Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Çok Dinli Hayatın Geleceği - Eğilimler ve Đmkanlar Prof. Dr. Cemal Tosun Giriş Çok dinli hayatın geleceği, eğilimler ve imkanlar konulu bir panelde, bir Din Eğitimi Bilimcisi olarak katkımın ne olacağını düşündüğümde, zihnimde bir dizi konu geçit yaptı. Önemli, karmaşık, çok boyutlu, teorik ve pratik yönleri olan bir konu. Çok dinli hayatın anlamı ile başlayıp, eğilimleri üzerinde yoğunlaşmayı, imkanları bağlamında din eğitimi boyutuyla bitirmeyi kurguladım. Aslında işaret edeceğim her bir hususun ayrı bir tebliğe hatta panele konu olacak kadar geniş olacağının da bilincindeyim. 1. Çok Dinli Hayatın Anlamı Önce çok dinli hayatın anlamı üzerinde durmak istiyorum. Çok dinlilik, çok dinli hayat, dinî çoğulculuk, dinde çoğulculuk günümüzün sık karşılaşılan kavramları arasında yerlerini almış bulunuyor. Başka kavramlar da vardır. Birbirini andıran ve birbirlerinin yerlerine de kullanılan bu kavramlar aslında farklı anlamlara sahipler. Çok dinlilik ya da çok dinli hayat, birden fazla dinin aynı ortamda –aynı şehir, aynı toplum, aynı ülke ve aynı küresel dünyada- birlikte yaşaması olgusuna işaret ederken, dinî çoğulculuk, birden fazla dinin birlikte yaşaması felsefesini, politikasını ve hatta teolojisini anlatmaktadır. Dinde çoğulculuk kavramı ise daha çok bir dinin içindeki çoğulculuğu anlatmaktadır. Bir dinin içindeki ana yorum ve yaşama çeşitlerinin (mezheplerin) ayrıca kendi içlerinde çokluğu da söz konusudur. Din ve mezhep içi çoğulculuğun da ayrıca olgusal ve felsefi-politik ve teolojik boyutlarından söz etmek mümkündür. Bunların yanında, teolojik, hukuki ve bilimsel-antropolojik din anlayışlarından kaynaklanan bir çoğulculuk yaklaşımlarından söz etmek mümkündür. Mesela, Hans Küng’ün öncülüğünü ettiği "Weltethos"=Dünya Ahlakı projesi ahlaki boyutlu bir çoğulculuğu işlerken, John Hick ise bir genel din teolojisi üzerinde durmaktadır. Çok dinli hayatın geleceği üzerine konuşurken, bu kavramlardan hangisini kastettiğimizin farkında olmak elbette önemlidir. Ama ben böyle bir ayrımı netleştirmeksizin, daha doğru ifade ile bir kavramı tercih ederek onun açıklamasını, delillendirmesini ya da savunmasını amaçlamaksızın, dini çoğulculukla ilgili kavramların hepsinde ortak olan genel anlamlardan bazıları üzerinden hareket edeceğim. Bunlar "tanıma" ve "kabul etme" kavramalarıdır. Çok dinli, dini çoğulcu ve dinde çoğulcu hayatın temel felsefesi; "var" olan her dini oluşumu, kemiyetine bakmadan ve keyfiyetini sorgulamadan olduğu gibi "tanımayı" ve "kabul etmeyi" öngörür. Bu anlayışa göre; "birlik" geçmişe ait bir özellik olmuştur. Şimdi, çoğulluk zamanıdır. Dinde birlik, dilde birlik, ülküde birlik, ulusal birlik, kültürde birlik vb. eleştirilir, sorgulanır ve reddedilir. Đyimser bir yaklaşımla istenen şu gözükmektedir: Birlik uğruna farklılıkları yok saymamalıdır. Herkes, (din, mezhep, tarikat, cemaat, ırk, ulus, kültür vb) kendi farklılığı ile var olabilmeli ve öylece tanınmalı ve kabul görmelidir. Buradaki "tanınmalı" ve "kabul görmeli" şartlarının "hoş görülmeli"den daha ileri bir aşamayı anlatmak için vurgulandığını unutmamak gerekir. Şöyle denir: Hoş görme (tolerans karşılığı olarak) daha çok katlanma, sabretme anlamına gelir. Bu istenen ve insana yakışan bir davranış değildir. Her hoş görmede aslında küçük görme, kötü görme, aşağı görme vardır. Burada vurgulanması gereken hususlardan biri de, çoğulculukla ilgili kavramlarda ortak olan tanıma ve kabul etmenin bireysel ve toplumsal olanlarının yanında hukuki boyutunun da bulunduğudur. 2. Çok Dinli Hayatın (anlayışının) Eğilimleri Çok dinli hayat anlayışı ve politikası ile ilgili kavramlar, tanıma ve kabul etme gibi iki pozitif anlam ile yüklü görülmeleri itibarıyla oldukça olumlu görülseler de, gerçek hayatta başa çıkması zor bazı sorunları beraberinde getirecekleri de muhakkak gözükmektedir. Def’i mefâsid celbi menâfiden evladır, yani kötülüklerin ya da zararların önlenmesi yararların kazanılmasından önceliklidir, ilkesi gereği, eğilimler bağlamında öncelikle çok dinli hayatın geleceği ile ilgili muhtemel sorunlara işaret etmekte yarar vardır. Çünkü, karşılaşılması kuvvetle muhtemel sorunları görmeden ya da görmezlikten gelerek dini çoğul(cu)luk yoluna çıkmak, barıştan önce savaşın gelmesine zemin hazırlamak anlamına gelebilir. Her şeyden önce, dini çoğulculuk yaklaşımlarının politik ve stratejik bir yönünün olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Kimin tanınacağı, kimin kabul edileceği, kimin dikkate alınmayacağı noktasında objektif ölçütler olmadığı için, yarar hesabına dayalı politikaların etkili olma ihtimali her zaman vardır. Bunun en önemli sonucu ise, birlikleri parçalamak için ayrılıkları, çoğulculuk adına desteklemek olmaktadır. Politik ve yararcı-istismarcı yaklaşımları bir kenara koysak bile çoğulculuğun dayatması kaçınılmaz görünen bazı sorunlar vardır. Bunlardan bazıları şöyle özetlenebilir: • Çoğulculuk, dinlerin gerçeklik iddiaları ve kurtuluş teorileriyle çatışan bir niteliğe sahiptir. Bu da din ya da mezhep içinde teolojik tartışmaları beraberinde getirmektedir. Dini çoğulculuk, karşıdakinin dinini bilmeyi, tanımayı ve olduğu gibi kabul • etmeyi öngörürken, bundan daha önce kendi dinini öğrenmeye sevk eder. Yani kendi farklılığını görme, farklı olanı tanımaktan ve kabul etmekten önce gelmektedir. Çünkü tanınmak ve kabul görmek her farklı olanın beklentisidir. Farklılıkları tanıma ve kabul etme sürecinde, farklı dini yapılar öncelikle kendilerini tanımlama çabasına girerler. Kendilerinin, kendilerini tanımladıkları şekilde tanınıp kabul edilmesini isterler. Her kendini tanımlama, -tanım efradını cami, ağyarını mani olur ilkesi gereği-, kendisini oluşturan nitelik ve nicelikler ile birlikte kendisini diğerlerinden ayıran nitelik ve nicelikleri de öğrenmeyi gerektirir. Yani bu bir nevi, farklı olanın gerçekten farklı olmasıdır. Dolayısıyla, farklılıkların bilincine varmanın ilk aşamada, kabul yerine reddi ve çatışmayı doğurması muhtemeldir. Hele aynı din ve mezhep içinde bu daha kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, bir ayrılma, sapma, sapıtma yaklaşımı ve değerlendirmesi söz konusu olacaktır. • Diğer taraftan bu tanımlamada, tarih ve tecrübeler önemli yer tutacaktır. Her farklı din anlayış ve uygulaması kendisini tanımlarken, kendini kendisi yapan süreçleri yeniden irdeleyecek ve bu süreçte olumsuz etki yapan farklı din yorumlarını yeniden keşfedecek ve farkına varacaktır. Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler vb. birbirlerini yeniden tarihleriyle hatırlayacaklardır. Katolikler, Ortodokslar, Protestanlar, Sünniler, Şiiler hepsi farklılıklarını tarihi süreçle birlikte yeniden keşfedeceklerdir. Bu keşifler, önce ayrışmayı yaşatır, muhtemelen. Sonra, eğer iyi bir eğitim gerçekleşirse tanıma ve kabul umut edilebilir. • Değerlerin, normların, hayat anlayışlarının, inançların geçmiş ortak temellerinin ve bağlayıcı çerçevelerinin olmaması çoğulculuğun ana niteliği ise, ki genel yaklaşım öyledir, çoğulculuk çok radikal bir yaklaşımdır. Farklılıkları tanımak ve kabul etmek, ana çerçeveleri yıkıp herkese yerel veya özel çerçeve çizmek anlamına geliyorsa, sancılar var demektir. • Çoğulculuk, farklılıkları ayrıştırmak ise; aynı din veya mezhep içi ayrıştırma kavgasızca nasıl gerçekleştirilecektir. Teolojik olarak bakıldığında aynı dine ve aynı dinin bir mezhebine mensup inanırları ayrıştırmanın anlamı nedir? Farklılıkları ayrıştırmak, ister istemez, farklılık ve aidiyet duygusunu • geliştirmektedir. • Çoğulculuk, politik ve hukuk bağlamında düşünüldüğünde, ulus devlet anlayışı üzerine kurulmuş laik ve seküler din devlet ilişkilerini de tartışmaya açmaktadır. Batı’da seküler ve laik yaklaşımlarda din daha çok kurumsal olarak düşünülmüştür. Din işlerinin sevk ve idaresi dinlerin kurumsallaşmış yapılarına bırakılmıştır. Bu kurumlar, aslında teolojik kurumlardır. Dolayısıyla, seküler ve laik anlayışta dinin teolojik niteliğine vurgu vardır. Çoğulculukta ise kurumsallaşmış din beklentisi eleştiri konusu olmaktadır. Çoğulcu rejim anlayışında sanki teolojik değil, genel, din bilimsel-antropolojik din kavramı ön plandadır. Çoğulcu tezde din birey tarafından temellendirilir ve meşrulaştırılır. Bu teze göre insanların din dedikleri her şey din kabul edilir ve tanınır. Seküler-laik hukuk da aslında dine bu yönüyle yaklaşır/yaklaşmalıdır. Dinin teolojik temellendirilmişliği, doğruluğu veya yanlışlığı, seküler hukuku ilgilendirmez. Seküler hukuk, bir dinin var olmasıyla ilgilenir. Çoğulcu yaklaşımla bir dinin içindeki tüm farklılıkları, vardırlar diye din kabul etmek elbette teolojik açıdan bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir ve bu sıkıntılar önemli hukuki sonuçlara sebep olacaklardır. 3. Çok Dinli Hayata Teolojik Yaklaşımlar Gerek küreselleşme gerçeği ile küçüldüğü kabul edilen dünyadaki dini çoğulluk gerekse müstakil ülkelerdeki eski veya yeni dini çoğulluk, dinlerin barış içinde birlikte yaşamalarının imkanları ve yolları üzerinde düşünmeyi beraberinde getirmiştir. Mesele çok boyutlu ve farklı açılardan ele alınmıştır. En önemli boyut ise; birlikte yaşamaları için arayışlara girilen farklı din mensuplarının her birinin, mensup oldukları dinlerinden gerekli desteği ve yönlendirmeyi alacakları teolojik boyut oluşturmaktadır. Temel soru şudur: Mensup olduğunuz/olduğumuz din diğer dinlerle birlikte yaşamaya ne kadar, hangi şart ve ölçülerde izin vermektedir? Küreselleşme, çoğul yaşam ve çoğulculuk, çok dinli ve çok kültürlü yaşam söylem ve eylemleri Batı kaynaklı ve Batı yönlendirmeli olduğu için, meseleye Batı yakasından bakılmaktadır. Buradan bakışta ilk göze çarpan II. Vatikan Konsülüdür. Konsül kararları arasında hem dünya Hıristiyanlarının/Kiliselerin birlikteliğinden (Ekümenizm, Unitatis redintegratio) hem de Nostra Aetate ile diğer dinlerin ve mensuplarının, özellikle de Đslam’ın ve Müslümanların bir şekilde var kabul edildikleri gibi gelişmeler dikkati çekmektedir. II. Vatikan Konsülü’nde konumuz bağlamında olan şudur: Varlığı boyunca Hıristiyanlık içinde kendisinden başka kilise kabul etmeyen ve kendisi dışındaki kilise mensuplarını Hıristiyan görmeyen; Hıristiyanlık dışında ise hiçbir dini kabul etmeyen, tüm dinlerin mensuplarını insan olarak görme noktasında bile zorlanan Katolik Kilisesi, büyük ölçüde yeni çağın şartlarına uygun misyonerlik faaliyetlerine de hizmet edecek bir teolojik yorum aramış ve kendine göre bulmuş ve ilan etmiştir. Müslümanlar tarafından bu açılım ve yönelim özetle şöyle algılanmaktadır: Katolik Kilisesi, genelde Hıristiyanlar, o zamana kadar diğer dinleri yok saydıkları, mensuplarını insan olarak bile görme noktasında zorlandıkları için, attıkları bu adımı çok önemli ve büyük saymaktadırlar. Aslında adım küçük de sayılmaz, onların eski pozisyonlarına göre. Ama bu adımın amacında şüphe vardır. Bu yeni bir misyonerlik hareketidir ve misyonerliği gizleme esası üzerine, kurulmuştur. Bir nevi takıyye politikasıdır. Müslümanlara göre Đslam, sonradan yorumlayarak değil, ilk vahyedildiği muhteva ile birlikte diğer dinleri ve mensuplarını insan olma bağlamında tanımış ve kabul etmiştir. Đslam, dinlerin çokluğunu ve inanmadaki farklılıkları, Allah’ın iradesi ve dünyanın imtihan yeri olmasının gereği olarak göstermiştir. Đnanmamak kötüdür, ama inanmayana insan olarak bakmak zorunluluktur. Hıristiyanlık içinde, kiliseler arasında da II. Vatikan Konsülü kararlarındaki Hıristiyanlık içi çoğulculukla ilgili teolojik yaklaşımlar üzerine endişeler ve tartışmalar eksik değildir. Bir taraftan Katolik kilisesi kendi mensuplarını teskin için, diğer kiliselerin kardeş olmakla birlikte eş-değerde kardeşler olamayacaklarını ilan etmekte, bir taraftan da Hıristiyan ekumenizmi için çaba göstermektedir. Protestan Kilisesi ise yapı itibarıyla Katolik Kilisesinden farklı olduğu için, daha yerel hareket etmektedir. Almanya örneğinde Protestan kilisesinin uzun süre dinler arası ilişkiler noktasında bir teoloji geliştirmediği üzerinde durulur. 2000’li yıllara gelindiğinde ancak, Almanya’da çok dinli toplum gerçeğine yönelik teolojik sayılabilecek açıklamaların geldiği gözlenmektedir. 2000 yılında şöyle bir açıklama yapılmıştır: "Toplumumuzdaki farklı din cemaatlerinin mensuplarının birbirleri ile karşılaşmaları ve tanışmaları zaruridir." (Kirchenamt der EKD, 2000a, 23). 2003 yılı teolojik ilkelerinde ise söyle denilmektedir: "Çeşitli dinlerin farklılıklarına karşılıklı saygı... dini çatışmalardan kaçınmaya yardım eden en doğru yol olarak tavsiye edilir." (Kirchenamt der EKD, 2003a, 7). Yine EKD küreselleşmenin kültürler arası ve dinler arası eğitimi gerekli kıldığını da açıklamıştır. (Kirchenamt der EKD, 2003b, 75) Ama EKD "farklı dinlerin bir ve aynı Gerçekliğin farklı ifadeleri ol- duğu kabulünü çok erken bir kabul olarak ilan etmiştir. (Kirchenamt der EKD, 2003a, 25) Protestanlık açısından "dinlerin ekümenizmi" iddiası da bir yanlış yoldur. Bu meyandaki diyalogçu teolojik yaklaşımlar da reddedilmektedir. 4. Đslam’ın Çok Dinli Hayata Bakışı "...Ey insanlar! Rabbiniz tektir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Ne Arabın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Araba; ne siyah derilinin beyaz deriliye, ne de beyaz derilinin siyah deriliye bir üstünlüğü vardır. Üstünlük sadece takva ile olur..." (Đbn Harbel, Müsned, V/411) "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışasınız diye de çeşitli millet ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, O’ndan en çok sakınanınızdır." (Hucurat, 49/13) Bir Müslüman için tek doğru din Đslam’dır. Bu konuda Kur’an’da şöyle açıklamalar yer almaktadır: „Allah katında din Đslam"dır..." (Ali Đmran, 3/19) „Allah’ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur. O’na döneceklerdir. Allah’a, bize indirilene, Đbrahim’e, Đsmail’e, Đshak’a ve Yakub’a ve torunlarına indirilene, Rabb’leri tarafından Musa, Đsa ve peygamberlere verilene inandık, onları birbirinden ayırt etmeyiz. Biz O’na teslim olanlarız, de. Kim Đslam’dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerden olacaktır."(Ali Đmran, 3/ 83, 84, 85.) Bu ayetlerde söz konusu olan „Đslam" kavramının, Đslam dinine özel isim olma yanında, genel anlamda „teslim olma" anlamına geldiği ve dolayısıyla bütün tanrı inançlarının, başka bir deyişle Allah’a olan bütün teslimiyetlerin Đslam olma olarak anlaşılması gerektiği de iddia edilmektedir. (Esed, 1997, s. 106-107) Nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, Đslam’daki tek gerçeklik inancı diğer inançlıların ve hatta inançsızların da Allah’a ait oldukları gerçeğini inkara izin vermez. Kuran’da, mevcut dini farklılıklar bile Allah’ın bir iradesi olarak değerlendirilir. Bu durum Kuran’da şöyle açıklanır: “Ey Đnsanlar, biz sizi bir kadın ve erkekten yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı en müttaki olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat, 49/13). Đslam, diğer dinlerin mensuplarını da, gerçek doğru anlamında olmasa bile, inananlar olarak görür. Onları inançlılar olarak ciddiye almayı ve gerektiğinde koruma altına almayı, onlara karşı hiçbir zorlamada bulunmamayı öğütler. Allah insanlara, inançlarını serbestçe seçme özgürlüğü vermiştir. Kuran’da şöyle denilir: ‘Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır. Yanlış tanrı inancını reddedip Allah’a inananlar hiç bir zaman kopmayacak en sağlam dayanağa tutunmuşlardır. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.’ (Bakara, 2, 256). ‘Allah, hiç inanmak istemeseler bile, insanların inanmaya zorlanmalarını istememektedir.’ (Bilgin, 1988, 254). Kuran’ın ifadelerine göre yeryüzündeki dinler çokluğu Allah’ın iradesi veya izni doğrultusunda ortaya çıkmıştır ve öyle devam edecektir. Bu konuda Kuran’da şöyle denilmektedir: ‘Eğer Rabb’in dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanmış olurlardı. Hala insanları inanmaya mı zorlayacaksın?’ (Yunus, 10/99). ‘Eğer Rabb’in dileseydi bütün insanlığı tek bir ümmet yapardı. Onlar da hala farklı görüşleri benimsemektedirler.’ (Hud, 11/118) Kuran, aşağıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi, diğer inanç mensuplarıyla ve özellikle de ehli kitap adını verdiği Yahudi ve Hıristiyanlarla güzel bir şekilde mücadele etmeyi, ki kanaatime göre Diyalog bunun için bir yol olarak da kabul edilebilir, onlara aynı Allah’a inandığımızı hatırlatmayı ve onlar bizimle savaşmadıkça onlara karşı adil olmayı istemektedir: Kuran’da şöyle denilmektedir: "Kitap ehliyle, zulmedenler bir yana, en güzel şekilde mücadele edin ve şöyle deyin: Biz, bize indirilene de size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da aynıdır; biz O’na teslim olduk." (Ankebut, 29/46) „Allah’ın sizinle düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur; Allah her şeye gücü yetendir ve bağışlayandır, acıyandır. Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmaya çalışmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasaklamaz; doğrusu Allah adil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğruna savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar..." (Mümtehine, 60/7, 8, 9) Đslam dini, diğer bütün dinlerde olduğu gibi, kendi içinde bir ayrışmaya şartlı bakmaktadır. Mezhepler, tarikatlar ve cemaatler ancak Đslam’ın temel kaynaklarına dayandıkları ve yorumları teolojik temellendirildiği ölçüde kabul görmektedir. Ki, bunun bile belli süreçleri gerektirdiği tarihen sabittir 5. Đmkanlar Çok dinli hayatın geleceğine yönelik imkanları, bütün genişliği ile eğitim alanında aranmalıdır. Bu konuda en önemli görev okuldaki ve okul dışındaki (ailedeki, ibadethane ve müştemilatındaki vb.) din eğitimine düşmekle birlikte, diğer eğitim alanlarının da gerekli ve mümkün katkıyı yapmaları gerekir. Özellikle örgün eğitimdeki din derslerinin çoğulcu yaşamın dayattığı sorunları dikkate almasında yarar vardır. Burada din içi çoğulculuk ile dinler arası çoğulculuk ayrı ayrı dikkate alınabilir. Din içi çoğulculukta, doktrinler arası bir din dersi, dinler arası bir çoğulculukta ise dinler arası bir ders düşünülebilir. Ki bunları yeni de olsa örnekleri vardır. Din eğitim ve öğretimi bağlamında doktrinler arası ve dinler arası eğitim önemli katkı sağlayabilir. Ancak, kendi dinini öğrenmeksizin dinler arası öğretim yaklaşımı bir çok açıdan haklı olarak eleştirilmektedir. Dolayısıyla, program geliştirmeden başlayarak, öğretmen yetiştirmeye kadar, tüm boyutları kuşatıcı araştırmalara dayalı veriler elde edilmeden çok dinli yaşama yönelik din eğitimi adımları atmak da istenen sonuçları vermeyecektir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dinsel Çoğulculuk Ya da A’mak-ı Hayal*
Ramazan YAZÇİÇEK
Çokçuluk/Çoğulculuk,
evrenin, birbirine indirgenemeyen birçok varlıklardan meydana geldiğini
ileri süren öğretilerin genel adıdır. Tekçi (monist) ve ikici (düalist)
anlayışlara karşı herhangi bir alanda birbirine indirgenemeyen birçok
ilkeler kabul eden anlayışa da çokçuluk ya da çoğulculuk denilmektedir.1
"Dinsel Çoğulculuk" diye formüle edilen paradigmaya göre, büyük dünya
dinlerinin her biri bir diğerinden bağımsız olarak hakikî kurtuluş
vasıtalarıdır. Bu paradigma, her bir dinsel geleneğin, kendi
taraftarlarını kurtuluşa ulaştırma yolunda diğerleriyle eşit
geçerliliğini öngörür. Yine bu paradigmaya göre, her inanç, kendi
hakikatinde, birbirinden bağımsız olarak, aslında nihaî gerçekliğin
farklı farklı algılanışlarıdır (Hick, 2002; Nasr, 1996; Aydın, 2001;
Aydın, 2002; Aydın, 2001: 2/291; Aydın, 2001: 11/23; Aydın, 2002: 4/14;
Özcan, 1995: 11; Aslan, 1998: 2/154; Aslan, 2000; Demirci, 2000).
"Dinsel Çoğulculuk" her bir din özelinde kendisine karşılık bulmaya
çalışmaktadır. Bu anlamıyla dinsel pluralizm, modern bir teoloji
biçimidir. Bu teoloji belli hedeflere dayalı, farklı kültürel
referansları içermektedir. Çoğulculuğun, daha çok konjonktürel
eğilimlerin, iktidar merkezli beklentilerin izlerini taşıdığı görülür.
Küresel bağlamda bu böyle olduğu gibi yerel bağlamda da bu böyledir.
Çoğulculuk açısından ortaya konulan veriler, esas itibariyle farklı
sonuçların delilleridir. Konuya, varılmak istenilen sonuca delil toplama
çabasıyla yaklaşıldığı, İslâmî kavramların çoğu yerde anlam kaymasına
uğratıldığı görülür. Ortaya konulanlar, aslında yeni bir paradigmadan
öte eski kastın yeniden dillendirilmesidir. Bu ve türevi görüş ve
projelerin asıl amacının dinî değil siyasî olduğu çoğu kez gözardı
edilir. Bu yaklaşımda din esas itibariyle belirleyici değil, fütursuzca
belirlenen olarak konumlandırılmıştır.
Bu yazıda, dinsel çoğulculuğu, pluralizm-globalizm ve Hıristiyanlığın
merkez kaymasına uğramasıyla kilise odaklı problematik etrafında
incelemeye çalışacağız.
"Dinî pluralizm" ve "dinî tolerans" terimleri, modern toplumların
sorunlarına uygun olarak şekillenmiş batılı kavramlardır. Batılıların
bütün çağdaş teolojik ürünleri de en basitinden en karmaşık olanına
kadar kilise imanı üzerine geliştirilmiştir. Buradaki amacımız modern
aklın teolojilerine şerh düşmek değildir. Yine eleştirimiz hoşgörüye,
müsamahaya yönelik de olamayacağı gibi diyalog olgusuna da değildir.
Zira diyalogun herkes için olumlu ve de gerekliliğinde şüphe yoktur.
Eleştirimiz, bu kavramlarla da ilişkilendirilen ‘değerlerin
kıymetsizleştirilmesi’ diyebileceğimiz yeni ‘hakikî kurtuluş’
tanımlamasınadır. Dinsel çoğulcuların, savunularına, İslâm kültürü
zemininde karşılık bulma çabaları ve Kur’ân’a dayandırma çabaları, bizi,
ilgili referansların Kur’anîliğini değerlendirmeye sevk etmiştir.
Çoğulcu paradigmayı kendi modern terminolojisi bağlamında
tanımaya/tanımlamaya çalışırken, alternatif duruşu, İslâmî ıstılahlarla
vermeye çalıştık. Ön değerlendirmemizin açılımına; bizi, tespitlerde
bulunmaya götüren analizlere ve temel argümanlarımızın neler olduğuna
araştırmamızda ulaşacağız. Araştırmamızda, konumuzla ilgileri ölçüsünde
farklı makale ve görüşlere de atıfta bulunacağız. İleriki çalışmalarda,
eleştirel yaklaşım açılımlarına dayalı olarak daha spesifik
değerlendirmelerde bulunmayı umuyorum.
