Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Nedense pek çok kişi
tefekkürün zikirden üstün oluşunu düşünerek Allah’ı (c.c.) zikretmeyi küçük bir
ibadet olarak değerlendirmektedir. Bazı dini bütün insanların zikre karşı
olmaları, Kuran-ı Kerim’deki ve hadis-i şeriflerdeki zikir kelimelerini tevil etmeye
çalışmaları gerçekten ilginçtir. Ben önceleri onların art niyetli olduklarını
ve kalplerinde büyük bir hastalık bulunduğunu düşünürdüm. Onlara
göre zikir Allah’ı (c.c.) düşünmektir. Arka arkaya aynı
kelimeyi söylemek bir anlam ifade etmez. Sürekli zikirle kastedilen şey her
yerde, karşılaşılan bütün varlıklarda Allah’ın (c.c.) kudretini görüp O’nu
hatırlamaktır. Halbuki kendileri de namaz sonunda çekilen tespihleri “zikir”
olarak adlandırırlar. Gerçi Kuran-ı Kerim’de zikir kelimesi bildiğimiz anlam dışında
ayrıca onların dediği gibi bazen namaz, bazen tefekkür, bazen de kutsal kitap
anlamında da kullanılmıştır. Peygamberimiz (s.a.s) tevile müsait olmayan bir
açıklıkla pek çok sahabeye değişik zikirler öğretmiş ve onlardan bunların
çeşitli sayılarda veya sayısız olarak çekilmesini istemiştir. Şimdi ise bu dini
bütün insanların zikre karşı olmalarını daha iyi anlamaktayım. Aslında sorun bu
insanların fıtratlarından, mizaçlarından ve meşreplerinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü bu yapıdaki insanlar sadece zikre değil akıl ve mantıklarını yitirdikleri
başka şeylere karşı da aynı veya benzer bir tutuma sahiptirler. Bunlardan kaygı
duyarlar. Örneğin bunlar müzikten hiç hoşlanmazlar, çünkü müzik akıl ve mantığı
duygu ve coşku seli ile eritir. Yine bu insanlar haram olduğu için değil
fıtratları gereği alkolden de adeta ürkerler. Bilindiği üzere alkol de akıl ve
mantığı devre dışı bırakmaktadır. Zikir de mahiyet olarak akıl ve mantığı
etkisiz kılarak bir çeşit cezbe hali ile ilahi bir duygu ve coşku seline
kendini bırakma olduğu için bu yapıdaki insanlar farkında olmadan kendi fıtri
yapılarını savunmak için zikir aleyhine sözler söylemeye, bu konudaki açık olan
ayet ve hadislerdeki zikir lafzını da kendi mizaç ve meşreplerine uygun olarak
tevil etmeye yönelirler. Bu tür insanları zikre yöneltmeye ve zikirden
zevk almalarını sağlamaya çalışmak çok zordur. Tabii öyleleri belli sayıdaki
zikri söylemede bir sorun yaşamazlar. Hatta virtlerini de düzenli olarak
çekerler. Ama daimi zikir onlara çok ağır gelir. Zaten öylelerinde zikrin
sonucu olarak meydana gelen cezbe ve letaiflerin açılması da hiçbir zaman
gerçekleşmez. Bunların tarikat yolunda yükselmeleri ve Hakk’a vasıl olmaları
gizli gerçekleşir. Bu tür insanların fıtratları, mizaç ve meşrepleri daha
ziyade tefekküre uygundur. Tasavvufta bu yapıdaki insanlara salik-i gayr-i
meczup denir.
