asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kadim Arap Erdemlerinin İslamî Hüviyet Kazanması
Prof. Dr. Toshihiko İZUTSU Şimdiye
kadar sürekli olarak hayatın temel prensipleri konusunda Cahiliye ile
İslam arasında mevcut bulunan köklü zıtlaşmayı aydınlığa kavuşturmaya
gayret ettim. Ancak eğer İslam’ın, kendisinin tektanrıcı inanışı ile
özde bağdaşmadığı için, İslam-evveli Arabistan’ın bütün ahlakî
ideallerini ayrım gözetmeksizin inkâr ve reddettiğini düşünürsek,
Cahiliye’nin ruhuna ve hatta İslam’ın kendi tutumuna büyük haksızlıkta
bulunmuş oluruz. Kur’anî görüş ile eski Arap dünya görüşü arasında,
geniş bir uçurum olduğu kadar, açıkça tanınır belli bir kesintisizlik
de bulunmaktadır. Bu, ahlaki nitelikler konusunda özellikle dikkati
çekmektedir. Biz bu bölümde, sorunun bu ciheti ile ilgileneceğiz. İslam’ın,
pek çok önemli açıdan eski putperestlik ile bağını tamamıyla kopardığı
doğrudur. Ne var ki putperestlere ve onarlın şirk kokan âdetlerine
yönelttiği acı taarruzlara karşın, Kur’an’ın, tektanrıcılığın
gereklerine uygun yeni bir biçimde olmak şartı ile şirk döneminin belli
başlı erdemlerinin birçoğunu benimseyip, onlara yeniden can verdiğini
de unutmamak zorundayız. Hatta İslam’ın ahlaki cephesinden, bu dinin
ortaya çıkışından evvel Mekke’nin varlıklı tacirleri elinde yozlaşmış
olan eski Arap ülküleri ve göçebe erdemlerinden bazılarının yeniden
tanzimi olarak bahsedebileceğimiz belli bir açı da belki vardır. Bahis
bu iken, sonraki çağların Müttakî Müslüman yazarlarından intikal eden
Hz. Muhammed (a.s)’i tanımlamalarında, ekseriya tipik bir Arap çöl
kahramanı görmemiz hayli önem taşır. İlginçtir ki, hadis kitaplarında
Muhammed (a.s)’e izafe olunan şahsi özellikler; göçebelerin, İslam
öncesi şairlerinin eserlerinde övüle övüle göklere çıkarıldığını
gördüğümüz eski insanî idealler ile hayli benzer bir çizgide
bulunmaktadır. Örneğin İbn Hişam’ın(1) “siret” adlı eserinde Ali b. Ebi Talib’den naklolunan Peygamber (a.s)’in kişiliği ile ilgili aşağıdaki izahatı ele alalım: “O
hepimizin eli en açık olanımızdı. Yüreği en pek, dili en doğru
olanımızdı. O bizim sözüne en sadık, aklı en selim ve dost
ilişkilerinde en asil olanımızdı. Onu ilk kez görenler ondan korkarlar,
onunla tanışanlar onu severlerdi. Doğrusu ben onun gibi birisini hiç
görmüş değilim.” Bu bir ideal insan tarifinden
başka bir şey değildir ve Cahilî Arab’ın ahlak anlayışına itici
gelebilecek hiçbir öge ihtiva etmemektedir. Bu
böyle; Kur’an’da, çölün ahlaki ülkülerinin birçoğu İslam’ın yeni
giysisi içinde karşımıza çıkmaktadır. Cahiliye’nin en yüksek ahlak
idealinin “mürüvve” olduğunu
ve bunun cömertlik, yiğitlik ve cesaret gibi; sabır, güvenilirlik ve
doğru özlülük gibi değişik faziletleri içerdiğini evvelce görmüş
bulunuyoruz. Esasında Kur’an, Müslümanlara bütün bu erdemleri büyük bir
samimiyetle tavsiye etmektedir. Ancak, kaydedilmesi daha önemli olan
nokta, İslam’ın bu göçebe erdemlerini, onları Bedevîler arasında
bulunduğu şekli ile canlandırıp yeniden tanzim etmemiş olduğudur.
Bunları benimserken ve kendi ahlaki öğretiler sistemi içinde
özümlerken; İslam onları arındırıp tazelemiş, enerjilerinin, hazırlamış
olduğu belli kanallara akmasını sağlamıştır. Linguistik açıdan,
İslam’ın gelişi ile birlikte, Cahiliye’nin ahlaki terimlerinden
bazılarının değişime uğradıklarını söyleyebiliriz. Bu
değişim içinde, bu kelimelerin anlam kategorilerinden bazıları
genişlerken, diğer bazıları daralmıştır, bazıları da tamamıyla yeni
yönlerde bir gelişme izlemiştir. Herhalde Kur’an öğretisinde, “eski
mürüvve” bütün zararlı aşırılıklarından sıyrılmış ve daha medenî bir
biçim kazanmış, Müslümanların giderek büyüyen topluluğu içinde, yeni
bir ahlaki enerji olarak etkinliğini göstermeye başlamıştır. Bu da
kuşkusuz, İslami ahlaki kültüre belirli bir renk vermiştir. Cömertlik: Söze
daha evvelki sayfalarda kendisine sık sık atıfta bulunmuş olduğumuz
gönül zenginliği yahut cömertlik erdemi ile başlayacağız. Çöl şartları
altında, yardımseverlik ve cömertlik ruhuna, asil nitelikleri
listesinde aşırı derecede yüksek bir yer verilmesi son derece doğaldır.
Temel maddi gereklerin dahi çok nadir bulunduğu çölde, konukseverlik ve
yardımseverlik türü davranışlar muhakkak var olma mücadelesinin zorunlu
bir cephesidir. Fakat iş bununla bitmemektedir. Öncelikle müşrik
Arapların zihninde, cömertliğin Cahilî “şeref” anlayışı ile yakinen
alakalı olduğunu gözlemlememiz mümkün. Cahiliye’nin büyük şairlerinden
biri olan Züheyr b. Ebi Sulmâ’nın(2) dediği gibi: “Her kim şerefini cömertlikle korursa, Büyür gider o şeref. Ama her kim kendini İhmal eder, korumazsa ayıptan, Ayıplanır muhakkak.” Cömertçe
davranışlara, gerçek asaletin bir kanıtı olarak bakılırdı. Bir cömert
hareket ne denli aşırı ve ani olursa, o denli hayranlık uyandırmak
eğilimini gösterirdi. Putperest Arap için, hayırseverlik, yalnızca
kendisinin kavimsel dayanışma duygusun doğal bir tezahürü değildi.
Çünkü çok defa bu, kendi kavim efradını aşarak, orada bulunabilecek
yabancılara kadar ulaşmaktaydı. Her zaman da sebebi iyilik ve cana
yakınlık saiki değildi. Bu her şeyden önce ve ilk planda bir babayiğit
hareketi idi. Cömertliğini kralca gösterebilen bir adam, gerçek bir çöl
efesi idi. Bu anlamı ile cömertlik, Arapların başta gelen bir tutkusu
durumundaydı. Bir faziletten ziyade, kökü Arap gönlünün derinliklerinde
yatan gözü kör, karşı konulmaz, gayri ihtiyari bir davranıştı. Bu
noktada, hâlihazırda değinmiş bulunduğumuz gerçeği yani İslam öncesi
şairlerinin, aşırı şarap içme ile gerçek anlamda cömert bir doğanın,
yani asaletin işareti diye övündüklerini anımsamamız yararlı olabilir.