………..
"Çoğulculuk" Yeni Bir Paradigma mı?
Çoğulculuk ve dinlerarası diyalog paradigması postmodern dilde yeni bir
ifade biçimidir. Çoğulcu yaklaşımla ortaya konulanlar, Müslümanlar
açısından yeni bir paradigma değildir. Bu söylem eski kastın yeniden
dillendirilmesidir.
Çoğulculuk, İslâm kültür tarihinde mistizm zemininde karşılık bulur.
Çoğulculuk, tasavvuf hariç hiçbir fikrî disiplin tarafından kabul
görmemiştir. Farklı isimlendirme veya formlarda sunulsa dahi kendisine
zemin bulduğu ortamlar esas olarak mistik altyapıya sahip ortamlardır.
Bu durum çoğulcuların itirafı, araştırmacıların tesbitidir (Hick, 2002:
35, 71-72; Aydın, 2001: 2/292; Demirci, 2000: 17; Aslan, 1998: 2/159;
Şahin, 2003: 18). Tasavvufta bir anlamda, disiplinsizlik disiplin kabul
edildiği ve bir noktadan sonra herşey mübah telakkî edildiği için,
dinsel çoğulculuğa olumlu bakmak bir yana çoğulcu bir din, temel
espridir. Çünkü, karakteri itibariyle mistizm delil kabul edilmenin çok
uzağına düşen bir duruştur. Nitekim bu duruşun altını yeni çoğulcular da
çizmektedirler. İslâm inancına göre, "Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler
kâfir olmuşlardır" (5: 72-73). Çoğulculuğa ardına kadar kapı aralayan
vahdeti vücuta göre ise Allah, her şeydir. Putlara, taşa, ağaca,
hayvana, insana, yıldıza, meleklere tapanlar dahi mükemmel ariflerdir
(Sarmış, 1995: 118).
Hülasa, dinsel çoğulculuk, tarihsel çoğulcu dinin yeni bir versiyonudur.
Bu hususta İbn Arabi’nin, "Sufiler delil ikame etmekten
münezzehtir..."(İbn Arabi, 1990: 25) sözü, "ne olsa gider" diyen
postmodern lakaytlığa son derece paralel imalara sahiptir. Bu sözlerini
dikkatle okuduğunuzda, doğru ile yanlış, iyi ile kötü, siyasi açıdan da
haklı ile haksız duruşlar arasındaki ayırımların giderek bulanıklaştığı,
hiçbir konuda net bir tavrın takınılmasına imkan bırakmayan kaygan bir
zeminin özenle işlendiğini düşünmemek için elde ne kalır?
"Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını
çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek
tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir...
Erkeğin Allah’ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir... Zira
Allah, maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahede edilemez"
(Sarmış, 1995: 119).
"Şeyh-i Ekber, teslis inancından daha çok ileri giderek, Allah’ın leş ve
putlarda, Samiri’nin buzağısında, Hz. Musa’nın Firavun’unda ve pislik
içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri
alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp
günah bataklığına taşıyan ahlâksız(ın) vücuduna büründüğünü söylediği
bir tanrı anlayışına sahiptir" (Sarmış, 1995: 120).
İbn-i Arabi; "Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve
kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu
tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında
tapanlar onlara ilâh adını vermişlerdir." (Sarmış, 1995: 118) der.
Yani neye inandığı neyi reddettiği belli olmayan kimliksiz bir duruş. Bu
inanışın içerisinde her dinden kırıntıların olduğu gibi İslâm’dan da
unsurlar kuşkusuz vardır. Haliyle redlerin adı/anlamı olmadığı gibi
kabullerin de adı ve anlamı yoktur. Hem hâkim hem mahkûm... Önce ortaya
koyduğunuz görüşleri delillendirme sorumluluğundan kendinizi azâde
kılacak, daha sonra aklınıza her eseni fütûrsuzca Allah’a nisbet
edeceksiniz. Ortaya koyduğunuz her düşünceyi de mutlak hakikate
ulaşmanın farklı meşru yolu olarak konumlandıracaksınız.2
Serdedilenlerin dindeki delili taleplerine ise "Sufiler delil ikame
etmekten münezzehtir dememiş miydik"e getireceksiniz.
Benzer yaklaşımı S. Hüseyin Nasr ise "Bâtınî anlayış, zâhirî ölçülere
göre değerlendirilemez; onun hiçbir dış yaklaşımın üstesinden
gelemeyeceği kendine özgü bir mantığı vardır" diye ortaya koyar. Böylece
sofestai te’vil anlayışının meşruîyeti talebinde bulunmaktadır.3
Dinsel çoğulcuların esin kaynağı olarak gördüğü (Hick, 2002: 35, 71-72;
Aydın, 2001: 2/292; Demirci, 2000: 17; Aslan, 1998: 2/159; Şahin, 2003:
18) Celaleddin er-Rumi, divanında şöyle söylüyor:
"Canım, ey nûr, kaçma benden,
Kaçma benden ey parlayan görünüm,
Kaçma benden, kaçma benden,
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum,
Hatta bileğime taktığım Zerdüşt’ün zünnarına bak,
Zünnarı taşırım, yemliği taşırım,
Belki nuru taşırım, kaçma benden,
Müslümanım ben, ama Hıristiyanım, Brahmanistim, Zerdüştiyim,
Ey yüce Hak, sana tevekkül ettim, kaçma benden,
Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok benim,
Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden kaçma benden" (Dr. Mustafa
Galveş, et-Tasavvuf fi’l- Mizan,100-101’den nakleden Sarmış, 1995: 160).
"Ne lazım gelir ey Müslümanlar ki ben kendimi bilmiyorum. / Ne
Hıristiyan, ne Yahudî, ne Ermeni ne de Müslümanım" (Kisrâvî, Tarihsiz:
78) diyerek hak ve batıl ayırımı yapmaksızın hümanistik duyguları inanç
olarak merkeze aldığını ortaya koyuyor. Müridleri arasında Ortadoks
Hıristiyanların da bulunduğu Celaleddin er-Rumi’yi4 çoğulcu bir dinin
özgün prototipi görmek hiçte zorlama olmayacaktır.
Çoğulculuğa esin kaynağı olan yakın tarih düşünce oluşumlarının da bu
mistizm zemini üzerine oturduğunu görüyoruz. Şerîatın esas itibariyle
siyasetle ilgili olmadığını savunarak pluralizme farklı bir zemin
oluştururlar. Bu tarz şerîat telakkîsi sonraki bir çok meseleye
bakışlarına da renk vermiştir.
Oysa ki, siyasaldan soyutlanmış şerîat5 telakkîsi "tıpkı Aziz Paul’ün
geliştirip Hz. İsa’nın ümmetini yozlaştırdığı şerîatsiz din kavramı
gibi, din ile şerîatın birbirinden ayrılmasına kadar varabilir. Çünkü,
Allah’ın emrinin sadece dini kurmak, ama şerîatı reddetmekle ilgili
olduğu düşünüldüğü takdirde Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi şerîatı
önemsiz, kurulmasını gereksiz bulabilirler. Ellerinde kalacak olanlar
sadece birtakım akide ve inanç ile bazı ahlâk kuralları olabilir."
(Mevdudi, 1985: 1/306-307; 2/ 86) Elde kalan bu değerler ise pluralizm
için başka ilkelerin gerekmediği hatta sakıncalı olduğu yeter
değerlerdir.
Batı Hıristiyan Kültür Tarihi’ndeki laik düşüncenin temelleri de bu
sapma noktasına dayanır. Laiklik kavramı Miladi 2. yüzyılda ilk Roma
Kilisesi’nin geleneğine yerleşmiştir. Roma Kilisesi’yse, tamamen
Pavlus’un Din Felsefesi’ne dayanıyordu. (Hamid, 2001: 221,218) Dini,
şer’î emir; kaide ve kurallarından soyutladığınız, yine dini, salt,
‘ahlâkî değerler sistemi (moral law)’ (Aydın, 2001: 2/301) olarak
algıladığınız taktirde, toplumsal hatta bireysel ahlâkî tanımların
farklılığı gereği, adeta birey sayısı kadar din oluşacaktır. Bu noktadan
sonra tam bir keyfîlik esastır ve bir o kadar da çoğulcu zeminde
meşruiyet(!) gerekçesi hazırdır.
Şâtıbî, Şerîat’ı tanımlarken şunları söylüyor: "Şerîat, kulun dünya ve
âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan
her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Hiçbir yeni olay yoktur ki, Şerîat’te
ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün değildir. Dolayısıyla
da "meskutun anh" yani hakkında sükût geçilmiş bir şey yoktur" (Şatıbi,
1990: 1/ 42,165). Zira şeriatlerin varlık sebebi dindir (Özcan, 1995:
55).
………..
Sözün Özü
Hz. Peygamberin tebliğ ettiği inanç anlamındaki İslâm’ı değil de,
Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet ve itaat anlamına gelen İslâm’ı
merkeze koymak, diğer din mensuplarını bu açıdan yola çıkarak
değerlendirmek, Müslümanları kendi inançlarını mutlaklaştırmaktan
kurtaracaği savı (Aydın, 2001: 305) eziklik duygusunun teolojik zeminde
dışa vurumudur. Bize göre Hz. Peygamberin tebliğ ettiği İslâm ile
Allah’ın mutlak iradesine teslim olma manasına gelen İslâm arasında bir
fark yoktur. Ancak dinsel çoğulculuğun ikinci anlamı alıp birinciyi yok
sayması teklifin sebebi olan ilâhî hitabı yok sayarak herkesi cennete
gönderme arzusundandır. Bu ise vahyî olan emir ve tanımlamalara
muhalefettir.
John Hick’in teorisinin imdadımıza yetiştiği (bkz. Aydın, 2002: 99-109;
Aydın, 2001: 2/292; Aydın, 2002: 4/14), tavsiye edilene uyulmasının
Müslümanları da Kopernik Devrimi’ni gerçekleştirmeye götüreceği savı,
problemlerle yüzleşme yerine, teslimiyeti tercih eden popülist bir
yaklaşımdır. Allah’ın bütün insanların Rabbi olması hasebiyle, O’nun
rahmet ve merhametinin tek bir toplulukla sınırlı olmamasının gereği
olarak herkesin cennete gireceği yaklaşımı ise sadece hümaniter bir
inanıştır. Bütün bunlar çelişkilerle içiçe, zihin bulanıklığı ile
ma’lûl, çok farklı kriterlerin esas alındığı, kimliksiz bir duruş ve
mistik, sofestai bir tahayyül; aynı zamanda, hakikat telâkkîsini
değersizleştirme ameliyesidir. Varılan sonucun, çıkış noktasının da
anlamını yitirdiği, emperyal bir hizmetin (Duralı, 2000: 21-27)
deruhtesi olduğu kanâatindeyiz.
Dinsel çoğulculuk ve/veya dinlerarası diyalog, küreselleşme, hoşgörü
v.s. kavramlarla ifade edilen süreç son tahlilde, İslâmî diriliş/uyanış
bilincini boğmak, dinin doğru anlaşılması noktasında Kur’ânî
belirleyiciliğini speküle ederek boşa çıkarmak; hatta farklı duruşları
simgeleyen her bir yerel kültürü sıfırlamaktır. Yerine ikame edilmek
istenen ise "evrensel dinî uyanış", "global din"dir. Bununla, yerel
olanın, farklı bir ifadeyle kimlikli duruşların, küresel olan içerisinde
eritilmesi yani kriterleri kendilerine ait olan küresel bir teoloji
amaçlanmaktadır. John Voll’un dediği gibi küresel ve yerel, artık
birbirinin zıddı değildir; bilakis, tek bir ("glocal") gerçekliğin
parçaları haline gelmişlerdir (Stowasser, 2000: 27).
Kur’an’da yaratılışın gerekçesinin Allah’a kulluk etmek (51: 56) olduğu
söylenir. Müslümanlar için asl olan budur. Peygamberin tebliğ ettiği
inanç anlamında İslâm’dan memnun olmayıp farklı bir mülahaza içine
girmek, İslâm’dan başka bir din aramak olarak kınanır. İslâm, Allah’ın
iradesine mutlak teslimiyet ve itaât anlamına gelir. Dinsel çoğulculuk
ile ortaya konulanlar ise farklı yorumdan öte Kur’anî belirleyiciliğe
rağmen yeni bir İslâmî kristoloji oluşturmaktır.
İslâm, Kur’ân’ın haber verdiği bütün peygamberlere inanan ve Hz.
Muhammed (s) ile de son bulan (33: 40) öncekilerin şerîatlarıyla
birlikte geçerli mensubiyetlerinin de son bulduğu, insan yaşamının her
anını ve de alanını kapsayan, sosyal, siyasal, iktisadî, ahlâkî bütün
alanları içine alan tek hak dinin adı olarak sunulur. İbrahimî çizgiyi
de takip eden tek dindir.. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâm’ın, Allah’ın
iradesine mutlak teslimiyet ve itâât anlamından farklı olduğu savı, bir
sürç-i lisan değilse kriterleri beşerî olan çoğulcu bir dine davettir.
Burada Kaplan’ın, "küresel sistem, İslâm’ı resmi din haline getirerek
hadım etmek istiyor" değerlendirmesine değinmeden geçmemek lazım.
Kaplan’a göre, 300’lü yıllarda İsa’nın dini, bizzat Roma tarafından
resmî din, teslis haline dönüştürülüp içi boşaltıldığı gibi, bugün de
(küresel) sistem, İslâm’ı, bizzat resmi din olarak kabul etmek istiyor.
Bunun zeminini Tanrı’nın yerini insanın almasıyla hümaniter düşünce
oluşturmaktadır (Kaplan, 2002: 97/27,23). Bu bağlamda dinsel
çoğulculuğun vahyi dikkate almaksızın olgucu bir mantık ve konjoktürel
kaygılarla ele alınan küresel yeni bir toplum projesi olduğu
söylenebilir.
Diyalog/uzlaşma ve hoşgörü ifadelerinin karşısına sürekli Müslümanların
oturtulması, suçluluk psikolojisine esir almaktır. İslâm’ın kendisi
barış ve esenlik demek iken onu böylesi bir noktada konumlandırmak
gayr-ı ilmî, gayr-ı ciddidir. Söylenecek söz, bu konumlandırmanın
İslâm’ın gerçekliğine uymadığı gibi tarihî (Aro, 1995: 276) ve günümüz
gerçekliği açısından da yanlış ve haksız olduğudur.
Taklid taassubunun zihinleri dumura uğrattığı, tecdid bilincinin
köreldiği, ortaya çıkan yeni sorunlara Kur’ânî çözümler üretmek
zorunluluğunun ertelendiği bir gerçeklik zemininde, Müslümanların
yeniden uyanış ve Kur’ân’da dirilişlerinin zorunluluğu ortadadır. Bu
haliyle dine rağmen din olarak gördüğümüz çoğulculuk temayüllerine karşı
da aynı uyanıklığın gösterilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Müslüman için
esas olan, değişim gerçeğiyle yüzleşirken Kur’ânî çözümler üretmektir.
Tarihsel vakıalara tepkisel tavırlarla yaklaşmak, hakikati, fayda-zarar
eksenli kritere endekslemek gibi seküler/laik bir yaklaşım değildir.
Farklı kültürel kimlikli insanların birbirini kabullenmesi ayrı,
çoğulculuk adına yanlışa meşrûiyet tanıyarak kendini tekzip etmek
apayrıdır. Ötekilerin tanrıları hakkında kötü şey söylememek ayrı,
inanışlarına meşrûiyet tanıyarak kendini inkar apayrıdır. Nitekim
Müslümanlar bugün onların düşünsel meşrûiyetini tartışırken, onlar,
gerçeklik zemininde Müslümanların neredeyse hayat hakkını bile
kabullenmek istemiyorlar.
Tarih, Haçlı Seferleri’ne tanıklık etmiştir. Denilebilir ki onlar
tarihte kaldı; ancak onu diyebilmek için günümüzü doğru okuyamamak
gerekir. Günümüzü doğru okumak için, taşlarla silahların savaşına
tanıklığımız yeterlidir. Nitekim bugün dünyanın hemen her yerinde
zulmedenler ve zulmedilenler neredeyse hep aynı kimlikleri taşıyorlar.
Batı, tarihi boyunca kültür ve medeniyet alanında ‘öteki’ diye
konumlandırdıklarını hep sömürüye tâbi tutmuştur. Yerel kültürleri yok
etmiş, yer altı yer üstü değerlerini talan ederek medeniyetler
çatışmasına bizzat kendisi öncülük etmiştir. İşgal ettikleri yerlerin
dillerini, dinlerini yok sayarak neredeyse tek bir yerel değer
bırakmamayı hedeflemiştir. Modern Batı da Batı kültürü dışındaki
kültürleri sıfırlamak hevesindedir (Kırbaşoğlu, 2003: 3-7; Duralı, 2000:
21-27). Şimdi de bütün bu yağmalamaları, gerçek talan ve çatışmayı
perdelemek üzere, medeniyetler çatışmasını önlemek, diyalog, uzlaşma,
hoşgörü, dinsel çoğulculuk gibi paravan yaklaşımlar geliştirmektedir.
Batı, sömürgeci zihniyetinin ağır sonuçlarını bugün daha iyi anlıyor ve
diyaloğa girmek istiyor. Elde ettiği atom bombasıyla insanlığı yok
etmiştir. Bu durum, hem Batı hem Doğu insanının Batı Rasyonalizmi’ne ve
ilmine karşı güvenini sarsmıştır. Batı bilimini tenkid eden Batılı
düşünürlerden Paul Feyerabend de, "Akla Veda" derken akla karşı değildi.
Batının aklı kullanış biçimine, kültürleri yok edişine karşı olduğunu
içeriden biri olarak vurguluyordu (Bolay, 2000: 65).
G. Sacco’nun da ifade ettiği gibi, Batı’nın bütün ideolojiler
karşısındaki tartışmasız zaferini ilan eden Tarihin Sonu ve Medeniyetler
Çatışması tezleri, aslında, yeni bir Haçlı Seferi için, silaha çağrı,
bir savaş çığlığıdır (Yılmaz, 2001: 15,16). Kendisini alternatifsiz
gören Batı, artık yeni dünya düzeni oluşturma, dünya sistemi olma,
rükünlerini kendi belirlediği evrensel bir din oluşturma hevesindedir.
Bugün plüralist tezlerle ortaya konulanlar kadar önemli olan, onun,
hangi siyasî iradeyle eşgüdümlü olduğu/oluşturulduğudur. Bu arkaplan
doğru okunmadığı takdirde, çatışmaya dikkat çekerek, mutlak güce teslim
olmanın dışında alternatif olmadığı vehmine kapılmak işten bile
değildir. Ya cehennem ya da küreselleşme, diyalog, çoğulculuk dayatması
bu vehmi beslemeye yaramaktadır. Medeniyetler çatışmasında taraf kılınan
Batı, olağanüstü bir kudretin zirvesinde, süper güce sahip, rakibi
haritadan silinmiş, ekonomik meydan okuyacak muhatap bulamayan, güvenlik
ve iktisadî muhtariyeti olan bir mutlak güç olarak konumlandırılıyor.
Batılı güçler, menfaatlerinin meşrûiyeti için kendilerini, ‘Hür Dünya’,
‘Dünya Toplumu’ diye nitelendiriyorlar. Tek meşrûiyet(!) dayanakları
doyumsuzlukları olan Batılılar, her hür birey ve ülkeye müdahale ve
işgallerinde kendilerinin, "Dünya Topluluğu" adına hareket ettiklerini
ileri sürüyorlar (Huntington, 2002: 38-39).
Huntington’un, "medeniyetler çatışması dünya barışının karşısındaki en
büyük tehlikedir ve medeniyetlere bağlı uluslararası düzen bir dünya
savaşına karşı en büyük güvencedir" (s. 10) diye özetlediği tezinde
ortaya konulanlar, bizce, bir bütün olarak doğru okunmalıdır. Çünkü,
"uluslararası" denilen yeni dünya düzeninin kriterleri hem medeniyetler
çatışmasının müsebbibi hem de mütereddidi olan Batı tarafından
belirlenmektedir. Bir dünya savaşına karşı yine kendilerinin oluşturduğu
uluslararası düzeni zorunlu görüyor, hatta dayatıyorlar. Binaenaleyh
buna "Batı’nın Güvenliğinin Düzeni" denilirse daha doğru ve daha ahlâkî
olur.
Bulundukları hukuk noktasının da gerisine gitmeye başlayan, özgürlüğü
yok edici müdahaleleri olanca hızıyla yaşama taşıyan, militarist duruşu
sıradanlaştıran Batı; terörizmle mücadele adını verdiği savaşla her
türlü kuşatma ve zulmü öteki diye konumlandırdıklarına reva görmektedir.
Farklı değerlerin de insan mutluluğunu tesis edebileceğini kabul
etmeyerek, ötekilerin başka dünyalarına hayat hakkı bile tanımak
istemeyen Batı/Amerika, aslında kendiyle beraber büyüttüğü alternatif
hareketlerin de kuşatması altındadır. Küresel barışı ve güvenliği tehdit
edici unsur olarak Müslümanları potansiyel suçlu olarak hedef tahtasına
oturtan Amerika, meşrûiyetini gücünden almakta, kuvveti hak sanmakta,
kendi kanunlarına boyun eğilmesini ibadet vecdiyle talep etmektedir.
"Küreselleşme karşıtı olmak, Amerika karşıtı olmaktır; yani
teröristlerle işbirliği yapmaktır" (Luneau, 2002; Bkz.: Ramonet, 2002;
Gresh, 2002) yargısıyla mahkûmu hâkim olan zeminde toplum projeleri
dayatmakta, kendi terör tanımlarına uyarladıklarını da terörist
sehpasına oturtmaktadırlar. Ancak terörizmin gayr-ı ahlâkî olduğu gibi
yine gayr-ı ahlâkî olan küreselleşmeye gösterilen bir tepki olduğunu da
vurgulayan batılı düşünürler (Fukuyama, 2002: 98/11) de yok değildir.
Keza Küreselleşme demenin; gerçekte, "Sömürgeleştirme" ile aynı şey
olduğunu endişe ve canhıraş vurgulayan Batılı düşünürler de vardır
(Garaudy, 2003: 20-21)
Bu amaçlara matuf; siyasî iradeyle eşgüdüm içerisinde olunması,
konjonktürel beklentileri karşılaması, aynı zamanda, ortaya Manicilik6,
Cengiz Han’ın Yesak’ı7 mukabili bir yaklaşım, Moonculuk8 hatta Bâhaîlik9
türevi ancak yeni, postmodern bir tez çıkarmıştır. Şehbenderzâde
Filibeli’nin A’mak-ı Hayal’i (hayalin derinlikleri, 1993) türü bir
yaklaşımdır aslında dinsel çoğulculuk. A’mak-ı Hayal’de Nirvana’10ya
ulaşma vardır. Zerdüşt’11te Hürmüz ile Ahriman’12nın kardeş gibi el
sıkışmaları vardır. Brahmanizm’e övgüler, İslâm’dan esintiler, Kaf
Dağı’ında Anka’dan haberler, Hızır’ın Buda ile sohbetine kadar her
aşamada uzlaşma ve hak ile batılı denkleme vardır.
Bütün bu inanışları çağrıştıran paradigmanın dinî olması düşünülemez.
İslâmî olması asla. Bize göre dinsel çoğulcu yaklaşım, dinî değil siyasî
hedeflerî mebnî felsefî bir öneriden ibarettir. Hıristiyan veya Yahudi
teolojisi açısından inanışlarını çoğulcu bir zeminde eleştirmek mümkün
ise de İslâm açısından böyle bir yaklaşım temellendirilemez. Kriterleri
belli olan İslâm’ı, uçları açık, ideolojik, felsefî sav diyebileceğimiz
‘pluralist teolojin’nin karşılama imkanı yoktur. Bu misyonla yapılan
diyaloğun, misyonerliğin yeni bir versiyonu ve ayrılmaz bir parçası olma
ihtimaline konunun mütehassısları tarafından da dikkat çekilmiştir
(Aydın, 2002 : 3/24 ).
Batılı değerlerin alternatifi "Doğulu değerlerdir" demiyoruz. Ancak
mutlak çözümün Batılı değerler olmadığını söylüyoruz. Reddimiz, Batının
kendi medeniyetini, sözün tükendiği nokta sanması, daha vahimi;
dayatmasınadır. Tarihin sonu denilen; sözün tükendiği nokta, bizce sonun
başlangıcı, asıl, üretilmiş değerlere mutlakiyet atfetmenin iflâsıdır.
Onlar, kendi açılarından gereğine inandıklarını yapıyorlar. Ya mağlup,
mahkum, mağdur iken bağışlayıcı, lütûfkar rolüne kalkışanlara ne demeli?
Hem de dinsel çoğulculuk adına, çoğulcu bir din talebiyle!..
• Yazı uzun olduğu için kısaltarak alıntılamak durumunda kaldık.
Makalenin tam metni, Tezkire dergisinin 35. sayısında (Kasım/Aralık
2003, s. 115-147) yayımlanmıştır. (İktibas)
Dipnotlar
1- Bkz.: (Os. Kesretiye, Fr. Pluralisme, Al. Pluralismus, İng.
Pluralism, İt. Pluralismo) Hançerlioğlu, 1993: "Çokçuluk" mad.;
Hançerlioğlu, 2001: "Çok" mad.; Cevizci, 2000: "Çokçuluk" mad.; Heyet,
1998: "Çoğulculuk" mad.
2- Mutasavvıf yaklaşımların analizine dair bkz.: Sarmış, 1995;
Özütoprak, 1997: 254-261.
3- Çoğulcu mimarlardan Seyyid Hüseyin Nasr’ın teslîs(üçleme)i v.s.
konuları ilâhî bir tashih olarak görmeyip (Bkz.: Nasr, 1996: 43; Aslan,
2000: 4/29; Aslan, 1997: 1/183; Aslan, 1998: 2/159-160) çoğulculuğa
engel teşkil eden her Kur’ânî düstûru adete batınî bir yaklaşımla izaha
kalkışması da bu mantığın tezahürüdür. Yine Seyyid Hüseyin Nasr’ın,
Müslümanları, İslâm vahyine, Hz. Peygamberin hadislerine ve hukukuna
göre, Batı’yı tehdit etme(!) noktasında şiddet kullanmaktan ısrarla
sakındırırken gösterdiği İslâmî geleneğe sadakatini, çoğulculuğa engel
teşkil eden her Kur’ânî düstûru yorumlamada göstermediği görülmektedir.
