Şamanizm başta olmak üzere antik (eski) Avrasya dinlerinin dört temeli vardı: Gök tanrı inancı, şamanlar, atalar ve ölüler…
“Gök” anlamına da gelen “Tengri” (Tanrı) kelimesinin, bütün bu coğrafyalarda iki bin yıldır hiç değişmeden kullanılıyor olmasından da anlaşılacağı gibi antik Avrasya dinleri, başta İslam olmak üzere yeni ortaya çıkan dinlere rağmen sanıldığının aksine ölmedi, yaşıyor…
Örneğin, Türklerin, İslam’a girmekle gök tanrı inancını, şaman merkezli din anlayışını, atalar kültünü ve ölülerin diriler üzerinde etkili olduğu inancını tümüyle terk ettiğini söylemek mümkün değildir.
Dahası İslam Arapları, Farsları ve Türkleri atalar dininden ne derece vazgeçirmiştir acaba?
Bugün bu ülkelerde gök tanrı inancı başta olmak üzere şamanik görüngüler; şeyhler, imamlar, pirler, seyyitler, dedeler, yeşil sarıklı ulu hocalar, seçilmiş hanedanlar, mübarek soylar…
Geçmiş büyük zatlar, kutsal atalar…
Türbeler, yatırlar, kabirler, anıtmezarlar…
Bütün görkemi ile sürüyor.
***
İyi de, İslam bunlara karşı mı ki?
Dinin kaynağı ve mutlak doğruluk ölçütü olarak görülüyorlarsa evet, her toplumda görülen olağan sosyolojik gerçekler olarak görülüyorlarsa hayır.
Sorun ne o zaman?
Sorun, bugün yaşayanların “Geçmiş atalarımızdan böyle bir şey duymadık” argümanını mutlak doğruluk ölçütü ve her tür yeni açılıma karşı çıkmanın gerekçesi yapmalarıdır.
Mutlak doğruluğun ölçütü olarak ataların, ölülerin, mezarların gösterilmesidir.
Oysa yaşayanların aklını ve vicdanını hiçe sayan bu türden mutlak doğruluk ölçütlerine Kur’an’ın şiddetle itiraz ettiğini görüyoruz.
Kur’an’da en sert eleştirilerin “Geçmiş atalarımızdan böyle bir şey duymadık” (Kasas; 28/36) diyenlere yönelik olduğunu biraz Kur’an okuyan herkes bilir.
“Ama orada kastedilen müşriklerin ataları, bunun bizimle ne alakası var?” diyorsanız Kur’an’ı hayatın ve çağın dışına yine itiyorsunuz demektir.
Kur’an “geçmiş atalar” (abâine’l-evvelîn) derken sadece o günkü muhatapların atalarını mı kastediyor? Eğer sadece İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın veya Muhammed’in (s.a.v) atalarının kastedildiği sanılıyorsa “Yaşayan Kur’an” diye boşuna çırpınıyoruz demektir.
Onlar öleli binlerce yıl oldu.
Ve şu an Kur’an’ı okuyan biziz.
Şu an “yaşayan muhataplar” biz olduğumuza göre oradaki atalar da artık bizim atalarımız.
Çünkü atalar kültü yaşıyor ve onları mutlak doğruluk ölçütü olarak kabul edenler hala var.
Ali Şeriati’nin tabiri ile atalar dini insanın dört zindanından birisi olmaya hala devam ediyor.
Bugün hala, İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın veya Muhammed’in (s.a.v) söylediğinin onda birini söyleyin, yaptığının birazcığını yapmaya kalkın aynı gerekçe ile mahkum edildiğinizi göreceksiniz; “Biz atalarımızdan böyle bir şey görmedik…”
Ve bunlar kıyamete kadar da bitecek gibi görünmüyor.
Onlar bitmiyorsa “Ya atalarınız bilmiyorsa” (Maide; 5/104) sorusu da bitmeyecek, kıyamete kadar sorulmaya devam edecek demektir. Çünkü Kur’an’ın soruları indiği yedinci yüzyıl dil, tarih ve coğrafya evrenine gömülüp gitmiş değildir.
Dikkat edilirse Kur’an bu tür sorularla konudan ziyade konuya itiraz gerekçesini sorguluyor. İstiyor ki “yetişkin insan” kendisi düşünsün, kendi kararını kendisi versin. Kendi ayakları üzerinde dursun, özgür olsun. Kur’an yaşayan ölüler değil; “özgür ve diri muhataplar” görmek istiyor.
Sanki şöyle demek istiyor: “Kendi aklınızı ve vicdanınızı kullansanıza? ‘Atalarımızdan böyle bir şey duymadık’ ne demek? Ya onlar bilmiyorsa? Ya onlar yanılmışsa? Sizi onlar mı kurtaracak?”
***
Cemaleddin Efgani’nin “Hiçbir peygamber yoktur ki getirdiği din kendisinden sonra ters yüz edilmemiş olsun” sözüne ek olarak “Hiçbir peygamber yoktur ki atalara, törelere ve geleneklere karşı gelmekle suçlanmamış olsun” dersek hiç de yanlış bir şey söylemiş olmayız.
İlk genellemeyi bizzat tarihî süreçten, ikincisini de bizzat Kur’an’dan çıkarıyoruz.
Kur’an, “Nuh, Ad, Semud ve onlardan sonrakiler…” diye genelleyerek peygamberlere hep şöyle denerek karşı çıkıldığını haber verir: “Siz de bizim gibi bir beşersiniz. Atalarımıza taptığımızdan bizi uzaklaştırmak istiyorsunuz. Madem öyle bize güce dayalı apaçık delil (mucize/sultanun mubîn) getirin…” Peygamberler ise bu talebe söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) getirerek cevap verirler. (İbrahim; 10/9-15)
Getirdiklerinin özü “Allah’a ve ahiret gününe iman”, uyarılarının (inzar) özü de ölüm, afet ve kıyameti haber vermekten ibaretti. Yani enfüsteki ve afâktaki ayetleri; olmakta olanı (tarih, hayat, tabiat) işaret eden kelimeleri (vahiy) iletmekten ibaretti.
İşte buna söze dayalı apaçık deliller (ayâtun beyyinât) demekteydiler.
İnkarcılar ise bunlara “bir takım büyüleyici sözler” (sihrun mubîn) diye karşı çıkıyorlardı. Bu ithamla, insanları büyülediklerini, akıllarını başlarından aldıklarını; Allah, cennet, köşk, huri vs. diyerek hayalî vaatlerde bulunduklarını, böylece çaresiz ayak takımını cazip vaatlerle cesaretlendirerek isyana teşvik ettiklerini kastediyorlardı.
“Bu asılsız bir büyülemeden başka bir şey değil; geçmiş atalarımızdan böyle bir şey duymadık” (Kasas; 28/36) dendiğine göre, burada “duymadık” (mâ semi’nâ) demekle söylenen sözün büyüleyiciliği kastedilmekteydi. Yani “Bu büyüleyici sözleri/parlak iddiaları daha önce atalarımızdan duymamıştık” demek istemekteydiler.
“Bunlar eskilerin masalları” (esâtiri’l-evvelîn) derken de kastettikleri kıssalar değil; ölülerin dirilmesi, hesap, cennet, cehennem konularıydı. Bunları hayal ürünü vaatler olarak görüyorlardı. Yani “Ölüler dirilecekmiş… Cennete veya cehenneme gidecekmişiz… Bunlar başka bir şey değil; eskiden beri söylenip duran hayal ürünü masallar…” demek istemekteydiler.
Yani tartışma, Kur’an’da imanın özü olarak ortaya konan “Allah’a ve ahirete iman” etrafında dönmekteydi. Ki bu konu İslam maneviyatının temeli olup esasında bilgiden ziyade, bilincin ve imanın konusudur. Yani herhangi bir maddi delil ile ispatlanabilecek veya çürütülebilecek bir konu değildir. Kişinin vicdanında/kalbinde/gönlünde uyanan bir duygu, sezgi, güven, itminan ve zihninde oluşan bir bilinç halidir. Bu açıdan bakıldığında İslam, sadece bir vicdan işi değil; vicdan ile başlayan bir iştir. Yani kökünde o iman vardır, o iman temeli üzerinde yükselir…
***
Şu halde peygamberler döneminde “dindeki yeniliklere”, peygamberlerden sonraki dönemlerde de “dinî düşüncedeki yeniliklere” hep aynı gerekçe ileri sürülerek karşı çıkılmaktadır: “Geçmiş atalarımızdan böyle bir şey duymadık…”
Bunu sadece Allah’a ve ahiret gününe imanla ilgili ve müşriklere mahsus bir itiraz gerekçesi olarak görebilir miyiz?
Her kim karşılaştığı bir bilgi veya iddia karşısında “Geçmiş atalarımızdan böyle bir şey görmedik” diyorsa bilsin ki eski inkarcılarla “aynı mantığı” kullanıyor demektir. Biz burada mantığı sorguluyoruz; inançları değil. Çünkü kendi aklını başkasına kiraya verici ve düşünmeyi başkasına hele de ölülere devredici bu mantık kesinlikle Kur’an’ın tasvip ettiği bir şey değil. Yani inkar edeceksen bari kendi aklınla inkar et; hiç olmazsa bir şey yapmış olursun…
Öte yandan bu argüman hayli de kullanışlı bir malzeme…
Akif’in tabiri ile “Böyle gördük dedemizden…”
“Onca geçmiş büyüklerimiz görememiş de...”
Peki, bir şeyin doğruluğu veya yanlışlığı “geçmiş büyükler” ile ölçülür mü?
Geçmiş büyükler doğruluğun veya yanlışlığın ölçüsü olabilir mi?
Ya İmamı Şafi hata yaptı ise?
Ya Gazali yanlış düşündü ise?
Ya Buhari’nin gözünden kaçtı ise?
Ya Mevlana bilmiyor idiyse?
Ya Said-i Nursi göremedi ise?
Ya Mustafa Kemal yanıldı ise?
Ne oldu? Şaşırdınız mı?
Bizim geçmiş atalarımız bunlar değil mi?
Hani Kur’an’ı şimdi iniyor gibi okuyacaktık?
Okuyoruz işte niye şaşırıyorsunuz?
Söyler misiniz, Kur’an’ın “Ya atalarınız bilmiyorsa?” (Maide; 5/104) sorusunun muhatabı şu an kim?
En arka sıra müdavimi haylaz öğrencilerin, öğretmenin “Sen! sen arkadaki söyle bakalım!” deyince, üzerine alınmamak için arkasındaki duvara bakması gibi, Kur’an’ın bu tür soruları karşısında arkamızdaki duvarlara mı bakalım?
O atalar bizim atalarımız.
Şu an muhatap da biziz, biz!
***
Onlar sağlam bilginin ışığında yürümüş ve doğru olanı yapmışlarsa tamam, ona sözümüz yok. Bilakis bu durumda bilgilerini esas almakla ve doğrularını sürdürmekle sorumluyuz. Çünkü “bilgiyi” ve “doğruyu” onlardan daha çok severiz. Rehberimiz atalarımız değil; onların da rehberi olan yaşayan değerlerdir; bilgi, doğruluk, dürüstlük, akıl, vicdan, iyilik, fıtrat, adalet, merhamet, söz, vefa…
Yaşayan değerler bunlar.
İnsanlık bunlarla ayakta durur. Peygamberler de dahil bütün geçmiş atalar bunlarla test edilir. Hz. Ebubekir’in o ölümsüz çıkışında dediği gibi “Her kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki Allah Hayyu Layemuttur…”
Yani: Allah ölümsüzdür, “Yaşayan Tanrı” O’dur. O ölmeyeceğine göre değerleri de ölmez. Yaşayan Tanrı’nın (Hayyu Kayyum) yaşayan değerleri (kelimeleri) ise insanlık vicdanını her daim ayakta tutan temel değerlerdir. Muhammed bize bunları getirdi. Bu kelimelerin nasıl hayata geçirileceğini örneklemek için vardı. Şu an bir insan olarak ise öldü ama örnekliği yaşıyor. Örnek almayı bırakıp kendisine tapmayın. Kim ona taparsa bilsin ki artık o yok ve bir daha da olmayacak. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki Allah yaşıyor, kelimeleri yaşıyor ve hep yaşayacak. Yaşayana sarılın ey insanlar! Kim bu kelimelere hayat verirse O’na sarılmış ve kendi hayatında O’nu yaşatmış olur. Yoksa Allah zaten hayyu layemuttur... Bu nedenle sarılmanız gereken “naciz vucutlar” değil; Allah’ın söze ve adalete dayalı bir dünya kurulduğunda ancak tamamlanmış olacak olan yaşayan kelimeleridir. Çünkü “Rabbinin kelimeleri sıdk ve adalet olarak tamama ermiştir.” (En’am; 6/115)…
***
Şu halde, körü körüne ““Geçmiş atalarımızdan böyle bir şey duymadık…” demekte neyin nesi oluyor?
Akif’in dediği gibi “Böyle gördük dedemizden sözü dinen merdud” değil miydi?
Bu konuda Türkiye’de falancılarla filancılar arasında bir fark görüyor musunuz?
Her ikisi de doğruluğun ölçütü olarak geçmiş atalarını görmüyor mu?
Onlara toz kondurmuyor, yanılabileceklerini asla düşünemiyor, “hazret, mübarek, ulu” vs. diye anmıyor mu?
“Atalar kültünün” nasıl da sürdüğünü, antik Avrasya dinlerinin kılıf değiştirerek yeni dinin (İslam) bünyesi içinde nasıl da derinden derine yaşadığını görmüş olmalısınız.
İnanmıyorsanız evliya türbelerini, yatırları, mezarları gezin…
Olmadı, çağdaş (!) Türkiye’nin başkentinin göbeğine gidin…
Keza kurbanın bu kadar yaygın olmasının sebebi nedir, hiç düşündünüz mü?
Çünkü kurban antik Avrasya dinlerinin en temel ritüeliydi. Bir kurban ayininde Şaman veya Brahman en az dört saat ayin yaptırırdı. Dinin birinci şartıydı kurban… Yeni dinde ise (İslam) farz bile yapılmadı. Peygamberimiz iki defa kurban kesmişti, o da hacca gidemediği için! İyiden iyiye azaltılarak hac ile sınırlı hala getirilmesine rağmen kurbanın “neden bu kadar yaygınlaştığı” üzerinde düşünün biraz…. Bunun da ele aldığımız konuyla (atalar dini) alakalı olduğunu görürseniz hiç şaşmayın…
Keza kandil gecelerinin bu kadar yaygın olmasının sebebi nedir, hiç düşündünüz mü?
Şeyhlerin, pirlerin, dedelerin, seyyitlerin, medyumların, cinci hocaların, okunmuş ayetlerin, türbelerin, yatırların, mezarların bu kadar revaç bulmasının nedeni nedir, hiç düşündünüz mü?
Çünkü antik Avrasya dinleri ölmedi, yaşıyor.
Ciddi bir karşılaştırma yaparsanız apaçık göreceksiniz.
Bu ülkenin halkını da, devletini de, dindarını da, laikini de diriler değil; ölüler yönetiyor.
Yaşayan akıl ve vicdan değil; veli, şehy, baba, dede ve ata ruhları yönetiyor.
Gökte kutuplar, yerde şamanlar, dün evliyalar, bugün atalar…
Her kim onlara tapıyorsa bilsin ki hepsi geldi geçti ve şu an tamamı mezarlarda… Biz de gelip geçeceğiz ve sonumuz onlarınki gibi mezarlar olacak. Ölümsüz olan yalnızca Yaşayan Tanrı olan Hayyu Kayyum’dur. O’na dayanan yıkılmaz!
“Ne kör ile gören
Ne karanlıklar ile aydınlık
Ne gölge ile sıcaklık
Ne de ölmüşlerle yaşayanlar bir olmaz...
Mezarlar duymaz!” (Fatır; 35/19-22).