adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Reform Değil Kur’an’a Dönüş ya da Dirilişimizin Önündeki Engeller Mahmut Celal Özmen
Etrafımızda İslam adına sergilenen tüm ilkelliklerden,
çirkinliklerden ve çelişkilerden görülenler, kitlelere acilen gerçek
dinin anlatılmasının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu
manzaradan rahatsız olan Muhammed İkbal 1920′lerde
şöyle diyordu: “Eğer biz İslam’ın bir üstün değerler sistemi olduğunu
Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim
İslam’ı temsil etmediğimizi söylemek borcundayız.” İkbal’den daha
önceki yıllarda yaşayan Muhammed Abduh aynı gerçeği kendi kelimeleriyle
şöyle anlatıyordu: “İslam denince akla problemler, çıkmazlar ve
çelişmeler geliyorsa, bunun sebebi İslam değil Müslümanlardır.
Müslümanların bu asırda Kur’an’dan başka imamları yoktur. Ezher’de
okutulan ve benzeri kitaplar varolduğu müddetçe, bu ümmet ayağa
kalkamaz. Ümmeti kaldıracak ruh, ilk dönemde hâkim olan Kur’an ruhudur.
Kur’an dışında her şey; Kur’an’ı bilmek ve yaşamak arasına konmuş
engellerdir.” Mehmet Akif Ersoy ise Kur’an’a rağmen dini
yozlaştıranların oluşturduğu manzarayı bakın nasıl tarif ediyor: “Eğer
İslam’dan maksat Kur’an’sa, ortada İslam diye bir şey olmadığını
söylemek durumundayız. Çünkü Kur’an bugün göklere çekilmiş ve
yeryüzündeki İslam’ın onunla ilgisi kalmamıştır.” Arap asıllı Amerikalı
Profesör İsmail Faruki de aynı manaya gelen kendi tespitlerini şöyle
aktarmaktadır: “İslam, ne bugünkü Müslümanların tavır ve yaşayışları,
ne İslam tarihinin şu veya bu dönemi, ne de İslam adına kaleme alınan
şu veya bu kitabın anlattıklarıdır. İslam Kur’an’dır.”
Geniş halk kitlelerinden çoğu İslam düşünürüne kadar pek çok kişi,
bugün İslam adına sergilenenlerin düzeltilmesini ve İslam’ın bunlar
olmadığının anlatılmasını istemektedir. Bu hareket popülist bir hareket
değildir. Yani bu hareket salt geniş kitleler Müslüman olsun, insanlar
İslam’ı daha çok sevsin diye yapılan bir hareket değildir. Bu hareket,
bugün sergilenen manzaranın Allah’ın diniyle, Allah’ın dininin tek
kaynağı Kur’an’la çelişmesi yüzünden oluşmuştur. Amaç insanların
beğeneceği dinin değil, Allah’ın istediği dinin oluşturulmasıdır. Sonuç
olarak Kur’an’ın anlattığı din, insanların daha rahat yaşayabileceği,
daha rahat ettiği, daha çok sevgi ve tolerans dolu bir yapıdadır. Bu
yüzden de insanlar tarafından daha çok beğenilmektedir. Ana gaye
insanların beğenisi değildir, bu, ana gaye gerçekleşirken ortaya çıkan
sonuçlardan biridir.
Amacı insanların beğenisi olan hareket, dini Allah’ın istediği gibi
değil; şahsi, kültürel görüşler ve siyasal amaçlar çerçevesinde
şekillendirir. Fransız devrimi sonucunda oluşan rönesans ve reform da
böyledir. Allah’a ait olmayıp sübjektif olan, yani insani olan hiçbir
şey din olamaz.
Peygamberimiz ve 4 halife döneminde Kur’an dışında dini bir kaynak
yoktu. İnsanlar mezheplere bağlı olmadan doğrudan Kur’an’a bağlıydılar.
Kur’an’ın belirttiği şekilde dini yaşar, Kur’an’ın serbest bıraktığı
konularda kendi beğeni, örf ve alışkanlıklarına göre hareket ederlerdi.