Onların türkülerine göre, asil tabiatlı bir kişi yarını düşünmeli
değildi. Bunun gerçek anlamı, o kişinin, efelik yapmanın keyfi için
cömertçe davranışlarda bulunması zorunluluğudur. Kendilerine ikramda
bulunulan konuklar bir yana, seyretmekte olanların zihinlerinde de en
yüksek hayranlık hissini uyandırmak bakımından, eli bolluk, doğal
olarak düşüncesizce israfa varmak durumundaydı. Nakil yolu ile bize,
hakkında pek çok yarı-efsanevî öykü ulaşmış bulunan Hatim Tâi, bedevi cömertlik ülkülerinin herkesçe kabul edilen kusursuz bir simgesi idi. Bahis bu iken, “kerim”
sıfatının, eski Arapçada sınırsız cömertlik ve asalet fikirlerinin işte
tam böyle bir bileşimi için kullanılan kelime olduğunu hatırlamamız
gerekir. Yani “kerim” o kişidir ki, kendi asil soyluluğunu sınırsız
cömertçe davranışları içinde somut olarak kanıtladığı için, herkes onun
asil olduğunu kabul etmiştir. Kur’an’ın, bu sıfatın anlam kategorisine,
onu şiddetli bir biçimde Allah korkusu ve alçakgönüllülük ile yeniden
tanımlayarak nasıl bir darbe indirdiğini zaten görmüş bulunmaktayız. İslam
Peygamberi’nin (a.s) benimsediği tutum, temel olarak, hayırseverliğe
yüksek bir değer verişi açısından, müşrik Arapların görüşü ile
uyuşmaktadır. Cahilî için olduğu kadar Onun için de cömertlik mühim bir
faziletti. Peygamber (a.s)’in, bu erdemi, kurmakta olduğu yeni
dinî-siyasî topluluğun temeli kılmış olması bile, bu erdeme nasıl
yüksek bir değer verdiğini göstermektedir. Ayrıca, göçebelerin
cömertlik ülküsü, kendi içinde İslamî inanışın merkezî hatlarını tazir
eden yahut bu hatlar ile bağdaşmayan hiçbir şey barındırmamaktaydı. “Korkup kaçmam ben, gizlenmem tepelerde; Her zaman buradayım, Yardım isteyene Yardıma hazır.” İşte Cahiliye şairi Tarafa(3)
bir defasında övünerek böyle bir beyanda bulunmaktaydı. “Korkmak” tan
kasıt, çadırına konuklar gelip kendisinden konukseverlik beklenmesinden
korkma idi. Hiçbir şey, bu tür bir tutumun, Müslümanların gözünde
şerefli ve övgüye değer olmasına mani değildir. Esasında Muhammed
(a.s)’in şöhretli övücüsü şair Hasan b. Sabit’in, onu bir kasidede; “elindekini,
ister miras, ister kazanç, gerçekten eli açık bir kişinin bile
servetinden vermekte tereddüt edeceği zor zamanlarda, cömertçe kullanan” bir insan olarak tanımladığını görmekteyiz. Yalnız,
iki durum arasında temel bir fark bulunmaktadır. Bu fark, İslam’ın,
gösteriş yapma arzusundan neşet eden cömertçe eylemlere verilen her
türlü değeri reddetmesinde yatmaktadır. Bu görüşe göre efelik yahut
babayiğitlik, kendi içinde şeytanî bir tutkudan başka bir şey değildi.
Mühim olan, cömertçe davranışın kendisi değil, altında yatan saiktir.
Kendini beğenmişlik ve gururdan kaynaklanan tüm cömertçe hareketler,
tamamıyla değerden yoksundur. “
Ey müminler! Malından, Allah’a ve Kıyamet Günü’ne inanç sebebiyle
değil, caka ve gösteriş için verenler gibi, kin bileyerek yahut başa
kakmak suretiyle, yaptığınız hayırseverliği nafile kılmayın. Böylesinin
durumu toprak kaplı pürüzsüz bir taşa benzer; yağmur onu yıkar ve
apaçık ortaya çıkarır. Mal varlıkları büyük olsa da, onlar ondan bir
verim hasıl edemezler. Çünkü Allah kâfirlere hidayet vermez. ” (Bakara; 264) Bundan
şu çıkar: evet, cömertlik bir erdemdir. Ne var ki, eğer müsriflik
derecesine varırsa, bu erdemliliğini kaybeder ve hatta bayağı bir
kötülük halini alır. Bu ayette, bunu yapanın açıkça “kâfir” diye
adlandırılması mühim bir noktadır. Bir başka ayette müsrif, resmen “Şeytan’ın kardeşi” olarak ilan edilmektedir: “
Yakınlarınıza, fakirlere ve yolculara haklarını verin. Ama hiçbir zaman
israfta bulunmayın. Çünkü har vurup-harman savuranlar Şeytan’ın
kardeşleridirler. Şeytan ise her zaman Rabbine karşı nankör (kâfir)
dir. ” (İsra; 26-27) Cimrilik,
tabii ki şerefe bir lekedir, muhakkak ahlaki bir kusur yahut bir kötü
yandır. Ama cömertliğin aşırısı da şerefe daha az leke getirmeyen bir
ahlaki kusurdur. “Her zaman o emin vasatîyi takip et”; mü’minleri özel mülk konusundaki meselelerde kontrol altında tutması gereken davranış kaidesi budur. “
Elini koynuna bağlama; ne de iyiden iyiye aç ki, kınanmayasın, mahrum
olmayasın. Rabb’in rızkı kim için açarsa ona açar, bir de kaparsa
kapar. ” (İsra; 29-30) “Merhamet
sahibi Allah’ın gerçek kulları… onlardır ki, harcadıklarında ne müsrif,
ne de hasistirler. Her zaman ikisi arasındaki değişmez yolu
izlerler.” (Furkan; 67) Cömertliğin gerçek bir
İslamî eylem haline gelebilmesi için, her şeyden evvel, Cahiliye
devrinde bu vasfın özelliği olan düşüncesizlikten sıyrılması
gerekmektedir. Yaptığı hareketin yarınki gün kendisini ve ailesini
sefalet ve mahva sürükleyebileceğini bir dakika bile düşünmeden, bir
anlık heves, daha fenası sadece gösteriş için bütün develerini kesmek
gibi bir aşırılığa varan bir kişi, pekâlâ Cahiliye devrinde, “mürüvve” yahut “kerem”
timsali olmuş olabilir; ama artık gerçekten cömert bir insan
sayılmayacaktır. Nitekim, cömert bir kişi “servetini Allah yolunda”
yani “takva” saikiyle harcayan kişidir.(4)
Takva üstüne bina olunmuş olması hasebiyle, iyi kontrol ve tahdit
edilen bir şey olması gerekir. İslam’da cömertlik, müşrik Arapların, o
çok hoşlandıkları övünçlü ve aşırı hayırseverlikten, esas olarak farklı
bir şeydir. Buradan görülür ki, zekât görevi, Müslümanlara doğal
cömertliklerini, başkalarını küçük görmek ve israf etmek gibi şeytanî
kötülüklere sürüklenmeksizin akıtılabilecekleri en müsait bir kalıp
olarak teklif edilmiştir. Zekât, bu suretle kötü Arap ruhunun
derinlerinde olan eski cömertlik içgüdüsü için yeni bir çıkış yolu
getirdi; ama aynı zamanda da o içgüdünün aşırı enerjisini güçlü bir
biçimde tanzim etti. İyi bilindiği gibi,
Peygamber (a.s)’in ölümünden sonra, İslam İmparatorluğu’nda her türlü
sadaka, süratle zekât adı altında bilinen kanunî bir vergiye dönüştü.
Bu gelişimin Peygamber (a.s)’in sağlığında da zaten varit olduğuna dair
delil mevcuttur. Yalnız Kur’an’ın kendisinde, zekâtın nasıl ve ne
miktarda ödeneceğine dair kesin hiçbir işaret bulamamaktayız.
Mü’minler, bir takva ve iyilik eylemi olarak zekât vermeye güçlü bir
biçimde teşvik edilmektedirler. Bu eylem, hala sosyal görevlerden
ziyade şahsî ahlak sahasına ait durumdadır; dinî bir görevdir. Konuya
değinmişken Mü’minlere zekâtın emrolunduğu ayetlerin –ki, belirtelim
son derece çoktur- hemen her zaman bu eylemin nihaî kaynağı olarak,
“iman”a, nihaî sonucu olarak da “sonunda mükâfat”a bir miktar atıf
içerdiklerini kaydetmek gerekir. “
Allah’a iman edin ve O’nun size miras bıraktığından (zekât) verin.
Sizden iman edip zekât verenlerin büyük bir mükâfatı olacak.” (Hadîd; 7) “Servetlerini
Allah yolunda harcayanlar, yedi başak bitiren, her başağında da yüz
tane bulunan bir tohuma benzerler. Allah, istediğinin varlığını
artırır. Çünkü Allah, her şeyi kuşatır ve her şeyi bilir. Mallarını
Allah yolunda harcayan ve harcadıklarının arkasından kin bileyip başa
kakmayanlar, ücretlerini Rabb’lerinden alacaklardır ve onlara ne korku
dokunacak, ne de üzüleceklerdir.” (Bakara; 261-262) Kur’an’ın
bazı bölümlerinden, özellikle çöl Arapları içinde görünüşte iyi
Müslümanlar olmakla birlikte, verdikleri zekâtı bir tür ceza (mağrem)
yahut zorunlu hibe olarak gören insanlar olduğunu çıkarıyoruz.
İsimlerine layık Müslümanların ise, zekât ya da sadaka olarak harcamış
oldukları her şeyi, Allah’a yaklaşma vesilesi olarak görmeleri gerekir. “
Bedevîlerden bazıları var, bunlar (Allah yolunda) harcadıklarını
zorunlu bir bağış kabul etmekteler ve (gizli gizli) talihin sana
(Müslümanlara) karşı dönmesini bekliyorlar. Kötü talihin dönüşü, onlara
doğru olacak; çünkü Allah her şeyi duyar ve bilir. ” “
Yine Bedevîlerden bazıları var ki, Allah’a ve Kıyamet Günü’ne iman
ediyorlar ve harcadıklarını, Allah’a ve Peygamber’in dualarına yaklaşma
aracı sayıyorlar. Gerçekten da öyle oluyor… ” (Tevbe; 98-99) Fakat
burada (yani) Allah yolunda bile, düşüncesizce israftan kaçınılacaktır.
Zekât her Müslümana farz kılınmış dini bir görevdir. Ama kişinin
elinde-avucunda ne varsa kendi elleriyle kendisini mahva uğratıncaya
dek aşırı cömertlik ve düşüncesizlikle vermesi, ne eksik ne fazla,
tamamıyla Cahiliye’nin imansız çılgınlığına rücû etmek demektir. İki
sureden aldığımız aşağıdaki bölüm, kadim müfessirlere göre başka
birtakım şekillerde de tefsir edilebilmekle birlikte, benim kanaatime
göre, en iyi şekilde bu hususun bir açıklaması olarak anlaşılmaktadır. “ Malınız Allah yolunda harcayın. Ama kendinizi kendi ellerinizle mahva sürüklemeyin.(5) İyilik işlemeye gayret edin.(6) Çünkü Allah iyilik işleyenleri (muhsinîn) sever. ” (Bakara; 195) Eğer
kişinin kendi elleri ile mahva sürüklenmesi kötü ise, “cimri” sıfatını
almak çok daha kötüdür. Cömertlik erdeminin karşıtı olan cimriliğe,
(buhl) bariz bir utanmazlık ve rezalet hali olarak tepeden bakılırdı.
Cömertliğe verilen değerin yüceliği karşısında, gerçekten Cahiliye’de
ve İslam’da hasisliğin son derece rezil bir nitelik olarak görülmesi
çok doğaldır. Bu niteliğin en küçük işaretinin sergilenmesi, “erkek”
kişinin utanç duyması gereken bir şey kabul edilirdi. Destan’ın çöl
ahlakının şaheser bir ifadesi olarak bilinen meşhur bir bölümünde, şair
Züheyr: “ Malı-mülkü olup da Dostlarından esirgeyen, Neticede kaçılan Ve gülünüp geçilen Bir âdem olur. ”(7) diyor. Muhammed
(a.s)’in bir defasında, Benî Seleme ahalisine, “Sizin başınız kim?”
diye sorduğu anlatılır. “El-Ced b. Kays, her ne kadar cimrinin teki ise
de” diye cevap verirler. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi: “Cimrilik kadar
büyük hastalık yoktur” der.(8) Profesör Waat’ın dediği gibi,(9)
Muhammed (a.s) zamanında özellikle zengin Mekkelilerin davranışlarının
bu tür şeref yoksunu bir eğilimin işaretlerini taşımış olması ve
Kur’an’da, “kalben ve düzelmesi olanaksız bir biçimde kokuşmuş hasis
kimseler” olarak acı bir dille azarlananların başında gelenlerin bu
zengin Mekkeli tacirler olması son derece olasıdır. Ancak, Cahiliye
çölde bile cimrilikleri ve tamahkârlıkları itibariyle dikkati çeken,
oldukça kabarık sayıda kişinin varlığına dair işaretler bulunduğunu
hatırlatmak gerekir. Birçok şairin, eserlerinin birçok bölümünde, güçlü
vurgularla, kendilerinin bu kötülüklerden tamamıyla berî olduklarını
beyan etmeleri bile toplumda bu hastalığın mevcudiyetini açıkça
kanıtlamaktadır. İslam öncesi Arapların hayatından bahseden çağdaş bir Arap bilim adamı, (10)
dikkatimizi garip bir hakikate, yani Cahiliye şiirinden ve Şarkılar
Kitabı ve diğer kitaplardaki eski nakillerden kavranabildiği kadarıyla,
durumun özellikle kadınlarda bu yönde olduğuna dikkat çekmiştir. Bol
delile dayanarak El-Hûfî,
Cahiliye devrinden kadınların genellikle hasislik eğilimi gösterdikleri
yahut hiç olmazsa toplum ve evdeki özel durumları nedeniyle kendilerini
erkeklerden daha hasis göstermek zorunda oldukları şeklinde bir sonuca
varmaktadır. Onların nazarında, gem vurulmamış cömertlik prensibi, hiç
de övgüye lâyık bir erdem değildi. Tam tersine, karşı cinsin tedavisi
imkânsız bir kötülüğü idi ki, hele tabiatı itibarı ile aile hayatının
mutluluğuna zarar verici ve onu ortadan kaldırıcı olduğu için,
özellikle baskı altında bulundurulması gerekirdi. İşi açısından,
cömertçe ağırlamalar –özellikle fazla cömertçe olduğundan- ahmaklıktan
ve budalalıktan (sefa) başka
bir şey değildi. Aslında eski şiirde, kadınların, durmak dinlenmek
bilmeksizin ellerindeki her değeri çar-çur ettikleri için kocalarına
sitem ettiklerini; erkelerin de, kendi cephelerinde bula bula
buldukları yegâne mazeretin; zenginliğin ayıplanmaya ve utanmaya yol
açtığı bu tür cömertliğin ise sönmek bilmeyen bir ünün tek yolu olduğu
şeklinde olmak üzere, israfa giden eli açıklıklarını haklı göstermek
için teşebbüslerde bulunmakla meşgul olduklarını görüyoruz. İslam’ın
ortaya çıktığı vakitte, zengin Mekke tüccarlarının görüşlerinin de
aynen şimdi bahis edilen Cahilî ev kadınları gibi olduğunun
gözlemlenmesi son derece ilginçtir. Burada, esas olarak ticari bir
topluluğun bulunduğu Mekke’de, “mürüvve” ideali o çok güçlü nüfuzunu
yitirmiş bulunuyordu. Kavmiyetçi haysiyet duygusu, artık eskisi gibi
“insan hayatının gerçek temeli” işlevini görebilecek durumda değildi.
Şimdi hayat ideali, şeref değil zenginlikti. Çöl Araplarının, kendisini
anarken ayıplanma ve utanç yolu gibi küçük düşürücü kelimelerle
andıkları servet, burada şan ve şerefe giden tek yol olarak
görülmekteydi. Bırakın bir kötülük olmayı hasislik şimdi yüksek parasal
kabiliyetin bir işareti, toplumda güçlenmenin ve tanınmanın gerçek
kaynağı idi. Zengin Mekkeliler, İslam’ı benimsedikten sonra bile
Kur’an’daki tabiri kullanmak gerekirse (Tevbe; 67), hala “ellerini kilitlemeye” devam
ediyorlardı. Belirlenen zekâtı da kin tutarak veriyorlar ya da hatta
açık açık herhangi bir şey vermeyi reddediyorlardı. Kur’an’ın onları
hasislikle suçlaması da doğaldır: “
Bazıları Allah’a ciddi ciddi yemin ettiler ki, ‘ Eğer Allah bize
zenginliğinden verirse, bizde muhakkak zekâtı vereceğiz ve iyi
mü’minlerden olacağız’; ama Allah nihayet onlara kendi zenginliğinden
ihsanda bulunduğu zaman cimrilik gösterdiler (Bahilû; “buhl” un fiil
biçimi) ve döndüler. ” (Tevbe; 75-76) Kur’an, en korkutucu nihai ceza ile tehdit etmekte tereddüt etmiyor: “
Allah’ın kendilerine verdiğinden cimrilik edenler (yebhalûne; buhl’un
bir fiil hali) sakın bunu kendileri için daha iyi saymasınlar. Yoo,
daha kötüdür; çünkü Diriliş Günü’nde esirgedikleri her şeyi boyunlarına
asılı bulacaklar… ” (Âl-i İmrân; 180) “
Altını ve gümüşü yığıp da Allah’ın yolunda harcamayanlar var ya, ver
şunlara can yakıcı bir azabın güzel haberini. Cehennem ateşinde
ısınacakları, alınlarının ve yine yanlarının ve sırtlarının onunla
yanacağı gün ‘İşte biriktirdiğiniz şey (in mükâfatı); tadın bakalım
biriktirdiğinizi’ denecek onlara. ” (Tevbe; 34-35) Bu
bölümdeki küçük tabire; “Allah’ın yolu” na dikkat çekmek istiyorum. Bu,
burada da tel’in hedefi yapılan şeyin, genel olarak cimrilik değil,
belirli dini faaliyet sahasındaki cimrilik olduğunu göstermektedir yani
ebedi Cehennem cezasına çarptırılanlar, Allah yolunda cimri olanlar,
cimri tabiatlarını özellikle zekât verme görevinin yerine
getirilmesinde gösterenlerdir. Zira bizzat aynı kâfirler o sûretle
Muhammed (a.s)’in yeni dini hareketine direnç ülküsüne yardım
ettiklerinden emin oldukları zaman, servetlerini cömertçe harcamaya son
derece hazır ve arzulu idiler. Kur’an’ın birçok ayeti buna şahadet eder: “ Bakın! Kâfirler servetlerini insanları Allah yolundan çevirmek için serbestçe harcıyorlar.” Cimriliğin
İslam tarafından ciddi bir cezayı hak eden bir kötülük olarak şiddetli
bir biçimde tel’in edilişinde, o günün sosyal şartları içinde ve
özellikle çöl Arapları arasında yeni veya aşina olunmayan hiçbir taraf
bulunmuyordu. Bu, belli bir bakımdan eski göçebe ülküsünün mühim bir
cephesinin yeniden canlandırılışından başka hiçbir şey değildi. Ve eğer
Cahilî kadınlar arasındaki cimrilik eğilimini hesaba katacak olursak,
bundan belki de eski “mürüvve” idealinin özellikle ‘erkekçe’ olan
cihetinin yeniden insanı sınırsız cömertlikten alıkoyan her şeye karşı
hissettikleri nefret duygusunun basit bir canlandırılışı değildi. Bu
duyguyu oradaki şekli ile değil, kendi gereklerine en uygun tarzda
yeniden canlandırmaya çalışmış olması, İslam’ın bir özelliğidir. Arap
zihnindeki o cimriliğe karşı duyulan eski ve köklü nefrete yeni bir
itiş sağlamış ve yeni bir yön vererek güç veren bir ülkü ile techiz
etmiştir. Ancak bu bize, ‘Allah yolundaki’ cimriliğe yöneltilen bu
tel’inin gerisinde, insan doğasının esas niteliğine inen bir derin
görünüşün bulunduğunu unutturmamalıdır. İnsan tabiat olarak cimri,
tamahkâr ve açgözlüdür. Bu zaviyeden, Allah yolunda cimrilik, sadece
insan ruhunun çok temel bir eğiliminin tezahüründen ibarettir. “
De ki: Elinizde Rabbimin tüm rahmet ve hazineleri olsa da siz eli
sıkılık eder, harcamaktan korkardınız. Doğrusu insan hasistir. ” (İsra; 100) Burada
‘hasis’ diye çevirisi yapılan kelime “katur” dur. Bu, “bahil” ile aynı
anlamdadır. Yani buhl eden; hasis, eli sıkı yahut cimri kişi demektir.
“QTR” kökü Furkan, 67’de fiil şeklinde gözükür. Orada kişinin sahip
olduğu şeyleri dikkatsizce çarçur etmesi demek olan israf’ın zıddı
olarak kullanılması önem taşıyor. “Allah’ın gerçek kulları… onlardır
ki… ne çarçur ederler (yusrifû) ne de eli sıkılık (yaktürû); onlar her
zaman iki uç arasındaki değişmeyen orta yolu izlerler.” Buradan ,
“Katr” ın, aşırı harcamadan başlayarak harcamanın giderek azaldığı
çizelgede öteki ucu, yani cimriliğin son derecesini temsil ettiği belli
olur. Kur’an bu çerçevede bir başka önemli kelimeyi, cimriliğin yahut tamahkârlığın son derecesi anlamındaki “Şuh” u
(veya Şahh ya da Şihh) ortaya koyuyor. Kelime güçlü bir kötüleme yahut
tasvip etmeme ögesi taşımaktadır. Cimriliği teessür edilecek bir (ruh
hali) olarak göstermektedir. “Şuh” ile “buhl” arasındaki fark
konusunda, ‘buhl’ un cimrilik hareketinin kendisine gösterdiği, ‘Şuhl’
un ise, ruhun, cimrice eylemleri gerekli kılan özel durumunu ifade
ettiği söylenmektedir.(11) Bahis konusu sözcüğün Kur’an’daki
kullanımı bu durumu teyit eder görünmektedir. Herhalde, Kur’an’ın
‘Şuhh’ u, insan ruhunun öz doğasına atıfta kullanması son derece
önemlidir: “ Şuhh, ruhların
tabiatında vardır. Ama eğer Allah korkusu ile hayırlı işler işlerseniz,
doğrusu Allah yaptığınızdan asla gafil olmayacaktır. ” (Tevbe; 127-128) “ Allah’tan sakınabildiğiniz kadar sakının ve kulak verin,
itaat edin ve ruhlarınız hakkı için seve seve harcamalarda bulunun. Her
kim ruhunun 'şuhh'undan kurtulursa, işte böyleleri muradlarına
erenlerdir." (Teğabun; 16 ayrıca bkz. Haşr; 97) DİPNOTLAR 1:İbn Hişam: I, 266. 2:Züheyr b.Ebi Sulmâ; Muallaka, m. 51. Yedi Muallaka’dan. 3:Tarafa; m. 45. 4:“Şahsi
servetten harcamada bulunulması ancak, onun yanında, Allah’ın rızasını
arama, O’na ibadet ve itaat etme isteği bulunduğunda (ilâhî), mükâfatı
hak eder. Bütün bunlar bulunmadığı zaman, fiili işleyen, o fiili ile
hiçbir mükâfata hak kazanmaz.” (Şerif El-Murtaza; I, 204.) 5:Yani,
El-Beydavî’nin tefsirinde, ilgili bölümde dendiği gibi, “kendi
geçiminizi tehlikeye atacak tarzda düşüncesizce, çar-çur ederek.” 6:Yani,
zekât yahut sadaka vermedeki amacımız sadece bir iyi kalplilik
eyleminde bulunmak olmalıdır; müsrifçe bir eli açıklık göstergesi
yapmak değil. 7:Züheyr b. Ebi Sulmâ; m. 52. 8:İbn İshak; I, 309. 9:Watt; III. Bölüm, 3.Bent, s.72. 10:Ahmed Muhammed El-Hûfî: Cahilî Şiirinde Arap Hayatı, (Kahire-1952) s.252’den itibaren. 11:“El-Buhl: nefs el-man; el-şuh; el-helat; el-nefsaniye, ellezî tahtadî zâlike el-man”, el-Bustani’nin Muhit el-Muhit, 1,69.
Prof. Dr. Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Yayınları, İstanbul 1991.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|