Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Mekke
müşrikleri gerçek ALLAH inancının yayılmasının kendi sonları olduğunu
çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden Kabe’yi ve çevresini yüzlerce put ile
doldurmuşlar ve putlara tapınma zorunluluğu koymuşlardı. Orada yaşamak
için ya müşrik olacaktın, ya da o diyardan kaçacaktın. Başka çare
yoktu. Nemrut’un, Firavun’ un zulmü gibi aynı baskı sürüp gidiyordu.
Hz.İbrahim,
Hz. İsmail’i Mekke toprağına macera olsun diye bırakmamıştı. Son Nebi
gelinceye kadar Hz. İsmail evlatları Mekke’de yaşamak zorunda idi.
Hanif olarak kalmak zorundalardı. Belli bir dönemden sonra "Açık
Haniflik" imkansız hale gelince Son Nebî’yi hazırlayan silsile "ilm-i
siyaset" yaparak "Gizli Haniflik" yöntemini kullandılar. Kutlu Dede
Abdul Muttalib ve Kutlu Amca Ebu Talib, Son Nebî’ nin son şansları
konumundaydılar. Eğer ki onlar küçük bir açık verselerdi anında
katledilirler ve Son Nebî henüz doğmadan yok olurdu.
Zannedersem
aklınızdan şöyle bir itiraz geçiyor: Allah başka sebepler yaratarak
Hz.Muhammed’i yine de peygamber yapardı. Olay günümüzden bu kadar basit
görünüyor. Bunun da sebebi bizlerin tekrar ALLAH inancı ile tanrı
inancını birbirine karıştırmamızdan kaynaklanıyor.
ALLAH
denildiği zaman biz de müşrikler gibi ötelerden birilerini destekleyen
birilerini de köstekleyen çok ulu bir tanrı zannediyoruz. Gizli
hanifler bizim gibi düşünmüyorlardı.
Ben korursam ALLAH da korur ,
Ben hazırlarsam ALLAH da hazırlar,
Ben yaşarsam ALAHda SON NEBÎ’yi yaşatır, gerçeğiyle yapa yalnız kalmışlardı.
Bize
tanrısal bir planmış gibi gelen bu gerçeğin iç yüzünü merak edenler,
Abdul Muttalib’in, Ebu Talib’in, çektiği acıları çileleri tarih
sayfalarından incelesinler. Şunu göreceksiniz ki, "Allah korusun",
"Allah yar ve yardımcısı olsun" gibi sözlerle savsaklama yapmamışlar.
Kanlarının
ve mallarının son damlasına kadar BEN KORURSAM ALLAH DA KORUYACAKTIR,
gerçeğiyle kendilerini ateşe atmışlar ve SON NEBÎ’yi bizlere hediye
etmişler.
kemal gökdoğan
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
İslâm’ın ortaya çıkmasından hemen önce hem Kureyş putperestliğine karşı
gösterdikleri dirençle, hem de kitap ehli Hristiyanlık ve Yahudiliğe
karşı koydukları mesafeli tutumla dikkatleri üzerlerine çekmiş olan
Hanifler, tevhid inancının bütün yarımada boyunca yayılmasında ve
İslâm’ın ortaya çıkmasında hazırlayıcı bir rol oynamışlardır.
Sayılarının azlığına ve zühdü temsil eden münzevi ve münferit
yaşamlarına rağmen, hem sürdükleri sade hayat biçimiyle, hem de soy,
bilgi ve kültür bakımından temsil ettikleri değerlerle, Cahiliye
döneminin öne çıkan unsurları olmayı başarmışlardır. Kur’ân’ın da
övgüyle andığı (el-Hac, 22/30-1) bu zümre, tevhid esasına dayandığını
söyledikleri Hz. İbrahim dininin muhtelif coğrafyalara taşınmasında
önemli rol oynamıştır.
dr.nihal şahin utku
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
98 &nbs p; &nbs p; &nbs p; &nbs p; &nbs p; Yrd.Doç. Dr. Sıddık ÜNALAN ______________________________________________________ ______________________ 6-Haniflik Arabistan’da putperestliği reddettikleri halde, Hristiyan, Musevi ve Zerdüşt dinine mensup olmayan kimseler vardı, bunlar Haniflerdi. Hz. Mu- hammed’den önce Arap yarımadasında Hanif adıyla bazı muvahhidler çık- mıştır. Bunlar Hristiyanlığı ve Yahudiliği reddeder, Hz. İbrahim’in dinini araştırır ve bu dini diriltecek yeni bir peygamberin gönderilmesini beklerler- di. Hz. İbrahim ki Arapların büyük atası ve Kabe’nin kurucusuydu. Fakat henüz bir peygamber gönderilmediğinden içlerinden bazıları Yahudiliğe bazıları Hristiyanlığa meyletmişlerdi. Çünkü bu dinler hiç olmazsa bazı yön- lerden Hz. İbrahim’in dinine uymaktaydı. Lakin onların dindarane fikirleri ümmete sirayet etmedi. Hanifler İslam dininin müjdecileri mesabesinde olup bu şekilde Hz. İbrahim’in dinini ihya edecek bir peygamberin gönderilmesi zamanının olduğunu insanlara tebliğ ederlerdi.79 İslam’ın ortaya çıkışı esna- sında mevcut olan son hanifler ve haniflik bir cemaat manzarası arz etmekle beraber daha önceki zamanlarda haniflik bir din olarak var olmuştur. Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği ve oğlu İsmail’in devam ettirdiği bu din, Hicaz’da uzun süre varlığını devam ettirmiştir. Ancak İslamiyet’in zuhurundan bir süre önce Arap yarımadasında putperestlik zuhur etmiş, haniflik inancı put- perestlikle karışmıştır. Bu yüzden Hz. İbrahim’in saf monoteist inancı bo- zulmuş, böylece Yahudilik ve Hristiyanlığın uğradığı akıbete maruz kalmış- tır.80 Bu akide hakkında mevcut olan malumatın pek çoğu Kur’an’a dayan- maktadır. Kur’an’ın ifadesiyle Hz. İbrahim Yahudi ve Hristiyan olmayıp Hanif ve Müslüman’dır.81 İslamî kaynaklarda hanif kelimesine temiz ve Allah’ın birliğine inanan gibi anlamlar verilmiştir. Hz. İbrahim de lekesiz bir muvahhid olarak kabul edilmiştir.82 Diğer taraftan Arap yarımadasında Haniflerden başka birçok muvahhid mevcut olup, bunlar Allah’ın birliğine ve kıyamet gününe inanıp, içki ve zina gibi birtakım kötülükleri kendilerine yasak kabul ediyorlardı.83
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
(Bel millete ibrâhîme hanîfâ, vemâ kâne minel-müşrikîn) Bel burada bir edattır; "Hayır öyle değil, aksine, tam aksine, bilakis" demek.
(Millete ibrâhîme) "İbrahim'in milleti." Buradaki millet
kelimesi bizim şimdiki kullandığımız millet kelimesinden farklı. Burada
millet din mânâsına geliyor, "İbrahim'in dini" demek. Yoksa öyle
insanlardan müteşekkil, ulus teşkil eden insan topluluğu mânâsına
değil. "Bilakis, İbrahim'in dinine girin!"
Şimdi bu hanif kelimesi üzerine çeşitli izahlar yapılmış. Deniliyor
ki: "Ey müstakimler yâni dosdoğru olarak, dosdoğru kişiler olarak, hiç
eğikliği olmayan kişiler olarak, İbrahim'in dinine tabii oluruz, o
zaman hidayet üzere oluruz. Siz de gelin oraya girin! Çünkü İbrâhim de
sizin hürmet ettiğiniz, atamız dediğiniz peygamberiniz. Ona tâbi
olunuz!" diye sen öyle teklif et ey Rasûlüm diyor.
Şimdi hanîfâ'dan maksad müstakîmâ mânâsına. Bazıları, meselâ Mücâhid (Rh.A) demiş ki: "Muhlisâ, yâni ihlaslı bir kişi olarak, ihlas ile İbrahim'in dinine girmiş kimseler olun!"
Çağırdığınız yol doğru değil. Çünkü siz zaten İbrahim AS'ın, İshak
AS'ın, kendi peygamberlerinizin öğrettiklerini tam tesbit
edememişsiniz. Kaybolmuş, yanlış inançlar çıkmış ortaya... Kendi
aranızda da yüzlerce mezhep çıkmış. Hangisinin doğru olduğu kendi
aranızda münakaşa ediliyor. söylüyor. "En iyisi öyle değil de asla,
asıl kaynağa dönün, İbrahim AS'ın dinine ihlâslı olarak girin!" diye
onlara buyuruyor. Yâni hanif, muhlis mânasına kullanılıyor.
İbn-i Abbas'tan ilginç bir rivayet de: Buradaki hanîfen demek,
hâccen, yâni hacı olarak, haccetmiş olarak. Bu izaha Hasan-ı Basrî,
Dahhâk ve Atiyye ve Süddî de katılmış. Halbuki, biz o mânâyı burada
okumasaydık hiç aklemezdik. Çünkü el-hanif demek, (ellezî yestakbilül-beyte bisalâtihî)
"Namazında Beytullah'a dönen" mânâsına. Aslında meyleden, temayül eden
demek hanif kelimesi lügat mânâsıyla. Beytullah'a temayül eden olduğu
için, "Haccederek, Beytullah'a yönelerek, İbrahimin dinine girin!"
denmiş oluyor. Yâni gücü yeterse haccetmek niyetinde olarak mânasına.
Mücâhid, Rebi' ibn-i Enes (Rh.A), hanîfâ'dan maksat müttebian demek; yâni ittibâ ederek, uyarak, emir tutarak, söz dinleyerek mânasına.
Ebû Kılâme demiş ki: El-hanif demek, (ellezî yü'minü min rusûli küllühüm min evvelihim ilâ âhir)
Araplar arasında bazı kimseler hanif diye isimlendirilirdi. Peygamber
Efendimiz'in asr-ı saadetinde veya ondan biraz önceki devrede
kullanılan bir kelimeydi. Falanca haniflerdendi demek, "Müşriklerden
değildi, eski peygamberlerin hepsine inanan, hepsine saygılı olan"
mânâsına gelirdi.
Öyle kimseler vardı. Bunlar İslâm gelmeden evvel, evvelinden âhirine
kadar bütün peygamberlere inanmış, geniş görüşlü, makbul kimselerdi.
Peygamberlerin evveli Adem AS, âhiri Peygamberimiz Muhammed-i Mustafa; aleyhimüs-salevâtü vet-teslîmât, hepsine salât-ü selâm olsun. Hepsine birden inanan demek oluyor.
Tabii bu hakkàniyeti kabul etmekten, hakka mütemayil olmaktan doğan
bir davranış. Herkes böyle yapmaz, birisini tutar ötekisini reddederse;
o da Allah'ın sevgili kulu... Sen bunu tutup ötekisini reddedince,
Allah'ın sevmediği işi yapmış oluyorsun. O zaman bindiğin dalı da
kesiyorsun. Çok yanlış oluyor. O da Allah'ın Peygamberi ise, bu da
Allah'ın Peygamberi ise; ikisinden birini tutup da ötekisine düşmanlık
etmek, Allah'ın sevmediği bir şey... En iyisi haniflik, yâni hepsini
kabul etmek.
O zaman, o teklif eden kimselere, "Bütün hepsini kabul eden bir
kimse olarak İbrahim'in dinine gelin, ona girin! O zaman hidayet üzere
olursunuz." cevabı verilmiş oluyor.
Katâde demiş ki, hanif kelimesinden yâ-yı nisbet ile hanifiyye, yâni haniflik kelimesi kullanılıyor Araplar arasında... Bu ne demek?.. (Şehâdetü en lâ ilâhe illallah) "Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmek" demek.
Arapların Kâbe'yi putlarla doldurduğu cahiliye devrinde,
Arabistan'da putların bir işe yaramaz, bâtıl inanç mahsulü, faydası
zararı olmayan taş parçaları olduğunu bilen ve yüce Allah'a inanan
insanlar da vardı. Aklı başında, dengeli, hakka mütemâyil, doğruyu
söyleyen, Allah'ın bir olduğunu, ondan başka ilah olmadığını bilen;
böyle insanların şekil verip, yontup da, karşısına dikip de
tapındıkları şeylerin aciz olduğunu, onlardan bir şey istemenin de
yanlış olduğunu bilen insanlar vardı. Çünkü kendilerinden evvel, yüce
Allah'ın varlığını birliğini anlatan nice peygamberler geçmiş, o güzel
bilgiler kendilerine ulaşmıştı.
Tabii bu inancın içine, eski cahiliye devrinde, cahiliyeci Arapların
yaptığı kötü bir takım şeylerin karşısında olmak da giriyor. Meselâ
cahiliye Arapları anneleriyle evlenirlermiş, teyzelerle, halalarla,
kızlarla evlenirlermiş. Bu yanlış uygulamalara karşı çıkan, Allah'ın
haram kıldığı şeyleri haram bilen ve sünnet edilmeyi kabul eden
kimseler varmış. Haniflik bu.
esad coşan
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Kur'an'da
dini bir grup olarak haniflerden bahsedilmez. Fakat müşriklerden farklı
olarak hanif denilen insanların varlığına dair çok sayıda rivayet
vardır. Aramice hanfa, hanpa, Suryani-Hristiyan kilisesinde dini
ilimler sahasında zamanla Hristiyanlıktan dönmüş olan kimseyi
nitelemeye başladı. Roma İmparatoru Julian the Apostat'e (dönme Jülyen)
Yulyana Hanpa denilirdi. Aynı terimin Hristiyan kilisesinin
öğretilerine tamamıyla tabi olmadıkları halde dinlerinin Hristiyani
unsurlar taşıması sebebiyle maniheistler ve sabiilere de uygulandığı
görülür. Kelimenin Hristiyan dini ilimler yoluyla girdiğini kabul etmek
pek mümkün değildir. Gerçekten Aramice'den alınma olsa bile Arap
diliyle bütünleşmesi çok daha önceleri vuku bulmuş olmalıdır. Zira
Araplar onu daima asli anlamı içerisinde, yani günahtan ve
dünyevilikten dönüp uzaklaşma anlamında kullanmış, asla sapkınlık
anlamında kullanmamıştır. Cahiliye şiirinde bu kelime "dürüst bir
adam", "puta taparlıktan dönüp uzaklaşan kişi", "Tek Allah'a ibadet
eden" anlamlarında kullanılmıştır. Terim, Kur'an ve hadislerde de bu
anlamda kullanılmıştır. Tehannuf, İslam öncesi zamanların Allah'ı
arayan muvahhidlerinin, esasen uzun gece ibadetleri ve dualarından
müteşekkil gayretli ibadetleri anlamına gelmeye başladı. Kur'an'da
İbrahim ismiyle ilgili olarak yaygınlık kazanmıştır. Haniflik muvahhid
bir dine tekabül eder. Rivayetlerin kaydettiği haniflerden meşhurları
şunlardır:
İlk vahiy geldiğinde Hz. Peygamber'i teskin eden Varaka b. Nevfel. Habeşistan hicretine katılan,burada
İslam'ı terk eden ve Hristiyanlığı kabul eden Ubeyd b. Cahş. Bizans
İmparatoru'nun sarayında Hristiyan olduğu ve burada yüksek bir makama
tayin edildiği söylenen Osman b. El-Hüveyris.
Hz.
Ömer'in yeğeni, sahabi Said b. Zeyd'in babası Zeyd b. Amr b. Nufayl,
yerleşik dini geleneğe aykırı davranışları sebebiyle akrabaları
tarafından kötü muameleye tabi tutuldu. Hz. Ömer'in babası Hattab,
Kureyş'i ona boykot uygulamaya tahrik etti. O da Mekke'yi terk etmek
zorunda kaldı. Zeyd, "Allah koyunu yaratır, onun için gökten su indirir
ve yerden onun gıdasını bitirir, sonra siz onu Allah'ınkinden başka bir
adla boğazlıyorsunuz." diyerek putlar adına kesilen kurbanları yemezdi.
"Ey Kureyş halkı, Allah'a yemin ederim, benden başka hiçbiriniz
İbrahim'in dinini takip etmiyorsunuz." diyordu. Kız çocuklarının
öldürülmesini engelliyor, bakımını üstleniyordu.
Diğer
bir hanif Ümeyye bin Salt için Hz. Peygamber "Şiiri müslüman oldu,
kendi küfürde kaldı" demiştir. Haniflerin bir kısmı İslam'ı kabul etmiş
bir kısmı ise hayatlarının sonuna kadar kendi inançlarında devam
etmişlerdir. Hatta bazı haniflerin diğer müşriklerden daha sert bir
şekilde İslam'a saldırdığı da zikredilir.
oktay altın
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
İnsanlar, genelde dünya coğrafyasında, özelde ise Mekke’de, Yüce bir
yaratıcı olarak Allah’a inanılmakla birlikte, birçok sahada yetkileri
gasp edilmiş; bir kısım sahalarda ise tesir gücü kırılmış bir halde,
O’nu hayatın dışına itmişlerdi. Âlemlerin Rabbinin, âlemlerle
bağlantısı yok sayılarak oluşturulan sosyal hayatta kaçınılmaz bir
şekilde; zalimler-mazlumlar, zenginler-fakirler, ezenler-ezilenler,
ileri gelenler ve diğerleri şeklinde bir tasnif belirginlik kazanmıştı.
Alınıp satılan Bilallar, toprağa gömülen
Sümeyyeler, eşkıyalık tabiatları haline gelen Gıfarlılar, üvey
anneleriyle evlenen Nüfeyl oğlu Amrlar, ezilen, horlanan yetimler,
fakirler ve yolda kalmışlar, insanlığın makûs kaderi olarak kabul
görmeye başlanmıştı.
“Biz ise, yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunmak ve onları önderler yapmak istiyoruz.”(Kasas,5)
Mustazafların
söz sahibi olmasını irade buyuran, bir gücün sesiydi bu. Kala
alınmayanları kala alan; itilen kakılanların elinden tutan;
onursuzlaştırılan, şahsiyeti elinden alınanları; izzetli kılacak, yeni
bir toplum ve şahsiyet inşa edecek ilahi nefesin gölgesi, insanlığın
üzerine düşmüştü..
