elmuh Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 435
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yoldan Çıkmamak İçin Gerektiğinde Sözden Çıkmak
Allah'ın insanlık tarihi boyunca peygamberleri vasıtası ile insanlara hatırlattığı ve korumaya çalıştığı ed-Din (el-İslâm), Kur'an'da sık sık "Allah'ın yolu (sebillulah)" ve "doğru yol (sırat-ı müstakimi" metaforlan ile ifade edilir: "De ki: Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru dine, İbrahim'in doğruluk dinine iletmiştir..." (6/161). "Doğru yol (sırat-ı müstakim)" ifadesi Kur'an'da 45 kez tekrar edilir. "Allah'ın Yolu (sebilullah)" ise yüzden fazla tekerrür eder.
Yol, bir yerden bir başka yere gitmek için üzerinden, içinden yürünen yer demektir. Yola eklenen "doğru" sıfatı, iki yer arasındaki mesafeyi en kısa yerden, en kısa zamanda ve zahmetsizce gitmeyi temin etme anlamına gelir. Dinin "doğru yol" olmasına gelince, doğum ile ölüm arasında dünyada yaşayan reşid insanların yaşamın nihai anlamının neliği (tevhid-mead) ve nasıl yaşayacağına (adalet, salih amel, ahlâk) ilişkin sorularına verilmiş değişmez, doğru cevaplar olmasından dolayıdır. ed-Din'in veya 'Dinullaıın "Allah'ın yolu" olarak ifade edilmesi ise, bu yolun Allah tarafından insanlara peygamberleri aracılığı ile defaatle gösterilmesi ve O'nun tarafından korunmuş olması ve değiştirilmeden devam ettirilmesinden dolayıdır.
Türkçe'deki "yol" kavramının taşıdığı mecazi anlamlar "din" için de geçerlidir. Türkçe sözlükte bazı anlamlar şöyledir: Gidiş çabukluğu, araç, çare, düzen, gereken durum, nizam, oluş, yapılış, gidiş, minval, uyulan sistem, usul, erek, uğur, maksat. Yol ile ilgili deyim ve atasözleri de aynı olumlu içeriğe sahiptir. Örneğin: "Yol bilen kervana katılmaz;" "Yolcu yolunda gerek;" "Yoldan giden yorulmaz." Yola gelmek, çıkış yolu bulmak, yol göstermek, yol tutmak gerekir.
Binaenaleyh, dinsizlik "yolsuzluktur; dinden çıkmak "yoldan çıkmak"tır, yoldan sapmaktır, yolunu kaybetmektir. Dine inanmak, doğru yolu bulmaktır (hidayet); küfür ise yolunu kaybetmektir (dalâlet). Bu bağlamda sekülerizm bir yoldan çıkma, yoldan sapma, yolunu kaybetmedir. Modernitenin kültürel ve metafizik boyutu olarak sekülerizm, bir Alman atasözünde ifade edildiği gibi, çocuğunu yıkadığı leğendeki kirli suyu atarken çocuğu da suyla birlikte atmaktır. Gaflettir, inattır ve nihayet "haddini" bilmemektir ve haddi aşmaktır. Hududullah Fazlur Rahman'm gösterdiği gibi, Allah'ın yolunun imanı ve ahlaki sınırlandır. Yoksa fıkıhta indirgendiği gibi şekli belli cezalar (hadler) değildir.
Aklı başında her reşid insan doğru yolu bulmak, orada kalmak ve ondan çıkmamakla mükelleftir. Tanrı'nın her vahyi (kitabı) yani sözü, yolunun tarihsel-toplumsal bir restorasyonudur. Bir toplumun yola çağrılışı ve yolda yürümesinin eğitimi ve öğretimidir. Şeriat (vahiy-Kur'an-söz) bir toplumun yola getirilişidir. Şeriat, ana yola giden tali (tarihi) yoldur (suya giden yol). Ana yol geniştir ve çiğnenmiştir: "Nuh'a öğütlediğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e Musa'ya ve İsa'ya öğütlediğimiz yolu Allah size din kıldı Bu şudur: Dini yerleştirin ve onda ayrılığa düşmeyin" (42/13). Hz. Muhammed'in yolu, kaybolmuş ana/doğru yolun onun özel yürüyüşü ile bulunmasıdır: "Sonra seni de din hususunda (özel) bir şeriat sahibi kıldık" (45/18). Sözün muhataplarının "sözden çıkma" hakları yoktur. Çünkü söz devam ediyor. Söz söyleme (vahiy) devam ederken sözü değiştirme yetkisi Tanrı'ya aittir: "Biz bir ayeti (sözü) neshedersek veya onu unutturursak, daha iyisini veya benzerini getiririz'' (2/106). Mu'tezilî usulcülerin dediği gibi, sözün muhatapları sözle mükelleftirler, söze muhatap olmayanlar ise akıl ile mükelleftirler.
Yoldan çıkmak dinden çıkmaktır. İmandan çıkmaktır. Ahlâktan çıkmaktır. İbadeti terk etmektir. Sözden çıkmak ise, Tanrı'nın ilk muhataplarına söylediği o topluma has siyaset, hukuk, ekonomi, adab-ı muaşaret vs. ile ilgili pozitif (somut) çözümlerden halin gereği olarak -Hz. Ömer'in yaptığı gibi- gerektiğinde çıkmaktır.
Kutsal sözden çıkma cesaretini gösteremeyen Sünnîlik, Peygamberin sözlerinden de çıkamadı (hadis). Peygamber'in yaşayan sünnetini takip etme yerine, sözünden çıkamayınca sahabenin sözünden de çıkamadı (icma). Son olarak da alimlerin sözünden (kıyas) çıkamadı. İçtihad kapısının kapanması (3. asır), bu otoriteler altında Müslüman bireyin boğazının sıkılması, azıcık çıkan sesinin kısılması ve söz söylemesinin yasaklanmasıdır. Tanrı'nın sözünün bir kere ve bütün zamanlar için olduğu inancı, giderek Tanrı'nın her hakikati söylediği inancını doğurdu.
Hz. Muhammed'in ölümünden sonra gerek Arap, gerekse diğer ırklardan İslâm'ı seçmiş olan mü'minlere düşen evrensel ve nihai sorumluluk, insanlara yeniden gösterilen bu ana yoldan çıkmamaktır. Yoksa "sözden çıkmamak" değil. Çünkü "sözden çıkmamak" reşid olmayan çocukların yapması gerekendir. Zira, çocuk sözün "niçin"ini bilemez. Hz. Ömer reşid ve râşid olduğu için söz bittikten sonra yoldan çıkmamak için içtihatlarında sözden çıktı. İçtihad (yorum) Tanrı'nın yol göstermesinden (Kur'an-söz) ilham almış reşid mü'minlerin Tanrı konuşmazken yolu doğru bir şekilde kendilerinin yürüme faaliyetidir. Oysa, Sünnî ortodoksinin kurduğu içtihad usulü (yorum metodolojisi) -ki bunun hiyerarşik sıralaması kitap-sünnet, icma-kıyas şeklindedir- Tann'nm sözünden çıkmamayı dogmatik teolojik bir kural haline getirdi (Mevrid-i nasda içtihada mesâğ yoktur). Ebu Hanife'nin "sözden çıkma" teşebbüsü (istihsan) Şafiî tarafından "telezzûz" ve "sarilik taslama" olarak yaftalandı ve boğuldu. Şafiî sözden çıkmayı yoldan çıkma olarak lanse ederek yolu yürüme yerine yerinde saymayı ve sözü "tutmayı" yerleştirdi. Biz tarih boyunca hep söz "tuttuk" (Kalellah... Kale Resülullâh... Kale...). Dolayısıyla kendimiz gerektiği zaman sözümüzü gerektiği gibi söyleyemedik. Allah'ın sözü ve Hz. Muhammed'in sözü insanlara balık tutmayı öğretmeyi amaçlamıştı ve Hz. Ömer iyi balık tutuyordu. İ-mam Malik ve Ebu Hanife, Hz. Ömer kadar olmasa da balık tutmayı öğrenmişlerdir. Şafiî, gelerek balık tutmayı yasakladı ve Allah'ın ve Resulünün insanlara balık tutmayı öğretmek için attığı ilk ağlarda (Kur'an ve sünnet) kalmış balıklan aramalarını (kıyas, istinbat, istihraç, istismaru'l-elfaz) öğütledi. Şafiî şöyle demişti:
"Hakikat, Allah'ın ve Resulünün dediğidir; geriye kalanlar şeytanın vesveseleridir." Hz. Ömer ve Ebu Hanife 'Müslüman' idiler. Şafiî ve Eş'arî ise "İslamcı" idiler. Bu iki kavramdan birincisi "şu-ur"a vurgu yaparken; ikincisi, "söz"e vurgu yapar.
Böylece Sünnî ortodoksi, yaygın bir eğilimle olayları "tevil" edeceği yerde (aslına irca etme); sürekli nasları "tefsir etti (tefsir, fıkıh). Sorunları kendi çözeceği yerde, Kur'an'a, sünnete, icma-ya ve kıyasa (Kur'an ve sünnetin mevhum derinine) çözdürmeye çalıştı. Bu, Cabirî'nin dediği gibi aslın, nassın ve lafzın sultası-dır (manevî otoritesi değil). Sözden çıkmamadır (lafızcılık, litera-lizm). Böylece İslâm medeniyeti "kitap medeniyeti" oldu. "Olgu medeniyeti" değil. Vicdanda yerini bulma kitapta yerini bulma ile yer değiştirdi.
Sözden çıkılmayan yerde, yorumun yaratıcı ileri atılımı olmadığı yerde, sözün külli kavramları (sabit imgeleri) bilinçte ve davranışta tekerrür eder (inanç, akide, ittiba, alışkanlık, örf, adet, gelenek). Oysa, orada (dışarıda) dinsel mekan ve sembollerin dışında dinsel bir "şey" yoktur. Dışarıda toplum ve tabiat vardır. Dinsel hakikat, her defasında insanın ahlâki-kognitif kabiliyetiyle, kalbi ve aklıyla yaratacağı hakikat idrakleri ve tecrübeleridir (iman ve amel). Bu, hafızadaki tümel değerlerin (iman, adalet) her tekil ilişkide tekil gerçekleştirimidir. Sözden çıkmak, toplumsal ve siyasal yeni sorunları görüp bunlara yeni çözümler üretmek iken; söz tutmak, dogmanın güvenli ortamını ve onun yarattığı düşünsel rehaveti tercih etmektir.
Önemli olan Hz. Ömer gibi sözden çıkmaya cesaret etmektir. Sözden çıkma, içgüdüler tarafından motive edilmiş bir "haddi aşma" (istiğna, istikbar) değildir; tam tersine, bir "yol bakımı"dır. Sözden çıkmayı yoldan çıkmanın bahanesi yapanlar, iç güdüleri kışkırtılmış ve şeytana uymuş azgınlardır. Sözden çıkmaya cesaret edenler ancak sözlerin maksatlannı anlayanlardır. Ancak onlar aynı sözü söyler veya yeni söz söyleyebilirler. Gerektiğinde sözden çıkmaya ancak yerin ve dağların üstlenmekten çekindikleri 'emaneti (sorumluluğu)' (33/72) üstlenen kişiler kalkışabilir. Nitekim, Fırat'ın üzerindeki köprüden geçerken ayağı köprüye sıkışan keçi yavrusunun sorumluluğunu duyabilen Ömer cesaret edebildi sözden çıkmaya; sözden çıkma 'adam' işidir. Çocuk ruhlular, akîl baliğ olmayanlar "hile-i şeriyye" yoluyla sözden çıkmak zorunda kalanlardır. Sözü dinleyenler, söze kulak verenler, sözü anlayanların sözden çıkma hak ve sorumlulukları vardır. Sözü ezberleyenler ve söze taklitle inananlar sözden çıkamazlar, öyle bir yetki ve sorumlulukları da yoktur.
İnsanların çoğunun yoldan çıktığı (sekülerizm) bir tarihsel kesitte Müslümanlan sözden çıkmaya davet etmek riskli sayılabilir. Ancak ben sözün buharlaştığı böylesine çorak bir ortamda sözün hayat verici nefhasını yeniden "dinlemeye", onu anlamaya ve kendi sözümüzü söylemeye çağırıyorum. Sözden çıkmamakla yolda kalamadık. Filistin direniş şairlerinden Mahmut Derviş'in dediği gibi: "îhtemme ebûke binnususfe dehale'l-lusus: Baban naslara ihtimam gösterince (sarılınca) hırsız içeriye girdi." Hulasa, sözü dinlemek, maksadını anlamak ve bu maksadı gerçekleştirmek için gerektiğinde sözden çıkma cesareti göstermek gerekir. İlk sözün ruhuna uygun kendi sorunlarımız hakkında kendi sözümüzü söylemenin ön şartı sözden çıkma cesaretini göstermektir.
Prof. Dr. İlhami Güler – Özgürlükçü Teoloji Yazıları
__________________ O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine, gerçeği apaçık gösteren ayetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok merhametlidir.
|
elmuh Uzman Uye
Katılma Tarihi: 07 eylul 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 435
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam,
İlhami Güler'in bir başka çalışması:
KUR’AN METN İNİ YORMADAN (TEFSİR) OLAYLARIN YORUMUNA (TE’VİL)
Giriş
Kur’an’ın doğrudan canlı muhatapları olan Arapların, onun nüzûlü döneminde Kureyş lehçesinin dışındaki lehçelerle konuşanların karşılaştıkları bazı kelime sorunları ve bazı mecaz ifadelerin yanlış anlaşılması dışında ciddi bir anlaşılma sorunuyla karşılaşılmadığı genel kabul gören bir görüştür. Ne var ki, metnin ilk muhataplarının yerini yeni nesiller alınca ve nüzûl döneminden uzaklaşmaya başlayınca, esbab-ı nüzûl bilgisi kaybolmaya dile yeni sözcükler girmeye ve mevcut sözcüklerin anlamları genişlemeye veya daralmaya başlamıştı. Bu durum, müslümanlarda Kur’an’ın orijinal anlamını koruma/kaybetme kaygısı yaratmış ve böylece Sarf/Nahiv disiplinleri ilk olarak tayin edilmiştir. Arkasından da hicrî ikinci yüzyıl boyunca yüzlerce “Garibu’l-Kur’an; Meâni’l-Kur’an”, “Mecazu’l-Kur’an”, “Müşkilu’l-Kur’an”, “Mübhematu’l-Kur’an”, “İ‘rabu’l-Kur’an” ve “el-Vücûh ve’nnezair” türü kitaplar yazılmıştır1. Daha sonra da üçüncü yüzyıldan itibaren “Tefsir” ilmi ortaya çıkmıştır. Bütün bu çabanın/kaygının temel amacı/motivi Kur’an’ın (Allah’ın) doğrudan/canlı muhataplarına “ne dediğini” tesbit, tayin, koruma ve anlama idi.
Dinlerin kurucu zamanından (İslâm için 610-632) uzaklaştıkça halk muhayyilesinin kurucu devirdeki adi, normal, sıradan, günlük olay ve olguları mecralarından çıkararak onları olağanüstü/kutsal ve mitik (mucizevî) bir yapıyabüründürdükleri Antropolojik bir gerçektir2. Benzer bir şey kutsal kitapların da başına gelmektedir. Kur’an için konuşacak olursak, çeşitli edebî sanatlar içerse de her bir cümlesi bir anlama gelen ve Kur’an’ın kendi itirafıyla açık, anlaşılır, kolay, mübin, fasih, beliğ olan bu kitap3 zaman içinde, yukarıda değindiğimiz orijinal anlamını koruma çabaları, meramını aşarak, Kur’an’ı Kutsal/İlâhî bir anlamlar hazinesine, sürekli ışıyan bir güneşe, derinine daldıkça yeni inciler çıkarılan okyanusa veya kazdıkça zenginleşen maden ocaklarına döndürülmüştür. Metnin müellifi sustuğu için veya ortada olmadığı için, insanlar ihtiyaç ve arzu duydukları her şeyi kolayca ona yüklemeyi başarmışlardır. Aşağıda İslâm tarihinde metni yorma istismar etmenin başlıca üç tarzına özetle değindikten sonra Kur’an hitabının çeşitli bölümlerinin nasıl yorumlanması gerektiğine ilişkin bir de öneri sunacağım.
Devamı bu linkte
__________________ O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine, gerçeği apaçık gösteren ayetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok merhametlidir.
|