Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
SOFUNUN SANATINI İCRA EDERKEN HANGİ DAVRANIŞLARA GİRDİĞİ KONUSUNDA
Sofunun halkla kurduğu ilişkilerde sanatını icra ederken hangi davranışlara girdiğini tanıtmaya da. ihtiyaç vardır. Vahdet-i Vücûd inancına dayanan tasavvufun temel özellikleri yukarıda anlattığım hususlardır, bu temel özellikler üzerine inşa edilmiş ek yapılar ve dallandırmalar çok çeşitli ise de bunlar öze tesir etmeyen hatta bu düşünce sistemini anlamak için ayıklanması gereken fazlalıklardır. Bu kalıplar içerisinde her sofu kendisine göre bir meşrep ortaya koymuş ve uygulamalarını kendisine göre özelleştirmiştir. Bu konularla ilgili olarak, Abdülbâki Gölpınarlı şöyle demektedir :
“Bilhassa İbn-i Arabi’den sonra onun yolunu tutarak onun gibi terim icadına tutulan sûfiler, bu inancı, ellerinden geldiği kadar anlaşılması güç ve hele hayali masalları bol, müntesiplerinin her sözü isabet, her işi keramet bir hale getirmişler, bu inançlara, inanılmayacak dallar, budaklar eklemişlerdir.” “Varlık Birliği (Vahdet-i Vücût) inancı, bir içkidir, içki nasıl içenin karakterini belirtir, meyillerini ortaya koyar, isteklerini dile getirirse Varlık Birliği inancı da bu inancı benimseyenin karakterini belirtir, meyillerini ortaya koyar, isteklerini dile getirir ve sûfinin şahsiyeti burda işe karışır.
Öyle sûfi vardır ki hayata, hayattaki zevklere pek bağlıdır. Bu neşeye sahip olunca bütün suçları, yapılmaması emredilen şeyleri hiçe sayar ve zaten de inancı dolayısıyla bunlar onca hiçtir artık ve bütün buyruklar, âlemin düzenini temin içindir; kendisini zevke atar, bu kayıtlardan üstün olduğuna inanır.
Öyle sûfi vardır ki kâinatı, Tanrı bilgisinde sabit olan bilgi sûretlerinin tecellisi olarak kabul etmekle işe girişir, bütün âlemi bizzat Tanrı olarak tanımakla işi sona vardırır. Onca Mutlak Varlık Kayıtlara bürünmüş, âlem sûretinde zuhur etmiştir. Âlemin iç yüzü, mânası, Tanrıdır. Fakat yüceliği olgunluğu, kuvvet ve kudreti tek sözle Tanrılığı bu kesafet âlemindedir. Âlem, âdeta suyun donup buz oluşuna benzer, Allah da buz haline gelen sudur. Âlemle Tanrı arasındaki fark bundan ibarettir. Bu bakımdan kâmil insana uymak, Tanrıya uymaktır. Gerçek kıble odur ancak. Âlemde neye tapılırsa tapılsın ve kim sevilirse sevilsin, tapan ve tapılan, seven ve sevilen Tanrıdır.
Öyle sûfi vardır ki her şeyi Tanrı tecellisi görür, İsâ' laşır, sağ yanağına vurana sol yanağını çevirir. Kendisine zulmedene lütufla muamelede bulunur. Hiçbir şeye itiraz etmez, her şeyi hoş görür. Onun işi, ancak tecellileri seyredip mücadelelerle alay etmektir.
Öyle sûfi vardır ki felsefeyi tamamıyla reddeder, hayali bir idealizmle hayalât âlemine dalar. Göklere çıkar, melekût âlemini anlatır, geçmişlerle yüz-yüze gelir, geleceğin tarihini yazar, kerametler gösterdiğine inanır ve inandırır. Yeryüzünü bilmez, gökleri arşınlar. Ayağının dibindeki kuyuyu görmez, gökyüzündeki filân yıldızda gezdiğini söyler, oralardaki şaşılacak şeyleri anlatır.
Öyle sûfi vardır ki felsefeyi reddettiğini sanır, fakat onun, tasavvufu yoğuran birçok esaslarını aynen alır. Yahut felsefeyi reddetmez, bir felsefi mezhebi benimser, tasavvufu onunla uzlaştırır, sûfi bir filozof olur, mülhitlikle tanınır, yalnız şeriatçılar tarafından değil, tarikatçılar tarafından da kınanır.
Öyle sûfi vardır ki bütün bunları, ya adam-akıllı, yahut yarım-yamalak bilir, fakat ne olur-ne olmaz diye bir türlü şeriat kayıtlarından kurtulamaz. Hattâ o kayıtlara biraz da tarikat türlerini katarak katmerli bir yobaz kesilir. Yahut da Varlık Birliğini, görülüp geçilmesi gereken bir hayal sayar, o inancı güdenleri küçümser, onda ısrar edenleri kâfir sayar.
Öyle sûfi vardır ki kendisini zamanın sahibi, vaktin peygamberi görür, Bu inancını, anlaşılır bir halde açıklar. Mehdiliğini ortaya atar, dünyayı, gerçek dünya, zamanı, âhir zaman, zuhuru, bütün çıplaklığıyla Tanrı zuhuru yapmaya, âhiretle dünyayı birleştirmeye, adaleti yaymaya kalkışır. Mâdemki Tanrı, dilediğini insân-i kâmille yapar, değil mi ki kendisi zamanın sahibidir ve dileği olacaktır, şu halde gizlenmeye lüzum yoktur. Ortaya atılır, ya can verir, yahut zamanında, saltanatını görür.
Öyleleri de vardır ki bütün zıtları bir potaya koyup eritir. Ne küfürle mukayyettir, ne imanla. Ne dine bağlanmıştır, ne de mezhebe. Fakat uzlaştırıcı bir tabiatla zâhiri de korur. İşlerini ve sözlerini inceleyen, hakkında tam bir kesin hükme varacakken bu hükme büsbütün aykırı başka bir işine, başka bir sözüne rastlar. Gene de her işi yerindedir, her sözü, kime söylüyorsa onun hâline ve derecesine uygundur. Zıtları birleştirmekle Tanrılığını gösterir, kullukla efendiliğini izhar eder. Fakat renksizlik âlemini yurt edinmiştir, şekilsizlik şeklini benimsemiştir. Aktığı yerin rengini alır, geçtiği arkın şeklini gösterir. Yatağını da kendi kazar, geçidini de kendi yapar.
Görülüyor ki tasavvuf birdir, fakat mümessillerindeki telâkkilerde şahsiyeti yoğuran tarihi - İçtimai ve iktisadi şartların, ferdi yetiştiren zamanın ve ferdin mensub olduğu topluluğun büyük rolleri olduğu gibi topluluğa hız veren, inancından ve topluluktan aldığı güçle hamleler yapıp, o inancı ve topluluğu başka şekle sokan şahsiyetin de büyük rolü vardır. Sûfiler, bu önemli özelliği ihmal etmemişler, sûfideki karaktere ve bu karakterin tezahürüne <<meşrep>> demişler, bazı büyük sûfiler arasındaki aykırılığı bununla izah etmişlerdir ki tamamıyla doğrudur.
Bundan dolayı her büyük sûfinin tasavvufunu, bir yönden değil, bir çok yönden ve meşrep bakımından incelemek gerekir. Yoksa esası bir olan tasavvufu benimseyen herhangi bir sûfinin yaşayışı ve yaptığı iş, incelenirken tek taraflı ve yalnız inanç bakımından yapılan inceleme ve sûfinin şahsiyetini ihmal, insanı pek yanlış son-uçlara götürür, yahud da hiçbir son-uça götürmez, yazılan yazılar, su üstüne yazılmış olur.” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 166 - 167.) Bir sofiste bakarken yukarıdaki tablo meşrebi konusunda teşhis yapmakta faydalıdır.
Fereç Hüdür'ün 2. kitabı ( KUR'AN DIŞI OLUŞUMLARIN ELEŞTİRİSİ VE KUR'AN'A ARZI Vehhabilik- Şiilik- Tasavvuf ve İslam İddialı filozoflar)
Katılma Tarihi: 04 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 78
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
İster batıni yorum diyelim ister mecazi anltım diyelim bunlar olmadan Kuranı anlamak mümkün değildir.Örn:Kehf suresini...Hz Musa genç yardımcısıyla İki denizin birleşeceği yere kadar gidiyor.Sonra balığı unutuyorlar.Balık denizde kendine bir yol buluyor.Burda sembol dili veya batıni yorum olmazsa ne anlayacagız?Selamlar...
konu ile ilgili Ayet'lere birlikte bakalım istersen :
18 Kehf 60-82 :
60 Mûsâ uşağına demişti ki: "Durmayıp ya iki denizin birleştiği yere varacağım veya uzun bir zaman yürüyeceğim."
61 İkisi (yürüdüler), iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular, (balık) sıyrılıp denizde yolunu tuttu.
62 Orayı geçip gittiklerinde (Mûsâ) uşağına: "Kahvaltımızı bize getir (de yiyelim), andolsun ki, bu yolculuğumuzdan (epey) yorgunluk çektik." dedi.
63 (Uşağı): "Gördün mü, dedi, kayaya sığındığımız vakit balığı unuttum. Onu söylememi, bana ancak şeytân unutturdu. (Balık), şaşılacak biçimde denizin içinde yolunu tuttu!
64 (Mûsâ): "İşte aradığımız o idi." dedi. Tekrar izlerini ta'kibederek geriye döndüler, (kayaya vardılar).
65 (Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik.
66 Mûsâ ona: "Sana öğretilenden, bana da bir bilgi öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?" dedi.
67 (O da): "Sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın" dedi.
68 "Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin?"
70 (O kul): "O halde, dedi, eğer bana tabi olursan ben sana anlatıncaya kadar (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma."
71 Bunun üzerine yürüdüler. Nihâyet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. (Mûsâ): "Halkını boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın!" dedi.
72 (O kul): "Sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın demedim mi?" dedi.
73 (Mûsâ): "Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma." dedi.
74 Yine yürüdüler. Nihâyet bir oğlana rastladılar. (O kul) hemen onu öldürdü. (Mûsâ): "Bir can karşılığı olmadan temiz bir cana kıydın ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın!" dedi.
75 (O kul): "Ben sana, sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın, dememiş miydim? dedi.
76 (Mûsâ) dedi ki: "Eğer bundan sonra (bir daha) sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma. (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır (artık benden ayrılmakta mazur sayılırsın).
77 Yine yürüdüler. Nihâyet bir kent halkına varıp onlardan yemek istediler (kent halkı) onları konuklamaktan kaçındılar. Derken orada yıkılmağa yüz tutan bir duvar buldular; hemen onu doğrulttu. (Mûsâ): "İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın," dedi.
78 "İşte, dedi bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemeğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."
79 "O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı."
80 "Oğlana gelince: Onun anası babası mü'min insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk."
212 İsyâniyle onları şerre sürüklemesinden, yahut onların îmanına kendi azgınlık ve inkârını bulaştırmasından veya onları da kendisi gibi azgınlığa ve küfre sürüklemesinden
81 "İstedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli (ana babasına iyilik eden) birini versin."
82 "Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."
Kardeşim,
mecazi anlatım farklı, batıni anlam / batıni yorum çok farklı şeyler. ''batıni anlatım/yorum olmadan Kur'an'ı anlamak mümkün değildir '' diyorsanız , size büyük bir yanılgı içinde olduğunuzu söyleyebilirim.çünkü, Kur'an apaçık bir kitaptır :
22 Hacc 16 :
16 Ve işte biz Kur'ân'ı böyle açık açık âyetler olarak indirdik. Şüphesiz Allâh, dilediğini doğru yola iletir.
24 Nur 18 :
18 Allâh size âyetleri(ni) açıklıyor. Allâh bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
54 Kamer 17 :
17 Andolsun biz, Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
Kur'an'ın apaçık olduğu ile ilgili başka Ayetlerde olmasına rağmen size bu Ayet'leri vermemin kafi gelmesi gerektiğini düşünüyorum.öğüt almamız için , dünyada halifelik görevimizi şüphe içinde olmadan yerine getirebilmemiz için Yüce Allah tarafından kolaylaştırılmış ve hatta kendisinden öğüt almaya çağrılmış olan Kur'an'ın batıni yorum olmadan anlaşılması mümkün değildir demeniz, sizcede Ayet'lerle çelişmiyor mu?bence çelişiyor.ve bu cümle ile Ayetlere aykırı düşüyorsunuz.belki de ben sizi yanlış anlamışımdır.
Musa Peygamber ve yardımcısının balık ile ilgili olayı ve olaydan sonrası yukarıdaki Ayetleri tek tek değil de, bir bütün olarak incelendiğinde , verilen ilahi mesaj açıkça kendini belli edecektir :
64 ve 65. Ayetlerde Musa Peygamberin Yüce Allah tarafından kendisine ilim verilmiş olan zat'a : sana öğretilenden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim? şeklindeki cümlesi ve sonrası yaşanan olaylarda bizim için büyük ve apaçık dersler vardır :
1- Peygamber bile olsa, Yüce Allah bildirmedikçe kimse kendisine gayb olan bir haberi bilemez.
2- Musa Peygamber, o zatın Yüce Allah tarafından kendisine bir ilim verildiğini bilmesine (ve ona tabi olacağına dair söz vermesine)rağmen, yine de Yüce Allah'ın emirlerine aykırı ve anlamsız bir şekilde yaptığını gördüğü :
a- bindikleri gemiye gerekçesiz hasar vermesi ,
b- masum bir çocuğu gerekçesiz öldürmesi,
c- yıkılmak üzere olan bir duvarı anlamsız bir şekilde tamir etmesi
hareketlerini görünce kendini tutamayıp o zata karşı çıkmıştır.ta ki, Yüce Allah'tan kendisine ilim verilmiş olan o zatın, en son Musa Peygambere yaptığı açıklamaya kadar( ancak o zaman Musa Peygamber bu davranışlara karşı ikna olmuştur). Musa Peygamberin bu davranış biçimi , bizim için örnek alınması ve yapılması gereken örnek bir davranış olarak Kur'an'da gösterilmektedir(haşa boş yere anlatılmamıştır) eğer Musa Peygamberi ve tüm Resullerin izini takip edip, onları örnek almak istiyorsak , Yüce Allah'ın apaçık mesajına aykırı düşen tüm hareketlere karşı durmamız gerekiyor.( bu örneklerde bize gösterildiği gibi)
3- Yüce Allah'ın her emrinde istisnasız mutlaka bir hikmet olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır.
4- kimsenin ( Peygamber bile olsa) Yüce Allah tarafından herhangi bir delil veya hüccete dayanmadan kesinlikle hareket edemiyeceği gerçeği açıkça görülmektedir.
bunların dışında da şu anda akla gelmiyen başka ilahi derslerde olabilir bu Ayetlerde.
Katılma Tarihi: 04 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 78
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Selam
Yazınızı okudum.Tüm ayet leri beraber düşündüm.Ama 60-64 ve sonrası bana farklı iki konu gibi geldi.Ve 60-64 arasında bana ne mesaj verildiğini anlamadım.
- Peygamber bile olsa, Yüce Allah bildirmedikçe kimse kendisine gayb olan bir haberi bilemez diyorsunuz.Ama ben Yüce Allahın bildirmesiyle gaybın bilindiğine şahit oldum.
3- Yüce Allah'ın her emrinde istisnasız mutlaka bir hikmet olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır diyorsunuz.Doğru.Ama hikmet öğrenmeni başının itiraz etmemek olduğu Rahmet verilen kulun ağzıyla Yüce Allah tarafından söylenmekte.
Herkesin peygamber dahi olsa Ademe secde etmesi gerektiği itiraz etmemesi gerektiği kolaylıkla anlaşılmakta.
hayır ,60-64 ve sonrası iki farklı konu değil, aynı konu. konu evvelki iletimde de söylediğim gibi 60-82. Ayetleri konu bütünlüğü içinde ele alınırsa , verilmiş olan ilahi mesaj açıkça görülecektir.(evvelki iletimde şahsen aldığım ilahi mesajları maddeler halinde yazmıştım).
hakka doğru yazdı :
- Peygamber bile olsa, Yüce Allah bildirmedikçe kimse kendisine gayb olan bir haberi bilemez diyorsunuz.Ama ben Yüce Allahın bildirmesiyle gaybın bilindiğine şahit oldum.
bu cümlelerinize nasıl cevap vereceğimi şaşırdım doğrusu. ben ne demişim ki? en iyisi siz benim ne dediğimi bir kez daha okuyun lütfen.(cevabınızı galiba aceleye getirmişsiniz)
hakka doğru yazdı :
Yüce Allah'ın her emrinde istisnasız mutlaka bir hikmet olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır diyorsunuz.Doğru.Ama hikmet öğrenmeni başının itiraz etmemek olduğu Rahmet verilen kulun ağzıyla Yüce Allah tarafından söylenmekte.
Herkesin peygamber dahi olsa Ademe secde etmesi gerektiği itiraz etmemesi gerektiği kolaylıkla anlaşılmakta.
itiraz etmemek ama kime ? Kehf 60-82 de açıkça görüldüğü gibi :
67 (O da): "Sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın" dedi.
68 "Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin?"
evet Ayetlerde açıkça emirbuyurulduğu gibi :Yüce Allah tarafından kendisine ilim verilmiş olan o zat Musa Peygambere '' sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin ? '' diye açıkça söylemiyor mu?yani Musa Peygamber , kendisine verilmemiş ama o zata verilmiş olan o gayb ile ilgili eylemlere tabiki karşı çıkması gerekiyordu.ve Musa Peygamberin yaptığı doğru bir davranıştır.bir Peygambere veya bir Müslümana yakışan tavrı göstermiştir. peki bu durumda Yüce Allah tarafından kendisine ilim verilmiş olan o zat mı yanlış yapmış? hayır kesinlikle o zat ta doğru olanı ve görevini yapmıştır.işte burdada zihinsel çelişkiye düşmemek gerekiyor :
78 "İşte, dedi bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemeğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."
79 "O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı."
80 "Oğlana gelince: Onun anası babası mü'min insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk."
212 İsyâniyle onları şerre sürüklemesinden, yahut onların îmanına kendi azgınlık ve inkârını bulaştırmasından veya onları da kendisi gibi azgınlığa ve küfre sürüklemesinden
81 "İstedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli (ana babasına iyilik eden) birini versin."
82 "Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur."
yani , o zat açıkça Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmiş.bu olumsuz görülen hareketlerin ilahi bir emir sonucu olduğunu gören Musa Peygamber artık itiraz etmeyi bırakmış ve Yüce Allah'ın emirlerine / hikmetlerine teslim olmuştur.o hikmetler ki , bize açık ve net bir şekilde(batıni değil ) bir bilgi ile Musa Peygambere ve şimdide bize ulaştırılmıştır. bize düşen bu apaçık ilahi mesajları basiretle görüp doğru yolu (sırat-ı müstakimi) bulmaktır. batıni / gizli / zanni bilgiler peşinde koşmak değil.
Katılma Tarihi: 04 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 78
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Selam
Öncelikle şunu söyleyeyimki ben ilahiyatçı falan değilim.Bu işle uğraşmayı amatörce çaba sarfetmeyi Rabbimi tanımak için yapıyorum.Bu çabamdan da çok zevk alıyorum.Bu siteden çok şey öğrendim.Şahsınızdan da...Herkesten Allah razı olsun.
Yazınızı okudum.Haddimi aşmak istemiyorum.Ama ilk kısımla 2.ci kısım arasında gerçekten bir bağ kuramıyorum.2.ci kısım daki yorumlarınız doğru olabilir.İlk kısımdada(60-64) arası bir anlamı var mı? Israr ediyorum.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma