Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KUR’AN’I, DOĞRU VE SAĞLIKLI
ANLAMAYA , ENGEL FAKTÖRLER
Genel olarak
Hayatı
bütün yönleriyle kuşatan, sadece inananlara değil, bütün insanlığa doğruyu
gösteren inananların, varlık alemindeki eşyaya ve hadiselere bakışlarına
ölçü getiren ilâhi kitap[1]
Kur’ân açıklanırken, kendisinden hükümler çıkarılırken –görebildiğimiz
kadarıyla- iki ana yol izlenmiştir.
Ya
Kur’ân’ın, muhataplarına sunduğu gerçekler ve verdiği direktifler, hayatta
karşılaşılabilecek durumlara göre tespit edilmiş veya ilk önce Kur’ân’ın
ihtiva ettiği emirler, yasaklar ve sair konular belirlenip, bu
belirlemenin ardından onun prensipleri hayata geçirilme yoluna gidilmiştir.
Şurası
açıktır ki, Kur’ân’ın anlaşılmasında ve ondan hükümlerin çıkarılmasında esas
olarak ister Kur’ân alınsın, isterse yaşanan hayatın problemleri; her iki halde
de odak nokta Kur’ândır. Çünkü Kur’ân, bütün görüşlerin sağlanmasının
yapılacağı bir kitap olmak durumundadır. Dolayısıyla haricî faktörlerin
etkisiyle önceden edinilen görüşlerin, ne olursa olsun Kur’ân’a onaylatılmak
istenmesi, Kur’ânı, tâbî olunacak bir rehber olmaktan çıkarılıp tâbî olan
durumuna düşürür.
Kişileri, bu
tür affedilmez bir hataya düşürerek, onları, Kur’ân’ı kıstas,ölçü, noktası
olmaktan çıkarmaya kadar götürebilen etkenleri, iki grupta mütalaa etmek
mümkündür: Biri hissî (subjektif), diğeri metodiktir. Yani biri, insanın iç
dünyasıyla ilgilidir ki bu, belirli ekollere bağlılığın tezahürü önyargılı
oluştur. Diğeri ise, daha çok akıl ve muhakemeyle ilgilidir ki bu da, Kur’ân’ı
anlamaya çalışırken tutulan yanlış metoddur.
Kur’ân’ı
incelerken bu iki hatadan da mutlaka kaçınmalıyız. Şimdi bu iki hatayı ele alıp
değerlendireceğiz.
1 – SÜBJEKTİFLİKTEN(Önyargılı
Olmaktan)
KAYNAKLANAN HATA
İlimde
sıhhatli sonuçlara varmanın temel taşlarından birinin, objektiflik ilkesi
olduğu, tartışmasız herkesçe kabul edilen bir husustur. Kur’ân’ın kendi
bütünlüğü içinde anlaşılmasının vazgeçilmez esaslarından biri, belki de en
önemlisi, Kur’ân’a önyargısız yaklaşmaktır. Hissî yaklaşımlarda kişiler önceden
kabullendikleri sonuçlara ulaşacaklardır.O zaman gerçekler herkese göre
değişecektir.
Bu bakımdan hele, kendisini Allah katından gerçek olarak takdim eden Kur’ân’ın[2]
anlaşılmasında ve yorumlanmasında vazgeçilmez esaslardan biri,
önyargıdan uzak durma ilkesidir. Aksi takdirde en doğruya ulaştırdığı
iddiasındaki ilâhî kelâm’ı[3]
insanların peşin hükümle yorumlamaları onun indiriliş gayesinin gözardı
edilmesi demektir ki bu da, Kur’ân’ın rehber kitap olma özelliğini zedeler.
Biz burada,önyargılı olunmamalı demekle, Kur’ân’ı yorumlayanların,
Kendilerinin veya görüşlerini benimsedikleri önceki âlimlerin fikirlerini esas
alarak değil, Kur’ân’ı, Kur’ân’ın düşünce sistemi içinde anlamalarını
kastediyoruz. Bu tavrımız o âlimlerin tefsir ve yorumlarından hiç
yararlanılmaması anlamına alınmamalıdır. Doğal olarak Kur’ân’ı kendi bütünlüğü
içinde anlarken öncekilerin mesailerinin neticesi olan birikimden istifade
etmemek de, onların her söylediklerinin daha başından bir kenara atılması
demektir ki, böyle bir tutumda önyargılılıktır. Çünkü Kur’ân’ın düşünce
yapısına aykırı düşmemek kaydıyla her hangi bir yorumdan faydalanmakla o
yorumun körü körüne benimsenmesi ayrı ayrı şeylerdir. Yeri gelmişken
söyleyelim: Elbette önceki yorumlardan da istifade edeceğiz. Ancak bu,
âlimlerin fikirlerini peşinen kabul etmek olmamalıdır.Onların fikirleri
Kur’ân’ı anlamamızda derinliğe ulaşmak için yardımcı unsurlar olmalıdır.
Bilindiği gibi Kur’ân’ın, Konuları alışılagelmiş te’lif esasları doğrultusunda
verilmeyip, genellikle ayrı ayrı yerlerde ve değişik Siyâk-sibâk çerçevelerinde
işlenmesi, okuyucu da ilk bakışta Kur’ân’da birbirleriyle çelişir ifadeler
varmış gibi bir intiba uyandırabilir. Bu tür ifadeler sevkedildikleri
mana ortamı içerisinde ele alınıp, irtibatlı oldukları başka Kur’ân
bölümleriyle de bir arada değerlendirildiğinde te’lif edilmeleri mümkün
olabilecek iken, taassuptan dolayı, birbirine zıtmış gibi görünen pasajların
sadece birine itibar edip ötekini gözardı etme tutumu her zaman
görülegelmiştir.
Oysa
Kur’ân, kendi ifadesiyle, yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, bütünlüğü
içerisinde çelişkiden uzak bir kitaptır. Bu sebeple onun yapısını kavramanın
yolu, hiç şüphesiz, bütünlük içinde, taassuba düşmeden, önyargısız bir tutumdan
geçer.
Tarihte ve günümüzde Kur’ân’ı, kendi fikrî temayüleri, düşünceleri istikametinde,
peşin hükümcü bir tavırla tefsir etmek isteyenler eksik olmamıştır. İslamda
bilhassa siyasî ve itikadî fırkalaşma hareketlerinin başlamasıyla Kur’ân çoğu
zaman önyargılı tefsir edilme yoluna gidilmiştir.
Kur’ânın üstünlüğü ve yüceliği, hiç şüphesiz, islamî bir gaye ile ortaya çıkan
bütün gruplarca tartışmasız olarak kabul edilmiştir. Bundan hareketle
hemen bütün itikadî ve siyasî hatta fıkhî fırka mensupları, savundukları
fikirlerini Kur’ân’la temellendirmek, onun desteğini kazanmak istemişler;
dolayısıyla onda kendileri için bir takım dayanak noktaları bulma gayreti
içerisine girmişlerdir. Buda onları, bazı prensipleri önceden değişmez
doğrular olarak kabul edip, kelamın sevkedildiği mana ortamına uygun düşüp
düşmediğini dikkate almaksızın, Kur’ân lafızlarını o doğrultuda yorumlamaya
sevketmiştir. Öyle ki bazı taklitçi kişiler, seleflerinin (geçmişlerinin)
fikirlerine muhalif bazı ayetler kendilerine okunduğunda ayetleri kabul
etmemişlerdir.
Çeşitli
fırka mensuplarının tuttukları bu yol, kendilerini çoğu kez yanlış yola
sürüklemektedir. Hepsinin metodunda mezhep, değişmez, mihver olarak kabul
edilmiş, Kur’ân ise şu veya bu mezhebe uyulması için te’vil edilmiştir. Daha
doğrusu adeta mezhep ve fırkaların fikirleri, Kur’ân’ın manasına zorla kabul
ettirilmiş ve ona hakim kılınmıştır. Bu durumun tabîî neticesi, varoluşlarında,
yaşayışlarında Kur’ân’a dayanan ve onun kendi kitabı, fikirlerinin kaynağı
olduğunu iddia eden, ona tutunduğunu ve onun prensiplerine sarıldığını ileri süren
fırkalar, İslâm’a hizmet gayesini gerçekleştirmek için tek bir fikir etrafında
birleşememiş, o mezhebe karşı bu mezhebi desteklemek, bu fırkayı te’yid edip,
ötekini çürütmek gibi birbirine zıt fikirleri savunmuşlardır.
Pek
tabiîdir ki, önyargılı bu yaklaşımlar, Kur’ân bütünlüğünün gözardı edilmesi
sonucunu doğurmuştur.Kur’an bütünlüğü dikkate alınmayınca, hemen
herkesin, Kur’ânda kendi doğrularına dayanaklar bulması da son derece kolaydır.
Çünkü Kur’ân’ın ifadeleri birbirlerinden bağımsız olarak ele alınırsa bunun
için son derece müsait bir zemin oluşabilmektedir. Bunun ise Kur’ân’ı anlayışta
–bilhassa temel konularda- ihtilafı alabildiğine körükleyeceği aşikardır.
Nitekim hemen hiçbir tarihte ihtilafların önü alınamamıştır.
Mesela,Eş’ari
El-İbânesinde,Allah’ın meşîetiyle (dileyip-ettikleriyle) ilgili
ayetleri incelerken bu konuda, sadece kendi cebr(zorlama) görüşünü
destekleyebilecek ayetleri zikrederek sadece şu ayetleri dikkate almaktadır : “O her
istediğini yapandır.” Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi.”
“Dileseydik herkese hidayet verirdik”“Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Allah dilemedikten sonra, artık sizin dininize
dönmemiz bize yakışmaz.”[4]
HALBUKİ (insanın yapıp ettiklerinden sorumlu oluşu, inanıp
inanmama konusunda seçme hürriyeti, Allah’ın
asla haksızlık etmeyeceği[5]
gibi hususları ifade eden diğer ayetleri göz önüne almaması bir yana, Allah’ın
dilemesiyle ilgili bir çok ayeti bile görmemezlikten gelebilmiştir.[6] İnsanı imtihan için yaratan Allah, sorumluluk için
insanda sınırlı yaratma gücünü yaratmıştır.(Bkz.3/49; 5/110; 23/14;29/17;
37/125; 38/7.)
Burada bir hususu belirtmeden geçemeyeceğiz.; önyargılı olmak, şahsî kanaat ve
inançları odak noktası yapmak, sadece itikadî, siyasî ve fıkhî mezheplerden
herhangi birine mensup kimselerle sınırlı değildir. Ayrıca önyargılı bir
yaklaşımla Kur’ân’ı yorumlayanların mutlaka bilinen bir gruba mensup
olmaları da gerekmez.
Pek tabidir
ki insan ,yaratılışı icabı, çevresinde olup bitenden etkilenir insan
öncelikle içinde yetiştiği ailenin etkilerini üzerinde taşır,aldığı
eğitim ve öğretimden ,iş muhitinden,arkadaşlarından, okuduğu kitaplardan, fikir
akımlarından, ilmi ve teknolojik gelişmeye paralel olarak her geçen
gün değişime uğrayan sosyal hayattan, ilgi alanına giren
sahalardaki gelişmelerden, hasılı, ilişkisinin söz konusu olduğu her
şeyden etkilenebilir.
Kişilerin bu
etkileşim ortamı içerisinde değişik görüşler taşımaları gayet tabidir.
Kur’ân’la ilgilenenler, Kur’ân’ı yorumlamamaya ve açıklamaya çalışanlarda
haliyle – Kur’ân’ın sunduğu mesajlar bakımından evrenselliğide göz önüne
alınırsa- çok değişik muhitlerde, değişik hayat tarzlarının hüküm sürdüğü
bölgelerde yetişmiş insanlar olarak farklı bakış açılarına sahiptirler.
Ancak
herkesin ön kabullerle Kur’ân’ın işlerine gelen pasajlarına sımsıkı sarılarak bir
sonuca varmaları yanlıştır. Görebildiğimiz kadarıyla parçada kalınıp bütünlük
gözardı edildiği müddetçe Kur’ân’da hemen her görüş sahibinin kendisine hak
verdirecek dayanaklar bulması mümkündür.
Fakat bu konuda tek amaç, Kur’ân’ın doğrularının doğru olarak alınması ve
taşınılan düşünce ve inançların, onun bütünlüğü içinde sağlanmasının yapılması
olursa, Kur’ân odak nokta olarak alınmış olur ve herkese göre Kur’ânî doğrular
yerine, Kur’ân’ın kendi doğruları ön plâna çıkar. Yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, Kur’ân kendisini, çelişkiden uzak bir kitap olarak ilan ettiğine göre[7]
Kur’ân’ı anlamaya çalışanların, asıl gayeleri, Allah’ın hedef olarak gösterdiği
çelişkisiz tutarlılığa ulaşmak için gayret etmek olmalıdır.
2 - METODDAN KAYNAKLANAN
HATA
Kur’ân’ı,
Kendi Fikri Sistemi İçinde Yorumlamamak
Bilindiği üzere, ilahî hayat
talimatlarının en son ve en mükemmeli olan Kur’ân -kendi ifadesiyle- insanlığa
hayat veren onları aydınlatan Din adına her şeyi detaylı bir şekilde açıklayan
en doğruya ve en iyiye ulaştıran hakikatın kendisi olan rahmet kaynağı
bir kitaptır.[8]
Sayısız özellikleri olan Kur’ân’ın gönderiliş gayesini tek bir cümlede şöyle
özetleyebiliriz:
Kur’ân
bütün insanlara hem dünyada hemde ahirette mutlu olabilmenin yollarını
göstermek için indirilmiştir.
Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, Kur’ân’ın çeşitli konuları, kendisine has
üslupla sunduğu bir vakıadır.Mesela itikat esaslarını sunarken, bunlara
inanılmasını, ruhlarda tesirini istiyor ve davranışlarda da tezahürlerini
bekliyor. Yani, inancın, aynı zamanda hayata aksetmesini istiyor.
Kur’ân
Allah bilgisinin edinilmesi için, insanlara sadece nazarî plânda kalan kuru
bilgiler sunmuyor. Aksine O’nun tanınması, bilinmesi ve kulluk edilmesi
gereken, yaratan, kollayıp gözeten, sürekli diri olan, her şeyi gören, her
şeyden haberdar olan ve her şeyi bilen bir varlık olarak zihinlere yerleştirmek
istiyor.
Kur’ân, hukukî
bir durumu açıklarken yine dikkatleri, inanç noktasına çekmekte, Allah’a ve
ahiret gününe iman duygusunu tazelemektedir.[9]
Kur’ân,
dikkatle ve önyargısız incelendiğinde onun kendisine has bir fikir örgüsüne
sahip olduğu ve iletmek istediklerini, kendi kavram ve kalıplarıyla takdim
ettiğini görmemek mümkün değildir. Her ilmin her düşünce sisteminin, her dünya
görüşünün, her izm’in , genel-geçer kavramlar dışında kendisine has kalıpları
olması nasıl yadırganmıyorsa, Allah katından gerçek olarak indirilen[10]
Kur’ân’ın da bütün insanlığa bir rehber kitap olması hasebiyle, kendisine has
kalıplarının ve prensiplerinin olması son derece tabiîdir.
O,
insan zaaflarını dikkate alarak, ana prensiplerinden taviz vermeden esnekliğe
sahip bir sistem oluşturmaktadır. Bu sebepten Kur’ân mutlaka yine kendi sistemi
ve kendi terminolojisi içerisinde anlaşılmalıdır. Çünkü her hangi bir ilim
dalına baktığımızda, o ilmin, kendisine has terminolojisinin olduğunu ve kendi
sistematiğini oluşturduğunu görmekteyiz.
Yine her ilim dalının, kendilerine komşu ilimlerle münasebetleri olsada, yine
belli bir sahayla ilgilendikleri ve birbirlerinin sahalarına girmemeye
çalıştıkları bir vakıâdır. Aynı şekilde her fikir sisteminin, temel hareket
noktaları olduğu gibi, kendi bünyelerini ayakta tutan prensiplerini ifade için
kullandıkları ıstılahları vardır. Onlar bu kavramları, kendileri oluşturmakta,
o kavramlara çeşitli muhtevalar yüklemekte ve kendilerini öz kalıpları içinde
sunmaktadırlar.
Kur’ân’ın, insan düşüncesini hangi konulara yönlendirdiğini,
dikkatleri nelere çektiğini anlayabilmek için önce Kur’ân’ın,
düşünme,araştırma, tefekkür etme gibi anlamları karşılamak için kullandığı,“ فَكَرَ FEKERE” نَظَرَ NEZERE” VE ” دَبَرَ DEBERE”
köküden türeyen bazı kelimelerin kullanıldıkları ifadelere ve bunların
siyâk-sibâk’ına bakmakla işe başlayalım. Söz konusu ifadeleri incelediğimizde
Kur’ân’ın, insanın aklını düşüncesini ve muhakemesini belli konulara
yönlendirmekte olduğunu, zihnî gayretlerini bu konulara yönlendirmelerini
istediğini görmekteyiz.
Kur’ân, bir
yandan dikkatleri, Allah’ın varlığının ve kudretinin belgelerini bünyesinde
taşıması bakımından görünen varlık alemine[11]
ve insanın kendi iç dünyasına çekerken[12]
(öte yandan da yine Allah’ın okunan belgeleri olan
ve insana en doğruyu gösteren Kur’ân’a çekmektedir.[13]
Gerçekten Kur’ân, muhataplarının, araştırma ve incelemelerini bu gibi
konularda yoğunlaştırmalarını çeşitli vesilelerle çoğu zaman emir sîgasıyla
vurgulamaktadır.[14]
Durum
böyleyken Allah’ın zâtının mahiyeti hakkında düşünmeye davet eden pasajlar
bulamayışımız son derece dikkat çekicidir. Bunun yanında Allah’ı, çeşitli
vesilerle tanıtan, onun nitekliklerini anlatan ifadeleri görebilmekteyiz.[15]
Acaba
Allah Teâla, neden kendi zatının keyfiyetinin araştırılması değil,de sadece
Kur’ân’da verdiği şekliyle kendisinin tanınması ve kulluğun sadece kendisine
yapılmasını istemektedir? Bu konu gerçekten düşünmeye değer. Kur’ân,
insanoğlundan görünmeyene ve keyfiyeti kavranamayana, yani gayba inanmasını
istiyor.[16]
demek ki Kur’ân’a göre iman ğaybadır. Görünene ve mahiyeti beşerî
imkanlar dahilinde kavranabilene iman söz konusu değildir. Zaten bilmekle iman
etmenin farkı buradadır. Mahiyeti bilinen ve görünen bir şeye inandım demeye
hiç gerek yoktur. Çünkü o, bizatihî görülmekte ve bilinmektedir. Allah’ın zatı
mahiyetine ait düşünmeye sevkedilmeyişin sebeplerinden biri bu olsa
gerektir.
Ayrıca
beşerî olanın İlâhî Zâtı göremeyeceğini ve kavrayamayacağını, Hz. Mûsa’nın bu
konudaki talebinin neticesinin anlatıldığı Kur’ân pasajında görebiliriz.[17] Peygamberlerin bile Allah’ı Zatı itibariyle değil, ancak yaptıkları ve
kainattaki tecellileri itibariyle tanıyabildikleri de Kur’ânî bir gerçek olarak
karşımızdadır.[18]
Zaten O’nun
Zatının mahiyeti, insanın zorunlu olarak bilmesi gereken hususlardan da
değildir. İnsan, Allah’ı, O’nun kendisini Kur’ân’da tanıttığı şekilde bilmekle
mükelleftir. Bunun ötesinde, gaybın sınırlarını zorlamaya çalışmanın, Kur’ânî
tabirle gaybı taşlamanın[19]
zandan öte bir değer ifade etmeyeceği aşikardır. Kur’ân zanla, sağlam temellere
dayalı bilgiyi birbirinden ayırdığı gibi[20]
düşünmekle hayal kurmanın arasını da ayırmaktadır.[21]
Allah hakkında temelsiz fikir yürütmeleri hiçbir zaman
zandan ve tahminden öteye geçmeyeceği ortadadır.[22]
Kur’ân’ın
sözünü ettiğimiz konuların keyfiyeti üzerinde düşünülmesi hakkındaki olumsuz
tavrına rağmen yine bu konularda fikir yürütülmüştür. İşin asıl önemli yanı şu
ki bunlar, Kur’ân’la temellendirilmeye çalışılmış ve Kur’ân’ın problem etmediği
konular, müteşabih (benzeşmeli) ayetlerin de etkisiyle Kur’an’dan kaynaklanan
problemlermişçesine ele almışlardır (“müteşabih” ve “muhkem” kavramları
bilindiği üzere Kur’ânî kavramlardır ve Âl-i İmran Sûresi’nin 7.
ayetinden anlayabildiğimiz kadarıyla müteşâbih ayetler, birkaç tarafa
çekilebilir ayetlerdir. Bu bakımdan Kur’ân anlaşılırken bunlara uyup te’vile
kalkışmak yerine, Kur’ân’ın anası tabir edilen, Kur’ânî sistemin vazgeçilmez
belirleyicileri olan muhkem ayetleri, ölçü olarak almak gerekir.Yani fitneye
değil anaya(muhkeme)tevil(döndürmek)gerekir. Muhkem,müteşabih konusunda da
Kur’ân’ın kendi bütünlüğü içinde, kendi sistemi içinde anlaşılması yerine,
haricî cereyanların problemleri doğrultusunda ve ön yargıyla Kur’ân’a
yönelinmiş olunmasıdır. Bu olumsuz yaklaşımın revaç bulmasında en büyük payın,
kelâmcılar, felsefecileri ve bunları körü körüne takip eden önyargılı mezhep
mensuplarına ait olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu incelememiz esnasında
gördük ki, Kur’ân’ın belirli konulardaki zihniyetini çarpıcı bir şekilde
aksettiren ifadeler Kur’ân’a önyargısız yaklaşıldığında aramaya bile gerek
kalmadan kendisini belli etmektedir.)
Kur’an, kulluğun esaslarını belirlemekte ve insana nesnelere, hadiselere
topyekün hayata bakış açısı vermektedir. Öte yandan onu, kulluğunu zedelemeyecek
konularda da serbest bırakmaktadır ki insana bahşedilen bu saha son derece
geniştir.
Müslümanların Kur’ân’ı, her şeye müdahil bir niteliğe büründürmeleri, ona olan
saygılarının bir ifadesiydi. Fakat bu durumda Kur’ân’ın dışında tutulması
gereken konuların âdeta Kur’ân’ın eli uzatılarak onun bünyesinde tartışılması
söz konusu olmaktaydı. Bu ise Kur’ân’ın değerini yüceltmek yerine onu basite
indirgemektir. Tabiatiyle, Kur’ân’a bu şekilde yaklaşılmasının sonucu
onun bütünlüğünün zedelenmemesi düşünülemez. Teferruata
boğulunca bütüne varmak imkansızlaşır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız yaklaşım tarzı, yani Kur’ân’ı her şeye müdahil
bir kitap durumuna sokmak ne kadar büyük bir hata ise, Kur’ân dışı faktörlerin
belirleyiciliği sonucu oluşan meseleleri, temel çıkış noktası alarak
Kur’ân’ı yorumlamaya çalışmak da o derece, hatta daha büyük bir
hatadır. Birincisi Kur’ân’ın alanını genişletip onu, Kur’ân dışı alanlara
müdahil kılmak; ikincisi, Kur’ân dışı olguların Kur’ân’a müdahelesidir. Her
ikisinde de alan tecavüzü söz konusudur ve her ikiside Kur’ân’ın bütünlüğünü
zedeler.
Kur’ân, fonksiyonel olması hasebiyle meselâ, örnek insan ve ideal bir sosyal
yapı önermekte ve bunun yollarını göstermektedir. Gayet tabiîdir ki, belli bir
coğrafyada var olanla Kur’ân’a göre varolması gereken, her zaman ayniyet
arzetmez. Meselâ, gayr-ı Kur’ânî dinamikleri olan bir çevre, o çevredeki
sosyo-kültürel yaşantı ve genel kabul görmüş değer yargılarının bir kısmı esas
alınarak Kur’ân’ın yorumlanması, onun bütünlüğünü ihmale yol açar.
Yukarıda temas ettiğimiz gibi, insanların, yaşadıkları çağın, bağrında
yetiştikleri kültürün ve onun değer yargılarının izlerini taşımaları yadırganacak
bir şey değildir. Fakat, eğer Kur’ân’ı anlamaya ve açıklamaya çalışan insan,
içinde bulunduğu sosyokültürel yapının özelliklerini odak noktası yaparak
Kur’ân’a yönelirse o zaman durum değişir. Çünkü Kur’ân, bir manzumedir ve bu
manzumeyi önce bir bütün olarak ele alıp ana çizgileriyle Kur’ânî şablonu
ortaya koymak gerekir. Yoksa belli bir sosyal bünyede pratik değeri söz konusu
değilse, Kur’ân’ın bazı özel belirlemelerini kaldırmaya çalışmanın bir anlamı
yoktur. Çünkü Kur’ân belli birtakım olgulara uyan ve uydurulabilen bir kitap
değil, aksine kendisine uyulması Allah tarafından istenen İlâhî bir kitaptır.[23]
Dolayısıyla her ne
suretle olursa olsun bu tür yaklaşımlar, Kur’ân’ı anlarken düşülen metodik
hatalardır.
Kur’ân ilimlerinin,
Kur’ân’ın anlaşılması hususundaki fonksiyonlarının tek tek veya bir bütün
olarak incelenmesine ihtiyaç vardır. Acaba bunlar gerçekten sadece müfessire
yardımcı olacak, Kur’ân’ı çeşitli yönlerine ait hazır ve faydalı ön bilgiler mi
vermekte, yoksa müfessiri belli noktalarda şartlandırmakta mıdır? Veya Kur’ân’ı
anlamaya çalışanların enerjisini gereksiz bilgi yığınlarında tüketmekte midir?
Bu tür sorular cevap aramaktadır. Bunun için Kur’ân ilimlerinin Kur’ân’ı
anlamadaki yerinin araştırılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bu
konuda bazı noktalara temas etmek yerinde olacaktır. Kur’ân’ı, Kur’ân
ilimlerini diye tabir edilen bilgileri ön planda tutarak inceleyen alimler
Kur’ân’ın belirli yönlerine ağırlık verdikleri için kişileri belli noktalarda
şartlandırmışlar veya en azından potansiyel olarak şartlandırabilecek bir yol
izlemişlerdir.
Meselâ,
Kur’ân’ın zamirlerininin, ism-i işaretlerinin ve ism-î mevsûllerinin, hangi
şeylere ve hangi şahıslara râcî olduğunu kendisine konu edinen Mübhemâtu’l-
Kur’ân ilmi, bir yönüyle belli hiziplere mensup kişilerin kolaylıkla Kur’ân’ı
istismar etmelerine kapı aralamış, diğer taraftan da Kur’ân
araştırıcılarını, Kur’ân’ın indiriliş gayesinden uzaklaştırarak, Kur’ân’ın bir
bütün olarak anlaşılmasında onun muayyen konulardaki zihniyetinin kavranmasında
en ufak katkısı olmayacak konularla uğraştırmıştır.
[1] (Bakara 185 , Âl-i
İmran 138 ),
[2] (Bakara 26, 144, 149,
176; Al-I İmran 3, 60,;Nisâ 105; Maide 48; En’am 114;Yunus 94; İsra 105)
[3] (İsrâ 9),
[4] (Hud107 ,Buruc16), (Bakara253),
(Secde13), (İnsan30 Tekvir29), (Araf89),
[5] (Âl-i İmran 182; Enfal 51; Hac 10; Fussilet 46) (Bakara 256; Yunus 99; Kehf 29)
(Âl-I İmran 182; Enfal 51; Hac 10; Fussilet 46)
[6] (Eş’ari El-İbâne, s. 10)
[7]- (Nisa 82)
[8]- (Şura 52 ) (Maide 15;
Hadid 9; Teğabün 8; Talâk 11) (Nahl 89) (İsra 9) ( Bakara
147; Âl-I İmran 5; Râd 1;İsra 105) (Yûnus 57; İsra 82,Fussilet 44)
[9]- ( Bakara 228, 278; Âl-I
İmran 175 Nisâ 59; Maide 23, 57; En’am 118; Araf 85; Enfal 1; Tevbe 13; Nur
2,)
[10] (Bakara 147; Âl-İ imran
60 Rad 1; İsrâ 105)
[11] (Âl-i
İmran 191; En’am 50; Yunus 101; Yusuf 109; Nahl 11,69; Ra’d 3; Rum 9,50, Fatır
44; Mümin 21,82; Casiye 13; Kaf 6)
[12] Rûm
8,21; Zümer 42; Fussilet 53; Haşr 18, Talâk 5);
[13] (Bakara
219, 266; Nîsa 82; Maîde 75; Yunus 24; Ra’d 3; Nahl 44; Mü’minûn 68,Sâd
29; Muhammed 24; Haşr 21)
[14] (Yûnus
101; Haşr 18; Talâk 5)
[15] (Bakara
20,173,255; En’am 102; Tevbe 78; Hûd 107; Ra’d 16; Hicr 28; Enbiyâ 23; Hac 62;
Ankebût 5; Lokman 30; Sebe 23,48; Zümer 62; Mümin 62; Şûra 11,12 51;Tâhrîm 3;
Bürûc 16; İhlâs 1-4)
[16] (Bakara
3; Maide 94; Fatır 18; Yâsîn 11; Kâf 33; Mülk 12)
[17] (Araf 143;Enam 103)
[18] (Bakara 260)
[19] (Kehf 21)
[20] (Nisa 157; En’âm 116,
148; Yunus 36,66; Câsiye 24)
[21] (Bakara 111; Nisâ 123)
[22] (Al-i İmrân 154)
[23] (Araf 2, )
__________________ ALLAH'IN EVRENSEL HAK DİNİ = Aklı doğru modda kullanarak yaratıcının bizde yarattığı yaratma yetisini işleterek yapımızdakileri sistematize edip ,kendimizle ve doğayla uyumlu bir yaşam sürmektir
|