ARİF SARI / İSTANBUL
SORU 1: Meryem suresi 87. ayette ‘‘Allah'ın bu yolda yetki verdiği kimseler dışında hiç kimse bir başkasına aracılık, şefaat edemez.'' diyor. Yetki verdiği kimseler konusunu açıklar mısınız? Burada ne anlatılmak isteniyor?
CEVAP: Öncelikle ayetin anlamını doğru ifade etmemiz gerekir. Ayetin anlamını verirken yanlış mecralara götürecek ifadelerden uzak durmak gerekmektedir. Bu ayetin, bulunduğu yerde ki, anlatılan konu bütünlüğü içerisinde anlatmak istediği mesajın şöyle olduğunu görüyoruz:
"Onlar şefaat edemezler. Ancak o kimsenin (bunu yapabilmek için) Allah katından söz almış olması gerekir." Buradaki söz almak, izin almak, emir almak anlamındadır. Ayetin bu şekildeki ifadesi Türkçe'de ki, gerekçeli karar diye tanımladığımız türden bir anlatım tekniğidir. Şefaat edememenin gerekçesi ise, bu iş için Allah'tan söz, izin veya müsade almak gerektiğidir. Böyle bir müsadeyi ise Allah hiç kimseye verdiğini bildirmemiştir. Aksine şefaatin tümüyle kendisine ait olduğunu (39/43-44), Hesap günü kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğini ve yardım da alamayacağını (2/48,123, 254) ayetleriyle açıklamıştır.
Ayrıca Allah'u Teala, kimseye böyle bir söz vermediğini hem Kur'an'ın bütünlüğü içerisinde vurguluyor, hem de aynı surenin 78. ayetinde Allah'ın ayetlerini inkar edenlerin iddialarını yalanlayarak: "O gaybı mı biliyor, yoksa Allah katından bir söz mü almıştır". "Hayır onun söylediklerini kaydedeceğiz ve azabını uzattıkça uzatacağız."(19/78-79) buyuruyor. Konunun devamı olarak aynı kişilerin diğer düşüncelerini de şöyle anlatıyor:
"Onlar kendilerine bir kuvvet, bir itibar sebebi olsunlar diye, Allah'tan başka tanrılar edindiler."(19/81) "Hayır, taptıkları (hesap günü) onların ibadetlerini tanımayacak ve onlara düşman olacaklardır."(19/82) "Görüyorsun ki, kafirlerin üzerine onları kışkırtan, inkara sevk eden şeytanlar gönderdik."(19/83) "Öyleyse onlar hakkında acele etme. Biz onların günlerini teker teker sayıyoruz."(19/84) "Takva sahiplerini o gün Rahman'ın huzurunda konuklar olarak toplarız."(19/85) "Günahkarları da susuz olarak cehenneme süreriz."(19/86) İşte böyle bir günde Allah'tan başka ilah edinenler ve onlardan şefaat bekleyenlerin "ilahları" için söylenmiş olan bir söz olarak: "Onlar şefaat edemezler. (bunu yapabilmek için) o kimsenin rahmanın katından söz almış olması gerekir."(19/87) buyurulmuştur.
Devamındaki ayette ise yine bunlardan bir kısmının anlayışlarını anlatmaya devamla: "Rahman çocuk edindi" dediler. "Andolsun ki, ortaya pek çirkin bir şey attınız."(19/88-89) buyurularak bu minval üzere devam etmektedir. Sonunda yapılan bu işin dehşetinden: "Gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp göçecekti.", "Oysa çocuk edinmek Rahman'ın şanına yakışmaz." (19/90-92) denilmektedir.
Bu anlam örgüsü ile devam eden bölümde şefaat bekleyenler müşrikler; şefaatleri beklenenler de Allah'tan başka edinmiş oldukları ilahlarıdır. Bu olayın Müslümanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Şefaat düşüncesi başından beri ne Müslümanların meselesi olmuş; ne de bu konuyu İslam ortaya koymuştur. Özellikle Kur'an'ın muhataplarının zihninde saplantılı bir şekilde bağlandıkları bir inanç tarzı olarak bulduğu bir konudur. Kendi sunduğu Allah ve ahiret tasavvuruna uygun bulmadığı için kaldırmaya çalıştığı ve bunu da diğer konulardaki tüm emir ve nehirlerde kullandığı tedricilik, anlatımda çeşitlilik, gerekçelendirerek reddetme gibi usullerin her birini değişik vesileler ile kullanarak devre dışı bırakmıştır. Ne gariptir ki, Kur'an'ın devre dışı bıraktığı bu anlayış, değişik sebep ve yollarla yeniden Müslümanların gündemine girebilmiştir.
Görebildiğimiz kadarıyla bu anlayışın değişik dozlarda ümmetin gündemine girmesi toplumdaki sahih Allah inancının bilinmesiyle alakalıdır. Tevhit anlayışının toplumda arı-duru anlaşıldığı zamanlarda bu anlayışlar iltifat görmezken, dini inanışların tevhidî özelliğini kaybedip birer kültürel motif haline geldiği dönemlerde, yarı ilahların oluşmasına paralel olarak bu düşünce toplumdaki yerini almıştır. Toplumun zihnindeki Allah tasavvuru krala, padişaha veya devlet başkanına benzediği için, ilişkileri de bu seviyede sürdürme düşüncesini doğurmuştur. Buna bağlı olarak da kendiliğinden aracı şahıs ve kurumlar ortaya çıkmıştır.
Bu düşünceye sadece bu coğrafyada değil farklı versiyon ve tezahürleriyle her din ve toplumda rastlamak mümkündür. Belirli boyutlarıyla Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da benzer anlayışlar görülmektedir. Bizim müfessirlerimizin bir çoğunun başvuru kaynağı olan israiliyyat olması nedeniyle bu konuda da etkilenmiş olduklarını düşünmek garip olmasa gerek. Nitekim şefaat konusunu üslup ve semantik açıdan inceleyen Yaşar Düzenli'nin Müfessirlerimiz hakkındaki tespitleri şöyledir:
"a) Yaptıkları tefsirlerde müfessirlerimizin belirli bir ön kabulden hareket ettikleri dikkat çekmektedir. Bu ön kabulün oluşmasında mezhebi yaklaşımların ve bu yaklaşımları meşrulaştırmak için kullanıldığı çok belirgin olan hadis rivayetlerinin etkisinin büyük olduğu tespit edilmektedir. Bu noktada dikkat edilen, hadisin sıhhatinden ziyade, ilgili iddiayı destekler mahiyette olup olmadığıdır.
b) Bir başka önemli husus, müfessirler arasında her ne kadar Kur'an'ın Kur'an'la tefsiri bir ilke olarak her zaman savunulmuşsa da, uygulamada bu ilkenin pek fazla dikkate alınmadığı, bu yüzden de çoğu kere Kur'an'ın bütünlüğünün gözden kaybolduğu görülmüştür. Kur'an'ın bütünlüğünün gözden uzak tutulması, aynı zamanda Kur'an'ın dünya ve ahiret görüşünün de parçalanması sonucunu doğurmuştur.
c) Kur'an'ın nüzul süreci ve bu süreç dahilinde tedriciliğin sadece ahkam ayetleri kapsamında düşünülmüş olması, gaybî bir çok hususun anlatımında -gaibin şahide kıyası şeklindeki üslup gereği var olan- haberlerdeki tedriciliğin göz ardı edilmesine sebep olmuştur." (Yaşar Düzenli, Kur'an ve Şefaat, s.290)
Yaşar Bey'in müfessirler hakkındaki tespitlerini aynıyla meal yapan kardeşlerimiz için de söylersek mübalağa yapmış olmayız. Hadislerde yer alan şefaat anlayışını bir ön kabul olarak benimsemeleri nedeniyle, herhangi bir meali okuyan kimse, şefaat anlayışını İslam'ın olumladığı anlamını çıkartmaktadır. Bu durum sadece bu konuyla sınırlı da değildir. Kur'an'ın genel geçer kırmızı çizgilerine gereken ihtimamın gösterilmemesi, kitabın kendi içinde bile çelişkiler oluşturmuş ve geleneksel kabuller meşruiyet kazanmıştır. Şefaat anlayışı bunun en açık örneğidir.
Konunun başına dönecek olursak, Meryem suresinin 87. ayetiyle kimseye yetki verilmemiş. Böyle bir eylemi yapabilmek için mülkün sahibi olan Rahman'ın katından söz almanın gerekliliği vurgulanarak Allah'ın mülkünde kimsenin dilediğini yapma imkanına sahip olmadığı bildirilmiştir. Ayrıca müşriklerin şefaat bekledikleri ilahları için şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Allah'tan başka taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Yeryüzünde ne yaratmışlardır gösterin bana. Yoksa onların ortaklığı göklerde midir? Yoksa onlara bir kitap verdik de onlar bundan bir delile mi dayanıyorlar? Hayır, o zalimler; birbirine ancak aldatıcı şeyler vadederler."(35/40)
"Onlar, Allah'ı bırakıp, Allah'ın kendisine hiçbir delil indirmediği, kendilerinin dahi hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylere tapıyorlar. Zalimlerin hiç yardımcısı yoktur."(22/71)
"Onların hepsi, kıyamet günü O'nun huzuruna tek olarak gelecektir."(19/95) Ayetin siyak ve sibakında verilen mesaj budur. Onların tezlerinin haklılığına hiçbir imkan tanımadığını görüyoruz.
http://www.iktibas.org/index.php?option=com_content&view =article&id=526:efaate-ayetler-zin-veriyor-mu-&catid =42:mektuplar