Tüm temiz vicdan sahipleri gibi
Muhammed’de(as) bu süreçten rahatsızdı. Yeri geldiğinde -sürece tesir
etmek için- Hılfu'l- Füdul’un, (Erdemliler Dayanışmasının) kurucu
üyeliği gibi, aktif roller üstlenerek, rahatsızlığının çözümüne yönelik
adımlar atacaktır. İnsanların kavimleriyle anıldıkları ve o şekilde
tanındıkları bir dönemde O, “El-Emin” şeklinde birey olarak ve özel bir
tanımlama ile tanınacaktır.
El-Emin tanımlaması,
Mekkelilerin bulduğu bir ifade olmasının yanı sıra Hz. Muhammed’in
haniflerden birisi olarak değerlendirilmediğinin de göstergesi gibiydi.
Oysa o günün Mekke’sinde “Haniflik” şeklinde bir din ve bu dinin hanif
diye bilinen; puta tapmayan, zina etmeyen, içki içmeyen, kumar
oynamayan, insanları mevcuttu. İfadelerden de anlaşılacağı üzere o
günün Hanifleri kendilerini pasif bir duruş üzerinden tanımlıyor
insanlara ne yapacaklarını değil, daha ziyade ne/neler yapmayacaklarını
söylüyorlardı.
Yaygın olarak o günkü Haniflerin
tekrarlaya durdukları, toplumdan uzaklaşma, bir mağaraya, uzlet
hayatına çekilmeye ve bu münzevi duruşa o günkü insanlar
“tahannüf”(Arınma, iyileşme) ismini takmışlardı.
Burada
dikkat çekici bir benzerlik ise, Hz. Muhammed’in de 35 yaşından sonra
tenhalara çekilmeye başlamış olmasına rağmen -özellikle de son 2 yıl bu
çekilmenin gittikçe artan bir hal almasına karşın, ne o günkü
Mekkeliler ne de tarih araştırması yapanlar tarafından kendisinden bir
Hanif olarak hiç bahsedilmemiş olmasıdır.
Şu sorunun cevabını
düşünmek gerekiyor; Hz. Muhammed(as) Haniflerle örtüşen birçok
davranışına rağmen niçin bir Hanif olarak nitelendirilmemiştir:
—Hanifler
ne yapılacağına dair bir söylem ve eylem projesine sahip değillerdi,
Hz. Muhammed ise ne yapılması gerektiğine dair fikri bir sancı
çekiyordu.
—Hanifler, tahannüf ibadeti akabinde yine
de toplumun içinde gözükmüyor, kendi köşelerine çekiliyorlardı. Hz.
Muhammed ise, el-Emin şeklinde yansıyacak, Hacerü’l-Esved meselesinde
olduğu gibi hakemliği herkes tarafından kabul görüp, toplumsal bir
mutabakat zemini oluşturacak kadar hayatın içinde birisiydi.
—O’nun
tahannüfü toplumdan ve toplumsal sorunlardan bir kaçıştan ziyade
insanlığın gidişatı için kafa yormak ve meselelere kuşbakışı bakmak
üzere kurgulanmıştı.
Son 2 yılında, özellikle de
son 6 ay içerisinde toplumdan ayrılışının sıklığını ve kalış süresini
uzatmaya başlamıştı. Seçtiği yer Nur dağındaki (bir deyişe göre de Hira
Dağındaki) Hira mağarasıydı. Mekke’ye 3 mil uzaklıkta ve zirveden 22
metre aşağıda bulunan bu yer, bir mağaradan daha ziyade; kayaların
çökmesinden meydana gelen bir kaya boşluğu şeklindeydi. Ayakta duran
bir kişinin başı tavana değmeyecek kadar yüksekliğe; sağa sola
yatıldığında da ayakların karşı tarafa değmeyeceği bir genişliğe sahip
olan bu mütevazı yerin, dik ve tırmanışı zorlu bir noktada olmasının
yanı sıra en belirgin özelliği mağara ağzındaki teras şeklinde
nitelendirebileceğimiz bir düzlüğün bulunmasıydı. Bu düzlükten
bakıldığında tüm Mekke ayaklar altındaydı. Kâbe ve onun etrafında
şekillenen sosyal hayat ayan beyan tüm netliği ile ortadaydı. Hz.
Muhammed bu teras kattan toplumun adeta röntgenini çekiyor ve
insanların gidişatını, “Nereye bu gidiş?” noktasında tefekkür ediyordu.
Hira’nın bu stratejik konumu Hz. Muhammed’i,
toplumsal meselelerden kaçan, uzlet hayatına kendini alıştıran, bir
lokma bir hırka muhabbeti yapan sufli bir hayat tarzını benimsemiş biri
olmaktan, epeyce uzaklara götürüyordu.
Hira mağarası
ile ilgili tarihi verilerden anlaşıldığı kadarıyla, aynı mağaraya
tahannüf ibadeti için büyük haniflerden Zeyd b. Amr ve peygamber’in
(as) dedesi Abdulmuttalib’in de, geldiğine yöneliktir. Buradan
hareketle de Hz. Peygamber’in(as), Hira mağarasını tespit etmesi zor
olmamıştır. Muhtemeldir ki; dedesinin yanında 6–8 yaş arası 2 yıl kadar
kalan Muhammed(as), dedesinden burasıyla ilgili olarak bir şeyler
duymuş veyahut ta bizzat dedesi tarafından bu mağaraya götürülmüş
olabilir.
Zira peygamber (as) bu mağaraya bazen eşi
Hz. Hatice’yle birlikte gelirdi… Son dönemlerde gördüğü rüyalar
aynısıyla gerçek hayatta da tezahür etmeye başlamış olan peygamber (as)
bir gün eşi Hz. Hatice’yle birlikte Hira mağarasında iken, rüyasında
daha önce hiç görmediği birisi geldi ve kendisine,
—Oku, dedi. Peygamber(as),
—Ben okuma bilmem, diye yanıt verdi.
Bunun üzerine melek onu tutup takati kesilinceye kadar sıktı ve yine,
—Oku, dedi. Hz. Peygamber yine aynı cevabı verdi:
—Ben okuma bilmem, dedi.
Bu olay üç defa tekrar etti ve üçüncüsünde Hz. Peygamber;
—Ne okuyayım, dedi. O zaman melek;
“Yaratan
Rabbi’nin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku!
Rabb’in kesintisiz kerem sahibidir. O, kalem ile öğretendir. İnsana
bilmediğini O öğretti.” (Alak Suresi, 1–5)
Görülen
bu rüya kısa bir süre sonra aynısıyla gerçek oldu. Tek farkı
Peygamber(as), bu sefer mağarada yalnızdı ve uyanıktı. Anlatılan
olaydaki meleğin peygamber’i(as), sıkıp sıkıp bırakması sanki O’na
bunun bir rüya olmadığını göstermek için gibiydi.
Olayın
etkisinde kalan nebi’nin(as) çıkışı zorlu olan o mağaradan nasıl bir
telaşla indiğini bilemiyoruz. Ama kendini öncelikle eşi Hz. Hatice’nin
evine attı ve beni örtün diye buyurdu. Bir müddet sonra teskin olan Hz.
Muhammed(as), olup bitenleri eşiyle paylaştı:
“Sen, Kitabın sana verileceğini ummazdın..” (Kasas Suresi, 86) “Sana da emrimizden bir ruh verdik. Sen (daha önce) kitap nedir, iman nedir bilmezdin..”(Şura Suresi, 52)
“Bana
ne oluyor? Yoksa cinler mi musallat oluyor?” şeklinde düşünen Hz.
Muhammed’e, eşi Hz. Hatice karşı çıkıyor, moral veriyor ve şunları
söylüyordu:
“Olumsuz düşünme, rahat ol. Yemin ederim
ki, Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, sözün
doğrusunu söylersin, işini görmekten aciz olanların yardımına koşarsın,
yoksullara destek olur, onlara kimsenin yapmadığı iyilikleri yaparsın.
Hak yolunda gerçekleşenler karşısında insanlara yardım edersin.”
gazi kılıçparlar
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Hz. İbrahim'in tebliğ ettiği tevhid akidesini koruyan ve Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce Allah'ın birliğine
iman edenler. .
Sözlükte; hanif masdarından bir sıfattır. Hanef dalaletten doğruluğa çarpıklıktan düzgünlüğe meyletmek demektir. Nitekim doğruluktan eğriliğe haktan haksızlığa meyletmeye de cim ile cenef denir. Şu halde hanifin asıl mefhumu eğriliği bırakıp doğrusuna giden demektir. Bu mefhum ile örfte İbrahim (as)'ın milletine isim olmuştur ki; başka dinlerden batıl ilanlardan kaçımp yalnız bir olan Allah'a eğilen Müvahhid demektir (Okyanus Mütercim Asım Efendi Hanef ve Hanîf maddeleri; Hak Dini Kur'ân Dili Elmalılı Hamdi Yazır VI 3821).
Hanif'in çoğulu Hünefâdır.
Bazı Müfessirler haniflerin hacılar sünnetli olanlar ananın mahremlerin nikahını haram tanıyanlar namazda kıbleye yönelenler İbrahim'in dinine uyanlar
anlamlarına geldiğini yazmışlardır. Bunlardan başka Ebu Kilâbe'ye göre:
Peygamberleri arasında hiç birini ayırt etmeyiz (el-Bakara
2/285) âyetinin işaretiyle peygamberlerin hepsine iman edenler anlamına
gelir. Dinin hepsini cami' olanlar diye de tarif edilmiştir ki bu son iki tarif birbirine yakındır. Ancak bu tariflerin çoğu mefhumu ile değil bazı özel durumlarda tarif edildiği için tam tarif değildir. Bazı açıklamalar için nakledilir.
Din istilahında ise: Daha önce geçtiği gibi bütün bâtıl akidelerden
İslâm'a meyletmektir. Bütün peygamberlere iman ve her dini içine almak
da bununla olur. Bütün kitaplar ve Peygamberler dini yanlış akidelerden
kurtararak Allah katında gerçek din İslâm'dır (Alû İmrân
3/19) âyetinde olduğu gibi hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a
ibadet etmek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek için gönderilmişlerdir.
Onun için ehl-ı Kitab da bununla emrolunmuşlardı.
Kurân-ı Kerim'de Hanif kelimesi on yerde hanifler ise iki yerde zikredilmiştir:
1- (Yahudi ve Hristiyanlar Müslümanlara) Yahudî veya Hıristiyan olunki doğru yolu bulasınız dediler De ki (Habibim) Hayır (biz) Muvahhid (Allah'ı bir tanıyarak ve müslim) olarak İbrahim'in dinindeyiz. O Allah'a müşriklerden (eş tutanlardan) değildi (el-Bakara 2/135).
Kur'ân-ı Kerîm'de hanif kelimesinin müslim kelimesiyle beraber zikredildiği her yerde hanif kelimesi hacı anlamına gelmektedir. Ancak yalnız başına zikredildiği yerde ise Müslüman manâsına gelmektedir (H. Basri Çantay Kur'ân-r Hakim ve Meâl-i Kerîm I 40).
2- İbrahim ne bir yahudî ne bir hristiyandır. Fakat o Allah'ı tanıyan (Hanif) dost doğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi (Alu İmran 3/67).
Görüldüğü gibi bu ayette hanif kelimesi müslüman manasına gelmektedir.
3- De ki; Allah (sözün) doğru(sunu) söylemiştir. Onun için Allah'ı birleyici (hanif) olarak İbrahim'in dinine uyun. O müşriklerden değildi (Alu İmran 3/95).
4- Îyilik yaparak kendisini Allah'â teslim edip Hakka yönelen Muvahhid
İbrahim'in dinine uyandan din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah
İbrahimi dost edinmiştir (en-Nisa 4/125).
5- Şüphekiz ki ben
bir müvahhid (Allah'ı bir tanıyıcı) olarak yüzümü o gökleri ve yeri
yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değildim (el-En'âm 6/79).
6- (şöyle) de: Şüphesiz Habibim beni dost doğru bir yola dimdik ayakta duran bir dine İbrahim'in hakka yönelmiş (hanif) milletine iletmiştir. O Allah'a eş koşanlardan değildi (el-En'âm 6/161).
7- Ve yüzünü Hanif (tevhîd) dinine döndür sakın müşriklerden olma (Yunus 10/105).
8- Hakikaten İbrahim (başlıbaşına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı (batıl dinlerden uzak ve) Hanif (müvahid) bir müslümandı. O (hiç bir zaman) müşriklerden olmadı (en-Nahl 16/ 120).