İnsanlar
birbirinden ayrı fıtratta, mizaç ve meşrepte oldukları için farklı tarikatlar
ortaya çıkmıştır. Bu nedenle tarikatlar aynı amaca değişik yöntemlerle ulaşmaya
çalışırlar. Tarikatların amacı Allah’a (c.c.) ulaşmaktır. Bu bakımdan
tarikatlar iki genel guruba ayrılırlar. Bunlardan bir gurubu nefsi tezkiye
etmeyi amaçlar; bunun için erbaine (çileye) girme, hizmet etme, oruç tutma,
riyazete uyma (az yeme, az uyuma ve az konuşma) gibi yollarla nefsin dünyaya
dönük arzularını kırmaya, nefsi arındırmaya çalışırlar. Bu yolla çeşitli nefis
makamları kat edilir. Sırasıyla nefis emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne,
raziyye, marziyye, kâmile makamlarına ulaştırılmaya çalışılır. Diğer guruptaki
tarikatlarda ise ruhu tasfiye etme amaçlanır; bunun için de virt ve zikre
ağırlık verilir. Ruh Allah’tan (c.c.) gelen bir nefha (soluk) olduğu için O’na
yükselmek ister. Zikir bu yükselmeyi sağlar. Ruhun ayırıcı vasfı aşktır. Güzel
şeylere karşı bir çekim duyar. Faziletleri edinmek, bunlarla kendini
güzelleştirmek ister. Zikir Allah’a (c.c.) duyulan bir çeşit aşktır. Daha
doğrusu kişide Allah’a (c.c.) karşı bir çeşit aşk hali yaratır. Bu aşk haline
cezbe denir. Cezbeyi Allah’a (c.c.) duyulan aşk halinin eseri olarak
düşünebiliriz. Cezbe letaiflerde etkisi somut olarak hissedilen bir durumdur.
Letaifler (kalp, ruh, sır, hafi, ahfa) adeta ruhun duyu organlarıdır. Göğüste
çeşitli noktalarda bulunurlar. Ruh çekilen zikirle letaiflerde meydana gelen
cezbe sonucu Hakk’a yükselmeye, çeşitli manevi halleri yaşamaya başlar. Manevi
haller zamanla nefsi etkisi altına alıp nefis makamlarının da kat edilmesini
sağlar.
Zikir
büyük bir nimettir. Kamil ve mükemmil (olgun ve olgunlaştırıcı) bir mürşitten
böyle bir zikri alan gerçekten büyük bir devlete ermiştir. Gerçi insan kendi
başına da zikir edinebilir. Kitaplardan faziletli zikirleri okuyup alabilir.
Ama bununla ancak sevap kazanabilir. Bu yolla zikrin faziletine erip kalp
tasviyesi ve nefis tezkiyesi gerçekleşmez. Ehlinden alınan zikirle ancak feyz
kapıları açılır. Çünkü mürşidin eli silsile yolu ile ta peygambere (s.a.s)
kadar uzanır. Peygamber (s.a.s) ile Allah (c.c.) arasında ise doğrudan bir
irtibat vardır. Ehlinden alınan bir zikir kişiyi önce mürşidinde (fenafi’ş-seyh),
sonra peygamberde (fenafi’r-resul), en sonunda da Allah’ta (c.c.) fani
(fenafi’l-lah) kılar. Tabii bu yolda ve bu mesafelerin kat edilmesinde zikrin
yanında en büyük iş rabıtaya düşmektedir. Rabıtasız bu nimetlere ulaşmak mümkün
değildir. Mürşid-i kamilsiz böyle bir yola yani zikir yoluna girenler, şeytanların
çeşitli oyunlarına, hilelerine, komplolarına maruz kalabilirler. Zikreden kişi,
gerek Rahmani gerekse şeytani çeşitli haller yaşayacağı için bunları ancak bir
mürşid-i kamilin kılavuzluğu ile bilebilir. Ayırt edebilir. Gerekli
tedbirlerini alabilir.
Bir
insanın zikre iradesiyle sahip olduğunu düşünmesi doğru değildir. Zikir bir
ilan-ı aşk olduğu için kişinin bunun kendisine Allah’ın (c.c.) bir lütfu
olduğunu bilmesi gerekir. Allah (c.c.) güzel ismini veya güzel isimlerini
sevdiği kimselerin zikretmesini ister. Bundan dolayı zikir erbabının öncelikle
böyle bir devlete sahip olduğu ve seçildiği için her zaman bunun şükrünü dile
getirmesi, eda etmesi ve Allah’a (c.c.) daimi olarak hamd u senada bulunması
gerekir.
İnsan
dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi
dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun
çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini
gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin
etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin
belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir.
Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada
imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak
bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan
herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu
tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O
kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”
Aslında
Allah’ı (c.c.) zikir insana düşen bir iş değildir. Bu daha ziyade Allah’ın
(c.c.) şanına yakışan bir ibadettir. Yani Allah’ı (c.c.) ancak Kendi’si
hakkıyla zikredebilir. Ama yüce Allah (c.c.) rahmeti ve lütfuyla bazı
kullarının Kendi’sini zikretmesini istemiştir. Kalbinde Kendi’sine karşı
muhabbet duyan bazı kullarına zikir devletini münasip görmüştür. Onlara böyle
ilahi bir bağışta bulunmuştur. Onlara çeşitli vesilelerle bu kapıyı açar. Böylece
yüce Allah (c.c.) bu kullarının dilleriyle Kendi’sini yine Kendi’si zikretmiş
olmaktadır. İnsanın yaptığı zikri kendisinden bilmesi büyük bir aldanıştır.
Hatadır. Zikirde nefsimize ait olan tek şey, içerisinde bulunduğumuz
gaflettir:
Ehl-i
keşif zikir ehlinin öldüğünde kabirde de zikrettiğini, Allah’ın (c.c.) nurunu
alma yeteneği ile kendisini hemen diğer kabirler arasından belli ettiğini
söylemektedir.
Pek
çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif zikrin çok büyük bir ibadet biçimi olduğunu
belirtmektedir: “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin (Ahzab Suresi,
41).”
Peygamberimiz (s.a.s.), sahabenin hazır
bulunduğu bir mecliste şöyle buyurmuşlardır:“Size amellerinizin en
hayırlısını, Allah katında en temiz olanını, derecelerinizi en fazla
yükselteneni ve sizin için altın ve gümüş infak (Allah yolunda harcama)
etmekten, düşmanlarınızı muharebe meydanında öldürmekten yada şehit olmanızdan
daha hayırlısını haber vereyim mi?” Sahabeler “Evet, ya resûlallah!”
deyince, Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz:“Allah’ın zikridir.”
diye cevap vermiştir.
Aslında
tefekkürle zikri birbirinden ayırmak da doğru değildir. Zikir tefekkürü
doğurur. Doğrusu zikir olmadan tefekkürün gerçekleşebileceğini de pek
sanmıyorum. Çünkü insanın kafasını genellikle hoşlandığı şeyler meşgul
eder. İnsan, sevdiği şeyler üzerinde düşünmekten zevk alır. Bununla
ilgili çeşitli hayaller kurar, duygular yaşar. Sevmediği, nefret ettiği
şeylerden kaçar. Onları düşünmek bile istemez. Kişi zikirle Allah’la (c.c.)
kendi arasında bir ünsiyet kurar. Bu yavaş yavaş bir dostluğa dönüşür.
Derken tefekkürün zirvesi olan Allah’ın (c.c.) güzel isimleri üzerinde düşünmek
bir yaşam biçimi haline gelmeye başlar.
Zikirle
ulaşılmak istenen hal murakabedir. Murakabe, kişinin kendisini Allah’ın (c.c.)
karşısında olduğunu hissedip O’nun kendisini her yönü ile kuşattığını, içindeki
duygu ve düşünceleri bildiğini, söylediği sözleri işittiğini, yaptığı işleri
gördüğünü düşünmesidir. Ayrıca kendi varlığının, her şeyin yok olup yüce
Allah’ın (c.c.) zatının var olduğunu düşünmek de murakabedir. Bir hadisi-i
şerifte bu durum, İslam ve imandan sonra “ihsan” olarak adlandırılan bir manevi
makam olarak açıklanmıştır. İşte zikir kalpte bu ihsanı oluşturduğunda amacına
ulaşmış olur. Kişi bu halle Allah’ın (c.c.) rahmetine, feyzine ve nisbetine
erer. Yüce Allah (c.c.) böyle birisini nurlarına gark ederek ona velilik yolunu
açar. Murakabe hali kendiliğinden doğmaz. Murakabe hali zikirle başlar, zikirle
olgunlaşır, ancak zikrin sonunda yavaş yavaş bir ilahi bir armağan olarak
hissedilir. Böyle bir anda zikrin kesilerek hareketsiz bir biçimde murakabe
haline devam edilmesi tavsiye edilmiştir.
Zikir,
Allah’a (c.c.) bir ilan-ı aşktır. Kişinin Allah’ı (c.c.) kara sevdaya
tutulmuşçasına sevdiğinin işaretidir. Belki zikreden kişinin gönlünde daha
böyle bir aşk henüz oluşmamıştır. Yapılan şey bir aldatmacadır. Dilinden yada
içinden Allah’ı (c.c.) zikrederken kişi kalbinde dünya ile alışverişini
sürdürmekte olabilir. Yani kişinin daha kalbinde Allah (c.c.) aşkı şöyle dursun
O’nun emir ve yasaklarına uyabilecek düzeyde bile bir aydınlanma olmayabilir.
Zikir ona tatsız tuzsuz bir şey gibi gelebilir. Hatta zikirden hoşlanmayabilir
de. Ama tüm bu olumsuzluklara karşın iradesiyle zikrin önemi ve değerine
inanarak ona devam ederse sonunda tıpkı iki gencin birbirine sevdalanması gibi
Allah (c.c.) ismi yada Allah’ın (c.c.) güzel isimleri kişinin iç dünyasını
canlandırmaya, gönlüne Allah’tan (c.c.) gelen feyizleri, nurları, rahmeti
akıtmaya başlar. Bu ilahi aşkta ilk adımdır. Bundan ötesi ancak bu yolda daha
önce yürümüş olgun bir insanla, mürşid-i kamille mümkündür. Kişinin yalnız
başına gitmesi bazı manevi tehlikeleri de beraberinde getirecektir: Gurur,
kibir, şeytanın oyuncağı olma gibi. Şeytan zikreden kişi ile adeta harbe girer.
Ama ağzı bir küçük kaşık bala değen kişinin artık hayaline nasıl bunun ziyafeti
de gelmeye başlarsa zikirde böyle bir ilk adımı atan kişinin de bunun devamını
getirmek istemesi, adeta iç dünyasında bir zorunluluk olarak algılanır. Çünkü
tattığı şey ona o kadar büyük bir zevk verir ki bunu dünyada başka bir şeyle
kıyaslamak doğru değildir. İşte kişinin Allah’ı (c.c.) kara sevdaya
tutulmuşçasına sevmeye başladığının belirtisi de o zaman algılanmaya başlar.
Zira nasıl mecazi bir aşkın kıskacında olan kişi, sevdiğini her an düşünür,
onun ismini anmakla yada isminin anılması ile heyecanlanırsa Allah’ın
(c.c.) ismi yada güzel isimleri de böyle bir etkiyi kişide oluşturmaya başlar.
Bazı
şeyler için “Tadan bilir.” sözü kullanılır. Bu durum Allah’ın (c.c.) zikri için
çok yerindedir. Allah’ın (c.c.) zikrinden gafil yada bunun tadını alamamış
olanlar, yaşanan zevkin soyut, hayali ve gerçek ötesi olduğunu sanırlar. Oysa
Allah’ın (c.c.) zikri ile kalpte oluşan zevk genellikle somut, gerçek ve
yaşanan bir olgudur. Bunun ilerisinde gerçekleşecek olan letaiflerin açılması
da bu tür bir zevk pınarının çağlayana dönüşmesini andırır. Tabii bu yolda
alınan bu dünyevi zevkin önü daima açıktır. Sonunda insan bedeninin her
hücresinin Allah’ı (c.c.) zikretmesine ulaşılır ki (sultani zikir), gerçek
anlamıyla zikrin zevkine işte o zaman varılır. Ondan önce yapılanlar bu sonuca
ulaşmada birer basamak gibi görünür. Allah’ın (c.c.) ahirette bu zikre karşı
gelen nimetlerini ise bilememekteyiz.
