ne demek istendiği ile ilgisi yok.
*
Bana cevap vermek zorunda kalmayın diye bir önceki iletimde size seslenmemiştim. Ama yine de öfkelendiniz. Olsun. Sanırım sizi anlıyorum.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma