Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hasanoktem yazdı:
büyük bir yanılgı içindesiniz.ikinizde, Yüce Allah'ın Kur'an'ı korumaya aldığını,tenakuzdan/her türlü çelişkiden/HATADAN uzak olduğunu, benzeri bir sureyi kimsenin getiremeyeceğini(Bakara23), tamamlanmış olduğunu, hiçbir eksikliğinin bulunmadığını vb.Ayetleri bildiğiniz halde, bunları söylüyor olmanız ,beni dehşete düşürdü.inanın abartmıyorum.şu an bile içim bir tuhaf.tamam,inen Ayetler yine aynı Ayetlerdir diyorsunuz fakat, nihayetinde söylediklerinizden anlaşılan şey şudur: Yüce Allah'ın kitabında , bu :Ayet sırası,Ayetlerin dizilişi, bize hitap şekli ,tertip ve düzen ile ilgili bile olsa, hata/ yanlışlık vardır diyorsunuz.hata ,hatadır. Kur'an kesinlikle sıfır hatalıdır .Kur'an da böyle hatalar/ yanlışlıklar olduğunu nasıl aklınıza bile getirebiliyorsunuz , inanın hayret ediyorum.lütfen dikkat ediniz,Kur'an'da , hangi konuda olursa olsun,tek bir hata bulunabilirse,bunun anlamı,Kur'an, ilahi kitap değildir ,demek olur.çünkü:Yüce Allah hata yapmaktan münezzehtir.
Kur’an ilahi kitaptır. Kendisinde hiç şüphe yoktur. Kur’an Allah’ın vahyidir. Kur’an’ın bir benzeri oluşturulamaz. Kur’an asırlardır aklına işletenlere meydan okur. Kur’an gönüllere şifadır. Kur’an korunmuş kitaptır.
Hicr: 54/9O:”Zikri{Kitab)ı biz indirdik biz; ve O'nun koruyucusu da elbette biziz!”
54/9'ncu âyette Zikr'i Allah'ın indirdiği ve onu koruyacağı buyurulmaktadır. Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm inince, yazı bilenler tarafından yazılmış ve Peygamber'in işaretiyle âyetler sûrelerdeki yerlerine konmuştur. Peygamber'in vefatından altı ay sonra, dağınık halde bulunan Mushaf sayfaları bir araya toplanıp bir cild haline getirilmiş ve üçüncü halîfe Osman zamanında da yeniden derlenip çoğaltılarak başlıca eyalet merkezlerine gönderilmiştir.
Çoğaltılan Mushaflardaki ayetler Peygamber Efendimize inen ve vahyedilen vahiylerin tâ kendisidir. Onlarda bir değişiklik ve tahrîf olmamıştır. Özel kişi mushaflarında bazı âyetlerin cümlelerinde veya kelimelerinde farklar görülür. Bazı kıraatlerde kelime hem gâib, hem muhatab, hem tekil, hem çoğul okunduğu gibi bazı kelimeler de aynı anlamı veren başka kelimelerle okunur. Ama bunlar, cümlenin anlamını değiştirecek nitelikte değildir. Bu tür cüz'î farklar, Taberî' nin Câmi'u'l-beyân'ı, Râzî' nin Mefâtîh' i, Kurtubî'nin el-Cami' li ahkâmi'l-Kur'ân'ı gibi kaynak tefsir kitaplarında gösterildiği gibi Ebû Dâvûd es-Sicistânî'nin oğlu Abdullah'ın derlediği ve Arthur Jeffery'nin yayınladığı Kitabu'l-Mesâhif'te daha detaylı olarak zikredilmiştir.
Muhammed İzzet Derveze şöyle diyor: "Kaynaklarda mevcut kanıtlar, bazı kişilerin de özel mushaflarında, Hz. Osman'ın resmî Mushafındaki bazı kelimelerin eşanlamlılarıyla yazıldığını gösterir. Ya özel mushaf sahipleri yanılarak bu kelimeleri yanlış yazmışlardır, ya da onların yazımı doğrudur ama resmî olduğu için Osman'ın Mushafı çoğunlukça kabul edilmiştir. Fakat kıraatlerde bu farklara işaret edildiği gibi Sicistânî de bunları Kitabında derlemiştir. Âyetin anlamı değişmedikten sonra herhangi bir kelimenin, sinonimi ile yazılmış olması, fazla bir şey değiştirmez ve Kur'ân 'ın korunmuş olduğu hükmünü de bozmaz.
"Kur'ân korunmuştur. Hz. Peygamber'den sonra, özellikle Hz. Osman zamanının yazarlarından itibaren başlayan bölünmeler, ortaya çıkan fırkalar, kendi görüşlerini desteklemek, fıkıh mezhepleri de ictihadlarına destek bulmak için birçok hadîs uydurup bu sözleri Peygamber Efendimize mal etmişlerdir. Ancak Kur'ân'a uydurma âyetler sokmayı başaramamışlardır. Allah'ın buyurduğu gibi Kur'ân, bozulmaktan, tahrîften korunmuştur".(Muhammed İzzet Derveze, el-Kur'ânu'1-mecîd: s. 52-115.)
Bazı kelimelerin eşanlamlılarıyla okunmasına veya bazı fiillerin kiplerinin değişmesine neden olan kıraat farkları, o zaman henüz tekâmül etmemiş olan Arap yazısının noktasız ve harekesiz olmasından da kaynaklanmıştır.
Allah, Peygamberine gönderdiği vahyini, şeytân müdâhelesinden korumuştur. Şeytân, hiçbir suretle vahy sözlerine sokulup bâtıl sözler karıştıramaz. Çünkü Allah, vahy götürmekle görevlendirdiği meleğin, bu görevini güvenlikle yapabilmesi için muhafız melekler de görevlendirmiştir. Melek, o koruyucuların gözetimi ve koruması altında vahyi getirip insan elçiye ulaştırır. Bu husus, vahy meleğinin ağzından şöyle ifade edilmiştir: 'Biz ancak Rabb'inin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir. Rabb'in, asla unutkan değildir." (Meryem: 44/64.)
Ayette "Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir." cümlesi, vahy meleklerinin Allah'ın buyruğundaki muhafızlar tarafından korunduğunu gösterir. "Rabb'in, asla unutkan değildir." sözü şu anlama gelir: Allah bizim aracılığımızla elçisine hangi buyrukları gönderdiğini bilir, onları unutmaz. Şayet O'nun bize verdiği herhangi bir mânâyı değiştirmiş veya tebliğ etmemiş olsak, O bunu bilir ve bizi şiddetle cezalandırır.
Aynı mânâ, Cin Sûresinde de vurgulanmıştır:
26- Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez.
27- Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar. 28- (Böyle yapar) Ki onların, Rab'lerinin kendilerine verdiği mesajları duyurduklarını bilsin. Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır ve her şeyi bir bir saymış(hesabetmiş)tir. (Cin: 40/26-28)
Alemlerin Rabbi olan yüce Allah, Hicr: 54/9'ncu âyette de o Zikr'i, yani temel İlâhî Kitabı kendisinin indirmiş olduğunu ve onu koruduğunu bildirmektedir. Allah, gönderdiği elçileri aracılığı ile Kitabını korumakta, ona tazelik ve etkinlik kazandırmaktadır.
Değerli Hasan oktem Kardeşim!
Kur’an’ın derlemesi ile ilgili olarak kaynaklarda geçen rivayetler şöyledir.
İlk derleme: Peygamber Efendimiz devrinde vahiy devam ettiği için Kur'ân-ı Kerîm toplanıp bir kitâb haline getirilmemişti. İnen âyetleri, bazı sahâbîler, ezberliyorlar, kürek kemiklerine, hurma kabuklarına, ince beyaz taşlara ve zamanın yazı malzemesine yazıyorlar ve yazdıklarını saklıyorlardı. Fakat henüz vahiy devam ettiği için vahiy parçalarını içeren malzeme bir araya getirilip bir kitap halinde bağlanmamıştı.
Taberi’den özetle: Hazreti Ebubekir zamanında vukubulan Yemâme Savaşında yediyüz sahâbî şehîd düşünce, Kur'ân-ı Kerîm'in sonucundan endişe duymaya başlayan Ömer ibn Hattâb, Halîfe Ebubekir'i, Kur'ân'ı yazdırmaya ikna etti. Bu işle görevlendirdikleri Zeyd ibn Sabit, yorucu bir çalışmadan sonra Kur'ân'ı, sûrelerinin tertîbini gözönünde bulundurmadan derledi.
Rivayet şöyledir: Zeyd'in şöyle dediği anlatılır.
"Yemâme Savaşı üzerine Ebubekir beni yanma çağırttı. Hattâb oğlu Ömer de orada idi. Dedi ki:
- Ömer bana geldi:
- Yemâme gününde Kur'ân okuyanlar ağır zayi'at verdiler. Kur'ân okuyanların, savaş alanlarında şehîd düşmesiyle Kur'ân'ın çoğunun zayi olacağından korkuyorum. Kur'ân'ı toplamayı emretmeni istiyorum, dedi. Ben de Ömer'e:
- Allah'ın Elçisi(s.a.v.)in yapmadığını biz nasıl yapalım? dedim. Ömer:
- Vallahi bu hayırlı bir iştir, dedi.
Ömer bana böyle söyleye söyleye nihayet Allah, aklımı bu işe yatırdı. Ben de Ömer'in görüşünün doğruluğuna kanâ'at getirdim. Sen akıllı bir gençsin, hakkında kötü bir zannımız yoktur. Sen Allah Elçisi(s.a.v.)in vahiy kâtibi idin. Kur'ân 'ı araştır ve bir araya topla.
Vallahi bana, herhangi bir dağı yerinden kaldırıp başka bir yere götürmeyi Önerselerdi, Kur'ân'ı toplamayı emretmeleri kadar bana ağır gelmezdi. Dedim ki:
-Allah'ın Elçisi(s.a.v.)in yapmadığı şeyi siz nasıl yaparsınız? Ebubekir:
- Vallahi bu hayırlı bir iştir, dedi.
Ve söyleye söyleye nihayet Allah, Ebubekir ve Ömer'in akıllarına yatırdığı şeyi benim de aklıma yatırdı. Kur'ân'ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların belleklerinden derlemeğe başladım. Tevbe Sûresinin sonu olan: " Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü 'minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: 'Allah bana yeter! O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım, O büyük Arş'in sahibidir!'" âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî'nin yanında buldum." (Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân: 3,4 ncü bâblar; İbn Hanbel, Müsned: 1/13; İbn Ebî Dâvûd, Kitâbu'l-Mesâhif, s. 6-7.)
Tirmizî'nin rivayetine göre de Zeyd, Bu iki âyeti, Huzeyme ibn Sâbit'in yanında bulmuştur. Yine Tirmizî'nin başka bir rivayetine göre de Zeyd, Ahzâb Sûresinin 23'ncü âyetini Huzeyme ibn Sâbit'in veya Ebû Huzeyme'nin yanında bulmuştur. (Tirmizî, Tefsîr, sûre: 10, h. 3103,3104) Tirmizî'nin bu rivayetleri tereddüdlüdür fakat Buhârî'nin ve Ahmed ibn Hanbel 'in rivayetlerine göre Huzeyme'nin yanında bulunan âyet, Berae Sûresinin son iki âyeti değil, Ahzâb Sûresinin 23'ncü âyetidir:
Zeyd, Osman zamanında Kur'ân'ı ikinci kez yazarken 'Müminlerden öyle erkekler var ki, Allah'a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağını yerine getirdi, (şehîd oluncaya kadar çarpışacaklarını adamışlardı, çarpıştılar ve şehîd düştüler), kimide (şehîdlik) beklemektedir; sözlerini asla değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 97/23") âyetini Huzeyme ibn Sâbit'in yanında bulmuştur. Kurtubî'nin de işaret ettiği gibi, demek ki birinci derlemede Berâe Sûresinin sonundan iki âyet, sadece Ebû Huzeyme'nin, ikinci derlemede de Ahzâb Sûresinin 23'ncü âyeti sadece Huzeyme ibn Sâbit'in yanında bulunmuştur.
Değerli Kardeşim!
Tüm bu rivayetlere rağmen Peygamber Efendimizin, kendisinin Kur'ân 'ı yazdırdığı ve evinde muhafaza ettiğine iman ediyorum.
Kur'ân'ı bizzat Peygamber Efendimizin kendisi yazdırmıştır Aksi düşünülemez bile. Çünkü Peygamber Efendimiz gelen vahiyleri hemen yazdırıyordu. Furkan:42/5: "Dediler: Öncekilerin masalları, onları yazmış, sabah akşam onlar kendisine yazdırılıyor." âyeti de Peygamberimizin, Kur'ân'ı hemen yazdırdığını gösterir. Bu âyette müşriklerin, yazılanların, Peygamber'in yanında olduğunu, ve sabah akşam kendisine okunduğunu söyledikleri belirtiliyor. Yine Abese suresinin 11-16 ayetlerinde Kur’an’ın o sırada mevcut çok sayıdaki yazılı nüshalarından sözediliyor. Vakıa 79:” Ki ona temizlerden başkası dokunmaz.” Beyyine 2:” Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeler okuyan bir elçi.” Ayetleri de bunları teyid ediyor.
Tekrar ediyorum:Kur'ân'ın tamamının, Peygamber Efendimizin hayatında bir nüsha halinde yazıldığına iman ediyorum. Hazreti Ebubekir zamanında görevlendirilen Zeyd ekibi tarafından titiz bir çalışma ile Kur'ân'ın sûreleri derlenip bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rastgele bir araya getirilip bir cild Mushaf halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metod izlenmemişti.
Zeyd ekibinin derlediği bu resmî Mushaf, Ebubekir'in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer'e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa'nın eline geçmiştir.
Hz. Osman'ın halîfeliği sırasında İslâm devletinin sınırları genişlemiş ve çeşitli dilleri konuşan insanlar müslüman olmuşlardı. Ana dilleri yabancı olan müslümanların, Kur'ân'ı Arap gibi okumaları elbette çok güçtü. Bunlar içinde de Kur'ân'ı ezberleyenler çoktu ama bunların telaffuzu ile Arabın telaffuzu arasında farkların bulunması doğal idi. Ayrıca Arabistan'ın birbirinden uzak bölgelerinde yaşayan Arap kabilelerinin lehçe ve şîveleri arasında da -bugün olduğu gibi- büyük farklar vardı. İşte gerek çeşitli Arap kabilelerinin, gerek yeni müslüman olmuş yabancıların okumaları arasında beliren farklar, müslümanlar içinde birbirlerini küfürle suçlamaya kadar varan derin ayrılıklara yol açtı. Özellikle Erzen’ur-rum (Ermenistan) Savaşında baş gösteren bu ayrılıklardan endişe eden komutan Huzeyfe ibn el-Yemân, dönüşte, henüz evine gitmeden Halîfe Osman'ın huzuruna girdi:
- Bu ümmet helak olmadan önce yetiş de onu kurtar! dedi.
Irak'tan, Şam'dan, Hicaz'dan insanların toplandığı o savaşta askerlerin birbirlerini tekfir etmelerine neden olan kıraat ayrılıkları gördüğünü anlattı:
- Ben yahûdî ve hıristiyanların ihtilâfa düştükleri gibi bu ümmetin de Kitaplarında ihtilâfa düşeceklerinden tasalanıyorum! dedi. (Yakut, Mu’cemu’l-Buldan , erzen’ur –rum Maddesi)
Konuyu arkadaşlarıyla görüşen Halife Osman:
- Benim kanâatime göre insanların bir kıraatte birleşmeleri gerekir. Zira siz, bugün ihtilâfa düşerseniz, sizden sonrakiler daha çok ihtilâfa düşerler, dedi.
Ve Hafsa'dan, tekrar geri verilmek üzere ilk Mushafı aldı. Kur'ân'ı yeniden yazmakla görevlendirdiği Zeyd ibn Sabit, Abdullah ibn ez-Zübeyr, Sa'îd ibn el-Âs ve Abdu'r-Rahmân ibn el-Hâris ibn Hişâm'dan oluşan komisyona gönderdi. Komisyonun Kureyşli olan üç üyesine:
- Siz ve Zeyd ibn Sabit, Kur'ân'dan bir şeyde ihtilâfa düşerseniz onu Kureyş diliyle (lehçesiyle) yazınız. Çünkü Kur'ân, onların diliyle inmiştir, dedi. (Buhârî, Menâkıb: b. 4, h. 15; Beyhakî, es-Sunen: 2/4.)
Buhârî'nin rivayetinde komisyon üyelerinin hepsi Ensârlıdır: Übeyy ibn Ka'b, Mu'âz ibn Cebel, Zeyd ibn Sabit ve Zeyd'in babası Sabit (Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân: b. 7, h. 24.)
Komisyon üyeleri Kur'ân'ı yazarken herhangi bir kelimenin yazımında ihtilâfa düştüklerinde Halife. Osman'a başvururlar, onun direktiflerine göre yazarlardı.
Halife Osman,yazım işi bittikten sonra , Hafsa'dan aldığı Mushafı kendisine iade etti. Çoğunluğun rivayetine göre dört, diğer bir rivâyete göre de yedi nüsha yazılan Mushaflardan biri Irak'a, biri Şam'a, biri Mısır'a gönderildi. Dört nüsha yazılmış olması, Kurtubî'nin görüşüdür. el-Fethu'r-Rabbânî yazarına göre Mushaflar: Mekke'ye, Basra'ya, Kûfe'ye, Şam'a, Yemen'e gönderilmiş, biri de Medine'de bırakılmıştır (el-Fethu'r-Rabbânî: 18/34.)
Bundan sonra, Halife Osman, okuma farklarını ortadan kaldırıp müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla resmî Mushaf dışındaki bütün Mushafların ve Kur'ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhakî, es-Sunen, Kitâbu's-Salât: 2/42.)
Rivayetlerden Halife Osman'ın bu uygulamasının, hayli tepkilere yol açtığı anlaşılmaktadır. Önce onun, derleme komisyonunun başkanlığına Zeyd ibn Sâbit'i getirmesi, Peygamber'in eski sahâbîlerinden Abdullah ibn Mes'ûd'un canını sıkmıştır. İbn Şihâb'ın rivayetine göre Abdullah halka şöyle demiştir:
- Ey müslümanlar, vallahi ben müslüman olduğum sırada henüz kâfir bir insanın belinde bulunan bir kimsenin yönetiminde yazılan mushaf nüshalarından uzak dururum!
Zeyd'e sataşan Abdullah'ın sözü, Ebû Vâil'in rivayetine göre şöyledir: "İbn Mes'ûd, minberde bize şöyle hitabetti:
- "Herkes, dünyada gizlediği şeyle âhirete gelecektir." Siz de yanınızda bulunan Mushaf nüshalarını saklayınız! Siz bana, Zeyd ibn Sâbit'in okuyuşuna göre okumamı nasıl emredersiniz? Ben, Allah Elçisi'nin ağzından yetmiş küsur sûre öğrenmiş iken henüz Zeyd, iki örüklü saçıyla gelir, çocukların arasında dolaşırdı (yani ben hafız iken Zeyd kırmızı donuyla sokaklarda dolaşırdı). Allah'a andolsun ki inen her Kur'ân parçasının ne hakkında indiğini bilirim. Allah'ın Kitabını benden daha iyi bilen yoktur. Ben sizin en iyiniz değilim. Eğer deve ile ulaşılabilecek bir yerde Allah'ın Kitabını benden iyi bilen birinin bulunduğunu bilsem, derhal ona giderim.
Abdullah ibn Mes'ûd'un bu sözünü nakleden Ebû Vâil, "Minberden indiğinde ben halk arasında oturdum. Kimse onun sözlerini inkâr etmiyordu" demiştir (el-Fethu'r-Rabbânî: 18/35-36.)
Kuşkusuz, Halife Osman'ın, yazdırdığı resmî Mushaf dışındaki mushafların yakılmasını emretmesi, kıraat farklarını ortadan kaldırmak, müslümanları tek kıraatte birleştirmek, müslümanların birliğini sağlamak içindi. Peygamber'in arkadaşları içerisinde yazı bilenler, ondan dinledikleri vahiyleri yazıyor, kendi evlerinde saklıyorlardı. Herkesin yazı bilgisi aynı olmadığı gibi, yazı malzemesi de aynı değildi. Bu bakımdan ne kadar özenle yazılmış olsa da yazı Stilinin, bilgisinin ve malzemesinin farklılığından ve kişilerin zekâ derecesinin, belleğinin aynı düzeyde olmamasından ötürü kişi nüshalarında bâzı farkların olması doğaldı. Ayrıca henüz gelişmemiş, noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber'den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.
Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitab kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.
Bu farkları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur'ân'ın sûreleri derlenip bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rastgele bir araya getirilip bir cild Mushaf halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metod izlenmemişti.
İşte Kur'ân'ın tam doğru bir nüshasını derlemek ve sûreleri uzunluk ve konu uyumuna göre düzenlemek üzere, Halife Osman zamanında, yine Ebubekir devrinde kurulmuş olan komisyonun başkanı Zeyd ibn Sabit başkanlığında kurulan uzman komisyon, titiz bir çalışma ile Kur'ân'ı yeniden derledi, sûreleri de sıraya koydu.
Böylece Peygamber'e vahyedilmiş olan bütün Kur'ân âyetlerini ve sûrelerini içeren Mushaf yazılmış oldu. Bu Mushaf çoğaltıldı, biri Başkent Medine'de bırakıldı, ötekiler eyalet merkezlerine gönderildi.
Son derleme ve sıraya koyma ile Kur'ân'ın tam ve doğru nüshası elde edilmişti. Ama bu resmî Kur'ân'dan az da olsa farklı birtakım özel Kur'ân nüshaları durdukça Kur'ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için, Halîfe Osman 'in emriyle, özel mushaflar yakılmıştır. Bu, elbette çok isabetli bir karar olmuştur. Nitekim Hazreti Alî'nin:
- "Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemekten, ona Mushaflar yakıcısı demekten sakınınız. Vallahi o, mushafları, biz Muhammed'in sahâbîleri önünde yaktı.", "Onun zamanında yönetici ben olsaydım, onun mushaflar hakkında yaptığını ben de yapardım" dediği rivayet edilir. (Kurtubî,el-Câmi': 1/54; el-Fethu'r-Rabbânî: 18/34.)
Halife Osman'ın özel mushafları yaktırdığı rivayet edilmektedir ama, onun bu emrine uymayıp kendi özel mushaflarını saklayanların bulunduğu da tarihî bir gerçektir. Çünkü Hazreti Alî, Abdullah ibn Mes'ûd, Übeyy ibn Ka'b'ın özel mushaflarından söz edilmektedir (Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân: b. 5 h. 14.) Ebûbekir ibn Ebî Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitabu'l-Mesâhif inde toplamıştır. Buhârî'nin rivayetine göre Âişe annemiz, mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir. (el-Fethu'r-Rabbânî: 18/34.) Hafsa annemize iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine vâlîsi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hafsa annemiz vermemiş, fakat bu mü'minler anasının vefatı üzerine Mervân, o Mushafı alıp yakmıştır.
Gerek Halife Ebûbekir'in, gerek Halife Osman'ın, Zeyd ibn Sâbit'ten çok daha eski bir sahâbî olan Abdullah ibn Mes'ûd yerine Zeyd'i Kur'ân'ı yazmakla görevlendirmiş olması, konunun uzmanlarınca şöyle değerlendirilmektedir: "Evet, Abdullah ibn Mes'ûd, Zeyd'den üstündür ve ondan önce müslüman olmuştur. Ancak Zeyd Kur'ân 'ı Abdullah 'tan çok ezberlemişti. Çünkü Hazreti Peygamberin sağlığında Zeyd Kur'ân 'in tamamını, Abdullah ise sadece yetmiş küsur sûresini ezberlemişti. Abdullah, Kur'ân 'in geri kalan kısmını, Hazreti Peygamberin vefatından sonra öğrenmiştir. Tabii Allah'ın Elçisi’in sağlığında Kur'ân'ı ezberlemiş olan, Kur'ân’ın derlenmesi işine daha uygundur. Bundan Abdullah 'in sânına bir eksiklik gelmez. Zeyd Kur'ân 'ı Ömer'den de daha çok ezberlemişti ama fazilette onlardan üstün olmak şöyle dursun, onlara eşit bile değildi." (Kurtubî,el-Câmi': 1/53.)
Gerçi bu yorum güzeldir ama doyurucu değildir. Zira Abdullah ibn Mes'ûd'un sözlerinden, kendisinin Kur'ân'ı Zeyd'den, hattâ bütün sahâbîlerden iyi bildiği anlaşılmaktadır. Onun: "Kur'ân'in tamamını ezberlemediği" şeklindeki rivayetler tutarlı değildir. (Kurtubî,el-Câmi': 1/53.) Çünkü Peygamber (s.a.v.), "Kur'ân 'ı dört kişiden alın: Ümmi 'Abd oğlundan, Mu'âz ibn Cebel'den, Übeyy ibn Ka'b'dan ve Huzeyfe'nin mevlâsı Salim'den."( Müslim, Fedâil, Fedâilu Abdillâh ibn Mes'ûd; Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân: b. 7, h. 20.) demiştir. Burada Kur'ân'ı en iyi bilen dört kişinin başında Ümmi 'Abd oğlu yani Abdullah ibn Mes'ûd zikredilmiştir. Buhârî'nin rivayetinde Ümmi Abd oğlu yerine 'Abdullah ibn Mes'ûd geçmektedir. Şakîk'in rivayetine göre Abdullah: "Allah Elçisi'nin sahâbîleri bilirler ki onların içinde Allah'ın Kitâb'ını en iyi bilen benim. Benden daha iyi bilen birinin olduğunu bilsem ona giderim" (Müslim, Fedâil, Fedâilu Abdillâh ibn Mes'ûd) "Kendisinden başka tanrı olmayan Allah'a andolsun ki, Allah'ın Kitabından hiçbir sûre yoktur ki onun nerede indirildiğini bitmeyeyim. Eğer Allah'ın Kitabını benden iyi bilen, deve ile ulaşılabilecek birini bilsem, derhal hayvana binip ona giderim"(Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân: b. 7, h. 23.) Alkame de şöyle demiştir: "Hims'ta idik, İbn Mes'ûd, Yûsuf Sûresini okudu. Bir adam: 'Böyle indirilmedi' dedi. (Abdullah): 'Ben Allah'ın Elçisi(s. a. v.)e okudum, bana (ahsente: âferîn) dedi'. Sonra Abdullah, adamın ağzından şarap kokusu aldı: 'Hem Allah'ın Kitâb'ını yalanlıyorsun, hem de şarap içiyorsun öyle mi?' dedi ve adama had vurdu." (Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân: b. 7, h. 22.)
Kurtubî'nin dediği gibi bu ve benzeri haberler, Abdullah'ın yukarıda anılan görüşlerin tersine, Peygamberin hayatında Kur'ân'ı derleyip ezberlediğini gösterir (Kurtubî,el-Câmi': 1/58.)
İkinci derlemede meydana gelen Kur'ân nüshasının, birincisinin tıpa tıp aynı olduğu söylenemez. Çünkü o Mushafın sûreleri de bir sıraya konmamıştı. İşte Osman zamanında kurulmuş olan bir rivayette dört, başka bir rivayette oniki kişilik komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur'ân 'ın, bütün âyetlerini derleme imkânı buldular. Çünkü zamanla yazı biraz geliştiği gibi, okur yazarlar da artmağa başlamış, ayrıca yazımda meharet de kazanılmıştı. Bu işi ilk kez yapmayan komisyon, birinci derlemede bir deneyim kazanmıştı. Aynı zamanda yaşı ilerleyip olgunluk çağına ulaşan komisyon başkanı Zeyd ve komisyon üyeleri, edindikleri deneyim ile daha titiz bir çalışma yapma imkânı içinde Kur'ân âyetlerini araştırdılar: Kişilerin yazdıklarını kontrol ettiler ve Kur'ân olduğunu kanıtlayabildikleri bütün ayetleri saptayıp, sûrelerdeki yerlerine yerleştirdiler.
Bunun yanında sadece bir kişinin çabasıyla yazılmış, metotsuz olarak toplanmış özel Mushaflar yakıldığı gibi, bir süre sonra Ebubekir nüshası da yakılmıştır. Gerçi o Mushaf da resmî idi ama bunun gibi sıraya konmamıştı .
Böylece tek resmî Mushaf kaldı. Ondan sonra yazılan Kur'ân'lar, hep o ikinci komisyonun yazdığı nüshalardan kopye edilmiştir. Bundan dolayıdır ki bugün dünyânın her yanında basılan Kur'ân'lar, hep birbirinin aynıdır.
Bazı kişiler, Mushafın aslının var olmadığını ileri sürerek Kur'ân'in orijinalitesi hakkında kuşku uyandırmak isterler. Gerçekte Mushafın aslının mevcud olup olmadığı, ihtilaflı bir konudur. Prof. Dr. Süleyman Ateş Özbekistan 'in başkenti Taşkent'te Hz. Osman'ın Mushafı olarak Müzede saklanan noktasız ve harakesiz bir mushafı gördüğünü söylemektedir.. Ayrıca Topkapı Müzesinde de Osman Mushafı olduğu söylenen bir Mushaf mevcuttur. Bunların gerçekten Osman Mushafı olduğu ispat edilemese de tersi de ispat edilemez. Osman Mushafının bugüne kadar gelmemiş olduğu varsayılsa bile bu, Kur'ân'in orijinalitesine asla kuşku getirmez. Mümkündür ki kendilerinden kopye edile edile o nüshalar yıpranmış, eskimiş, yırtılıp dağılmış, onlardan yepyeni ve çok daha güzel yazılarla, çok çekici Mushaflar yazıldığı için onların saklanmasına gerek görülmemiştir. Bugünkü Mushafların, Osman Mushafının aynı olduğunda kuşku yoktur. Farklı olsaydı hiç kuşkusuz birbirinden farklı nüshalar ortaya çıkardı. Çünkü Mushaflar tek değildi, çeşitli yerlere gönderilmiş birkaç nüsha idi. Bunların hepsinden de kopyeler alınmıştır. Böylece günümüze kadar yazılan Mushaflar hep birbirinin aynı olmuştur.
İbnu'n-Nedîm gibi kitapla uğraşan bilim adamları, bu nüshalardan bazılarını görmüşlerdir. İbn Nedîm, o Mushafların, ötekilerden farklı olduğunu söylemiyor.
Hz. Osman zamanında yapılmış olan derleme Peygamber Efendimizin yazdırdığı Kur'ân'dan farklı olsaydı, Osman'dan sonra halîfe olan Hazreti Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi Mushafını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Osman Mushafını resmî Mushaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut Mushaf in, asıl Kur'ân'a uygunluğunu gösterir.
Hazreti Alî Mushafını görmüş olanlar, onun sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber içerikte Osman Mushaf inin aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir. Meselâ Osman Mushafında Fâtiha'daki ihdinâ kelimesi, Alî Mushafında arşidnâ şeklindedir. Bunların ikisi de aynı anlamı verir: "Bizi doğru yola ilet" demektir.
Kur'ân'ın olduğu gibi korunduğunda kuşku yoktur. Peygamber Efendimizin yazdırdığı âyetler sonradan derlenmiş, sûreler de titiz bir çalışma ile dizilmiş ve o Kur'ân, zamanımıza kadar gelmiştir. Bunda hiç kuşku yoktur.
Değerli Kardeşim
Bir önceki iletimizde :
“Bu gün elimizde bulunan Kur'an sayfaları hattatların yazdığı sayfalardır.
Bu gün 114 adet olarak belirlenmiş sureler de yukarıdaki ayetlerde geçen sure değil yıllar sonra sahabenin içtihadıyla belirlenmiş surelerdir.
Sözlerim yanlış anlaşılmasın.Bu gün elimizde bulunan Kur'an'daki tüm ayetler aynen Peygamber Efendimize inen ve tebliğ edilen ayetlerdir. Ama sayfalar, sureler ve tertip o günkü değildir. Yani Kur'an Allah'tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle de surelerin tertibi konusunda İslam bilginleri ve tüm araştırmacılar arasında oldukça yoğun bir ihtilaf vardır.
Bu günkü tertibin dışında tertiplenmiş Ali Mushafı, İbni Mesud Mushafı, İbni Abbas Mushafı, Ubey bin Kab Mushafı gibi Mushaflar da bulunmaktadır.”
Dedirten kaynaklardaki bu rivayetlerdir.
Not: Yazılarımda Prof.Dr. Muhammed Hamidullah’ın Kur’an’ı Kerim Tarihi adlı eseriyle
Prof.Dr.Süleyman Ateş’in Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri adlı eserde yararlanılmıştır.
Yanlış anlaşılmayı engellemek için de: “Sözlerim yanlış anlaşılmasın.Bu gün elimizde bulunan Kur'an'daki tüm ayetler aynen Peygamber Efendimize inen ve tebliğ edilen ayetlerdir. Ama sayfalar, sureler ve tertip o günkü değildir. Yani Kur'an Allah'tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir.” Demiştim.
Değerlendirmeyi takdirlerinize bırakıyorum.
İnşaAllah kaldığım yerden devam edeceğim.
Kusursuz olan Allah’tır.
Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.
Allah’a emanet olunuz.
|