Kimse ben Sünni’yim, Hanefi’yim, Şafii’yim veya ben Şii’yim, Alevi’yim,
Caferi’yim şeklinde görüş belirtmiyordu. Onlar Müslümanım diyor,
rehberlerini Kur’an görüp, bununla yetiniyorlardı. Peygamberimiz’in
dönemindeki en cahil bedeviler bile Kur’an ayetlerinden anlayışlarına
göre faydalanıyor ve Müslüman oluyorlardı. Bizim arzumuz da aynı o
günlerde olduğu gibi Hanefi, Şii, Caferi, Sünni gibi etiketler
kullanmadan, mezheplere bağlanmadan sadece Müslüman olmamız;
değişmeyen, çelişkisiz, akla, mantığa uygun ve Allah’ın uymamızı
istediği Kur’an’a diğer kaynaklara itibar etmeden tâbi olmamızdır.
Böylece tek Allah, tek din ve tek kitabın oluşması ve Müslümanların
dine fatura edilen uydurmalardan ve bu paramparça tablodan
kurtulmalarıdır. O dönemdeki gibi olmamız gerekir derken o dönemdeki
gibi Kur’an’a uymalı, başka dini kaynak tanımamalı, takısız Müslüman
olmalıyız diyoruz. Yoksa Kur’an’ın verdiği serbestlikleri o döneme göre
düzenlemek Kur’an’ın dinine ilave yapmaktır.
Kur’an’ın hüküm getirmediği konuların Allah’ın bizi özgür bıraktığı
konular olduğunu anlarsak, din diye bildiğimiz yanlışları
düzeltebiliriz. Çünkü dinimizdeki bozulmalar en çok Kur’an’ın bizi
özgür bıraktığı konularda kısıtlamalar getirilmesi ile oluşmuştur.
Tüm bunları gerçekleştirirken ilk önce Allah’ın bizden bunu
istediğini anlamamız lazımdır. Eğer ki hadisler Kur’an gibi dinin
kaynağı olsalardı bu, İslam’ın geriye dönüşü mümkün olmayan tarzda
bozulduğu manasına gelecekti. Bu yüzden hadislerin dinin kaynağı
olamayacağını göstermek hem dinimizi, hem de Peygamberimiz’i
iftiralardan kurtarmak olmaktadır. Üstelik Peygamber’in ve 4 Halifenin
hadisleri yazdırmama ve yaktırma konusundaki tavrını görünce Kur’an
dışında dini kaynak olabilecek hiç bir şey bırakmamanın ve Kur’an’a
gidip dini oluşturmanın haklılığını daha da iyi anlayacaksınız.
Uydurulan din ile indirilen dini ayırt etmedeki yöntemimiz, indirilen
dini (Kur’an’ı) ve uydurulan dini (hadisleri, mezhepleri, şeyhleri)
inceleyerek gerekli delilleri çıkartmaktır. Allah’ın istediği gibi aklı
işleterek ve beyyine yani açık delil üzere olarak mevcut yapı
değiştirilmelidir. Bunun aksi körü körüne taklit olur ki o da bizi
karşı olduğumuz yapıyla aynı noktaya götürür.
Uydurmaları açıklayıp dini Kur’an’ın denetimine teslim ederken,
adeta putlaştırılmış, tartışılmaz sanılan kişilerin hegemonyasından
dini kurtarmak gerekir. Bu sağlanmadan Sünni ile Alevi, Şii ile Hanefi,
Şafii ile Caferi kucaklaşamaz. Daha doğrusu herkes putlaştırdığı,
tartışılmaz gördüğü insanlardan dinini kurtarıp, tek tartışılmaz olarak
Kur’an’ı ilan edecektir ki herkes Sünniliğinden, Aleviliğinden,
Şiiliğinden, Hanefiliğinden kurtulup bir tek Müslüman olabilsin.
“Ve derler ki “Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik
de böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.” (33/Ahzab Suresi, 67)
Yani Sünni olanlar Ebu Hanife’yi, Şafii’yi, Malik’i, Hanbel’i
kutsallaştırıp, din kurucusu haline getirmekten kaçınmalılar, “Ebu
Hanife 99 defa Allah’ı rüyasında görecek kadar büyük insandı” şeklinde
hezeyanlardan kurtulmalılar. (Bu inanılmaz iddiayı çağrı Yayınları’nın
Fıkhı Ekber kitabı 321. sayfada ve Ebu Hanife’yi öven birçok yazıda
görebilirsiniz.) Bu arada bu mezhep imamlarıyla beraber Buhari, Müslim,
Tirmizi, Ebu Davud ve diğer hadisçiler de eserleriyle Kur’an’ın önünde
oluşturdukları kalabalığa son vermeliler. Şiiler de bizim imamlarımız
masumdur, onlar hiç hata yapmazlar deyip adeta imamlarına Peygamber’in
ve Kur’an’ın vasıflarını veren hareketlerinden vazgeçmeliler; Kur’an
dışında kaynak, Peygamber dışında din önderi tanımamalılar.