(Bkz.: Kaplan, 2002: 92/28; Nasr’ın daha detaylı görüşleri ve Bâtınî
yaklaşımı öncelleyen yorumları için bkz.: Nasr, 1996: 72-78.
4- Bkz.: Günay, 1998: 63 (Eflâkî, Menakıb, II/ 721’den nakille)
5- Şerîat: lügatta; insanı ırmağa, bir su kaynağına götüren yol, izhâr
ve beyân, kânun koymak anlamlarındadır. Dinî bir terim olarak şerîat,
Allah’ın kulları için koymuş olduğu dinî, dünyevî hükümlerin hepsidir ki
buna göre şerîat, din ile aynı anlamda olup hem ahkâm-ı asliyye denilen
itikâdiyyâtı, hem de amelî, fer’î hükümleri, yani ibadet, ahlâk ve
muâmelâtı ihtvâ eder. Bkz.: Cürcânî, 1997: "Şeriat" mad.; Şâtıbi, 1990:
1/42,165; Kerimoğlu, 1992: 2/ "Şeriat" mad.
6- Manicilik (Manişeizm) Kendinden önceki bütün inanç ve dinlerin usa
(akıl) uygun(!) yanlarını birleştirerek meydana getirilen bireşimsel
din... (Bu din) İran’lı Mani tarafından özellikle İsâ ve Buda
düşüncelerinin Zerdüşt düşüncesiyle kaynaştırılmasından meydana
gelmiştir. Bkz.: Hançerlioğlu: 2000: "Manicilik Mad.".
7- Yesak; Cengiz Han’ın ve kendisinden sonra çocuklarının bağlandığı
dinidr. Yesak, Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine
dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır.
Cengiz Han’ın kendi kafasından uydurduğu kanunlardır. Cengiz Han koymuş
olduğu bu kanunları "Büyük yasa" olarak isimlendirdi ve bu kanunları
yazdırdı.
8- Yaygın adıyla Moonculuk veya ‘Birleştirme Kilisesi’ hakkında bkz.:
Bıyık, 2002: 3/ 123-138.
9- Dünya vatandaşlığı ve kadın-erkek eşitliği gibi modern dünyanın
beklentilerini dinî ve ahlâkî prensipler haline getiren bir yaklaşımdır.
Aslan, 2000: 22.
10- Nirvana, Budizm’de arzu ve ihtirasları yok ederek ulaşılan üstün
derecenin adıdır.
11- Zerdüşt, eski İran dinlerinden Zerdüştlüğün kurucusu olan bir
şahsiyettir.
12- Zerdüşt Dininde hayrı temsil eden iyi kuvvete Hürmüz, şerri temsil
eden kötü kuvvete de Ahriman denilir.
KAYNAKÇA
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yeni dinler tasnifi ve Müslüman-ların diğer dinlere bakışı
Müslümanlar
doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan bir kabulle dinleri
“hak din” ve “batıl dinler” diye ikiye ayırır. Hak din, Hz. Adem (a.s)
ile birlikte başlayan peygamberler silsilesinin, insanlara tebliğ
ettiği vahiy kaynaklı hükümler bütününü ifade eder. Şeriatlar/amelî
hükümler –yine vahye bağlı olarak– zaman ve zemine göre bir peygamberin
tebliğinden diğerine değişiklik arz etse de, itikadî umdeler değişmez.
Bu tasnifin “Semavî dinler-Beşerî dinler” tarzında ifade edildiği de
vakidir. Her iki tasnif de aynı şeyi anlatır. (İmam es-Süyûtî’nin,
“İslâm” isminin Son Din’e, “Müslüman”ın da Ümmet-i Muhammed’e has
olduğuna dair güzel bir risalesi vardır.) (1) Bu çerçevede aslı vahye
ve bir peygamberin tebliğine dayanmakla birlikte, zaman içinde insanlar
tarafından tağyir ve tahrif edilen dinler de “Batıl dinler”
kategorisindedir.
Meseleyi
böyle vaz ettiğimizde İslâm dışındaki dinler “Batıl dinler”
kategorisine girecektir. Normal ve asıl olan budur. Kur’an ve Sünnet
temelli bu tasniften sarf-ı nazar ederek bir başka tasnif esas
alındığında meselenin mahiyet değiştirdiğini görüyoruz. Bu cümleden
olarak, birtakım Hıristiyan teologların ortaya attığı “Kapsayıcı
dinler-Dışlayıcı dinler-Çoğulcu dinler” tarzında bir tasnifin tedavülde
olduğu görülüyor. Modern zamanlara mahsus olan bu kavramsallaştırma,
dinler hakkında “Hak-batıl” ayrımı yapan Kur’an ve Sünnet temelli
tasnifi “Dışlayıcı dinler”e mahsus bir tavır olarak tesbit ve
kategorize edilmektedir. Aynı vadide icra-i faaliyet eden başka
kavramlarla birleştiğinde bir din hakkında kullanılan “kapsayıcı” ya da
“çoğulcu” kavramlarının muhatapta daha olumlu çağrışımlar
yapacağı/yaptığı açıktır. Dolayısıyla “dışlayıcı” olarak kategorize
edilen bir dinin, “dar” bir bakış açısına sahip olduğu, Allah’ın rahmet
ve merhametini “Allah’ın muradına aykırı olarak” ve “bencilce” sadece
kendisine ve bağlılarına tahsis ettiği… gibi ithamların muhatabı olması
kaçınılmazdır. Kur’an ve Sünnet’in en temel vurgularından olan
“Tevhid”, “Hak” gibi kavramların anlam ve önemini yitirerek yerini
çoğulculuğa, izafiliğe bırakması, aslında “Tevhid”in reddedilerek
yerine “şirk”in, “Hakk”ın reddedilerek yerine “batıl”ın ikame
edilmesinden başka bir şey değildir.
Hz.
Musa (a.s) Tur dağına çıktığında –kardeşi Hz. Harun (a.s)’ı başlarına
gözetleyici bıraktığı halde İsrailoğulları, nasıl oldu da Samiri
önderliğinde şirke saptılar ve altından bir buzağı yaparak ona
tapınmaya başladılar dersiniz?
Yahut
Hz. İsa (a.s)’ın terk-i dünya etmesinin üzerinden henüz çeyrek asır
geçmişken ve Havariler henüz hayattayken Hıristiyanlık denen din nasıl
ortaya çıkıp hızla yayılma imkânı bulmuştur?
Artırılması
mümkün olan bu ve benzeri soruların ortak bir cevabı vardır ve şudur:
Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının
değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar. Doç. Dr.
Mahmut Aydın’ın Dinsel Çoğulculuk temalı çalışmalarının, Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlı Eğitim merkezlerinde yardımcı literatür
kategorisinde esas alınması bu bakımdan endişe vericidir. Muhtemelen
aynı kategoride bulunan iki farklı yaklaşımdan birini yansıtan hüviyeti
ile “dengeleyici” olması düşünülmüş ise de, mikrofonu elinde
bulunduranlarca “bilimsel objektiflik” kriterlerinin dahi –özellikle
Sosyal Bilimler alanında– nasıl göreceli bir mahiyete dönüştüğü
herkesin malumudur. Bir de mesele “Din” ve “itikad” olunca, burada daha
bir hassasiyet gösterilmesi gerektiği izahtan varestedir.
1) Bkz. el-Hâvî, II, 213 vd.
ebubekir sifil
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dr. Aliye Çınar
Dinlerarası Diyalog ve Dinî Çoğulculuk!
Şimdilerde dinler arası diyalog söylemi, farklı formüllerle tekrar
tekrar gündeme gelen bir ibaredir. Ancak dinler arası diyalogdan söz
edebilmemiz için bir kere zeminin buna müsait olması gerekmektedir.
Tamamen rasyonalist, bireyci ve determinist bir özelliğe sahip zeminde,
somut dinin diyalogunun nasıl olacağı tartışmalı bir konudur. İşte bu
handikapın farkında olduğu için, dinler arası diyalog için olmasa da,
varoluşu tehdit eden modernitenin açmazlarından dolayı Papa,
sekülerizme ‘hayır’ demeye çalışıyor. Biz meseleye dinler arası diyalog
sorunundan bakarsak, Kutsal Kitap merkezli bir çağrının tutması için
şartlar oluşmuş değildir. Bir başka ifadeyle, Modern çağ, İbrahimî
geleneği bütünüyle devre dışı bırakarak, rasyonalist ve determinist bir
kisveye bürünmüştü. Doğal olarak asıl damarlar açılmadan, ısmarlama
çözüm ne kadar başarılı olabilir!
Bir kere, İbrahimi gelenekteki peygamberî öge iptal edilmişti.
Peygamber, insanın hem Tanrı ile hem de diğer insan tekiyle diyalogunun
teminatıdır. Oysa rasyonel teoloji çerçevesinde, peygamber akıl adına
dışlanınca, ciddi bir diyalogsuzluk sorunu baş göstermiştir. Belki
böyle bir çözümün geçerli olabilmesi için, öncelikle köşe taşlarının
yerine iade edilmesi gerekmektedir. Zira dinlerinin kendi paradigması
içinde olumlu ya da olumsuz, birbirini tasdik ya da olumsuzlama veya
tamamlama anlamında, Musa ile İsa, İsa ile Muhammed arasında diyalog
vardır. Dinler arası diyalogla ilgili olmak üzere, üç boyutlu bir durum
var: İlki, modernitenin yalınkat, rasyonalist, zorunluluğa mahkum ve
özgürlüğü elinden alınmış insanı; ikincisi, bu insanın özgürlük alanını
açmanın ve kendine tutuklu olmaktan azad etmenin imkanları; nihayetinde
Kutsal Kitapların önemi ve İbrahimi geleneğin diyalogu.
Bu bağlamda oluşturulan çözümlerin sözde çareler olduğu
söylenebilir. İfade ettiğimiz gibi, asıl damarın açılması
gerekmektedir. Bir çözüm olarak sunulan dinî çoğulculuk aynı nihaiye
farklı cevaplar verme olarak değerlendirilmiştir. Dinî çoğulculuk
deyince hemen akıllara geliveren John Hick, Mevlana’nın ‘Lambalar
farklı olsa da, ışık aynıdır, çünkü o Maverâ’dan gelmektedir’ sözünün,
pluralizmi en iyi özetleyen ifade olduğunu söyler. Ancak, buradaki asıl
mesele, bu ışığın manevi bir nur, ya da rasyonel ilke olup olmadığıdır.
Elbette dinlerin aşkın birliğinden söz edilirken, aynı realite ibaresinin altı çizilmektedir. Belki onun kadar önemli olan diğer ibare ise, farklı cevaplar,
ifadesidir. Pluralizm düşüncesi dinlerin aşkın birliği fikriyle de
kesiştiğini ima etmektedir ki, bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir
konudur. Modern insanın kendini Tanrı’nın krallığı yerine ikame
etmesinin tersine, dinlerin aşkın birliği insanı aşan bir aşkın boyutu
dile getirmektedir. Kalbin öyle dilleri vardır ki, akıl ona sağırdır
diyen Pascal’ın ifade ettiği gerçeklikle ‘dinlerin aşkın birliği’ fikri
örtüştüğünde elbette bu kabul edilebilecek bir şeydir. Ancak, burada ki
aşkınlık fikri, özcülüğün tersine çevrilmiş hali midir!
Yine, dini salt rasyonel bir düşünce olarak kabul etmesek bile, bir
geleneğin neşvünema bulduğu gelenek ve kültürü iptal ederek onun özsel
boyutunu öne çıkarmasından dolayı dinlerin aşkın birliği fikri, dini
din kimliğinden çıkarma düşüncesine hizmet etmektedir. Başka türlü
söylersek, yukarda ifade ettiğimiz farklı cevaplar hususu görmezden
gelinmektedir. Unutulmamalıdır ki, İbrahimi gelenek dairesinde yer alan
her bir din, kendi geleneğinden koparak evrensel (özcü) aşkın bir
formüle girmeye direnir. Aşkın dinlerin birliğinde, Tanrı’nın adaleti,
sevgisi, birliği ve gücü soyut bir kılıfa girecektir. Soyut bir adalet
çoğu zaman somut bir adaletin yanında sözde bir adaletten öteye
geçemez. Dahası bir geleneğin formundaki adalet ilkesi var oluşla
birleşince ya da onunla bir izdivaca girince belirlenemeyecek ve
beklenmedik bir şekilde çiçeklenecektir. Oysa soyut adaleti şu ya da bu
şekilde ifade etmek ondan çok şey değiştirmeyecektir. O, formülasyonda
çok şeyi çözer gibi gözükse de, somut adaletin gücünü gösteremez.
Doğrusu sadece İbrahimî dinlerin değil, diğer dinlerin pek çoğunda
ortak paydaların olması çok doğaldır. Bu gerçeğe din üzerinden değil
de, insan var oluşu üzerinden ilerlediğimizde de ulaşabiliriz.
Modern zamanlarda dinlerin aşkın birliği ilkesi, yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi, dini pluralizm olarak da formüle edilmiştir. Mesela
postmodernist dinî çoğulculuk da hemen hemen benzer savları ortaya
atar. Çünkü o da, dinlerin özgün ötekiliğini bastırmak suretiyle dinî
alanı totalleştirme girişimidir. Zira genel olarak pluralizm, dinî
gelenekleri, aynı Nihaî Gerçekliğe farklı cevaplar olarak görme
temayülünden başka bir şey değildir. Ancak böyle yaparak o, her bir
dinî geleneğin somut karakterini inkar ederek ya da görmezden gelerek
âdeta tek bir teorinin indirgemeciliğinin bayraktarlığını yapmaktadır.
S. Zizek’in aktardığı bir tartışma doğrusu bu gerçeğe ışık tutmaktadır.
Tartışma şöyle cereyan etmektedir: Katolik bir papazla Güney Amerikalı
bir vaftizci tartışma esnasında kişilerin resmi inançlarına bakmaksızın
dinlerin birleşebileceğin mümkün olduğunu ümit ettiklerini söylerler.
Çünkü bütünüyle iyi olan insanın ilahî inayette olduğu ve kurtulduğu
addedilir. Ancak daha sonra Güneyli, İncil’in sözlerine göre, sadece
İsa’nın hitabını açıkça tanıyan, İsa’yı yaşayanların kurtulacağını
hatırlatarak, ironik bir gülümsemeyle, pek çok iyi ve dürüst insanın
cehenneme gideceğini söyler. İncil’de iyi olarak temellendirilmeyen
iyiler, gerçekte onun bir taklididir, der. Burada da İsa’nın
söylemindeki aşkın dinî boyut bir yana, onun belli bir geleneğin ve
kültürün sözcüsü olduğuna dikkat çekilmektedir. İslam söz konusu
olunca, hem somut hem de soyut evrensellik gündeme gelecektir. Bu
durumda Güney Amerikalı vaftizci, kendi dairesinde haklı olacaktır.
Peygamber ögesi, dindeki emniyet sibobudur. Aksi halde deizm
kaçılmaz olacaktır. Peygamber, hem geleneğin hem somut insanın hem de
somut adaletin garantörüdür. Kısacası o özcülüğe prim vermeyen bir
mekanizmadır. İbrahimî geleneğin tüm peygamberleri aynı mesajı
getirmekle birlikte, (Hz.) Davud’un, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in
dinî ethoslarının bir birinin aynısı olduğunu söylemek güçtür. Tevhidin
sözcülüğünü yapma bakımından birleşseler de, her kültür ve gelenekte bu
tevhidi inanç ve ahlakı tecessüm ettiren peygamber de yeni bir ethosun
(adet, alışkanlık) mimarıdır. Dolayısıyla bu farklı ethosları dikkate
almadan onların temel ilkelerinin aynılığından hareket etmek
yanıltıcıdır. Bunlar arasındaki süreklilik ve evrilme, aynı hakikate
farklı cevap olarak özetlenince, görünüşte aynı şey söyleniyor gibi
gözükse de, esastan çok şeyin çalındığı tartışma götürmez bir
gerçekliktir.
Dahası, bu bağlamda, ethosların ya da geleneğin üç önemli işlevinden
söz etmemiz gerekmektedir. Zira gelenek, ilahi hakikati bir yandan
muhafaza edip yorumlarken, öte yandan hakikatin her bir sözcüsü ya da
taşıyıcısı, bir önceki mesajı hem olumlar, hem de bir ıslah ve gelişimi
beraberinde getirir. Zımnen tedrici bir gelişimin sağlamasını gelenek
içinde yapmamız mümkündür. Gelenek, bir önceki mesajı tasdik etme
anlamında bir şahadet işlevi de görür. Hatta bu şahadete üçüncü kişi
gözüyle de bakmamız mümkündür. Özellikle peygamber ve Tanrı arasındaki
bir ben-sen ilişkisini gelenek üçüncü bir kişi olarak onaylar. Yeni
mesaj, kültürel hafızada var olan kodların bir yenilenmesidir. Şimdi
geleneği ve ethosu görmezden gelirsek ve dini din yapan nihai
hakikatleri belirleyip oradan hareket edecek olursak, sözünü ettiğimiz,
muhafaza, yorumlama ve ıslah işini yine evrensel ilkeye tevdi etmek
durumda kalırız ki, bu da bir anlamda dinin metafizikleşmesinden başka
bir şey değildir.
Doğrusu dinleri ya pluralizm ya da dinlerin aşkın birliği gibi bir
başlık altında birleştirmeye çalışmak, kültürel ve geleneksel yapının
dahası insanın somut zenginliğini tırpanlamak anlamına gelecektir. Tek
biçimliliğe hapsedilen din, var oluşun farklı boyutlarının gelişmesi
için miyar olma işlevini yerine getiremeyecektir. Dinleri bir formül
altında birleştirmek, insanın varoluşsal boyutunu da indirgemeyi talep
eder. Bu olsa olsa özcülüğe hizmet edecektir. Oysa sadece var oluş
değil, hayat bir bütün olarak farklılıklardan ibarettir. Hal böyle
olunca da dinin farklılığını tırpanlamak, hem dinden, hem varoluştan
hem de kültür ve gelenekten dahası sermayeden kısıtlama anlamına gelir.
Kitagawa’nın da haklı olarak ifade ettiği gibi,
Yine de ben bir kere çoğu insanın düşünmeye
meylettikleri gibi, farklı dinlerin, bir çeşit üst-Bahaî sistemde bir
noktada birleşeceklerini sanmıyorum. Aksine, Hıristiyanlık dahil,
farklı dinî gelenekler kaçınılmaz olarak, çatışma ve anlaşmazlıklar
barındıran yeryüzünde, gelecekte de kendi dinamiklerine göre gelişmeye
devam edeceklerini düşünüyorum. Ancak, bütün dinler, diğer dinlere
“dinî olarak” yaklaşmayı öğrenirlerse, kendi dinî kimliklerini
kaybetmeksizin birbirlerinden çok şey öğreneceklerdir.
aliyecinar@gmail.com
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Doç. Dr. Mahmut Aydın
"Peygamberler Çoğulcu Olamaz Ama Biz Olabiliriz"
Son
Davos Zirvesi'nde, "The Purpose Driven Life" adlı kitabı 11 milyon
satan, Saddleback Kiliseler Birliği'nin kurucusu ABD'li Evangelist
rahip Rick Warren şu sözleriyle herkesi şaşırttı: "Geleceğin dünyası
seküler değil, dinsel çoğulcu olacak." Bu modelin asıl fikir babası
İngiliz din felsefecisi John Hick'in "Dini Çoğulculuk" ve "İnançların
Gökkuşağı" adlı kitaplarını Türkçe'ye çeviren, konu üzerine
araştırmaları bulunan On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
öğretim üyesi Doç. Dr. Mahmut Aydın dini çoğulculuğu şöyle tarif
ediyor: "Dinsel geleneklerin her biri, kurtuluşa ulaştırma yolunda
kendi taraftarlarının gözünde diğerleriyle eşit geçerliliğe sahiptir."
Mutasavvıflar hariç, neredeyse tüm İslam alimlerinin kurumsal İslam'ın
en mükemmel vahiy olduğunu ileri sürdüklerini söyleyen Aydın, günümüzde
bu şekil sınırlı bir anlayışı benimsemenin zor göründüğüne dikkat
çekiyor. Bu yüzden Aydın'a göre Allah'ı ve O'nun iradesine teslim
olmayı merkeze koyup, diğer dinsel geleneklerin taraftarlarını da buna
göre değerlendirmeliyiz. "Dini çoğulculuk benim öteki din mensuplarına
müdahalemi elimden alıyor. Onların da benim kadar haklı olabileceğini
kabul etmemi sağlıyor" diyen Aydın'a göre Papa'nın ve Diyanet İşleri
Başkanı'nın dini çoğulculuğa mesafeli olmaları anlaşılır bir şey, çünkü
kurumlar bu yaklaşımı, devamlılıklarını sağlamaları gerektiği için
savunamazlar. Bu durumu "Peygamberler çoğulcu olamaz ama biz
olabiliriz" sözleriyle de açıklayan Aydın, dini çoğulculuğun dinler
arasındaki sorunları çözeceğine inanıyor.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Din çoğulculuğu http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/turkiyeveislam/0039.htm
Din konusunda "çoğulculuk" kavramı iki mânada da kullanılıyor:
1.
Hiçbir dinin mutlak hakikati temsil etmediği, her dinin kendi mensubuna
göre hak ve gerçek olduğu. Bu mânada dinî çoğulculuk bir müslümanın
kabul edebileceği, inanacağı, benimseyeceği bir kavram değildir; çünkü
müslüman, bugün yeryüzünde mevcut dinler arasında yalnızca bir
tanesinin, sadece İslam'ın mutlak hak ve hakikat olduğuna, ona uymayan
dinlerin ise uymayan yönleri itibariyle bâtıl olduklarına inanır.
2.
Hak olsun bâtıl olsun bütün dinlere inananların ve hiçbir dine
inanmayanların bir arada, temel insan hak ve özgürlüklerinden
yararlanarak, bir birliktelik oluşturarak birarada yaşamaları,
farklılıklara hak tanımak ve tahammül etmek mânasında hoşgörülü
davranmaları. Bu ikinci mânadaki dinî çoğulculuk İslam'a aykırı
değildir, Müslümanların bu konuda çağdaş dünyaya örnek olabilecek
tarihi tecrübeleri de vardır. Yukarıda Prof. Kemal Karpat'ın
"geleneklesel olarak yaşanan çoğulculuğumuzun" bir problemi
bulunmadığına, çoğulculuğu problem haline getirenlerin "teorik
tartışmalara girerek" bu sonuca sebep olduklarına dair sözlerini
aktarmıştım. Yine o'nun, Amerika'da gördüğü bir dînî çoğulculuk
örneğini vermek istiyorum:
"Benim ders verdiğim Visconsin
Üniversitesi'nin kampüsünün göbeğinde tam beş tane kilise var ve herkes
oraya girip çıkıyor, toplantılar düzenliyorlar. Hiç kimse bir şey
demiyor. Ve hemen kampüsün dışında bir sinagog var. Bu sinagogun öbür
tarafında da biz bir cami yaptık. Kimse sormadı onu; çünkü tabîî
hakkımızdı. Kimseden izin almak zorunda değildik. Ayrıca
Hıristiyanların Paskalyası, Noel'i var, tatilleri var. Yahudiler
tuttular "Bizim ayrı tatillerimiz var, biz onlar için ayrıca tatil
istiyoruz" dediler. Onlara tatil verilmedi. Ancak biz hocalara bir
tebliğat yapıldı: "O günlerde imtihan yapmayınız, sizin için daha iyi
olur, yoksa 3. bir imtihan hakkı vermek zorunda kalırsınız ve
öğrenciler sınava gelmezse onlara kötü not vermeyiniz" diye. Bunu
gördük -orada 200 tane Türk var- Türklere bizim de iki bayramımız
olduğunu, bizim de bu hakkı talep etmemiz gerektiğini söyledik.
Bazıları "Biz istemeyiz, bunlar dinî bayram, biz ise laikiz" dediler.
Nihayet Araplar bunu istedi, Müslüman öğrencilere de izin verildi.
Bence gayet tabîî idi..."22 Başkalarının hak ve özgürlüklerine
-ortadan kaldırmak, daraltmak, kullanılmasını güçleştirmek gibi ciddi
biçimde- zarar vermemek şartıyla dindarların uygulamalarını
kolaylaştıracak düzenlemeler yapmak laikliğe aykırı olarak
yorumlanmamalı, böyle anlaşılmamalıdır. Amerika ve Avrupa bu çeşit
düzenlemeleri yapıyor ve bunları laikliğe aykırı saymıyor.
Türkiye'de
ise, Cuma namazı, Ramazan iftarı gibi dini gerekçelerle mesâî
saatlerinde bir ayarlama yapılması teklifi bir partinin kapatılması
için gerekçe sayılıyor. Cuma vaktini ele alalım; diyelim ki, isteyenler
Cuma namazlarını kılabilsinler diye belli mevsimlerde öğle tatili yarım
saat ileri veya geri alındı. Cuma kılmayanlar yine öğle tatilini
yapacaklar, mesai saatleri değişmeyecek, yalnızca işten yarım saat geç
çıkacaklar; eğer bu bir dayatma sayılır ve laikler, "vatandaşlarının,
mesai arkadaşlarının vazgeçilmez ihtiyaçları için" bu kadarcık bir
fedâkârlığa katlanmazlarsa milli birlik ve beraberlik olmaz, farklı
kesimler birbirine iyi duygular beslemezler, ilk fırsatta arzularını
gerçekleştirebilmek için engel olanları etkisiz hale getirmek isterler,
bu ise çoğulcu demokrasinin topluma veda etmesi demektir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İmam
Hatip'e rahip hoca
|
Medeniyetler
İttifakı açılımı, Milli Eğitim Bakanlığı�nın
müfredatına da girdi. İmam Hatip Liseleri ve Anadolu İmam
Hatip Liseleri�nin bu yılki müfredatında çarpıcı
bir açılım yapılarak bu okullarda okutulan
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinde imam adaylarının
İslamiyet dışındaki dinleri bizzat temsilcilerinden
dinlemelerinin yolu açılacak.
Milli Eğitim
Bakanlığı, İmam Hatip Liseleri�nin 12. sınıfında görülen
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinin programındaki
etkinliklere bir ilke imza atacak uygulama örnekleri koydu.
Bu derslerde imkan varsa Hıristiyan ve Musevi din adamlarının
sınıflara davet edilerek bizzat dinlerini anlatması
sağlanacak.
SİNAGOG
VE KİLİSELERE GEZİ
�İnsanlığa
gönderilen ve günümüzde de mensubu olan
Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslamiyetin inanç,
ibadet ve ahlakla ilgili öğretilerinin, sağlıklı bir
şekilde öğretime konu yapılması önemli bir husustur.
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinde böyle bir
ünitenin yer alması bu amaca azami derecede katkı
sağlayacaktır� denilen ders programında �Misafir Haham ve
Rahip Hoca� etkinliği şu ifadelerle önerildi:
Hac
konusu işlenirken Kudüs, Mekke, Roma, Benares gibi hac
merkezlerinin ve orada hac yapan insanların resimleri temin
edilip öğrencilere gösterilmelidir.
MİSYONER
FAALİYETLERPROGRAMA ALINDI
Aynı
dersin bir başka ünitesinde ise misyonerlik faaliyetleri ele
alınacak. �Dini Çoğulculuk, Diyalog ve Misyonerlik�
adını taşıyan ünitede ise İmam Hatip Lisesi öğrencileri,
Hıristiyan grupların, Yahova şahitlerinin, diğer grupların
misyonerlik faaliyetlerinde hangi argümanları kullandıkları
üzerinde bilgi sahibi olacaklar. Bu çerçevede,
derste �İstismarcı misyonerlik kavramı ve Türkiye�de
faaliyet gösteren misyoner gruplar hakkında bir araştırma
yapılarak sınıf ortamında bunlarla ilgili ve misyonerlerin
insanları ikna etmek için hangi yöntemleri
kullandıklarına dair bir tartışma ortamı oluşturulur�
konulu bir çalışma yapılacak.
Dilek
GEDİK/ANKARA
|
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
TEK DÜNYA, ÇOK İNANÇ Kenan LEVENT
.Yazarın
dini çoğulculuğa izin şeklinde anladığı ayetler siyak-sibak
çerçevesinde ele alındığında aslında vurgulananın hidayete tabi olup
olmamak, indirilen vahye uyup uymamak konusunda gösterilen kör ve
inatçı tutumların yeni olmadığı, önceki peygamberlerden örnekler
verilerek müfsid ve zalimlerin bağyleri öne çıkarılmakta ve
eleştirilmekte bu yolla Hz. Peygamber’e ve beraberindekilere üzerinde
yürüdükleri yolda kınayıcıların kınamasından korkmadan sebat etmeleri
gerektiği vurgulanmaktadır.
06.08.2008 01:55
Mahmut Aydın ile Süleyman Turan tarafından derlenen ve Ufuk Kitap Yayınları tarafından basılan Tek Dünya, Çok İnanç -Diyaloğa Farklı Yaklaşımlar-adlı kitabını Kenan Levent Haksöz-Haber için değerlendirdi. Mahmut
Aydın ve Süleyman Turan'ın birlikte derlediği Ufuk Kitap yayınları
tarafından Aralık 2007 de yayımlanan kitap, farklı din, ideoloji ve
kültür anlayışına sahip insanların 'Diyalog' meselesine ilişkin
yaklaşımlarını içermektedir. Ufuk Kitap'lar daha ziyade Fethullah Gülen
hakkında veya Gülen'in tezleriyle ilgili yazılan kitapları yayınlayan
bir yayınevi. Kitap,
19 ayrı makaleden oluştuğu için bütünlük içinde bir değerlendirmeyi
güçleştirmektedir. Buna rağmen makalelerde öne çıkan ortak yönlerde yok
değil. Kitap da yer alan makaleler "Tüm dinler taraftarlarının Tanrıyla
doğru ilişkiler kurmasını sağlayabilmekte midir? Farklı din ve inanç
mensuplarının birbiriyle ilişkisi nasıl olmalıdır? Farklı din
mensupları birbirlerinin dini geleneklerinden istifade edebilir mi?"
sorularına cevap arama niyeti ile kaleme alınmıştır. Birinci
makalede, teknolojik yenilikler ve kitle iletişim araçlarının yaygınlık
ve çeşitliliği sonucu dünyanın "küresel bir köy " haline geldiği ve bu
sayede artık monolog çağının geçilip diyalog çağına geçiş yapıldığı
için, farklı inanç, kültür ve dini gruplar arasında diyalogun
kaçınılmazlığı vurgulanmaktadır. Monolog çağından diyalog çağına geçiş
için dinlerin ve ideolojilerin tüm güçlerinin seferber etmeleri
zorunluluğuna vurgu yapan yazar, dini "Hayatın nihai anlamını izah ve
buna göre nasıl yaşanacağı ya da bu izahın aşkınlık, ideoloji ve bir
inanç fikri üzerine dayanmama olarak anlıyorum" (s.24) şeklindeki
tanımlamasını biz Müslümanlar olarak asla kabul edemeyeceğimiz
aşikardır. (De ki: " Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." En'am, 6/162) Yazar,
diyaloga yeni bir düşünme, görme ve dünyaya anlam verme, kafa yorma
biçimi (s.24), epistemolojide bir paradigma değişimi (s.27), hayatın ve
var oluşun birinci ilkesinin arayış (s.24–30) olarak tanımamanın
yanında, ufak yollu bir Batı ve Batı algısındaki Müslüman imajını
eleştirdikten sonra ağzındaki baklayı çıkarıyor: "İslam'ın Batı
'Aydınlanma'sını yani modernliği henüz tatmadığıdır" (s.36). Ayrıca
tüm dinlere kendi hakikat algılarını terk etmelerini, değişmek ve
gelişmenin temel prensip olduğu bir diyalog çağrısında bulunuyor.
Açıktır ki yazar yeni bir insan ve toplum tanımı ve inşası için mevcut
Batı paradigmasının esas alınmasını istiyor (s.38). İkinci
makalede, diyalogun daha iyi anlaşılabilmesi için diyalogun ne olmadığı
vurgulanmaktadır. Mesela şunlar diyalog değildir: Pazarlık, tartışma,
münakaşa, paralel monolog, pratik/tatbiki işbirliği, ötekiyi kendi
dinine çevirme, karşılıklı uzlaştırma, birleştirme, fikirlerin irade
dışı değişimi, karşılıklı antagonistik meydan okuma ve vb (s.39). Bu,
aslında kimsenin verili bir hakikate sahip olmadığının aksini
savunanlarla diyalogun gerçekleşmeyeceğini beyanı olarak da
yorumlanabilir. Her diyalogun bir hedefe ihtiyaç duyduğunu amaçsız bir
diyalogun olmasının güç olduğu ve önemli olanın kayda değer bir hedefe
sahip diyaloglar oluşturma gerektiğidir (s.43). Yazar diyalogu
nihayetinde tüm insanlığa daha iyi bir gelecek hazırlamak için tüm dini
grupların kendini adadığı ve bu süreçte gerektiğinde öz eleştirisini
yaptığı bir karşılaşma olarak tanımlamaktadır (s.48). Üçüncü
makalede, öne çıkan husus ise; son gelen vahyin öncekileri kendine tabi
olmaya çağırması ve öncekinin ilga edilişi faraziye olarak
adlandırmasıdır (s.51). Bunu diyalogun şartı olarak öne sürmekte ve bu
iddianın yerli yerinde durduğu müddetçe diyalogun gerçekleşmeyeceğini
ifade etmektedir. Görüldüğü gibi bu iddia
aslında İslama dönüktür. Buna rağmen Hıristiyanlar ve Yahudiler arası
diyalog için Müslümanların da bu sürece dahil edilmesi gerektiğini aksi
takdirde faydalı bir diyalogun gerçekleşmeyeceğini iddia etmektedir
(s.53). Dördüncü
makale, Tanrı'nın vahiy gönderdiğine iman, dinlerin birbirlerine kendi
vahyinin ve peygamberinin kabulünü şart koşmamaları ve dinler arasında
senkrektik ya da uyuşmayan fikirlerin uzlaştırılmaması ekseninde bir
diyalog çerçevesi çizmektedir. Ve bu diyalogun hedefi olarak modern
dünyanın meydan okumaları karşında Allah'a iman mevzuunda ortak hareket
edilmesi gerektiği ifade edilmektedir (s.60). Beşinci
makalede, diyalogun çerçevesi (Müslüman–Hıristiyan diyalogu çerçevesi)
Hıristiyan ve İslami inanç ve kanaatler insanoğlunun iyiliğini, şerefi,
sosyal adalet ve sivil barış konusunda ortak bir arayış içinde beşer
zayıflığı ve noksan sosyal ve ekonomik düzenlerle eleştirel bir
çarpışmanın temelini teşkil edebileceği şeklinde çizilmektedir (s.71). Yine
diyalog için kitle iletişim araçlarından azami derecede istifade
edilmesinin ön yargıları aşmakta önemli bir işlev göreceği öne
çıkarılmaktadır. Altıncı
makale, Müslümanların dünyanın birçok ülkesinde hatırı sayılır bir
oranda nüfusa ulaşması ve aynı zamanda doğu dinlerinin artan bir
şekilde insanlığın ilgisine mazhar olması diyalogu zorunlu kıldığı
fikri çerçevesinde meseleyi ele almaktadır. Yedinci makalede, "Eğer
Allah dileseydi sizi tek bir ümmet kılardı: Ancak dilediğini saptırır,
dilediğini hidayete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorumlu
tutulacaksınız" (Nahl, 16/93) ve benzeri temaya sahip (5/48,
11/118, 42/8) ayetlerini Kuran'ın dini çoğulcuğa onay verdiği şeklinde
yorumlamaktadır (s.98). Yazarın
dini çoğulculuğa izin şeklinde anladığı ayetler siyak-sibak
çerçevesinde ele alındığında aslında vurgulananın hidayete tabi olup
olmamak, indirilen vahye uyup uymamak konusunda gösterilen kör ve
inatçı tutumların yeni olmadığı, önceki peygamberlerden örnekler
verilerek müfsid ve zalimlerin bağyleri öne çıkarılmakta ve
eleştirilmekte bu yolla Hz. Peygamber'e ve beraberindekilere üzerinde
yürüdükleri yolda kınayıcıların kınamasından korkmadan sebat etmeleri
gerektiği vurgulanmaktadır. Yani bir bakıma kendi hakikatlerinden
vazgeçmeme çağrısıdır asıl vurgulanmak istenen. Yazar diyalog için 2/148 ve 5/48 ayetlerinde dile getirilen "Festebigu'l-hayrat"
emrini diyalog için referans almakta ve herhangi bir dini topluluğun
diğerinin önüne geçemeyeceği fikrini öne çıkarmaktadır s(95). Yazar
"Festebigu'l–hayrat" ifadesine Kur'an'dan hareketle bir çerçeve
çizmemekte sadece, eski ve yeni müfessirlerin bu ifadeye yükledikleri
anlamlar eşliğinde yorumlar yapmakta. Dini çoğulculuğa yer veren bir
anlayış içinde yapılan yorumları olumlarken aksi yönde fikir beyan
edenlerin yorumlarını İslami bulmamaktadır (s.105). Fakat yazar
İslamilik iddiasını kendisini destekleyen müfessirlerin yorumlarına
dayandırmak yerine Bakara 177. inci ayetinde ifade edilen "Birr"
(Takva, hayr, itaat, iyilik) kavramı çerçevesinde ele alsaydı
"Festebigu'l-hayrat" ifadesine Kur'an'i bir çerçeve kazandırmakla
kalmayacak, İslamilik iddiası anlam kazanacaktı. Sekizinci
makale, Eski ve Yeni Ahit'in dinler arası diyalog meselesine herhangi
bir katkısı olabilir mi? Bir yol göstericiliği mümkün mü? sorularına
cevap bulmak için kaleme alınmıştır (s.109). Buna örnek olarak Hz.
İsa'nın Kenanlı bir kadınla karşılaşması hikâyesini ele almakta ve Hz.
İsa'nın kendini geliştirmesi şeklinde neticelendiğini ifade etmektedir
(s.117). Eski ve Yeni Ahit'ten yapmış olduğu bazı alıntılarla değişimin
karşılıklı bir süreç olduğunu vurgulamakta (s.124). Böylece başta
cevabını aradığı soruya da olumlu cevap vermektedir. Dokuzuncu
makalede, Hinduizmin dinler arası diyalog meselesine katkısını ele
almaktadır. Hindu öğretilerinden hareketle Hinduizmin diğer dinlere
bakış açısını inceler ve dini çoğulculuğa elverişli olduğu sonucuna
varır (s.136). Yazara göre, Hinduizm yeni meydan okumalara ve değişen
şartlara uyarlanabilen esneklikte ve doygun kaynaklara sahip kadim bir
inanç sistemi olmasından dolayı diğer dinlerle beraber dünyanın daha
adil ve mutlu olarak barış içinde yaşanacak bir yer olmasına katkı
sağlayacak özelliklere sahiptir (s.142). Onuncu
makalede, Budizm'in dinler arası diyaloga katkısı incelenmekte Buda'nın
sınıflama sisteminin temelini daima göreliliğin oluşturduğu (s.153) ve
yine Budizm'in yaratılış ve eskatoloji ile ilgili inançlarının İslam,
Hıristiyan ve Yahudilikle tamamen olmasa da bazı benzerlikleri
dolayısıyla dinler arası diyaloga elverişli olduğu sonucuna varıyor
(s.156). On
birinci makalede, evanjeliklerin dinler arası diyaloga yaklaşımı konu
edinmektedir. Beş çeşit diyalog tipinden bahseden yazar evanjeliklerin
diyalogdan kaçmaması gerektiğini belirterek evanjelik anlayışı ortadan
kaldırmayacak, evanjelik anlayışı yorumlayacak bir diyalog çeşidinin
anlamlı olacağını vurgulamaktadır (s.163). On
ikinci makalede, feminizmin inançlar ve dinler arası diyaloga
yaklaşımını konu edinmektedir. Dinler arası diyalogun birçok alanda
dinamizm oluşturduğunu, tarihi süreç içinde insanların birbirlerine
yaptığı adaletsizlikleri ve yaralamaları görmemize yardımcı olduğunu
tarih boyunca tüm dini gelenekler tarafından bu süreçte
marjinalleştirilmede ve baskı altına alınmada kadınlar ilk sırayı
aldığı iddia ediliyor (s.168). Doğrusu bu yargı üzerinde yeterince
düşünülmemiş boyutu ve Batı'nın tarihi tecrübesini tüm insanlığa şamil
kılması dolayısıyla farklı bir egosantrizm vurgusu şeklinde de
okunabilir. Yazar, diyalog görüşmelerinde çoğu kere kadınlara yer
vermesine tahammül gösterilmediğini, aslında bu diyalog sürecine
kadınların nasıl baktığını, onların dünyasında nasıl bir karşılık
oluşturduğunu gündeme gelmeyişi ve bu faaliyetleri çoğunlukta ve aktif
olarak erkeklerin yürütmesi dolayısıyla kadınların, dinler arası
diyalogda iki kat "öteki" konumuna düştüklerini iddia ediyor (s.173).
Dinler arası diyalogun ve feminizmin karşılıklı olarak aslında bir
meydan okumayı içerdiğini değinen yazar, kadınların dinler arası
diyalog sürecine aktif olarak katılmaları gerektiğini aksi takdirde
bunun kadını dışlayıcı ve marjinalleştirici bir unsurdan öteye
geçemeyeceğini ama kadınların aktif olarak katılacağı bir diyalog
sürecinin daha saygılı, adil ve kapsayıcı zengin bir dünyanın
oluşmasına katkı sağlayacağını belirtiyor (s.186). On
üçüncü makale, bir öncekinde olduğu gibi feminizmin dinler arası
diyaloga yaklaşımı irdelenmektedir. Feminizmin dinler arası diyalogda
ihmal edilen bir boyut olduğunu öne çıkarmakta, feminizm ve dinler
arası diyalogun mutlakıyetçi teolojilere meydan okudukları iddiasına
yer vermektedir. Ayrıca feminist teolojinin barındırdığı görelilik,
başkalık, bağlamsallık, kendini tanıma özgürlüğü gibi kaynakları
dolayısıyla dinler arası diyaloga katkı sağlayacağını iddia ediyor
(s.198). Feminist
teolojide yer alan bu kaynakların birçok düşünce sistemi içerisinde
farklı işlevler gördüğü düşünülürse, dinler arası diyalogda da bunların
öne çıkarılması, bir çeşit tarihselci ve hermenötik okumaya kapı
aralamak gibi bir işlev göreceği de söylenebilir. On
dördüncü makale de, "sadece bir yol yoktur, kurtuluş ya da özgürlük
için yolların çoğulluğu vardır" (s.211) düşüncesi dinler arası
diyalogun temelini oluşturmaktadır. Yine yazara göre, "ilahiyat
gerçekten çok dinliliği kucaklamak istiyorsa, ilahiyatçılar genellikle
çok dinli, çok kültürlü, çok etnikli toplum konusuyla ilişkili olan
çoğulculuk düşüncesine kendilerini alıştırmak zorundadırlar (s.213). Bu
yaklaşımın önceki makalelerin birçoğunda tekrarlana gelen herkesin
kendi hakikat anlayışından vazgeçmesi çağrısının farklı bir ifadesi
olarak karşımıza çıkmaktadır. On
beşinci makale, dini çoğulculuğun Hıristiyan misyonerlere büyük bir
meydan okuma olduğu vurgusunu öne çıkarmakta, "misyonun yerini diyalog
ve inançlar arası iş birliği mi almalıdır?" sorusuna cevap aramaya
çalışmaktadır. Diğer din mensuplarına karşı geliştirilen tutumların
(dışlayıcı, kapsayıcı, çoğulcu) misyonla ilişkisi irdelenmekte, bu
tutumların her birinin çeşitli handikaplarına değinilmekte, çözümün,
aşırı dışlayıcılık ile çoğulculuk arasında bir yerde bulunduğu fikri
öne çıkarılmaktadır (s.229) On
altıncı makale, diyalog ile misyon arasındaki ilişkiyi ele almaktadır.
Yazar, diyalogun "yeni bir misyon yöntemi" olduğunu öne çıkarmakta ve
diyalogun gerekli olduğunu ama bu temel hedefin gözden kaçırılmaması
gerektiğini belirtiyor (s.239). Çünkü Dünya Kiliseler Birliği
yetkilerine göre, dinler arası diyalog misyonerliğin bir parçasıdır ve
tüm Hıristiyanlar tarafından Tanrı'nın misyonu olarak görülerek ifa
edilmeye çalışılmalıdır (s.241). "Dinler arası diyalog kilisenin
Evanjelik misyonunun bir parçasıdır. Mesih'i ilan etmekle dinler arası
diyalogla meşgul olmakla arasında herhangi bir tezat ve çatışma yoktur"
(s.249). Katolik kilisesi yetkileri diyalog ve misyon ilişkisine ait şu noktaları öne çıkarmaktadırlar: 1- Diyalogda
tıpkı Hıristiyan mesajının Hıristiyan olmayanlara sunulması gibi,
kilisenin Evanjelik misyonunu ifa etmesinin bir yoludur. 2- Diyalog vasıtasıyla kilisenin misyonunun yerine getirilebilmesi için bazı hazırlıkların yapılması gerekir. 3- Diyalog
hiçbir şekilde Hıristiyan mesajını diğerlerine sunmanın yerini alamaz.
Diyalog, Hıristiyan mesajının Hıristiyan olmayanlara daha etkili ve
verimli bir şekilde sunma aracı olarak görülmektedir (s.253) Netice
itibariyle yazar Katolik kilisesinin bu yaklaşımına rağmen (Nahl,
16/125) ve (A'li İmran, 3/159) ayetlerinin yol göstericiliğinde, tahrip
edilen Müslüman ve İslam imajının düzeltilmesine her zamankinden çok
ihtiyaç duyulan bir zamanda bulunmamız belirtiyor, dolayısıyla
diyalogdan kaçmanın mümkün olamayacağı sonucuna varıyor (s.259). On
yedinci makalede, bir önceki gibi diyalog misyon ilişkisini
incelemektedir: "İkisi de tabii olarak birbirlerini emreder. Diğerini
izlemeksizin birini de izleyemezsiniz. 'Onlar demir paranın iki yüzü
gibidir' denebilir. Misyon sadece diyalogu gerektirmez. Misyon,
diyalogdur." Diyalog,
misyon için gereklidir ve bu misyon Tanrı'nın krallığının ikamesidir.
Ve bu Tanrı krallığı, "yeni bir dünya düzeni" olarak adlandırılabilecek
insanların birlikte yaşayabileceği yeni bir yoldur.(s.264) On
sekizinci makale, 11 Eylül sonrası dinler arası diyalogu
incelemektedir. Şiddet eylemlerinden dolayı Müslümanların seslerini
yeterince duyuramadığını ve bu yüzden seslerini duyurmak için Amerikan
toplumuna entegre olma ihtiyacı hissetmelerine yol açtığını
vurgulamaktadır ve bunun sessiz bir devrim olduğunu ifade etmektedir.
Diyalog sürecinin "Öteki" algısının
değiştirilmesinde ve bir kalp yakınlaşması neticesince daha insancıl ve
adil bir dünya kurmak için birbirlerine olan ihtiyacın anlaşılmasına
katkı sağladığını iddia etmektedir (s.291). Müslümanların öncelikle
2001 Eylül olayları sonrasında, kendilerini özeleştiriye tabi tutmaları
ve dinleri ile ilgili bazı görüş ve düşüncelerini yeniden gözden
geçirmeleri gerektiği teklifini öncelemektedir (s.300). 11
Eylül 2001 olaylarının doğrudan Müslümanların ve onların İslam'ı
yorumlama biçimlerinin bir ürünü olduğu peşin fikri, klasik oryantalist
yaklaşımın hala canlılığını koruduğunu gösteriyor. Elbette bu
Müslümanların değişim ve öz eleştiriden uzak durmalarını gerektirmiyor
ancak değişimin niteliği ve ona yön veren temel faktörleri de devre
dışı bırakarak sadece kendi değerlerini sorgulamayı da gerektirmez.
Bununla birlikte, Müslümanların herhangi bir eylemi ortaya koyarken
düşünmeleri gereken birçok boyut mevcuttur. Öncelikle İslam'ın
gerçekleştirecek eyleme cevaz verip vermediği kati nasslar eşliğinde
irdelenmesi ve din, can, mal, akıl ve nesil emniyeti gibi teminat
altına alınmış değerler açısından meşruluğu olmak zorundadır. Aynı
zamanda gerçekleştirilecek bir eylemin Müslümanların ve İslam'ın
imajına ve hareket alanlarına bugünkü ve gelecek nesiller açısından ne
tür bir katkı sağlayacağının da göz önünde bulundurulması zarureti
vardır. Kitabın
son makalesi, Diyalog'tan sonraki adımları konu edinmektedir. Dinlerin
insanlık tarihi boyunca iyi ve güzel işlerinin olduğunu, birçok
medeniyetin oluşmasına katkı sağladıkları kadar, tek düze bir
yorumlamanın dinin aynı zamanda insanlığı bölücü, adaletsizlikleri
meşrulaştırıcı, savaşları tetikleyici gibi rolleri de göz önünde
bulundurularak dinlerin yarardan çok, zararı olduğu fikri daha çok öne
çıkarılmaktadır (s.306). Yazar,
herkesi kendi dininde kalmaya davet eder; çünkü herkesin dininin
kurtarıcı olduğunu peşinen kabul eder. Aslında söylemek istediği "Her
bir dini gelenek kendini diğerlerinden eşsiz derecede üstün görmeye
devam ettiği sürece dünya dinleri arasında gerçek bir barış ortamı
tesis etmenin mümkün olamayacağıdır" (s.320). Bir bakıma dinlerin
dünyadaki huzursuzluk ve adaletsizliklerin kaynağı olduğu inancı
gizlidir. Yazar,
kitaba girişte değişik inanç, ideoloji ve din farklılıklarına sahip
yazarlar tarafından ele alınan diyalog meselesinin bir bütünlük
içerisinde değerlendirilmesinin zorluğuna değinmiş; ancak dile
getirilen görüşler arasında ortak paydaların da olduğunu ifade etmiş.
Bu ortak paydaları şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- Dinler arasında bir senkretizm olamayacağı ve bu tür eğilimlerin reddi 2- Verili bir hakikatin olamayacağı 3- Daha iyi ve adil bir dünya ve toplum için her dinde ortak paydaların mevcut olduğu inancı 4- Sosyal adalet, özgürlük ve barış için ortak mücadele diyalogun mahiyeti olmalıdır Gerek
bu kitapda yer alan diyaloga ilişkin görüşler ve gerekse farklı zemin
ve zamanlarda dile getirilen diyalog meselesine ilişkin görüşlerin
değerlendirilmesinde şu üç hususun önemli olduğu kanaatindeyim: - Değişik inanç, ideoloji ve dinlerin referans metinlerinin diyalog meselesine ilişkin yaklaşımı; buna izin verip vermediği ve nasıl yaklaştığı önemli bir husustur. (Bkz: "Allah,
sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan
sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli
davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever" 60/8 )
- Diyalogun mahiyetinin ne olacağı; diyalogun çerçevesi, ilkeleri ve nasıllığı sorularının cevabıdır. ("De
ki: Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin.
Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım
ve Allah' bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. Eğer
yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz gerçekten
Müslümanlarız." 3/64 ve Bkz,3 /19, 85, 100)
- Diyalogun hedefinin ne olduğu hususu;
karşılıklı ön yargıların ortadan kaldırılması, olumsuz imajların
düzeltilmesi, adaletin tesisi, iyiliğin emri ve kötülüğün men edilmesi
vb. ("Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz
iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba
ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere
(özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve
ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve
savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler. İşte bunlar, doğru olanlardır
ve muttaki olanlar da bunlardır." 2 /177 ve Bkz, 2 /143, 3 /104, 110, 22/72)
Kitap
bu üç husus göz önünde bulundurularak okunursa, hangi diyalogun verimli
hangi diyalogun manipülatif olduğu konusunda farklı perspektifler
kazandırabilecektir. KENAN LEVENT Haksöz-Haber
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|