Allah’ın
(c.c.) zikri o kadar büyük bir ibadettir ki, onun büyüklüğünü Allah (c.c.)
Kuran-ı Kerim’de şöyle ifade etmektedir: “Siz beni zikredin ki ben de sizi
zikredeyim (Bakara suresi, 152).” Zikrin büyüklüğünü gösteren bu
ayet-i kerimenin işaret ettiği anlam, insanı dehşete sürükleyecek cinstendir.
İnsanın dünyada içerisinde bulunduğu gaflet durumu olamasa bu ayetle aklını
yitirir, yemeden içmeden kesilir, her nefesini zikirle verip kendini helak
ederdi. Çünkü ezeli ve ebedi olan Allah’ın (c.c.) kulunu zikretmesi,
evrendeki en büyük olaydır. O’nun zikri yaratılmışlar gibi basit bir söz
değildir. O kulunu sonsuz merhameti, affı, cömertliği ile zikreder. Bu ise
insan bilincinin kaldırabileceği bir yük değildir. Allah (c.c.) âşıkları,
ârifleri için bu ayet-i kerime, duyguları coşturur, tutkuları alevlendirir.
Şevke ve aşka getirir. Zikri âdet olarak yerine getirilen ve nefse ağır gelen
bir ibadet olmaktan çıkararak aşk ve şevkle kendinden geçilen bir coşku seline
çevirir.
Allah’ı
(c.c.) zikrin pek çok faydaları vardır. Bunların hepsini burada saymak
olanaksızdır. Biz bu faydalardan birkaç tanesine değinmeden geçemeyeceğiz:
Allah’ı
(c.c.) zikreden insana bu dünyada iken yüzüne genellikle bir nur ihsan edilir.
Bu nur, zikrine göre o insanda kuvvet bulur. İhtiyarladıkça da yüzü ışıldar.
Halbuki zikirden uzak, özellikle Müslüman olmayan insanların yüzlerine
yaşlandıkça genellikle bir meymenetsizlik, çirkinlik gelir. Öyle ki bazılarının
yüzüne insan bakmak bile istemez. Baktığında nursuzluktan ve fersizlikten
rahatsız olur. Zikrinde olan bir müminin yüzü, Allah’ın (c.c.) varlığı ve
birliğine nuru ile adeta şahitlik eder.
Zikir
ruhun, kalbin gıdasıdır. Çağımızın stres, kaygı, depresyon, panik atak,
melankoli… gibi psikolojik hastalıklarına deva ancak zikirle olur. Bu
hastalıklar manevi birer boşluktan doğarlar. Bunları ilaçlarla tedavi etmek de
doğalarına aykırıdır. Çünkü ilaç bedene tesir eder, bu rahatsızlıklar ise
ruhsal bir özellik taşırlar. Zikir bu tür rahatsızlıkları kökünden kazır. Çünkü
zikir hem bu hastalıklar gibi ruhsal bir mahiyete sahiptir hem de doğrudan ruha
tesir eder. Evinden çıkıp da nereye gideceğini bilemeyen bir insanın
başıboşluğu, derbederliği ve serseriliği yerine zikir insanı yaratılış
amacına sevk ederek bütün ruhsal boşluklardan, sıkıntılardan ve hastalıklardan
korur. Allah’ı (c.c.) zikreden bir insanın ruhu ve kalbi sağlıklıdır.
Zikir
insanın evine, işine bir bereket getirir. Allah’ı (c.c.) zikreden bir insan,
şükür ve kanaat ile bir doygunluk ve yeterlik duygusu içerisinde bulunur. Öyle
ki böyle birisi kimseye muhtaç olmaz. Zenginliği ve tokluğu başkalarını da
kendisine imrendirir.
Zikirle
insana sırlar dünyası açılır. Allah’ın (c.c.) rızasının ve veliliğin yolu
zikirledir.
Namaz
ve diğer ibadetlerden zevk alma zikirle kolaylaşır. İbadetler nefse önce ağır
gelir. Nefis ibadetlerden başlangıçta hiç hoşlanmaz. Zikir ibadetlere bir tat
ve anlam katar. Zikirle kalp ve letaifler açılır. Üzerlerindeki günah kirleri
temizlenir. Allah’tan (c.c.) gelen rahmet, nur ve feyz dalgalarını hissetmeye
başlanır. Bu nur alışverişi sayesinde ibadetler nefsin de hoşuna gider.
Böylelikle zikir ibadetlere bir derinlik ve boyut katar.
Allah’ı
(c.c.) zikirde nefsin takılıp kaldığı bazı engeller vardır. Onun için zikir
herkese nasip olan bir devlet değildir. Allah’ı (c.c.) zikreden insanlar adeta
özel olarak seçilmişlerdir.
Zikirde
nefsin belini büken şey, virttir. Virt, zikir dersidir. Gün içerisinde bitirilmesi
gereken belli sayıdaki zikre denir. Böyle bir dersi ehil birisinden, mürşid-i kâmilden
alan büyük bir devlete sahip olmuştur.
Virt
ile nefsin belinin bükülmesinin nedeni, nefsin alışkanlıklara olan
bağımlığından kaynaklanır. Nefis hoşuna gitmese de alışkanlıklara karşı büyük
bir bağımlılık gösterir. Onları yapamadan duramaz. İşte onun bu eğilimi, sigara
ve içki içmede kötüye kullanılır. Ama her türlü ibadetin yerine getirilmesinde
ve özellikle virdi çekmekte büyük bir işe yarar.
Virt
sürekli zikir için bir başlangıç olmalıdır. Virt olmadan sürekli zikre geçiş
yapılamaz, ama sürekli zikre geçmeden virdin de tek başına bir yararı olmaz.
Sürekli zikir sayıya vurmadan her uygun fırsatta Allah’ı (c.c.) zikretmek, her
an düşünmek demektir.
Nefis
Allah’ı (c.c.) zikirde önce hoşlanmaz, ama Allah (c.c.) kalbe verdiği
genişlikle, cezbe; nisbet, rahmet ve feyz ile nefsin bu olumsuz duygusunu da
ortadan kaldırır. Zikir nefsin de hoşuna giden bir ibadet durumuna dönüşür.
Allah’ın (c.c.) zikrinde gözetilecek
asıl amaç, O’nun rızasıdır. O’nun güzel isimleri ile dünyalık isterken
utanmamız gerekir. Zira Allah’ın (c.c.) indinde bu dünyanın hiçbir değeri
yoktur. Bu konuya peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret
etmişlerdir: “Eğer Allah’ın yanında dünyanın bir sivrisinek kanadı
kadar değeri olsaydı kafirler ondan bir yudum su içemezlerdi.” Başka
bir hadis-i şeriflerinde de “Dünya lanetlidir, dünyada olan her şey
lanetlidir; yalnız Allah için olan bunun dışındadır.” buyurmuşlardır.
Allah (c.c.) ahirette inanan kulları için akla gelemeyecek, hayal
edilemeyecek nice nimetler yaratmıştır. Kuşkusuz cehennemden sığınmak, cenneti
istemek de güzel şeylerdir. Ama Allah’ın (c.c.) rızası bunlardan daha öte, daha
güzel olan bir amaçtır. O’nun rızası kazanıldığı zaman elbette cehennem bizden
uzak, cennet de bizim mekanımız olacaktır. Allah’a (c.c.) geçek anlamıyla iman
eden âşıklar ve ârifler O’nun cemalini görmek için cennete de değer
vermemişlerdir.
Muhsin
İyi
|