Aleviler de kutsallaştırdıkları dedelerini değil, Kur’an’ı dini
kaynak olarak önlerine almalılar, Peygamber’in soyundan olmanın kimseye
bir üstünlük getirmediğini bilmeliler. Kur’an’da Hz. İbrahim’in
babasının, Hz. Lut’un karısının nasıl sapıttıkları anlatılmaktadır.
Peygamber’ler hayattayken bile yakınları kimi zaman kurtulamazken,
Peygamber’in bilmem kaç göbek öteden torununun torunlarının
torunlarında üstünlük aramak ve bunu yaparken Kur’an’ı, Allah’ın bize
rehber, rahmet ve herşeyin açıklayıcısı olarak gönderdiği kitabı (16
Nahl Suresi 89) unutmak olacak şey değildir. Her mezhebin güzel yaptığı
bir şeyi de unutmayalım. Her mezhep diğerinin hatalarını, diğerinin
eksiklerini çok iyi anlamaktadır. Sünniler, Şiilerin mezhep imamlarını
masum ilan edip onlara körü körüne tabi olmalarını çok mantıklı
eleştirirler. Fakat sonra kendi imamlarını; Hanefi’yi, Şafii’yi,
Malik’i, Hanbel’i tartışılmaz kıldıklarını, din diye Kur’an yerine
onlara tabi olduklarını unuturlar. Bir mezhebe göre bir farzı yerine
getirenin, diğer mezheplere göre haram işlediği birçok husus ortaya
çıkar ve sen Hanefi isen bu doğru, Şafii isen şu, Hanbeliysen öbürü
doğru derler ve Allah’ın indirdiği din bir iken bir sürü din
oluştururlar.
Şiiler’in mezhep imamlarını yüceltmelerini çok iyi algılayan göz ne
yazık ki kendisi de aynen bir imam bulup ona tabi olmuştur, ama aynı
göz onu farkeder, kendini farketmez. Ona sapık der, kendisine ise
yegâne kurtulacak olan fırka, mezhep diye bakar. Evet, belli kişilere
tabi oluyorsanız, nedir sizin farkınız? Çoğunuza göre kendi tabi
olduğunuz kişi en üstün kişi, diğerleri ise sapıktır. Peki, hangi
kritere ve neye göre? Kriteri Kur’an alsaydınız, zaten Kur’an dışında
dini otorite, dini hüküm koyucu aramamanız gerekirdi. Sorun da zaten
burada, Kur’an’ı dinin tek kaynağı yapmıyorlar. Birbirlerini kınayıp,
aynı hataları kendileri yapıyorlar.
Kur’an okunan vahiy olarak, Yaratıcımız’ın din adına bizden
istediklerinin, ulaştırdığı mesajların toplamıdır. Kur’an zamanın
değişimiyle oluşacak yeni durumlara da uygun olacak Allah’ın vahyidir.
Değişim kaçınılmazdır, ama yeni oluşan şartlara cevap vermek Allah’ın
kitabının mucizesidir. Bu mucizevî durum İslam’ın reforma ihtiyaç
hissetmemesini sağlar. Fakat iki zümre, dine karşı çıkan dinsizlik
yobazı ve uydurulmuş dini bir türlü bırakmak istemeyen dinci yobazın
güçleri bu uydurulmuş dine bağlıdır. Dinci yobaz sıkı sıkıya
uydurmalarına sarılırken, diğeri işte dininiz budur diyerek prim
yapmaya, içinden çıkılmaz sistemi gösterip, insanları dinden kaçırmaya
çalışır. Dinci yobaz da kendi dışındakileri cehennemlik ilan ederek
uydurmalarına daha çok sarılır.
Görüldüğü gibi bu iki zümrenin de sermayesi aynı, ama kullanımları
farklıdır. Bu yüzden Kur’an’a giderek dinin düzenlenmesinden en çok bu
iki grup rahatsız olur. Din düşmanı yobaz, dine saldıracak materyalleri
elinden alındığı için bozulacaktır. Dinci yobaz ise geleneğe
dönüştürülmüş yapısı elinden alındığı için kızacak ve aforozlama,
cehennemlik ilan etme mekanizmalarına sarılacaktır. Gelenekçi din adına
bu aforozları yapanların üniversitede kürsüsü olan profesörler;
tarikatların, hiziplerin başları olması; geleneksel yapının sözde aydın
yazarları olması bizi şaşırtmamalıdır. Kur’an bize sosyolojik bir vaka
olarak bir fikir ileri sürüldüğü zaman o fikre ilk önce mevcut yapının
sivrilmişlerinin, elitlerinin karşı çıkacağını ders vermektedir. Bu
yüzden kürsüsünde yıllarca geleneksel dini savunanlar, tarikatını
geleneksel yapı üzerine oluşturan şeyhler, kendi otoriteleri
sarsılacak, yıllarca emek verdikleri karizmaları depreme uğrayacak
korkusuyla Kur’an’ın İslam’ına ilk saldıranlar olacaklardır. Hz. İsa’yı
öldürmeye kalkanların Yahudi din adamlarının önde gelenleri olduğu
şeklindeki tarihsel dersi hatırlamamız, Kur’an’ın İslamı’na karşı
savaşanların din adamı vasfıyla ortaya çıkışlarına şaşırmamızı
engelleyecektir. Dine, din istismarcısının verdiği zararı hiçbir şey
vermemektedir. Bunu Müslümanların çoğu, Hıristiyan engizisyonlarının
insanları din dışı ilan etmelerinde, papazların günah çıkarmalarında
çok iyi görür. Fakat aynı göz ne yazık ki kendi istismarcısının
insanları cehennemlik ilan etmesinde, Kur’an’a ilave yeni din
oluşturmasında aynı hassasiyeti göstermez. Evet, Hıristiyan papazlar
nasıl dini kendilerinin tekeline almak için insanlara zulmettilerse,
aynı zulüm bizim dinimizde de olmuştur. Falanca papazın kerametleri,
üstünlükleri, o yüzden dinlenmeleri gerektiğinin hikâyeleri nasıl
Hıristiyanlıkta anlatılmışsa; bizde de falanca şeyhlerin, imamların,
evliyaların kerametleri, üstünlükleri, rüyalarında Allah’ı bile
gördükleri, bu yüzden onlara uyulması gerektiği anlatılmıştır.
Bize düşen, Emevi saltanatının kendi şahsi görüşlerini dine fatura
ederek başlattıkları yozlaştırmaya, Kur’an’a giderek son vermektir.
Böylelikle insanla çelişik hale getirilen din insanla
barıştırılacaktır. Çözüm yolu reform değil; Kur’an’a uygunluğu ve
dönüşü hayata geçirmek, uydurulan sahte kutsalları reddetmektir. Bu
hareket mezhepleri birleştirme hareketi de değildir. Zaten uydurmanın
birleşmesi de olmaz. Din tektir ve uydurma olanlar atılacaktır.
Mezhepler üstü, uydurmalara dayanmayan Kur’an, temel ve tek dini kaynak
olarak ortaya çıkmalıdır. Emeviler ve Abbasiler Allah’ın dini olan
İslam’da reform yapmışlardır ve sırf İslam olan dini Hanefi İslamı,
Şafii İslamı gibi isimlere dönüştürerek Allah’tan olanı insansal olana
çevirmişlerdir. Bugün yapılması gereken, Allah’ın dininde reform değil,
olsa olsa uydurulan dinde reformdur; yani yeniden yapılanmadır. Bu da
aslında bir reformdan ziyade öze dönüştür.
Türkiye açısından olaya bakarsak Sünni ağırlıkta olan Diyanet kurumunun düzenlenmesi en önemli şart olarak gözükmektedir.
Ne yazıktır ki sorulara Kuran’a dayanarak değil; Sünni fıkhına,
mezheplerin İslamına dayanarak cevap veren Diyanet’e göre hurafe
deyince akla türbelere bez bağlamak, türbelerde mum yakmak gibi şeyler
geliyor. Kendisi gırtlağa kadar hurafelere boğulmuş kaynaklara gönderme
yapan Diyanet’in, hurafe deyince sırf bu tarz şeyleri anlaması ne acı!
Ayrıca imam hatip liselerinde ve ilahiyat fakültelerinde Sünniliğin
Hanefi kolunun hegemonyası ağırlıktadır. Bu mezhepçi anlayış ise
kitlelerin Kur’an’la arasına mezhep duvarı örmektedir. İmam hatip
liselerinde yetişen Sünni Hanefi din görevlileriyle bu mezhepsel
anlayışın devamı sağlanmakta ve Hanefi imamlarla en ücra köylere kadar
Kur’an’ın dini yerine; ilmihal kitaplarından, mezheplerden öğrenilen
din yayılmaktadır. Diyanet kurumundan, ilahiyata, imam hatiplere kadar
her yer tek yanlı Hanefi mezhebinin öğretileriyle doludur. Bu yüzden
başta bu kurum ve kuruluşların değişikliğe uğraması zorunludur. Yoksa
daha uzun yıllar hurafe deyince bez bağlanan, mum yakılan türbelerden
başkasını anlamayacağız. Ülkemizin ikinci büyük mezhebi ise
Aleviliktir. Cami ile aynı manaya gelen ve aynı kökten türeyen “Cem
evi” terimiyle bu mezhebin ibadet yeri bile değiştirilmiştir. Sünniler
ile Aleviler arasında evlilikler yasaklanmakta, bu iki mezhebin
taassubuyla birçok kişi birbirinin cenazesine bile gitmemektedir.
Mezhep taassuplarının dini getirdiği nokta apaçık ortadadır. Irkçı
ayrılıktan daha tehlikeli bir fitneyi bağrında taşıyan bu ayrılığın
kanaatimize göre tek ilacı herkesin mezheplerini bırakıp, yalnız
Kur’an’ın etrafında toplanması, Kur’an’ın helalini helal, haramını
haram bilip, diğer her türlü otoriteyi reddetmesidir. Yoksa ne Hanefi
Alevi olur, ne de Alevi Hanefi. Hele geleneksel İslam’ın yanlış
izahlarından dolayı geçmişte yapılan katliamlar düşünülürse, bu tamamen
imkânsızdır. Tek çıkar yol, Allah’ın değişmemiş kaynağı olan ve ortak
saygınlığa sahip tek kaynağı olan Kur’an’ın etrafında birleşmek;
dedeler, şeyhler, imamlar yerine Kur’an’ı otorite yapmaktır.
Diyanet’e gelince, Diyanet İşleri dini konulardaki açıklamalarında
yöntemini belirlemelidir. Eğer ki Diyanet İşleri’ne göre Hanefi mezhebi
dinen geçerli bir mezhepse her konuda bu açıkça ortaya konmalıdır.
Örneğin kadınlarla ilgili konularda: Erkeğin tüm vücudu cerahat olsa
kadının bu cerahati yalayarak temizlese de erkeğin hakkını
ödeyemeyeceğini, kadının tek başına 90 km’den fazla seyahatinin haram
olduğunu, kadının boşanma hakkının olmadığını, kadının sesinin bile
erkekler tarafından duyulamayacağını, kadının kalktığı yere sıcaklığı
geçmeden oturulamayacağını da Diyanet İşleri açıklamak zorundadır. Yine
Hanefi mezhebine göre İslam dinini değiştiren öldürülür. “Mürtedin
katli vaciptir.” ifadesi ile belirtilen bu hüküm her Müslüman ailede
doğup, sonradan kâfir olan için geçerlidir. Yani Türkiye’deki herhangi
bir kişi dinsiz olursa Hanefi mezhebine göre öldürülür. Hanefi
mezhebine göre namaz zorla kıldırılır, oruç zorla tutturulur. Namaz
kılmayan dövülür ve kılmaya başlayana kadar hapsedilir. (Diğer 3 Sünni
mezhepte öldürülür.) Ayrıca Hanefi mezhebinde kişinin kâfir olması çok
kolaydır. Örneğin “Kadın tek başına 90 km’den uzağa gidemez.” , “Kadın
erkeğin cerahat kaplı vücudunu yalayarak temizlese de erkeğin hakkını
ödeyemez.” gibi hükümlerin veya bunlarla ilgili hadislerin herhangi
birinin saçma olduğunu söyleyen de Hanefi mezhebine göre kâfir olur.
Eğer bir Müslüman, bir Âlimi beğenmeyip ona âlimcik derse kendini
Müslüman sansa da Ehli Sünnet din bilginlerine göre kâfirdir (Bakınız,
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, ‘Ehl-i Sünnet İ’tikadı’). Bu kişi “Ben
Müslüman’ım” diyorsa da Hanefi mezhebine göre kâfirdir ve öldürülmesi
gerekir.(Çünkü Müslüman aileden doğup sonradan kâfir olduğu için
mürteddir.) Yani Hanefi mezhebinin dinen geçerli bir kurum olduğunu
düşünen bir kişi, Türkiye’nin çok büyük bir kısmının dinen
öldürülebileceğini de savunmak zorundadır. Dini anlamada yöntem çok
önemlidir. Hanefi mezhebinde kişinin ne kadar kolay kâfir ilan
edilebildiğini ve sonra öldürülmesine karar verilebildiğini şu olaydan
anlayabiliriz:
Ebu Yusuf, Hanefi mezhebinin 3 kurucusundan biridir ve Ebu
Hanife’den sonra ikinci en önemli adamıdır. Bir gün Ebu Yusuf
“Peygamber’imiz kabak severdi.” der. Bu lafı söylediği ortamda bulunan
bir kişi bu lafın üstüne “Ben kabak sevmiyorum.” der. Ebu Yusuf
“Peygamber’in sünneti olan bir şeyi sevmeyen Peygamber’e karşı gelmiş
olur, Peygamber’e karşı gelen Allah’a karşı gelmiş olur.” der. Allah’a
karşı gelen kâfirliğe dönmüş olacağı için Ebu Yusuf bu şahsın
kellesinin kesilmesi için muşamba ve kılıç ister. Kabak sevmem izahına
tövbe eden adam kellesini zor kurtarır. Bu olay Hanefi mezhebini
savunan kitaplarda Ebu Yusuf’un dini konularda ne kadar titiz olduğuna
delil olarak anlatılır (Bakınız, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Ehl-i
Sünnet İ’tikadı, Sayfa 80).
Eğer ki dini anlamada yönteminiz Hanefi mezhebinin çıkarımlarını
savunmaksa o zaman tüm bu izahları savunmak zorundasınız. Bizim
yöntemimiz belli: Biz din Kur’an’a eşittir, Kur’an dinin tek kaynağıdır
diyoruz. O yüzden bu yöntemimize dayanarak Kur’an’da geçmeyen ve
Kur’an’a aykırı olan Hanefiliğin, Sünniliğin tüm bu izahlarına karşı
çıkıyoruz. Sizin yönteminiz ne? Örneğin Kurban bayramında “Hanefi
mezhebine göre kurban kesmek vaciptir.” diyorsunuz. Bu izahınızla
Hanefi mezhebine göre bir hususu açıklamayı dinle özdeşleştiriyorsunuz.
O zaman Hanefi mezhebine göre insanları dövmenin, hapsetmenin, kesmenin
de ne zaman vacip olduğunu açıklayın. Sizin yönteminiz ne? Yöntemsiz
din anlaşılır mı? Yöntemsiz dini açıklamaya kalkmak kendi görüşünü
dinselleştirmekten başka nedir? Biz uyarıyoruz. Eğer ülkemizde
Sünniliğe ve Hanefiliğe göre dinin anlaşılmaya çalışılması
durdurulmazsa, ülkemiz sürekli din adına ortaya çıkan terör ile
uğraşmak zorunda kalır. Hanefilik ve Sünniliğin ne olduğu açıkça ortaya
konmalıdır ve başta Diyanet İşleri Kurumu bu mezhebin hegemonyasından
kurtarılmalıdır.
Diyanet İşleri’ndeki çalışanlar tahminimizce teröre karşıdır. Fakat
Hanefi mezhebinin izahlarının (tüm Sünni ve Şii İslam’ın da) teröre
olanak tanıdığı da gerçektir. Tüm dünyadaki İslam adına yapılan terör
de işte bu mezhep çıkarımlarına, uydurma hadislere dayanmaktadır. Siz
ne kadar iyi niyetli olursanız olun savunduğunuz sistemi objektif
olarak değerlendirmek ve ortaya koymak zorundasınız.
Ne yazık ki ülkemiz Osmanlı döneminden beri mezhepçi İslamcı görüşle
yönetildi. Osmanlı padişahları Sünniliğin halifesiydiler ve Sünniliğin
dört mezhebinden biri olan Hanefi mezhebindendiler. Bu tarihsel süreçte
dinimiz bu topraklarda Hanefi mezhebi ile eşitlendi. Bugün din adına
ortaya konan kadına bakış açısından, ibadetlere kadar her husus bu
mezhebin izahlarının etkisi altındadır. (Mezheplerin kökleri de Emevi,
Abbasi dönemlerine kadar gider.)
İşte yapılması gereken reform bu uydurma sistemdedir (Mevcut tüm
mezheplerdedir). Fakat yapılan bu reforma dinde reform denmez. Çünkü bu
hareket dinin özüne, kaynağına (Kur’an’a) döndürülüşüdür. Allah’ın
sisteminde reform (değiştirerek yeniden yapılandırma) düşünülemez.
Çünkü Allah’ın sözlerini, Allah’ın hükmünü insanlar değiştiremez. Sünni
mezheplerin, Hanefiliğin dinimizde yaptığı değişiklik (reform) ve bunun
sonucu ortadadır. Yapmamız gereken; Hanefi mezhebinin izahlarını
reddetmek ve Kur’an’a gidip kadına bakış açısından namaza, din adına
her konuyu Kur’an’dan çıkarmak, böylece dinimizi Kur’an’a göre
yapılandırmaktır. Eğer biri bize dini bir konuda bir çıkarım, bir hüküm
söylerse; “Bu izahını neye göre yapıyorsun?” diye sormalıyız. İzah eğer
Kur’an’a dayandırılmıyorsa din adına bir şey ifade etmez. İster şeyh
olsun, ister müftü olsun, dini izahlar, ağzından çıktıkları kişinin
makamına göre değil, Allah’ın kitabı Kur’an’da dayanakları olması
sebebiyle geçerlilik kazanırlar.
Tüm bu felaketlerden kurtuluşun formülü çok basittir: Allah’ın
kitabı Kur’an’ı ele alıp, geri kalan her şeyi bir kenara bırakmak. Tüm
ibadetleri, dini ahlakı, insanlar arası ilişkilerdeki dini gerekleri;
yani hem teoriyi, hem hayatın pratiğini Kur’an’a giderek öğrenmek.
Kur’an’da geçmeyen hususların dinle alakası olmadığını, Kur’an’ın
açıklamadığı konularda Allah’ın kendi tercihimizi belirleme hakkını
bize verdiğini bilmek. Hiçbir mezhebe yüz vermemek, Müslüman ismi
dışında hiçbir isme gerek duymamak. Böylece tek Allah, tek din, tek
kitap etrafında birleşmek. Selam ve Dua İle…
_____________________
KAYNAKÇA:
1- Kollektif, İstanbul Yayınevi, “Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din”, Yayın Yılı: 2000
2- Fevzi ZÜLALOĞLU, Ekin Yayınları, “Temel Kaynağımız Kur’an”, Yayın Yılı: 2004
3- Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Yeni Boyu, “Kur’an’daki İslâm”, Yayın Yılı: 2000
4- Ercümend ÖZKAN, Anlam Yayınları, “Tasavvuf ve İslâm” Yayın Yılı: 2000
5- İbrahim SARMIŞ, Ekin Yayınları, ” Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm”, Yayın Yılı: 2004
6- İmam-ı AZAM, Çağrı Yayınları, “Fıkhı Ekber (Aliyyül’Kari)”, Çeviren: Doç.Dr. Y.Vehbi YAVUZ
7- Ahmed Ziyaüddin GÜMÜŞHANEVİ, Bedir Yayınları, “Ehl-i Sünnet
İ’tikadı”, Yayın Yılı: 1994, Çeviren: Abdülkadir KABAKÇI/ Fuad GÜNEL
8- Nuray PEKDEMİR, Su Yayınları, “Dinde Değil Kur’an’da Reform”, Yayın Yılı: 2000
9- Prof. Dr. Yusuf IŞICIK, Esra Yayınları, “Kur’an’ı Anlamada Temel Bir Problem TE’VİL”, Yayın Yılı: 2000
10- Halis ALBAYRAK, Şule Yayınlar, “Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine (Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri)”, Yayın Yılı: 2000
11- Erhan AKTAŞ, Anlam Yayınları, “Hangi İslâm” Yayın Yılı: 1996
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|