9- Sonra (Habibim) sana: Hanif bir müslüman olarak İbrahim'in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı (en-Nahl 16/123).
10- O halde (İbrahim) sen yüzün bir Hanif (müvahhid) olarak dine Allah'ın o fıtratına çevir ki O
insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışına (hiç bir şey)
bedel olamaz. Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu
bilemezler (er-Rum 30/30).
11- Allah'ın hanifleri (müvahhidleri) ona eş tutmayanlar olarak (kaçının çekinin) kim Allah'a eş koşarsa o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendini kuş kapmış yahut rüzgar onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir (el-Hacc 22/31).
12- Halbuki onlar Allah'a Onun dininde ihlas erbabı ve hanifler (müvahhidler) olarak ibadet etmelerinden namazı dosdoğru kılmalarından zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi (el-Beyyine 98/5).
Hadislerde de hanif
hanifler ile fıtrat kelimesi arasında bir irtibat olduğunu görmekteyiz.
Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle
buyuruyor: Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra
anası ile babası ona Yahudî yahut hristiyan veya mecûsî yaparlar. Nasıl
ki her hayvanın yavrusu tam a'zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda kulağında eksik kesik bir şey görülür mü? Sonra Ebu Hüreyre (r.a.); Habibim Allah'ın insanları Hakkı idrak ve kabule müsait yarattığı fıtrat-ı asliyeyi -ki
fıtratı İslâmiyyedir- rehber edinmekle Allah'ın yarattığı bu İslâm ve
tevhid seciyesinin şirk ile değiştirmek uygun değildir: Bu İslâm ve
Tevhid dini en doğru bir dindir (er-Rum 30/30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur (Buhârî Cenâiz 80).
Bu hadis-i Şerifin öğrettiği en büyük bir gerçek de insanlarda din
duygusunun ve hakikat aşkının fıtrî oluşu ve akıllara hayret veren şu
hayatın ve iç dış bir takım özelliklerle mücehhez bulunan şu muazzam insanlık binasının o din duygusu üzerine kuruluşudur. Bu gerçeği
gerek konumuz olan hadis-i şerifteki Peygamberimizin sözlerinden
gerekse zikredilen (fıtratullah) âyet-i kerîmesinden öğrenmiş
bulunuyoruz.
Müfessirler âyet-i kerimedeki fıtrat ı Hak dini kabule kabiliyetli anlamına hamlederler ki âyetin gereği budur. Asıl yaradılış demektir. İbn. Atiyye diyor ki; fıtrat lafzının en iyi tefsiri insanın Allah'ın yarattıklarını farketmeye dünyevî işleri de birbirinden ayırabilen uygun bir kabiliyettir. Bu kabiliyet açıldıkça kul yaratıcısını bilir ve bulur şerîattaki güzelliği idrak eder.
Fıtrî Din İslâm Dinidir
Tevhîd Dinidir ve bir Allah'a İmân Dinidir. Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e
gelinceye kadar bütün peygamberler İslâm Dini esaslarını ve Tevhîd
akidesini tebliğe memur edilmişlerdir. Bu din müsait olduğu mükemmel
gayeyi ancak son Peygamberde bulmuştur. Dinleri ihtiva ettikleri kaide ve hükmü ile
tebliğ ettikleri faziletli medeniyet ile hulasa insanlığın her türlü
ızdırabına ilaç olabilmeleri yönüyle tetkik eden her insaflı âlim ve
mütefekkir Hak Dinin İslâm Dini olduğuna hükmetmekte tereddüt etmez. Diğer dinler tetkik yeri olabilecek bir tarihi açıklamayı haiz olmadıkları halde İslâm Dini tarihi en yakın bir hayata sahip olması cihetiyle bütün hükümleri güneş gibi açık olarak zamanımıza aktarmıştır. Onun tarihi seyri bir ilmî tekâmülü takip ettiği için asıl saffetiyle devam edip gidecektir.
Bir hadis-i Kudsîde Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: Ben kullarımı hanifler olarak istikamet ve selâmet üzere yarattım (Aynî Umdetü'l-Kârî VIII 179).
Görüldüğü gibi Allah (c.c.) kullarım birer hanif olarak yaratmıştır. Hanif Allah'ın birliğine iman eden kişiye denir buna muvahhid de denir. Her doğan çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması demek elest bezminde Cenâb-ı Hakka verdikleri söz üzere doğmaları demektir ki Allah Onlara Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (el-A'râf 7/172) buyurdu. Onlar da; Evet sen bizim Rabbimizsin dediler. İşte bu söz Allah'ın İnsanları hanif olarak yarattım buyurmasının aslını oluşturmaktadır (Hâzın Tefsiri V 45).
ahmet yaşar
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Bu yazımızı okuyan bazılarının; “Türk’ün Peygamberi de nereden çıktı” dediklerini duyar gibiyim. Her şeye rağmen bir yaraya parmak basmak zorundayız. Her kavme bir Peygamber gönderildiğine göre Türk Kavmine(milletine) gönderilen Peygamberi neden bilemiyoruz? Birer Türk olarak bunu bilmek bizim hakkımız değil midir? İşte bu müktesep haktan ve meraktan hareketle bu araştırmayı yapma lüzumunu gördük.
Türk denince, hemen ırkçılık damgası vuran, Arap-Fars dendiği zaman ağzının suyu akanların yanlış anlamalarına izin verilmemesi için öncelikle şu açıklamayı yapmak lüzumunu görüyoruz: Hz. Muhammed, “Son Peygamber” olup, bütün Alemlere Rahmet olarak gönderildi. Kainat onun hürmetine yaratıldı. Bütün İnsanlar, Cinler ve Peygamberler ondan Şefaat dileyecekler. O bütün kainatın Peygamberidir. Diğer Peygamberler Kavim Peygamberidirler. Buna hiç birimizin itirazı yok. Bu İman ve İnanç çerçevesi içerisinde kalarak, bu güne kadar diğer kavimlerin Peygamberlerinin bilindiğini, ancak Türk Kavmine gönderilen Peygamberin kasıtlı olarak gizlenmesi düşündürcüdür.
Şimdi Ayetlerin ışığında bu konuyu aydınlatmaya çalışalım: Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’inde; “Andolsun ki biz, Allah’a kulluk edin diye her Ümmet’e bir Peygamber gönderdik...”(Nahl s.36) buyurmaktadır. Bir başka Ayetinde; “Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir Peygamberi memleketlerinin ana merkezine göndermedikçe, o memleketi helak edici değildir.”(Nahl s.59) buyurmaktadır. Her kavme mutlaka bir Peygamber gönderildiğini bu iki Ayet-i Kerime’den anlamaktayız.
Bazı araştırmacılar, Hz. İbrahim’in babasının takma adının(Hazar Bölgesinden geldiği için) Azer olduğu, asıl adının Tarekh(Taruh) olduğu ve Tarekh, Tarıkh, Türükh’den hareketle TÜRK olduğunu ve KANTURA adında Türk bir hanımla evlendiğini beyan etmektedirler. Hz. Muhammed’in; “Kantura Oğullarına ilişmeyiniz. Mürüvvet, nimet ve saltanat onların olacak” mealinde bir de Hadisi vardır. İbrahim tezinden hareketle, Hz. İsmail’in soyundan gelen Hz. Muhammed’in de Türk olduğu ileri sürülmektedir. Arap kaynaklarında Peygamber Efendimize ve Ailesine “Arab-ı Müstağribe” denilmektedir. Yani “Garip Arap, Yabancı Arap, sonradan Araplaşan” manalarına gelmektedir. Yine Peyganber Efendimiz; “Ben Arabım, Arap benden değil” derken, bir bakıma “Arab-ı Müstağribe” olduğunu anlatmak istemiş olabilir. Evs ve Hazreç Kabilelerinden olan Hz. Muhammed’in KURT(Hazreç) kabilesinden olması bir tesadüf olabilir mi?
Mısır Kralı Mukavkis, Peygamber Efendimize dört Cariye(taze genç kız) gönderir. Bu dört kızın Türk Sahabi oldukları beyan edilmektedir. Dedesi İbrahim’in geleneğine uyan Hz. Muhammed, Mariye İsimli Türk Kızı ile evlenir. Mariye’den oğlu İbrahim doğar.(Hz. Hüseyin de Türktür.Ayyıldız Yayınları) Bu konuya başka bir araştırmada geniş yer vereceğiz.
Biz asıl konumuza gelelim:
Türk’ün Peygamberini düşünüp dururken, Arslan BULUT’un “Türklüğün Yeni Dünya Düzeni” başlıklı araştırmasını okuyunca, Türk’ün Peygamberini öğrenmiş olduk. Ayrıca millet olarak nasıl aldatıldığımızı, uyutulduğumuzu acı bir şekilde öğrenmiş olduk. Hemen Yavuz Sultan Selim’in zamanına giderek, İran ve Mısır seferleri ile bağlantı kurduk:
Yavuz Sultan Selim, İran ve Mısır’a sefer yaptığında, İran’da ŞİA Mezhebinden yaklaşık 1000, Mısır’da EŞ’ARİ Mezhebinden yaklaşık 1000 dolayında Alimi, işsiz kaldıkları gerekçesi ile Anadolu ve İstanbul Medreselerine yerleştirmiştir. Yavuz Selim’in Alimlere olan saygısından dolayı yapmış olduğu en gafilce bu hata, Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Yavuz’un İran ve Mısır’a sefer yapmasının asıl nedeni toprak olmayıp, İslam adına İslam’a zarar veren ŞİA ve EŞ’ARİ(şimdiki Vahhabilik) fitnesini bastırmak gayesini taşıyordu. Bir toplumu Alimler bozar, yine Alimler dizer.. Alim bozulursa Alem bozulur...
Aslında İran ve Mısır’daki Fitnenin ve sapıklığın müsebbipleri ve uygulayıcıları yine bu “Sapık Alimler” idi. O zaman İran’da, Humeyni gibi “Kadınlarla Fiil-i Livata’yı” meşru gören Sapık Mezhep İmamı Alimler mevcuttu.(Tavzihul Mesail-Tahrirul Vesile s.61-62)
Zamanın İstanbul ve Anadolu Üniversitelerinde Türk olup, AKILCILIĞA dayanan İmam-ı MATURİDİ’nin Ekolünün geçerli olduğu bir çağda, bu Sapık Alimlerin Medreselere yerleştirilmeleri sonucu, NAKİLCİLİĞE dayanan Arap ve Pers Ekolünün geçerli kılınması sonumuzu hazırlamıştır. Bu NAKİLCİLER aynı zamanda İCTİHAT KAPILARINI da kapatmışlardı. Bu dönemden sonra Osmanlı yeniliklere kapandığı için, gerilemeye başladı. Matbaa’nın 150 yıl kadar Osmanlı’ya girmesine engel olan Türk Alimler değil, İctihat Kapılarını kapatan işte bu Nakilci Sapık Alimlerdi.
Bu Sapık Alimler, Kur’an Tefsirlerimizle oynayarak Türk’ün Peygamberi ZULKARNEYN’in Rum Hükümdarı İSKENDER olduğunu ileri sürdüler. Bu durumda İskender’in Mü’min olması gerekirdi. Halbuki İskender, Tahrif Edilmiş bir Din olan Hristiyanlığa inanıyordu. Yavuz’un gününden bu güne kadar hala Tefsir ve Meallerimizde ŞİA ve EŞARİ’nin tesirini görmek mümkündür. Zülkarneyn’i “Veli mi, Nebi mi” tartışmasına sokan bu Alimler, Kur’an-ı Kerim’de ismi zikredilen 28 Peygamberi, Din Dersi kitaplarımıza 25 Peygamber olarak yazdırmayı başarmışlardır. Asıl amaçları, Türk’e gönderilen Peygamberden söz ettirmemek, onu yok saymaktır.
Zülkarneyn’in Peygamber mi, yoksa Veli mi olduğu tarışılır ancak, Pakistanlı Prf. Ahmet DEEDAT’ın Kur’an-ı Kerim’de tesbit etmiş olduğu 19 rakamı, onun Peygamber olduğunu tasdik etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de 513 yerde Resul ve Nebi kelimeleri geçmektedir. 513’ü 19 rakamına böldüğümüzde (513:19=27) 27 çıkmaktadır. Bu hesaba göre, Kur’an’da Kıssa’sı geçen Peygamberlerin sayısının 27 olduğunu anlıyoruz. Kur’an’daki sıralamaya göre Zulkarneyn’in ilk 27’nin içerisine girdiğini görmekteyiz.. Tabii ki bu 19 rakamına itiraz edenler de vardır.
Vani Mehmet Efendi eserinde “Kehf Süresinde” kıssası geçen Zülkarneyn’in, Oğuz Han olduğuna işaret etmiştir. Kur’an-ı Kerim’in El Kehf Süresi’nde 85. Ayetten, 92. Ayete kadar Zulkarneyn’nin Kıssa’sı anlatılır: “O da (batıya ulaşmak için) bir yol tuttu.- Nihayet Güneş’in battığı yere(Okyanus kıyısına) vardığı zaman, Güneş’i(sanki) siyah bir çamura batıyor buldu.- Sonra Zulkarneyn(doğuya doğru) bir yol tuttu.- Nihayet Güneş’in doğduğu yere(uzak doğuya) vardığı zaman Güneş’i öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, onlara, Güneş’ten kendilerini koruyacak bir siper yapmamıştık.- Sonra da(güneyden kuzeye doğru üçüncü) biryol tuttu.” Diye buyurulmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de, Zulkarneyn’nin Doğuya, Batıya ve Güneyden Kuzeye üç ayrı sefer yaptığı belirtilmektedir. Oğuz Han’ın 126 yıl süren Hanlığı sırasında, Turan ve Hindistan’a, Irak, İran, Şam ve Mısır’a kadar yürüdüğü, oralara Vali tayin edip, yurduna döndüğü anlaşılmaktadır. Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece, altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)
Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir. Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk’ün Peygamberi’nin ZULKARNEYN ile aynı kişi olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarikçilere göre aynı dönemde yaşayan iki kişinin, aynı dönemde Dünya Hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi geçen bu iki isim aynı kişidir denilmekltedir.
“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında(C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken; “Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş. Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224)
Uygur bölgesine gelen Zülkarneyn’e karşı Türk Hükümdarının 4000 kişiyi savaşmak için değil de, karşılamak için gönderdiğini anlıyoruz. Eğer Zülkarneyn’in Türklerle bir soy bağı olmasaydı, Türk Hakanı karşılama yerine, ona savaş açarak karşılık verebilirdi. Çünkü Zülkarneyn’e peşinen bir teslimiyet ve bağlılık görülmektedir. Bu durum, Zülkarneyn’in Oğuz Han olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
“Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman(yani Mü’min) idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)
Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi. Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.
Başka bir çalışmamızda “Şamanizm-Hanif Dini ve Şamanizm-İslam benzerliğine” ve Hz. Muhammed’in Kırk yaşına kadar Hanif Dinine inandığına değinmiştik. Belkide Tarihteki adı ile Şamanizm, Kur’an’daki adı ile Hanif olan bu din aynı dindir. Çünkü Tarihteki adı ile Oğuz Han, Kur’an’daki adı ile Zulkarneyn denen kişi eğer Hanif Dinini yaymış ise, bir kişi aynı anda hem Şaman, hem Hanif sayılır. Öyle ise bahsedilen din aynı dindir diyebiliriz.
Batı kaynaklı yalancı tarihçilerimiz, Türklerde “Yer Tanrı-Gök Tanrı” inancının hakim olduğunu iddia etmektedirler. Burada İki Tanrı ortaya çıkmaktadır. Asıl Tarihimiz ise Türklerde “Tek Tanrı İnancının Hakim olduğunu” yazmaktadır. Bu durumda bir çelişki gündeme gelmektedir. Hani Türkler Tek Tanrıya inanıyorlardı? Bu iki Tanrı da nereden çıktı?
Buradaki yanlış şudur: Asırlarca Kitabelerimizi biz tercüme edemedik. İlk önce Çinliler tercüme ettiler. Çince’den Macarca’ya, Macarca’dan Fransızca’ya, oradan Türkçe’ye yanlış olarak tercüme edilen Kitabelerimiz, bize hatalı olarak ulaştılar. Çünkü bir dilde olan bir kelimenin tam karşılığı sayılan kelime başka bir dilde olmayabiliyor. Biraz yakın veya benzeri kelime ile tercüme edilebilmektedir.
“Yer Tanrı-Gök Tanrı” ibaresine sadece “in” veya “ün” eki eklediğimiz takdirde kitabenin doğrusu ortaya çıkacaktır ve doğrusu “Yer(in) Gök(ün) Tanrısı” olduğu kolayca anlaşılacaktır. Böylece iki Tanrı inancı da ortadan kalkmış olacaktır. Türkler, yaklaşık bundan 5200 yıl önce Tanrı’yı “Yerin-Göğün Tanrısı” olarak tarif etmişler. Bu görüş İslam İnancına en uygun görüştür. Yaklaşık bu inanıştan 3700 yıl sonra Nazil olan Kur’an-ı Kerim’de bu tarif şekli, aynen Ayet olarak yerini almıştır.
Kur’an’da “Rabbussemevatü vel ard” olarak yerini alan bu Ayet’in meali, aynen Türklerin Tarifi gibidir: “Göklerin ve Yerin Rabbı” tanımı Dinlerin benzerliğini tescil etmektedir.
Şaman veya (Hanif) iken Mü’min olan Türkler, bu dinin tamamlayıcısı ve son din olan İslam ile tanışmakla daha da mükemmeliyet kazanmışlardır. Tabii ki, bu arada İslamlaşalım derken Araplaşma ve Persleşme’den de kurtulamamışız. Tarih, dinlerin benzerliğinden dolayı Türklerin Müslümanlığı seçtiklerini yazıyor. İşte bu benzerliğin sırrı, Hanif(Şamanizm) Dininde yatmaktadır. Attila Diyor ki; “Ben ve Milletim, Tanrının Kırbacıyız. Tanrı kendi yolunda çıkanları cezalandırmak için bizi göderdi.”(DLT) O dönemde henüz Müslüman olmayan Attila’nın “Tanrının Kırbacıyız” sözünden, onun da Hanif olduğu manasını çıkarabiliriz. Sonuç olarak, Hanif Dininin Oğuz Han, İslam Dininin Osmanlı Türkü tarafından dünyaya yayıldığını görüyoruz. Takdiri sizlere bırakıyorum.
12.10.1994- Mehmet Demir Atmalı. Gazeteci Yaz
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma