Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
DİNİ ÇOĞULCULUK
ÜZERİNE BİR MÜLAHAZA*
Mahmut AYDIN*
Kandille
fitil, başkadır ama ışığı başka ışık değildir.
(Mevlana)
Giriş
Bu yazıda 20.yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Batı akademilerinde hem
mevcut dinsel çeşitliliğe entelektüel ve pratik
bir cevap, hem de farklı dinsel geleneklerin
taraftarlarının dinler arası diyalog adı altında
bir araya gelmelerini kolaylaştırma için ortaya
ileri sürülen ve geliştirilen, her dinsel
geleneğin kendi taraftarını kurtuluşa ulaştırma
noktasında eşit geçerliliğini öngören dinsel
çoğulculuk olgusu üzerinde bir değerlendirme
yapmaya çalışacağız. Ancak bunu yapmaya
başlamadan önce şu iki noktanın altını çizmek
istiyoruz: (1) Bir akademisyen olarak bu yazıda
söylediğimiz her şey sadece bizi bağlar ve
bunların tek sorunlusu da biziz. (2) Bu yazıda
söylenenler konu hakkında söylenmiş son veya
nihai düşünceler olmayıp sadece günümüz
Müslümanları için bir problem olarak gördüğümüz
bu konunun araştırmacılar tarafından ciddi
olarak tartışılması için bir ön düşünce
niteliğindedir. Sonuç olarak, bu yazıda ifade
edeceğimiz kişisel düşüncelerimizin kendimizi
modern dünyayla uzlaştırma yolunda bir adım daha
atmamıza yardımcı olacağı ümidiyle mevcut dinsel
çoğulculuk olgusuna bir müslümanın nasıl
mukabelede bulunabileceği konusunu incelemeye
geçiyoruz.
Bilindiği üzere dinsel ve
kültürel çoğulculuğun inkarı mümkün olmayan bir
gerçeklik olduğu günümüz dünyasında 1960’lardan
itibaren farklı dinsel geleneklerin
mensuplarıyla olan ilişkilerimizde adına
“diyalog çağı” denilen yeni bir dönem
başlamıştır. Bu yeni dönemde farklı dinsel
gelenek ve inanç taraftarlarının birbirleriyle
diyaloğa girmesi sadece gittikçe yaygınlaşmakla
kalmamış, aynı zamanda bir zorunluluk ve
gereklilik halini dahi almıştır. Çünkü anlık
iletişimler ve hızlı ulaşım imkanları farklı
dinsel geleneklerin taraftarlarını,
birbirleriyle karşılıklı anlayış ve güvene
dayalı arkadaşlık ve dostluklar kurmaya
zorlamaktadır. İşte bu çerçevede her dinsel
geleneğin taraftarları diğer dinsel geleneklerin
mensuplarına karşı olan tutum ve davranışlarını
sınıflandırma yoluna gitmişlerdir. Özellikle de
Hıristiyan dinler teolojisi oluşturmaya çalışan
Protestan ve Katolik teologlar dışlayıcılık (exclusivism),
kapsayıcılık (inclusivism) ve çoğulculuk
(pluralism) adları altında
Hıristiyanların, diğer dinsel geleneklerin
taraftarlarına karşı olan tutum ve
yaklaşımlarını kategorize etmeye çalışmışlardır.
Biz de burada çoğulcu bir Müslüman dinler
teolojisi oluşturmayı denerken söz konusu bu
sınıflandırmayı kullanacağız. Bu bağlamda da
öncelikle bu terimlerle ne kastedildiğini kısaca
ifade etmek istiyoruz. Daha sonra ise
dikkatimizi tamamıyla çoğulculuk üzerine
yoğunlaştırarak onun mahiyetinin ve temel
ilkelerinin ne olduğunu detaylı olarak ele
alacağız. Son olarak ise, dinsel çoğulculukla
ilgili ifade ettiğimiz hususların Kur’an
bağlamında İslam’a uygulandığında nasıl bir
sonuç verdiğini tartışmaya açacağız.
Dışlayıcılık, kapsayıcılık ve
çoğulculuğun batılı teologlarca yapılan
tanımlarına baktığımızda bunların genelde
kurtuluş veya hakikat ya da her ikisinin esas
alınarak yapıldığını görürüz. Kurtuluş esas
alınarak yapılan tanıma göre dışlayıcılıkta
kurtuluş, Hıristiyan bakış açısına göre sadece
Kiliseye veya Hıristiyanlığa ya da İsa-Mesih’e
iman edenlerle; İslamî bakış açısına göre de
sadece Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dine yani
kurumsal İslam’a tabi olmayla
sınırlandırılmaktadır. Kapsayıcılıkta ise
kurtuluş sadece İsa-Mesih’in, tüm insanlığın
günahlarına kefareti ile mümkündür. Ancak
Hıristiyan olmayanlar da “isimsiz Hıristiyan” (anonymous
christian) veya “gizli iman” (implicit
faith) sayesinde bu Hıristiyan kurtuluşuna
dahil edilmektedirler. Çoğulculuğa göre ise
büyük dünya dinlerin her biri, birbirlerinden
bağımsız olarak hakiki kurtuluş
vasıtalarıdırlar. Yani söz konusu bu dinsel
geleneklerin her biri kendi taraftarını
kurtuluşa ulaştırma yolunda kendi
taraftarlarının gözünde diğerleriyle eşit
geçerliliğe sahiptir. Hakikat iddiaları
bağlamında ise dışlayıcılık, sadece tek bir
inancın yani sadece Hıristiyanlığın, Yahudiliğin
veya İslam’ın son ve mükemmel hakikate sahip
olduğunu; kapsayıcılık sadece tek bir inancın
son ve mükemmel hakikate sahip olduğunu ancak
söz konusu tek inancın sahip olduğu hakikatin,
daha az derecede diğer dinsel geleneklerde de
bulunduğunu ifade ederken çoğulculuk her
inancın birbirinden bağımsız olarak kendi
hakikatleri bulunduğunu ve bu hakikatlerin de
aslında Nihai Gerçekliğin farklı farklı
algılanışları olduğunu öngörür.[1]
Bu kısa girişten sonra şimdi de
çoğulculuğun ne anlama geldiğini, temel
önermelerinin ne olduğunu ortaya koyarak bir
çoğulcu Müslüman dinler teolojisi oluşturup
oluşturulamayacağı üzerinde durmaya çalışalım.
Çoğulculuk: Müslümanlar İçin
Yeni Bir Paradigma
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi
çoğulculuk, tek bir mutlak doğru din üzerinde
vurgu yapmak veya bu mutlak doğru dini, diğer
dinlerin taraftarlarını da içine alacak şekilde
kapsayıcı hale getirmek yerine her dinsel
geleneğin kendi başına diğerlerinden bağımsız
olarak taraftarlarını kurtuluşa götürebileceği
varsayımında hareket ederek, dışlayıcılık ve
kapsayıcılığın ötesine geçmeyi hedef edinen bir
modeldir. Bu görüşün savunucularına göre büyük
dünya dinleri, bizim insanî melekelerimizin
ötesindeki aynı Nihai Aşkın Varlığa ilişkin
farklı cevaplar sunan vasıtalardır. Bu şu
demektir: Farklı dünya dinleri, her biri kendi
kutsal kitapları, manevi uygulamaları, dinsel
tecrübe formları, inanç sistemleri, kurucuları
ve taraftarlarının yaşam tarzlarını ifade eden
kültürel yapılarıyla beraber karmaşık (komplex)
tarihi yapılardır. Cantwell Smith dinlerin bu
tarihsel yapılarına “birikimsel gelenek” (cumulative
tradition) adını verir.[2]
Birikimsel gelenek adı verilen bu dinlerin her
biri Nihai Aşkın Varlığa farklı cevap teşkil
ederler. Bu anlayışa göre bütün dinlerin temel
hedefi aynıdır. Bu da Hick’in deyimiyle kendi
taraftarlarını ben (ego) merkezlilikten
kurtararak onları Tanrı veya Hakikat
merkezliliğe ulaştırmaktır. İşte bundan dolayı
Hick’e göre Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam,
Hinduizm ve Budizm gibi büyük dünya dinleri,
Nihai Aşkın Varlığın farklı yollarını temsil
eden oluşumlardır. Çünkü söz konusu bu dinsel
geleneklerin hiçbiri mutlak anlamda hakikati
ihtiva etmez. Yani onların ihtiva ettikleri
hakikat Mutlak Hakikat değil, sadece onun kısmî
yansımalarıdır. Arnold Toynbee bu bağlamda bizim
diğer dinsel geleneklere ve onların
taraftarlarına nasıl yaklaşmamız gerektiğini şu
şekilde izah eder: Kendi inançlarımızı ve
kanaatlerimizi doğru ve hakiki olarak göreceğiz.
Ancak bunu yaparken de diğer inanç ve
kanaatlerin de onları takip edenler için doğru
ve hakiki olduğunu veya en azından olabileceğini
kabule hazır olacağız. Yani kendi dinsel
geleneğimizin nasıl Tanrı’dan geldiğini kabul
ediyorsak diğer dini geleneklerin de aynı
şekilde Tanrı’dan gelmiş olabileceklerini kabul
etmeliyiz.[3]
Bu anlayışa göre Hakikat mutlaktır. Ancak bu
mutlak hakikati tanımlamaya ve kavramaya yönelik
her hareket izafidir.
Bu model, farklı dinsel
geleneklerin taraftarlarının birbirleriyle
ilişkilerinde radikal bir değişmeyi ve bu
şekilde de yeni bir paradigmayı ifade eder. Bu
paradigma da kendinden öncekilere bağlı olarak
onlardan farklı bir bakış açısını temsil eder.
Bu çoğulcu paradigmaya göre ne bu ne şu dinsel
gelenek, ne bu ne şu din kurucusu kurtuluşun
yegane vasıtasıdır. Çünkü kurtuluş, sadece
Tanrı’dan gelmekte ancak değişik yollar ve
vasıtalarla her dinsel gelenekte bulunmaktadır.
Bu özelliğiyle çoğulculuk, onu benimseyenler
için kendi dininin dünyadaki yerini ve diğer
dinleri anlama noktasında yeni bir yaklaşımı
temsil etmekte ve böylece de yukarıda kısaca
ifade ettiğimiz dışlayıcılık ve kapsayıcılıktan
ayrılmaktadır.
Buraya kadar
özetlediğimiz çoğulcu düşüncenin, günümüz
dünyasında Müslümanlar için artık nasıl
yadsınamaz bir realite olduğu konusunu kendi
kendimize şu soruyu sorarak tartışmaya açalım:
Çoğulcu bir dinler teolojisi oluşturmak için
Müslümanlar geleneksel olarak savuna geldikleri
ve kapsayıcı bir görüm arz eden tutumlarının
ötesine geçip, çoğulcu bir bakış açısına sahip
olabilirler mi? Çünkü hem dışlayıcılık hem
de kapsayıcılık şu iki önemli teolojik çıkmaz
içindedir. Bir taraftan Tanrı, insanlığa yönelik
onların kurtuluşa ermeleri için evrensel bir
ilgi ve alakaya sahip olacak, diğer taraftan da
kendini sadece tek bir topluluğa tam ve mükemmel
olarak vahyederek sadece o topluluğun kurtuluşa
ermesini isteyecek. Görüldüğü üzere bu iki
anlayış açıkça birbiriyle çelişmektedir. Zira,
eğer Tanrı tüm insanlığın kurtuluşu ile
ilgileniyor ve bunun için de çeşitli
peygamberler ve onların vasıtasıyla da çeşitli
mesajlar gönderdiyse, o zaman O’nun kendini
sadece belirli bir topluma tam ve nihai olarak
vahyederek diğerlerini cahillik ve karanlıklar
içine terk etmesi O’ndan beklenemez. Bu nedenle
Müslümanlar olarak bugün dünya dinlerine ve
onların taraftarlarına yönelik daha açık ve
olumlu bir tutum içine girmemiz gerekmektedir.
Bu bağlamda bunun nasıl olacağı konusunda
Hick’in 1970’lerde geliştirdiği ve teolojide
“Kopernik devrimi” adını verdiği teorisi
imdadımıza yetişmektedir. Söz konusu bu teori şu
temel tezi ileri sürmektedir: Tıpkı eski ve çok
uzunca süre devam eden, yeryüzünü dönen kainatın
merkezi olarak kabul eden Batlamyus dogmasından
güneşin merkez olduğunu ve dünya da dahil diğer
tüm gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü
kabul eden görüşe geçişi temsil ettiği gibi;
çağdaş Hıristiyan teolojisi de Hıristiyanlığı
merkezde gören geleneksel görüşten Tanrıyı
merkeze koyan ve Hıristiyanlık da dahil olmak
üzere diğer tüm dinsel gelenekleri O’na hizmet
eden ve O’nun etrafında dolanan unsurlar olarak
gören Kopernik devrimine muhtaçtır.[4]
İslam düşünce
tarihine baktığımızda mutasavvıflar hariç hemen
hemen tüm İslam alimleri özellikle de dini
tamamen sabitleşmiş yasama kurallarından ibaret
olarak gören fıkıhçılar, Hz. Muhammed tarafından
tebliğ edilen kurumsal İslam’ın tam ve en
mükemmel vahiy olduğunu, diğer dinsel
geleneklerin ise bazı hakikatler ihtiva etseler
de kurumsal İslamsız her hangi bir değere sahip
olmadıklarını ileri sürmekteydiler. Ancak,
Müslümanların diğer dinsel geleneklerin
taraftarlarıyla sürekli olarak işbirliği içinde
oldukları günümüz dünyasında bu şekil dar bir
anlayışı benimsemek ve savunmak çok zor
görünmektedir. Bunun için tıpkı geleneksel
Hıristiyanların, Hıristiyanlığı veya İsa’yı ya
da Kiliseyi merkeze koyup diğer dinsel
gelenekleri bunlara yakınlıkları nispetinde
değerlendirdikleri gibi biz de Kurumsal İslam’ı
merkeze koyup diğer dinsel gelenekleri söz
konusu bu İslam’a yakınlıkları veya
uzaklıklarına göre değerlendirmek yerine,
Allah’ı ve O’nun iradesine ve buyruklarına
teslim olmayı merkeze koyup diğer dinsel
geleneklerin taraftarlarını Allah’a ve O’nun
iradesine teslim olmaları veya olmamalarına göre
değerlendirmeye tabi tutmalıyız.
Bu tarz bir çoğulcu
anlayışa göre tüm dinsel ifadelerin veya
idraklerin ötesinde tek bir “Nihai Gerçeklik”
vardır. Bu ezeli ve ebedi Gerçeklik insan
idrakinin ötesindedir. O, tüm dini gelenekler ve
toplumlar için ilham kaynağıdır. Bu nedenden
dolayı da O, tüm dini geleneklerde farklı
ifadelerle/terimlerle izah edilmeye
çalışılmıştır. Yani bu “Nihai Gerçeklik”,
çeşitli düşünce kalıpları içinde yorumlanır ve
böylece de birbirlerinden farklı ve
birbirleriyle yarışma içinde olan kavrayış ve
idraklerin ortaya çıkmasına sebebiyet verir.
Buna göre çeşitli dünya dinlerindeki İlahi
Varlık idrakleri son aşamada insanoğlunun bir
projeksiyonu olarak görülebilirler. Çünkü dinler
tarihine baktığımızda farklı dinsel geleneklere
mensup insanların kendi dinsel ve kültürel
bağlamları içinde birbirlerinden farklı İlahi
Varlık kavramları geliştirdiklerini müşahede
etmekteyiz. İşte bundan dolayıdır ki çeşitli
dinsel geleneklerdeki doktriner farklılıkların,
söz konusu bu doktrinlerin altında yatan tarihi,
sosyal ve kültürel faktörlerdeki farklılıkları
yansıttıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu yeni çoğulcu
anlayış bizi hiçbir hakikatin nihai olarak
değişmez olmadığı fikrine götürmektedir. Zira,
söz konusu bu anlayışa göre tabiatları gereği
farklı dinsel geleneklerdeki hakikat iddiaları
diğerlerinin görüşlerine açık olmalıdır. Onlar
kendilerini diğer dinî inançlar üzerine üstünlük
kurarak değil de kendilerinin diğerleriyle olan
uygunluğunu ve uyuşmasını test ederek
ispatlamaya çalışmalıdırlar. Buna göre dinsel
hakikat statik değildir. Bilakis o, diğer dinsel
hakikatlerle etkileşim içinde gelişmeye açıktır.
Bu tarz bir hakikat anlayışı her dinin kendi
hakikat anlayışının kendi taraftarlarının
gözünde eşsiz olduğu anlayışına bizi götürür.
Buna göre her dinin sahip olduğu dinsel hakikat
sadece söz konusu bu hakikati benimseyen ve onu
yaşamaya çalışanlar için bir anlama ve öneme
sahiptir. Ancak bunu söylerken söz konusu bu
dinsel hakikati benimsemeyenlerin ondan
kesinlikle yararlanamayacaklarını veya onlar
için herhangi bir anlam ifade etmediğini ima
etmek istemiyoruz.[5]
Bizim burada kastettiğimiz her dinsel geleneğin
hakikatinin kendi taraftarlarının gözünde eşsiz
bir anlama sahip olduğu gerçeğidir. Çünkü biz
her ne kadar diğer dinsel geleneklerin hakikat
anlayışlarına açık olsak ve onlardan
yararlanmaya çalışsak da onları kendi dinî
hakikatimiz dahilinde değerlendireceğimizden,
onlarla ilgili haksız beyanlarda bulunabiliriz.
İşte bu noktadan hareketle oluşturmaya
çalıştığımız bu yeni çoğulcu Müslüman
teolojisine göre tıpkı Yahudiliğin ve
Hıristiyanlığın tüm insanlar için öngörülen tek
ve eşsiz bir inanç olmadığı gibi kurumsal
İslam’ın da tüm insanlar için mutlak kabul
edilmesi gerekli tek mutlak doğru inanç
olmadığını kabule hazır olmalıyız. Kısaca, tıpkı
Yahudiliğin Yahudilere göre, Hıristiyanlığın da
Hıristiyanlara göre tek doğru din olması gibi
kurumsal İslam da Müslümanlara göre tek doğru
dindir. Bunu ileri sürerken İslam dininin
evrensel olmadığını yani sadece Müslümanlar için
doğru bir din olup diğerleri için doğru bir din
olmadığını ima etmek istemiyoruz. Bizim
vurguladığımız her inancın sadece kendi
taraftarlarınca en doğru olarak kabul
edilebileceğidir. Nitekim, Kur’an’ın ifade
ettiği “sizin dininiz size benimki bana”[6]
ve “... her topluluk merkezinde O’nun (Allah’ın)
bulunduğu, kendisine ait bir istikamete yönelir.
Öyleyse, iyi ve güzel işlerde birbirinizle
yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi
kendi katında toplayacaktır; çünkü Allah her
şeye kadirdir”[7]
ayetleri de kanaatimizce bu fikri destekler
görünmektedir.
Bu noktada şöyle bir
itirazla karşılaşabiliriz. Bu tarz bir göreceli
hakikat anlayışı kaçınılmaz olarak kişinin kendi
dinine bağlılığına zarar vermez mi? Yani bir
Müslüman’ın bu tarz bir göreceli hakikat
anlayışını benimsemesi kaçınılmaz olarak onun
Müslümanlığına bir halel getirmez mi?
Kanaatimizce bu tarz bir itiraz pek mantıklı
görünmemektedir. Zira, kişi hem iyi bir Müslüman
olarak kendi İslamî inancına bağlılığını
sürdürebilir hem de aynı zamanda diğer dinsel
geleneklere açık olabilir. Bu noktada Paul
Knitter’in kullandığı evlilik analojisinin
konuyu daha iyi anlamamıza ve bu tarz itirazları
bertaraf etmemize yardımcı olacağı
kanaatindeyiz. Söz konusu analojide Knitter,
kişinin kendi eşine bağlılığını ifade ederken
onun hakkında evrensel iddialarda bulunmadığını
ileri sürer. O şöyle der: “Bir kimse bu dünyada
eşit derecede iyi, akıllı, ve güzel kişilerin
olduğunu bilmesine rağmen kendi eşinin eşsiz ve
biricik olduğunu söyleyerek ona tam ve güçlü bir
şekilde bağlanabilir. Hatta bunu yaparken de söz
konusu bu kişilerle arkadaşlık ve dostluk
kurmaktan da hoşlanır. Herhangi bir bağlılıkta
davranış veya uygulamadaki aşırılık iddiaları ne
dürüstçe ne de sağlıklıdır”.[8]
İlaveten Knitter, kişinin eşine olan bağlılığı
ne kadar derinse o evliliğin o kadar sağlam
olacağını ve kişinin diğerlerinin hakikat ve
güzelliklerini o kadar fazla takdir edeceğini
ileri sürmektedir. Benzer şekilde bizde bir
Müslüman’ın kendi dinine ne kadar bağlı olursa
diğer inançlara da o kadar açık olabileceğini
düşünmekteyiz. Örneğin, dinlerin teoriğine değil
de pratiğine önem veren İslam mutasavvıflarının
ve çeşitli dinsel geleneklere mensup mistiklerin
dini “öteki” ile ilgili tutum ve davranışlarına
baktığımızda onların buraya kadar
anlattıklarımızla uyuşan bir yapı arz ettikleri
görülür.[9]
Buraya kadar özetlediğimiz bu
yeni çoğulcu anlayış Müslümanları, bir taraftan
diğer dinsel geleneklerde bulunan iyi ve güzel
hususları takdir edip onların geçerliliklerini
tanımaya çağırırken diğer taraftan da İslam’ın
eşsizliğini ve biricikliğini tasdik etmeye
onları muktedir kılmaktadır. İşte bunun içindir
ki kapsayıcı bir İslamî anlayış söz konusu bu
tutumu sağlayamadığından dolayı terk
edilmelidir. Bu bağlamda mensubu olduğumuz
kurumsal İslam da tek mutlak doğru din değil de
Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlığa
gönderdiği hakiki ve doğru inançlardan biri
olarak görülmelidir. Şayet bu şekilde
Müslümanlar kendilerini nihai ve evrensel
hakikate sahip oldukları şeklindeki mutlaklılık
iddialarından kurtarabilirlerse, o zaman
Müslümanların diğer dini geleneklerin
mensuplarıyla diyaloğunda yeni ve radikal bir
sayfa açılmış olur ki biz de böyle bir sayfanın
açılmasının son derece gerekli olduğu
kanaatindeyiz. Şimdi bu genel girişten sonra
Kur’an bağlamında söz konusu bu çoğulcu
ilkelerin İslam’a uygulandığında nasıl bir sonuç
verebileceğini tartışmaya geçiyoruz.
İslam ve Dinsel Çoğulculuk
Bilindiği üzere son peygamber Hz.
Muhammed tarafından tebliğ edilen ve zaman
içinde kurumsallaşan İslam, sahip olduğu kutsal
kitabın kendisini “en doğruya ileten ilâhi bir
rehber” olarak nitelemesinden hareketle tüm
insanlık için kıyamet gününe kadar kendini son
ve en mükemmel dinsel sistem ve kutsal yasa
olarak görmektedir. Bu bağlamda o, kendi dünya
görüşü içerisine kendinden önce gelen dinsel
gelenekleri de yerleştirmektedir. Buna göre, Hz.
Muhammed’den sonra başka bir peygamber,
İslam’dan sonra da evrensel olarak bağlayıcı
yeni bir İlahi Yasa olmayacaktır. İşte bu
anlayış, sadece İslam sonrası dinlerin değil
aynı zamanda İslam öncesi dinsel geleneklerin
yukarıda ifade ettiğimiz dini çoğulculuk
çerçevesinde Müslümanlar için onları hem söz
konusu bu dinsel geleneklerle ilgili hem de
onlara karşı geleneksel olarak sahip olduğu
tutum ve tavırla alakalı olarak yeni
mütalaalarda bulunmaya sevk eden bir meydan
okuma olduğu düşüncesine bizi sevk etmektedir.
Söz konusu bu mütalaalara girmeden önce
Kur’an’ın Hz. Peygambere vahyedildiği dönemin
yapısı ile ilgili kısa bir bilgi vermek
istiyoruz.
Dinler Tarihine baktığımızda
Kur’an’ın, evrensellik prensibinin, insan
medeniyeti ve dinsel kültüründe dinî düşünce ve
ibadet için bağlayıcı hal aldığı bir dönemde Hz.
Peygambere, Allah tarafından vahyedildiğini
görürüz. İşte bu nedenden dolayıdır ki evrensel
dünya görüşüyle İslam, bazı batılı araştırıcılar
tarafından “axial çağ”[10]
olarak adlandırılan çok önemli bir dönemin
sonunda tarih sahnesine çıkmıştır. İslam’ın
tarih sahnesine çıkışı ile zirve noktasına
ulaşan bu evrensellik prensibinin ne zaman
başladığı konusu hala bir tartışma konusu olarak
kalmaya devam etmektedir. Acaba bu fikir
Zerdüşt’ün tek-tanrı inancını öğretmeye
başladığı MÖ 6. yüzyılda mı başlamıştır? Veya
Upanişhad geleneğinin eski Vedalar geleneğine
meydan okuduğu, felsefî ve manevî olarak engin
bir monistik düşünceyi vaaz ettiğinde mi
başlamıştır? Yoksa, Buda’nın Hindu panteonunu
reddedip onun yerine dünyada artan acı ve
ıstırap problemine insanî bir yaklaşımın
gerekliliği üzerinde durmasıyla mı başlamıştır?
Evrensellik prensibi bunlardan hangisiyle
başlarsa başlasın MÖ. 356-323 yılları arasında
hüküm süren Büyük İskender ile bu prensibin
zirve noktasına ulaştığı açıktır. Lübnanlı alim
Mahmud M. Ayoub (Eyüp)’e göre Büyük İskender’in,
Helenistik kültürü, Hindistan’dan Avrupa’nın
ortasına kadar bilinen tüm dünya medeniyetleri
için bir çatı olarak empoze etmesi Hz. İsa ve Hz.
Muhammed ile neticelendirilen (en yüksek noktaya
ulaştırılan) bir büyük medeniyetler sentezidir.[11]
Çünkü Büyük İskender’le beraber biz en azından
batı Avrupa’yı, orta-Doğuyu ve kuzey Afrika’yı
içine alan orta-Doğu havzasında dinî ve felsefî
yönden zengin helenistik medeniyetin diğer
medeniyetler üzerine bilinçli bir şekilde empoze
edilmesi girişimine tanık olmaktayız. Bu
helenistik yapı içinde mitraistik sır kültleri,
iyi ile kötünün ve ışık ile karanlığın ezeli
mücadelesini ifade eden eski-İran dualizmi ve
Sabiilik ve Maniheizm gibi gnostik dinsel
gelenekler, ilk dönem Hıristiyanlık için çok
güçlü bir rakip olmuşlardır.
Başlangıcından itibaren
Hıristiyanlık, Yunan hikmet geleneğine ve Mısır
dindarlığına meydan okumuş ve sonunda her
ikisinin de yerini almıştır. Ancak, bunu
yaparken Hıristiyanlık, Yunan felsefesini
tamamen bertaraf etmek yerine onu kendi
teolojisi içinde sindirmiştir. Helenize olmuş
Mısır ve diğer mitraistik sır kültleri ise
Hıristiyan hagiografisinde[12]
ve popüler dinî metinlerinde hayatiyetlerini
devam ettirmişlerdir. Böylece, hem Mısır hem de
doğu özellikle de İran kültürü İsa’nın doğum
rivayetlerinde temsil edilmişlerdir. Örneğin,
ilahi çocuğu yani yeni kralı arayarak gelen
doğunun hikmetli adamlarının Mecusi rahipleri
olduklarına inanılmaktadır. Bu rivayet bir
hayvan yemliğinde doğan mütevazı çocuğun
kral-Mesih olduğunu ima eder görünmektedir. Din,
daima güç ve alçak gönüllükle irtibatlıdır.
Mesih’in şahsında hayvan yemliğinde doğan
mütevazı kral, iki savaşçı Mısır tanrıları olan
Horus ile Seth arasında sonunda varılan uzlaşma
ile bağlantılı olarak birbiri peşi sıra öküz ve
maymun ile temsil edilir. İşte bu helenist
sentez sayesinde Hıristiyanlık, eski Yahudi
peygamberlerinin evrensel vizyonunu tüm insanlar
için bir kurtuluş mesajı haline getirmiştir. MS.
3 yüzyılda tüm dinlerin birliği yönünde yeni bir
vizyon sunan Mani, kurduğu yeni dinsel hareketle
bu vizyonu hayatiyete geçirmede İran kökenli
dualist bir inanç olması hasebiyle her şeye gücü
yeten, mutlak hüküm sahibi bir yaratıcı Tanrı
altında yaratılışın birliğini inkar ettiğinden
dolayı başarısız olmuştur. Mani’den sonra ise
dinlerin birliği yönünde ortaya çıkan yeni
hareket Hz. Peygamber vasıtasıyla tesis edilen
İslam’dır.[13]
İslam, kendinden önceki gelen ve
bölük pörçük her tarafa dağılmış olan dinsel
fikir ve kavramları sade fakat rasyonel olarak
anlaşılabilir evrensel bir yapıya kazandırmak
için gelmiştir. Bu sentezin kendisinden ortaya
çıktığı Kur’an, insan medeniyetinde önemli bir
tarihi olay olduğu kadar zamansız bir ilahi
vahiy olarak da görülmesi gerekir. Bu özelliğe
sahip olan Kur’an, genel itibariyle hem doğrudan
Arap yarımadasındaki Arapların hem de tüm
insanlığın sosyal ve dinsel durumu hakkında
konuşmaktadır. Nitekim, Hz. Peygamberin
misyonundan bahsederken Allah “Biz seni tüm
insanlar için bir merhamet kaynağı olarak
gönderdik” buyurduktan sonra Hz. Muhamed’e şöyle
söylemesini emretmektedir: “De; Ey insanlar, ben
sizin hepinize gönderilmiş Allah’ın bir
elçisiyim...”[14]
Bu ifadelerden Kur’an’ın tüm insanlığa hitap
etmek için geldiği sonucuna rahatlıkla
varılabilir. Bununla birlikte Kur’an söz konusu
bu hitabını bir boşlukta değil de tarihi bir
bağlam içinde yapmıştır. Zira onun öncelikli
amacı Peygamber dönemindeki Arapların ahlakî ve
dinî durumlarını düzeltmekti. Bu nedenle,
Kur’an’ın kendi hususi/özel bağlamımız içinde
bize yeniden konuştuğunu işitmemize rağmen, onun
evrensel ve zamansız yönünün arkasındaki tarihi
bağlamın kesinlikle gözden kaçırılmaması
gerekmektedir.[15]
Bu bağlamda gözümüzü Müslüman
dünyasına çevirdiğimizde birkaç hatırı sayılır
Müslüman araştırmacının dışında dinsel
çoğulculuğun yadsınamaz bir gerçeklik olduğu
çağdaş dünyamızda farklı dinsel geleneklerin
mensuplarının beraberce barış içerisinde
yaşamaları için dinsel çoğulculuğun gerekleriyle
geleneksel Müslüman inanlarını uzlaştırmaya
çalışan düşünürlerin olmadığını görmekteyiz.
Dinler arası diyaloğun ve dinsel çoğulculuğun
olgusal bir gerçeklik olduğu günümüz dünyasında
Müslümanlar da, tıpkı geleneksel Hıristiyan
inancında olduğu gibi kendi inançlarını merkeze
yerleştirip diğer insanların sahip oldukları
inançların bu merkez etrafında döndüğünü ileri
sürmektedirler. Yani tıpkı geleneksel Hıristiyan
inancının Hıristiyanlığı, İsa’yı veya Kiliseyi
merkeze koyup diğer dinsel gelenekleri ve
onların dini figürlerini bu merkeze bağlılıkları
veya yakınlıkları oranına göre değerlendirmeleri
gibi biz de kurumsal İslam’ı yani Hz.
Peygamberin tebliğ ettiği öğretiyi, dahası
ulemanın şekillendirdiği şeriat İslam’ını
merkeze koyup diğer insanları bu öğretiye
bağlılıkları veya yakınlıkları nispetinde
değerlendirmeye çalışıyoruz. Bu geleneksel
Müslüman inancı hem yukarıda ana hatlarını
verdiğimiz dinsel çoğulculuğun gerekleriyle hem
de dinler arası diyaloğun gerekleriyle
çatışmaktadır. Çünkü, yukarıda gördüğümüz gibi
ne çoğulculuk ne de dinler arası diyalog, tek
bir dini mutlak doğru kabul ederek diğerlerini
ondan daha aşağı seviyede görmeyi kendilerine
başlangıç noktası olarak alırlar. Ayrıca
kanaatimize göre bu tarz bir dışlayıcı anlayış
Kur’an’ın temel öğretisine de ters düşmektedir.
Zira, Bakara suresi ayet 111, 112 ve 113’de
Kur’an, Allah tarafından kabul dilebilir olmanın
ve dolayısıyla da cennete girmenin iddia ile
değil, gerçek bir iman ve salih amelle olacağı
üzerinde vurgu yaparak kendi dinlerinin
biricikliği ve üstünlüğü hakkında iddialarda
bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar kınanırken, aynı
şekilde Müslümanları da kendi dinleri hakkında
benzer iddialarda bulunmamaları konusunda
uyarmaktadır. Nitekim Kur’an, cennete girme
iddiasının salt bir kuruntu olduğu gerçeğinin
sadece Ehl-i Kitap için değil, aynı zamanda
Müslümanlar için de geçerli olduğunu ifade etmek
maksadıyla Nisâ suresi 123. ayette de, “Ne sizin
kuruntularınız ve ne de Ehl-i Kitab’ın
kuruntuları [gerçektir]” buyurmakta ve böylece,
seçilmiş kavim, seçkin ümmet olma ya da Allah
tarafından kabul edilebilir olmayı sadece kendi
dininin müntesiplerine tahsis etme şeklindeki
hamiyet-i dîniye eğilimlerinin, Allah nezdinde
hiçbir değer taşımadığını beyan etmiş
olmaktadır.[16]
Ancak ne yazık ki günümüzde
Müslümanların çoğunluğu Allah tarafından kabul
edilebilir olmayı sadece Hz.Muhammed’in mesajını
yani kurumsal İslam’ı izleyenlerle sınırlayarak
tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları gibi
kendilerinin dışındakilere karşı dışlayıcı bir
tutum takınmaktadırlar. Bunu yaparken de Hz.
Muhammed’in misyonunun ne yeni bir din kurmak ne
de Yahudi ve Hıristiyanlık gibi diğer dinsel
geleneklere hakkıyla tabi olanları kendi
izleyicisi yapmak olmayıp bilakis Hz. İbrahim’in
dinine uymak, onu tamamlamak ve kendinden önce
gelen peygamberleri tasdik etmek olduğu
gerçeğini unutmaktadırlar.
De ki: “Ben
[Allah’ın] elçilerin[in] ilki değilim.[17];
... [size] atanız İbrahim’in inancını izlemeyi
öneren de O.; Bütün benliğini Allah’a teslim
eden, daima iyilik yapan ve her türlü batıldan
yüz çeviren İbrahim’in inanç sistemine-Allah’ın
onu sevgisiyle yücelttiğini görerek- uyan
kişiden daha iyi iman sahibi kim vardır.[18]
Diğer bir ayette de Kur’an, Hz.İbrahim’in
inancının özelliğini açıklayarak Hz. Muhammed’i
bu inanca uymaya çağırmaktadır.
Gerçek şu ki,
İbrahim insana yakışan tüm erdemleri kendinde
toplamasını bilen, yalan ve sahtekarlık taşıyan
her şeyden yüz çevirerek Allah’ın iradesine
yürekten bağlanıp boyun eğen biriydi; Allah’tan
başkalarına tanrılık yakıştıran kimselerden
değildi. [Çünkü] o, kendisini seçip doğru yola
yönelmesini sağlayan [Allah’a], nimetlerinden
ötürü her zaman şükranla doluydu. Biz de bunun
için ona bu dünyada iyilik bahşettik; şüphesiz
ahirette de o kendini dürüst ve erdemli kimseler
arasında bulacaktır. Ve sonuç olarak sana,
“Yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden sakınan ve
hiçbir şekilde Allah’tan başkalarına tanrılık
yakıştırmayan İbrahim’in dinine uy!” diye
vahyettik.[19]
Görüldüğü üzere, Allah, tıpkı
daha önce Yahudi ve Hıristiyanları çağırdığı
gibi, Hz. Muhammed’i ve onun taraftarlarını, saf
ve berrak monoteizm olan Hz. İbrahim’in dinini,
iyi ve doğru imanda bir model olarak kabul
etmeye çağırmaktadır. Ayrıca, Kur’an Yahudi ve
Hıristiyanların Hz. İbrahim hakkında yaptıkları
dışlayıcı iddiaları reddetmek suretiyle[20]
Hz. İbrahim’in tek bir din için değil de gerçek
inanan için temel bir model olarak kabul
edilmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Zira,
Kur’an, Hz. İbrahim’i tek bir topluluğun malı
olarak değil de tüm insanlık için hakiki imanda
bir model olarak sunmaktadır. Kısaca, Kur’an,
hangi dinsel geleneğe mensup olursa olsun tüm
insanları, esası her çeşit puta tapıcılığı yani
şirki reddetmek ve kişinin tüm benliğiyle
alemlerin Rabbi’nin iradesine teslim ve itaat
olan Hz. İbrahim’in dinine uymaya çağırmaktadır.
Bu noktada karşımıza şu soru çıkmaktadır. Peki o
halde İbrahim’in dini nedir? Dinler Tarihine ve
bu çerçevede de Eski-Ahite baktığımızda Hz.
İbrahim’in Yahudilerin atası olarak kabul
edilmesine rağmen onun Hz. Musa’dan önce
yaşadığı için Musa’ya nispet edilen Tevrat’la ve
dolayısıyla da günümüz kurumsal Yahudi dini
geleneği ile hiçbir alakasının olmadığı gayet
açıktır. İslam’a baktığımızda ise, Kur’an’ın Hz.
İbrahim’in dininden bahsetmesine rağmen yukarıda
naklettiğimiz ayetlerde ifade edilen İbrahim’in
gerçek bir muvahhid olması hariç onun dinin ne
olduğu konusunda detaylı bir bilgiye
rastlamamaktayız. Bu nedenle Hz. İbrahim’in
dininin ne olduğu sorusuna cevap vermek için
kanaatimizce Eski-Ahit ve Kur’an beraber mütalaa
edilmeli ve her ikisinin de ortak olduğu
noktalar onun dini olarak görülmelidir. Buna
göre Hz. İbrahim’in dininin temelde biri
inançsal (Allah’ın varlığı ve birliğine iman ve
O’na tam teslimiyet); diğeri ahlakî (salih amel
işlemek ve adaletli olmak); ve öbürü de ritüel
(sünnet olma) olmak üzere üç temel unsurdan
oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.[21]
Hal böyle olunca yani Hz.
Muhammed yeni bir dinin kurucusu olmayıp tıpkı
kendinden önceki peygamberler gibi Hz.
İbrahim’in dininin bir uygulayıcısı ve
tamamlayıcısı olunca ve Kur’an’da gerçek bir
imanla Allah’a teslim olmaya ve iyi ve güzel
işler yapmak yerine kuru iddialara dayanan her
çeşit üstünlüğü reddedince haklı olarak şu
sorular zihnimizi kurcalamaya başlamaktadır.
Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği öğretinin kurumsal
adı olan İslam’ın bütün insanlık için öngörülen
tek ve mutlak din olduğu şeklindeki geleneksel
iddia günümüz çoğulcu dünyasında devam
ettirilebilir mi? Şayet Hz. Muhammed’in tebliğ
ettiği bu kurumsal İslam, Tanrı’ya ve buna bağlı
olarak da kurtuluşa götüren tek ve mutlak yol
ise, Müslümanlar benzer iddialarda bulunan diğer
dinlere ve bunların mensuplarına karşı nasıl bir
tutum takınmaları gerekir? İşte bu ve
benzeri soruların kaçınılmaz olduğu günümüz
dünyasında dinsel çoğulculuk olgusu,
Müslümanların zihnini meşgul etmekte ve onları
bu yeni paradigmaya karşı teolojik bir karşılık
vermeye çağırmaktadır.
Şu üç nedenden dolayı biz bu
geleneksel inancın yeniden mütalaa edilerek
çoğulcu bir Müslüman teolojisi geliştirilmeye
çalışılması kanaatindeyiz. (1) Diğer dinsel
geleneklerin taraftarlarını tanımak ve onlarla
ilgili daha doğru bilgilere sahip olmak
Müslümanların İslam’ın dışındaki inançları
basitçe reddetmelerini güçleştirmiştir. Yani,
anlık iletişimler ve hızlı ulaşım imkanlarının
farklı dinsel geleneklerin taraftarlarını,
birbirleriyle karşılıklı anlayış ve güvene
dayalı arkadaşlık ve dostluklar kurmaya
zorladıkları günümüz dünyasında Müslümanların
diğer inançların da doğru olabileceğini hiç
düşünmeden onları sapkın dinler olarak
nitelendirip reddetmeleri artık güçleşmiştir.
Hatta diğer dinsel geleneklerin taraftarlarıyla
kurulan yakın temaslar bizi yukarıda
zikrettiğimiz geleneksel Müslüman inancını
yeniden gözden geçirmeye ve buna bağlı olarak
kendi inancımız yanında başka kurtuluş
vasıtalarının da olup olmadığını kendimize
sormaya bizi sevk etmiştir. (2) Diğer dinsel
geleneklerin taraftarlarıyla diyaloğa girmek
sadece bir görüş alış-verişi olmayıp aynı
zamanda bir öğrenme süreci olarak
algılanmalıdır. Zira diyalog, temel amacı her
katılanı diğerinden öğrenmeye ve buna bağlı
olarak değişip gelişmeye sevk etmek olan iki
veya daha fazla kişinin arasında cereyan eden
karşılıklı konuşma olarak tarif edilmektedir.[22]
Diyalogun bu tanımı açık olarak şunu ifade
etmektedir. Diyalog, muhatabımızla yaptığımız
karşılıklı fikir alış-verişi sürecinde kendi
konumumuzu yeniden düşünmeye istekli olduğumuz
bir karşılaşma olarak mütalaa edilmelidir. Bunun
anlamı şudur: Diğer dinsel geleneklerin
mensuplarıyla diyaloğa girmeye razı olmak demek
bu sürece girerken sahip olduğumuz görüşlerin
değişebileceği veya kısmen tadil edilebileceğine
de razı olmak demektir. Yani diyalog sürecinde
muhatabımızdan öğrendiklerimiz bizim kendimizi
nasıl anladığımızı ve kendi geleneksel
inançlarımızı nasıl yeniden yorumladığımızı
etkileyebilir.[23]
(3) Küreselleşme ve onun beraberinde getirdiği
yeni gelişmeler İslamî veya tabir yerinde ise
Müslüman teolojisinin diğer dinsel geleneklerden
izole edilmiş bir şekilde değil aksine onlarla
ve onların öngördüğü teolojik vizyonlarla ilişki
içerisinde yeniden gözden geçirilmesini
gerektirmektedir. Çünkü özellikle 20.yüzyılın
ikinci yarısından sonra yaşadığımız gelişmeler
sadece dünya dinleri bağlamında kendini ifade
eden ve düşünen bir İslam anlayışı 21. yüzyılda
bir anlam ifade edecek gibi görünmektedir. İşte
bu üç temel nedenden dolayı bize öyle geliyor ki
günümüzde artık Müslümanların bütün insanların
Müslüman olduğu kurumsal anlamda islamileşmiş
bir dünya tasavvur etmeleri pek mümkün
görünmemektedir. Bunun yerine Müslümanlar
gerçekçi olarak dünyayı, dinsel çoğulculuğun
egemen olduğu bir yer olarak kabul edip onun
gereklerini yerine getirmeye
çalışmalıdırlar.
Yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi geleneksel Müslüman inancına göre
Hz. Muhammed vasıtasıyla insanlığa bildirilen
öğreti insanları Allah’a götüren tek mutlak
yoldur. Yani, eğer insanlar Allah tarafından
kabul edilmek ve dolayısıyla da cennete girmek
istiyorlarsa mutlak olarak Hz. Muhammed’in
tebliğ ettiği öğretiyi yani kurumsal İslam’ın
öngördüğü öğretiyi takıp etmeleri gerekir. Aksi
takdirde onların kurtuluşa ermeleri mümkün
değildir. Bu görüşün savunucuları devamlı
surette Al-i İmran suresinin 19, 85 ve Mâide
suresi 3. ayetlerinde geçen islam
terimini Hz.Muhammed vasıtasıyla tebliğ edilen
kurumsal İslam olarak anlayarak kendi dışlayıcı
görüşleri için destek olarak kullanmaktadırlar.
Ancak bu ayetlerin Kur’an’ın genel öğretisi ve
dinler arası diyaloğun ışığı altında yeniden
okunması yukarıdaki dışlayıcı geleneksel
anlayışı destekler görünmemektedir. Zira,
Kur’an’ın genel öğretisi bağlamında bu ayetler
dikkatlice incelendiğinde, onlarda geçen
islam terimlerinin bir dinin adından ziyade
Allah tarafından ilk olarak Hz. İbrahim
vasıtasıyla bütün insanlığa gönderilen ve daha
sonra da Hz. Musa, İsa, Muhammed gibi sonraki
peygamberler tarafından onaylanan (premortial)
bir inancı ifade ettikleri kolayca görülebilir.
Bu anlamda islam kendilerini Allah’ın
iradesine teslim eden herkesi içine alır ve
Allah’ın huzurunda bütün yaratılışın davranışını
ifade eder. Nitekim Kur’an Mesajı adlı
meal-tefsirin müellifi Muhammed Esed de
Kur’an’ın tümündeki islam ve müslüman
terimlerinin kişinin tüm benliğini Allah’a
teslim etmesi anlamında kullanıldığı
belirttikten sonra bu terimlerin Hz.Muhammed’in
tebliğ ettiği öğretinin kurumsal adı olarak
kullanılmasının Kur’an sonrası bir gelişme
olduğu gerçeğinin altını çizmektedir.[24]
Söz konusu bu ayetlerde geçen islam
tabirinin nasıl bu şekilde kapsayıcı olarak
yorumlandığını daha detaylı bir şekilde
incelemeden önce Kur’an’ın dini çoğulculukla
ilgili temel tutumunu daha yakından görmeye
çalışalım.
İnsanların Farklılığı ve
Peygamberlerin Çeşitliliği
Kur’an’a göre
insanlık tekdir ve tek olarak da kalmaya devam
edecektir. Ancak öngörülen bu birlik
farklılıklar içinde bir birliktir. Söz konusu bu
farklılık da ne insan toplumunun idealden
ütopyaya dayanan bir tedrici değişiklikten
dolayı ne de ilahi rehberliğin veya insan
anlayışının olmamasından dolayıdır. Aksine
dinsel farklılık ve çeşitlilikler insan
kültürlerinin, dillerinin, ırklarının ve
yaşadıkları çevrenin farklılığının bir sonucu
olarak ortaya çıkan normal bir insanî durumdur.
Bu bağlamda Kur’an şu ifadelere yer vermektedir:
Bütün insanlık bir zamanlar bir
tek topluluktu; [sonra ihtilafa düşmeye
başladılar], bunun üzerine Allah, müjdeci ve
uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar
aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler)
bahşetti ki bununla insanların farklı görüşler
edinmeye başladıkları her konuda karar
verilebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin
bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki
kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında
ihtilafa düşenler bizzat bu vahy[in] tevdi
edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, inanları,
kendi iradesiyle üzerinde ihtilafa düştükleri
hakikate sevk etti; çünkü Allah, [ulaşmak]
isteyeni doğru yola ulaştırır.[25]
Görüldüğü üzere bu ayette Kur’an,
kutsal kitapların çokluğu anlamında “kitaplar”
ifadesini değil de tüm ilahi vahiylerin göksel
numunesi yani asli kaynağı anlamında “Kitap”
terimini kullanmaktadır. Buna göre insanlığın
sahip olduğu tüm doğru kutsal kitaplar söz
konusu bu asli kaynağın dünyevi örnekleridirler.[26]
Yukarıda zikrettiğimiz ayete göre ahlakî ve
dinsel farklılıklarla alakalı olarak insan
toplumları arasında hüküm verebilsinler diye
Allah vahyini peygamberlerine vermiştir. Ancak
farklılıklar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan
ayrılık Allah’ın emirlerine itaatsizlikten
dolayı değil emniyetsizlik ve kibirden
kaynaklanan tabii insan zayıflığının bir sonucu
olan kıskançlık ve düşmanlıktan dolayıdır. İşte
Kur’an, ortaya çıkan bu farklılık ve çeşitliliği
farklılık içinde birlik fikriyle uzlaştırmaya
çalışmaktadır. Buna göre, birlik “Allah’tan
başka ilah yoktur” ifadesiyle kelime-i şahadette
ifade edildiği üzere bizim Allah’ın birliği
[tevhit] anlayışımızın temelidir. Yine söz
konusu bu birlik tüm yaratılışın ve insanlığın
birliğinin de temelidir. Ancak, bu birlik içinde
ortaya çıkan farklılık da insanların yaşadıkları
coğrafyanın, kullandıkları dilin ve sahip
oldukları kültürlerin tabii bir sonucudur. İşte
bundan dolayıdır ki Kur’an’ın kınadığı husus söz
konusu bu farklılık değil yukarıda zikrettiğimiz
ayette bagy tabiri ile ifade edilen
insanlar ve toplumlar arasındaki düşmanlık,
kıskançlık, çatışma, kavga ve küstahlıktır. İşte
Kur’an’ın asla tolerans göstermediği ve göz
yummadığı husus budur. Buna göre insanlar ve
toplumlar arasındaki farklılık ve çeşitlilik
çatışma, kavga ve uyuşmazlığa yol açmadığı
sürece güzel ve iyidir.
Görüldüğü üzere Kur’an, tek
Tanrı’ya imanın birliği içinde dinsel ve
kültürel farklılığı ve çeşitliliğini kabul ve
takdir etmektedir. Ancak Kur’an’ın öngördüğü bu
çoğulculuk insanların birbirleri ile iletişim
kurmalarının veya birbirlerini anlamalarının
mümkün olmadığı şekilde farklı farklı dilleri
konuştukları bir olgusal gerçeklik değildir.
Aksine, Kur’an’ın öngördüğü çoğulculuğun temel
ilkesi insanların birbirleriyle diyalog kurmaya
açık olmaları olgusu üzerine dayanan bir amaçlar
birliğidir. Buna göre Kur’an’ın öngördüğü
birliğin bir iman birliği olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. İşte söz konusu bu birlik, Hz.
Adem ile başlayıp Hz. Muhammed ile son bulan
ilahi vahyin tarihi devamlılığı içinde varlığını
sürdürmektedir.
[27]
Bu bağlam dahilinde
Kur’an’a baktığımızda peygamberlerin çokluğu ile
alakalı olarak Allah’ın Hz. Peygambere hitaben
şöyle dediğini görmekteyiz: “Gerçek şu ki [ey
Muhammed] senden önce elçiler göndermiştik;
onların kiminden sana bahsettik, kimi hakkında
sana bir bilgi vermedik...”[28]
Bu ayete göre kendileri hakkında bizlere bilgi
verilmeyen sayısız peygamber vardır. Nitekim,
İslam geleneğinde peygamberlerin sayısı bazen
124000 bazen de 224000 olarak ifade edilmek
suretiyle onları sayısının çokluğuna işaret
edilmektedir. Kur’an’a göre sayısı hiçte önemli
değildir. Çünkü Kur’an’ın üzerinde durduğu temel
husus her ümmet için kendi dillerinde onları
uyarmak için mutlaka bir elçinin gönderildiği
gerçeğidir.[29]
Kur’an’a göre farklı zamanlarda farklı
milletlere ve toplumlara farklı farklı
peygamberler gelmiştir ve bu peygamberler bir
hadiste de ifade edildiği üzere “baba bir
kardeştirler. (evlâd-ı allât)[30].
Bütün bu peygamberin mesajı evrensel ve
özdeştir. Zira, Kur’an’a göre onlar “Kitabın
Anası”[31]
ve “Saklı Kitap”[32]
olarak ifade edilen tek bir kaynaktan ortaya
çıkmışlardır.[33]
İşte tüm peygamberlerin mesajının evrensel ve
özdeş olduğundan dolayı tüm insanların söz
konusu bu ilahi mesajlara inanmaları mutlak
zaruridir. Bundan dolayıdır ki Kur’an Hz.
Peygamberi ve onun nezdinde de ona tabi olanları
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi
önceki peygamberlere inanmaya çağırmaktadır.
Aynı şekilde tüm insanlar da Hz. Muhammed’in
peygamberliğini ve ona verilen vahyin Tanrıdan
geldiğini kabul etmek zorundadır. Çünkü Allah’ın
vahyi ve peygamberlik müessesesi bölünme ve
parçalanmayı kabul etmez.[34]
Bu bağlam dahilinde insanlık tarihinin büyük
öğretmenleri, felsefecileri ve peygamberleri
gibi dinsel şahsiyetlerine baktığımızda onların
buraya kadar özetlediğimiz engin İslamî
öğretinin yapısına nasıl dahil olduklarını
keşfederiz. İşte söz konusu bu durum M.
Ayoub’unda haklı olarak ifade ettiği gibi
Müslümanların şimdiye kadar pek fazla
karşılaşmadıkları ancak modern dinsel çoğulculuk
sayesinde yeni yeni karşılaşmaya başladıkları
bir meydan okumadır.[35]
Kur’an’ın Dinsel Çoğulculuğu
Tasdiki
Kur’an’a baktığımızda onda dinsel
çoğulculuğun açıkça tasdik edilip onaylandığı
bir dizi ayetin olduğunu görürüz. Söz konusu bu
ayetlerden en önemli olanları şüphesiz ki Hz.
Peygamberin Medine döneminin başlangıcını temsil
eden Bakara 62 ile sonunu temsil eden Maide 69.
ayetleridir. Bilindiği üzere, bu ayetlerin nazil
olduğu Medine döneminde Hz. Peygamber dinsel
çeşitliliği ve iman birliği konularını
Medine’deki Yahudi kabileleri ve Necran’dan
gelen Hıristiyan toplumu ile somut olarak
yaşamaktaydı. İşte söz konusu bu somut bağlamda
önce Bakara 62 nazil oldu. Daha sonra
peygamberin vefatından önce ona vahyedilen en
son ve en büyük surelerden biri olan Maide
suresinin 69. ayetinde bu ayet aynen
tekrarlanmıştır. Kanaatimizce bu ayetin Hz.
Peygamberin doğrudan somut olarak ilişki içine
girdiği Medine döneminin başında ve sonunda
nazil olmasının temel sebebi Müslümanlara diğer
dinsel geleneklerin mensuplarına karşı dışlayıcı
bir tutum sergilememeye çağırmaktır. Zira, söz
konusu bu ayetlerde Kur’an üstüne basa basa
Müslümanlara kendilerin dışında da kurtuluşa
erecek insanların olduğunu hatırlatmakta ve bu
gerçeği akıllarından çıkarıp tıpkı Yahudi ve
Hıristiyanların kendilerinden önce yaptığı gibi
kurtuluşu yani cenneti sadece kendilerine tahsis
etmemeye çağırmaktadır.[36]
Kuşkusuz, [bu
ilahi kelama] iman edenler ile Yahudi inancının
takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden
Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanmış, doğru ve
yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden
hak ettikleri mükafatları alacaklardır; ve onlar
ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.[37]
[Bu ilahi kelama]
iman edenler ve Yahudi itikadına uyanlar ile
Sabiiler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve Ahiret
Günü’ne inanıp, doğru ve yararlı fiilerde
bulunanlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.[38]
Görüldüğü üzere bu iki ayet M.
Esed’in de altını çizdiği gibi İslam’ın temel
bir doktrinini ortaya koymaktadır. Esed’e göre
bu iki ayette “başka hiçbir itikatta benzeri
olmayan bir görüş zenginliği ile, ‘kurtuluş’
fikri”, sadece şu üç şarta bağlanmıştır: Allah’a
iman, Hesap Günü’ne iman ve hayatta doğru ve
yararlı işler yapmak.[39]
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bakara 62 ve Maide 69. ayetlerinde Allah kurtuluş için üç temek kriter bulunduğunu ve bunlarında Allah’a ve Ahiret Gününe iman ve iyi ve güzel işler yapmak olduğunu açıkça ifade edilmesine rağmen Hz. Peygamber devrinden sonra başlayan halifeler devrinden itibaren Müslümanlar yoğun bir şekilde birbirinin aynısı olan bu iki ayette ifade edilen Kur’anî iddiayı manipüle etmek suretiyle reddetmeye çalışmışlar. Hatta Fazlur Rahman’ın önemle altını çizdiği gibi müfessirlerin büyük çoğunluğu Kur’an’ın bu son derece açık anlamını kabul etmekten kaçınmak için adeta ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir.[40] Bunun içinde yukarıda ifade ettiğimiz gibi devamlı olarak “Allah katında tek din İslam’dır” “kim İslam’dan başka bir din ararsa o ondan kabul edilmeyecektir” ayetlerini delil olarak kullanmışlardır. İşte bu noktada Kur’an’ın dinsel çoğulculuk anlayışı ile Müslüman fıkıhçıların dar kapsamlı dünya görüşleri arasında açık bir çatışmanın olduğunu görmekteyiz. Çünkü yukarıda kısmen işaret ettiğimiz ve aşağıda da daha detaylı olarak göreceğimiz üzere söz konusu bu iki ayetteki islam terimi ile Kur’an, Müslümanların legal İslamî kimlikleri olan kurumsal İslam’ı yani şeriatı değil de Hz. Adem’den dünyanın sonuna kadar tüm insanlara açık olan Allah’a tam bir teslimiyet yolunu ifade etmektedir.[41] Şimdi yukarıda ki ayetlerde ifade edilen islam terimleriyle Kur’an’ın ne kastettiğini daha detaylı olarak görmeye çalışalım.
Bu bağlamda da öncelikle Kur’an’da geçen din ve islam terimlerinin anlamlarını gözden geçirmemiz gerekmektedir. Ancak bunu yaparken söz konusu bu terimler başka yerlerde detaylı bir şekilde tahlil edildiği için biz bunları burada detaylı olarak tekrar ele almak yerine sadece buraya kadar ifade ettiğimiz argümanlarımızı destekleyecek bazı önemli noktalara işaret etmekle yetineceğiz.[42]
“Din” terimi ve onun Kur’an’daki kullanımı ile ilgili yapılan çalışmalar bu tabirin 7. yüzyıl Arabistan’ında şu anlamlara geldiğini bize göstermektedir.
1) sistematik din; 2) ‘yargılama’, ‘karar geçmek’, ‘mahkum etmek’, ‘yargı’ ve ‘karar’ anlamlarında isim-fiil; 3) ‘iyi veya kötü harekette bulunmak’, ‘davranmak’, ‘belli uygulamaları yerine getirmek’, ‘geleneksel örfü takıp etmek’ anlamında isim-fiil; ve nihayetinde de ‘uygunluk’, ‘münasip olma’, ‘itaat’, ‘adetler ve örfler’ ve ‘standart davranış’ anlamında soyut isim.[43]
Kelimenin Kur’an’daki kullanımına gelince; doksan iki ayette geçen “din” kelimesi, zikredildiği yerlerde “yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhit, islâm/İslâm, şeriat, hudûd, âdet, ceza, hesap ve millet” gibi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bunun yanında, “din” kelimesinin Kur’an’da ifade ettiği mâna, on altı yerde geçen “hak din,[44] dosdoğru din,[45] hâlis din”[46] ve on üç yerde geçen “dinde ihlaslı olma/dini Allah’a has kılma”[47] şeklinde vurgulanmaktadır. Öte yandan, bu kelime, gerek Mekke, gerekse Medine döneminde sadece Müslümanların değil, başkalarının inançlarını ifade etmek için de kullanılmıştır. Sözgelimi, Mekke döneminde müşriklere hitaben, “Sizin dininiz size benim dinim bana”[48] ayetiyle, müşriklerin ahlâkî değer sistemleri[49] ve pratik yaşam biçimleri bir “din” olarak tanımlanmıştır.[50] Medine döneminde ise, bütün insan toplulukları muhatap alınarak, “Bütün dinlere üstün kılmak üzere peygamberini doğruluk rehberi olan Kur’an ve hak din ile gönderen O’dur”[51] buyurulmak suretiyle Kur’ânî öğretinin dışındaki bütün yaşam şekilleri ayrı birer din olarak telakki edilmiştir.[52]
Yvonne Y. Haddad’ın göre, din kelimesinin geçtiği ayetlerin yaklaşık yarısı Mekkî, yarısı Medenî’dir. Mekke döneminin ilk zamanlarında inen ayetlerde din terimi “yevm” [gün] kelimesiyle birlikte “yevmü’d-dîn” [din günü] şeklinde geçer. Daha sonra inen Mekkî ve Medenî ayetlerde de tekrar edilen bu tabir, ilk dönem ayetlerinin muhtevasına uygun olarak insanın iman ve ameline göre hesaba çekileceği ahiret gününü ifade eder. Mekke döneminin ikinci yarısında inen ayetlerde ise, din kelimesinin, tevhid ve teslimiyeti ifade ettiği dikkati çeker. Buna göre, insan sadece Allah’a ibadet edecek, O’na ortak koşmayacaktır. Nitekim “muhlisîne lehü’d-dîn” [dinin Allah’a has kılınması] ifadesinde vurgulanan husus, kişinin tüm hayatını Allah’a adaması, bütün samimiyetiyle O’na bağlanıp teslim olmasıdır. Bu süreçte, “es-sırâtü’l-müstakîm” [dosdoğru yol], “dînen kayyimen” [dosdoğru din] ve “millet-i ibrâhîm” [İbrahim’in dini] ibareleri de yan yana zikredilmekte ve birbirini desteklemektedir.[53]
Bu süreçte, daha önce kendisine yüzünü hanîf (muvahhid) olarak dine çevrilmesi emredilen Hz. Peygamber’in,[54] Rabbinin hidayetiyle artık bunu başardığı ve İbrahim’in dinine yöneldiği ifade edilmektedir. Ayrıca Medine döneminin çok dinli yapısı içinde, “Allah katında din şüphesiz islamdır”;[55] “Kim islamdan başka bir dine yönelirse onun dini kabul edilmeyecektir; o ahirette de kaybedenlerdendir”[56] mealindeki ayetlerde, sadece kendilerinin cennete gireceklerini iddia eden Yahudi ve Hıristiyanların durumlarına açıklık getirilmekte ve böylece bir anlamda “din” ile “islam” birbiriyle özdeşleştirilmektedir. Bu yüzdendir ki, bütün peygamberlerin getirdiği dinlerin temelde islam olduğu kabul edilmektedir.[57] “Elçi’nin sizin önünüzde ve sizin de tüm insanlığın önünde gerçeğe tanıklık etmeniz için geçmiş çağlarda da bu ilâhî mesajda da sizi “müslümanlar” olarak isimlendiren odur”[58] ayetinde dile getirilmek istenen de bu olsa gerektir. Nitekim, öteden beri aslî ve tek hakikî dinin, Allah’a tam bir teslimiyeti ifade eden gayr-ı müesses İslam dini olduğu gerçeği, “‘Dini ikame edin ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı” mealindeki Şûrâ suresi 13. ayette çok daha yalın bir şekilde ortaya konmuştur.[59]
Şu halde, ayetin yer aldığı bağlamdan da anlaşılacağı üzere, burada geçen din kelimesi, ard arda gelen her sistemde farklı mahiyetler kazanan dinî kanunları ifade eden batılıların religion adını verdiği “din”i ifade etmez. Nitekim bu husus, bazı hadislerde de açıkça dile getirilmiştir. Örneğin bir hadiste, “Allah nezdinde dinin aslı haniflik ve islamdır” buyurulmaktadır.[60] Keza yukarıda da ifade ettiğimiz gibi peygamberlerin baba bir kardeş olduklarını bildiren hadis de,[61] gerçekte bütün hak dinlerin temel prensiplerde müşterek olduğuna işaret etmektedir. Bu bağlam dahilinde “din” terimi, daha çok, dinin (religion) yalnızca etik ve rûhî boyutunu işaret ederek genel anlamda iman ve itikadı gösterir.[62] Buna göre, Allah’ın Hz. Nuh’tan itibaren insanlık tarihinde tesis etmek istediği “din”; iman, ibadet ve ahlak üçgeninde şekillenen ve bütün zamanlara hitap eden “ed-dîn” olup, bu dinin mahiyeti de Allah ile insan arasında karşılıklı ilişki düzeyinde ifadesini bulmaktadır. Yani Allah’tan insana doğru hakimiyet ve buyruk; insandan Allah’a doğru ise boyun eğme, saygı, taâbbüd ve emirlere itaat. Emirlere itaat etmenin yatay boyutu, insanlar arası ahlâkî ilişkiler olarak yansır. Dolayısıyla bu mahiyet, tabiatı gereği zaman ve mekanı aşar; bundan dolayı, zaman ve mekana bağlı müesses yapılar [vahiy, kitap, peygamber, mabet, ümmet, hukuk vs.] bizzat din değil, orijinal ve aslî dinin tarih içerisindeki farklı tezahürleri ya da kısaca dinî somutlaştırmalardır.[63] Kısaca Kur’an ve hadis verilerinin ışığı altında din kelimesinin ifade ettiği anlamları şu dört başlık altında toplamak mümkündür: 1) Ceza (karşılık), mükâfat, hüküm, hesap. 2) Üstün gelme, hakimiyet, zelil kılma 3) İtaat, teslimiyet, hizmet, ibadet. 4) Adet, yol.
M. Esed ise, genel anlamda “ahlâkî değerler sistemi” (moral law) olarak algıladığı din kavramına, “Dinde zorlama yoktur” mealindeki Bakara suresi 259. ayeti çerçevesinde şöyle bir izah getirir:
Dîn terimi, hem ahlâkî olarak emredici kanunların muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eder; ve sonuçta, terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtır: Yani, içerdiği akîdevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar, insanın ibadet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikad” kavramını da içine alır. Bunun “din”, “inanç”, “dinî müeyyideler” yahut “ahlak sistemi” olarak çevrilmesi, terimin hangi bağlamda kullanıldığına bağlıdır. Yukarıda inanç veya din ile ilgili her konuda zorlamanın [ikrâh] kesin olarak yasaklanmasına dayanan bütün İslam hukukçuları [fukahâ], istisnasız olarak, zorla din değiştirmenin her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğu ve inanmayan bir kişiyi İslam’ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiği görüşünü benimsemişlerdir. Bu, İslâm’ın, inanmayanların önüne “ya İslam ya kılıç” alternatifi koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hükümdür.[64]
Bu anlamlardan anlaşılacağı üzere “din” terimi Kur’an’da insanların kendisi vasıtasıyla Allah’ın iradesine teslim olacağı, O’na kulluk ve ibadet edeceği ve bu teslimiyet, kulluk ve ibadetin bir sonucu olarak ortaya çıkan ahlaki sorumlulukları yerine getireceği tesis edilmiş bir sistemdir
Kısaca, Allah’la insan arasındaki karşılıklı bir ilişkiyi belirten din terimi, Allah’tan insana doğru O’nun hakimiyetini ve buyruğunu; insandan Allah’a doğru ise insanoğlunun Allah’ın iradesine teslim olmasını ve O’nun emirlerine uymasını ifade etmektedir. Yatay boyutta, insanın kendini Allah’a teslim edip O’nun emirlerine uyması da zaman ve mekanın ötesinde insanlar arasındaki ahlaki ilişkileri yansıtmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki vahiy, kutsal kitap, peygamberlik, kutsal yerler, dinsel toplum [ümmet] ve dini yasalar [şeriatler] gibi şeyler bizzat din değil, aksine yukarıda ifade ettiğimiz tek dinin somut şekilleridir. Çünkü dinin evrenselliği ve tarih-üstülüğünün aksine bu müesses yapılar zaman ve mekana bağlıdırlar.[65] Kısaca, Kur’an tarafından pozitif bir değer olarak kullanılan din, Allah’tan insanoğluna ve insanoğlundan Allah’a karşılıklı bir ilişkiyi ifade eder. O, Allah’tan insanoğluna doğru gittiğinde olumlu veya olumsuz ahlaki emirleri içerirken, insanoğlundan Allah’a doğru gittiğinde de Allah’a inanmayı, O’nun iradesine teslim olmayı, O’nun emirlerine itaat etmeyi ve O’na karşı minnettar olmayı gerektirir.
Kur’an’da kullanılan “din” teriminin anlamlarını ve nasıl anlaşıldığını bu şekilde ana hatlarıyla gördükten sonra şimdi “islam” teriminin Kur’an’da nasıl ne anlamda kullanıldığına geçelim Bilindiği üzere “teslim olmak” ve “bir şeyi birine teslim etmek anlamına gelen Arapça’da esleme fiilinden türeyen bir mastar-isim olan islam “boyun eğme ve teslimiyet” anlamına gelir. İslam’a giren yani Allah’a teslim veya kendini Allah’a teslim eden anlamındaki müslim- Türkçe’deki kullanımıyla müslüman- kelimesi Kur’an’da, Hz. İbrahim,[66] Hz. Yakub’un oğulları[67] Hz. İsa’nın havârîleri için kullanılmış [68] ve hatta boğulmak üzere iken iman ve teslimiyetini ifade bağlamında Firavun’a da nispet edilmiştir.[69] Reşid Rıza, islam kelimesinin anlam içeriğiyle ilgili olarak “Evet, siz [ey İsrailoğulları,] Yakub’un, son nefesini vermeye yaklaşırken oğullarına: Ben gittikten sonra siz kime kulluk edeceksiniz? diye seslendiğine şahitsiniz. Onlar: Senin tanrına, ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın tanrısına; o tek Tanrı’ya kulluk edecek ve O’na teslim olacağız, diye cevap verdiler” mealindeki Bakara suresi 133. ayetinin tefsirinde M. Abduh’dan iktibasla özetle şunları söylemektedir:
Bu vasiyetin özü, kulluk konusunda vahdaniyet akidesi, kalbin Allah’a teslimiyeti ve ona has kılınmasıdır. Bu ayetlerde ‘İslam’ kelimesinin tekrar edilmesinden maksat, aslî/gerçek dini ortaya koymaktır. Şöyle ki, her ne kadar kabileleri arasında birtakım farklılıklar bulunsa da Araplar kendilerine özgü bir hak dinlerinin olduğunu iddia ediyorlardı. Keza aynı iddia Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından da dile getiriliyordu. İşte bu ayetler, söz konusu iddiaların birer geleneksel taassubun ifadesi olduğunu beyan etmiş ve Allah’ın dininin monolitik bir gerçeklik olduğunu vurgulamıştır. Bu dinin ruhu tevhid, Allah’a teslimiyet ve peygamberlerin kılavuzluğuna olumlu yanıt vermektir. Peygamberler, çocuklarına ve ümmetlerine işte bu dini vasiyet etmişlerdir. Allah’ın dininin her ümmette ve her peygamberin dilinde değişmezlik arzettiği gerçeği aşikar olduğu içindir ki Allah, “Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı [Şûrâ, 42/13] buyurmuştur. Kur’an tüm peygamberlerin din konusunda müttefik olduklarını ve onun iki aslı üzerinde birleştiklerini beyan etmektedir. Bu asıllardan ilki, tevhid ve her türlü şirkten arınmayı ifade eden aklî temel; diğeri de Allah’a teslimiyet ve her davranışı Allah’a has kılmayı ifade eden kalbî temeldir.[70]
Buraya kadar ifade ettiğimiz bütün bu izahlardan çıkan temel sonuç şudur: Kur’an’da geçen “islâm” ve “müslim” [müslüman] kelimeleri, Kur’an’ın nüzulünden sonra İslâmî gelenekte şekillenen ve gelişen “kurumsal İslâm” ve büyük harfle “Müslüman” anlamında değil, kişinin mutlak olarak Allah’ın otoritesine boyun eğmesini ve tüm benliğiyle O’nun iradesine teslim olmasını ifade etmektedir. Dahası Kur’an’da, Muhammed Arkoun’un da ifade ettiği gibi, “müslim kavramıyla, Allah’ın isteğine yanıt olarak oğlunu kurban etmeyi kabul eden İbrahim’in bu tavrından örnekle aşka dayalı bir itaate atıfta bulunuyorsa ve yine onun ne Yahudi ve ne de Hıristiyan olduğu söyleniyorsa, burada söz konusu olan İslam’ın, kelamcıların ve fıkıhçıların tanımladıkları İslam olmadığı kesindir.[71]
Görüldüğü üzere islam terimi insanoğlundan Allah’a giden tutum ve davranışı ifade etmektedir. Bu bağlamda yukarıda zikrettiğimiz Ali İmran suresi 19, 85 ve Maide suresi 3. ayetlerinde geçen islam tabiri Allah tarafından ilkin Hz. İbrahim vasıtasıyla tüm insanlığa, daha sonrada Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed tarafından onaylanan iman olarak anlaşılabilir. Böylece, islam teriminin Allah’ın iradesine kendilerini tam manasıyla teslim eden herkesi kuşattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu anlamda bir dinsel sistem olarak islam sadece belirli bir zümrenin değil ilk insandan dünyanın sonuna kadar tüm insanların dinidir.
Bu argümanın ışığı altında, Al-i İmrân 19’daki islam tabiri İslam’ın somutlaştırılmış bir şekline işaret olarak anlaşılabilir. Çünkü o, Hz. Muhammed’e muhaliflerine kendi yolunun “sadece tüm varlığını ve benliğini Allah’a teslim etme olduğunu ve onlardan da böyle yapmaları istendiğini” söylemeyi bildirmektedir.[72] Nitekim, aynı surenin 85. ayeti de “Kim Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek” buyurarak bu argümanı desteklemektedir. Nitekim Süleyman Ateş de bu ayetle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
İslam, kişinin özünü Allah’a teslim etmesi, yalnız O’na kulluk edip O’nun buyruklarına boyun eğmesi demektir ... Bütün peygamberler, İslam’ı [Allah’a teslim olmayı] öğütlemişlerdir. Dinlerin özü budur. Bu anlamıyla dinler İslam’dır. Allah’a teslim olmaya aykırı düşecek bir din, makbul değildir. Allah’a ortak tanımak, O’na çocuk isnad etmek, İslam’a [Allah’a teslim olmaya] aykırıdır...[73]
Bu yorumdan da görüleceği üzere bu ayetlerdeki islam tabirleri Müslümanların tüzel kimliklerini yani kurumsal İslam’ı değil de Hz. Adem’den dünyanın sonuna kadar tüm insanlar için açık olan Allah’a tam bir teslimiyet yolunu ifade etmektedir. Bu ve diğer ayetlerde yer alan islam tabirinin kişisel bir eylem mi yoksa Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği kurumsal din mi olduğu konusunda Kanadalı İslamolog Cantwell Smith’de şu tespitte bulunmaktadır: “Şayet Kur’an’a dikkatlice bakarsak, ilkin islam teriminin diğer ilgili ancak daha dinamik ve kişisel terimlerden nispeten daha az kullanıldığını görürüz. İkinci olarak ise, kullanıldığında da bir dini sistemin adı olarak değil de kesin kişisel bir eylemin adı olarak anlaşılabilir hatta pek çok yerde de böyle anlaşılması gerekir”.[74]
Buraya kadar gördüğümüz üzere, Al-i İmran 19, 85 ve Maide 3. ayetlerindeki islam tabiriyle, Kur’an günümüzde sahip olduğumuz şekliyle kurumsal veya şer’i sistem olan İslam’ı değil kişinin tüm benliğini Allah’a teslim etmesini kastetmektedir. Durum bu ise, aklımıza doğal olarak şöyle bir soru gelebilir. Müslümanlar bu anlama gelen islam terimini nasıl Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen kurumsal din anlamında kullanmaya başlamışlardır. Cantwell Smith, Kur’an sonrası dönemde islam tabirinin Allah’a teslimiyetten kurumsal bir din olarak algılanmaya başlanmasının temel iki nedeni olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan “ilki, Müslüman toplumun ortaya çıkmasından önce kronolojik olarak Orta-Doğu’da bir gelişme ve yeni geleneği önceden tesis edilmiş bir form olarak şekillendirmek için tarihi bir baskı olarak onun üzerine dışardan etki eden dış etkendir. İkincisi ise kendisiyle Müslümanların kendilerinin kendi iman/inanç konseptini somutlaştırmak için meyil gösterdikleri dahili süreçtir”.[75] Okuyan ve Öztürk’de “din” teriminin kurumsal İslam’a, İslam’ında şeriata indirgenmesi sürecini şu şekilde izah etmektedirler: Hz. Muhammed döneminden sonra tarihsel süreçte müslüman alimler özelikle de fıkıhçılar
... Hz. Muhammed ve Kur’an vasıtasıyla somutlaşan şeriatı ed-din olarak algılayıp bu şeriatın adını İslam dini koymuşlardır. Böylece evrensel nitelikli din Kur’an’daki şeriate, Kur’an’daki şeriat da İslam’a eşitlenmiştir. Bu eşitlemeler sonucunda, ed-din, islam ve şeriat aynı şeyi ifade eder hale gelmiştir. Hal böyle olunca, din ve islam terimleri de, en doğruyu, en mükemmeli temsil eden müesses dini, yani Allah’ın Hz. Nuh’tan ve hatta Hz. Adem’den bu yana tüm insanlara gönderdiği ortak ilahi mesajın adı değil, sadece Hz. Muhammed’in takipçilerini niteleyen dar bir anlamsal içerik kazanmıştır. Sonuçta, Kur’an’ın ‘Allah katında din İslam’dır’, ‘Allah size din olarak İslam’ı seçti’ şeklindeki ifadeleri, kurumsallaşan İslam’a atfedilmiş ve tabiatıyla bu atfın mantıksal uzantısı da anılan kategori dışında kalan tüm insanların peşinen ‘kafir’ sayılmasını zorunlu kılmıştır. Bu toptan dışlamacı yaklaşım nedeniyledir ki diğer dinlere ve onların taraftarlarına ait Kur’an’daki övgü ifadeleri ya te’vil edilmiş veya Hz. Peygamber zamanındaki Ehl-i Kitap’tan müslüman olan birkaç kişiye indirgenmiş yahut bu ayetler mensuh [hükmü kaldırılmış] kategorisine dahil edilmiştir.[76]
Yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde geçen islam tabirlerinin buraya kadar gördüğümüz yorumları ve onun nasıl Müslümanların şeri’i kimliklerinin somut adı haline geldiği konusunda Smith’in izahlarına bir de onun iman (faith) ve inanç (belief) arasında yaptığı ayırımı ilave edersek söz konusu ayetlerde geçen islam terimlerinin ne anlama daha iyi anlayabileceğimizi kolaylaştıracağı kanaatindeyiz. Smith’e göre imanın yeri kişilerdir. İman evrensel olarak bütün dindarlar tarafından paylaşılan ve ortak anlayışa zemin hazırlayan bir olgudur. İnanç ise, her bir dini geleneğe özgü olan insanları birbirinden ayıran olgudur. Yani, iman konusunda bütün inananlar ortak iken inanç konusunda birbirlerinden farklılık gösterirler. Çünkü iman evrensel bir unsurken, inanç akidelerden, ritüellerden, kanun ve kurallardan ve diğer bazı özel formüllerden müteşekkil geleneğin ürünüdür. Buna göre bizim diğerleriyle ilgili olarak mütalaa ettiğimiz şey o kişinin imanı değil de onun açık tezahürü olan kısmı yani inancıdır.[77] Bütün bu izahların ışığı altında bize öyle geliyor ki islam terimin aşağıdaki gibi algılanması yukarıda belirttiğimiz amaca yani çoğulcu bir Müslüman dinler teolojisi geliştirmeye daha uygun düşmektedir.
‘Islam’ itaat veya taahhüt, ve bu bağlamda Allah’ın bildirdiği gayeye göre yaşama sorumluluğunu kişinin kendi üzerine almaya gönüllü olmasıdır. (Yine o) teoride değil fakat Allah’ın haşmet ve azameti önünde kişinin değersizliği ve acziyetinin tahammülsüzlüğü içinde O’na teslim olmadır. O, bir kurumun adı değil bir eylemin; bir sosyal sistem değil kişisel bir kararın adı anlamında bir isim-fiildir.[78]
Bu tanıma göre islam tabiri bir müesses yapının veya bir dinsel sistemin somut bir adı olarak değil de bir iman ifadesi olarak algılanıp göklere, yere ve onlarda olan Allah’ın bütün yaratıklarına uygulanması gereken bir olgu olarak anlaşılmalıdır.[79] Bu tespitten hareketle şunu ileri sürebiliriz. İman tektir ve o da Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet ve itaattir. Bu tek iman, İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer dinler tarafından farklı şekillerde ifade edilmektedir. Bu çeşit anlayış bize öyle geliyor ki sadece dini çoğulculuğun gereklerine değil aynı zamanda Kur’anî dünya görüşüne uygun düşmektedir. Zira, Kur’ani dünya görüşüne göre islam Adem’in Rabbinden kelimeler alarak başlattığı ve Hz. Muhammed’e kadar devam eden vahyin devamlılığın ve bütünlüğünün adıdır. Bu anlamda islam, göklere ve yeryüzüne ve onlarda olan her şeye, tüm insanlığa ve Allah’ın yarattığı her şeye uygulanmaktadır. İşte bu islam teriminin ilk ve evrensel düzlemdeki anlamıdır. Diğer düzlemde ise, islam tek Allah’a imanlarını ifade eden ve yaptıkları ve söyledikleri her şeyde O’na itaati arayan herhangi bir insanoğluna veya insan toplumuna uygulanır. İşte bu anlamda Kur’an Hz.Nuh’dan, Hz. İbrahim’den, Hz. Musa’dan ve Hz. İsa’dan ve onun havarilerinden Müslümanlar olarak bahsetmektedir. Ancak Kur’an’ın bu kabulü söz konusu bu peygamberlerin ve onların taraftarlarının insanlık tarihinin başlangıcından Hz. Peygamberin tebliğ ettiği kurumsal İslam gelinceye kadar bu kurumsal İslam’ın öngördüğü ritüelleri yerine getirdikleri ve onun hukuki, sosyal ve örf-adetlerine uygun olarak yaşamlarını sürdürdükleri anlamında anlaşılmaması gerekir. Fakat, örnek olarak peygamberlerin kıssaları (Kısas-ül Enbiya) olarak bilinen halk arasında oldukça popüler rivayetlere baktığımızda Hz. İsa tıpkı abdest alarak yüzünü kıbleye çevirerek namaz kılan Hz. Peygamberin sahabelerinden biriymiş gibi tasvir edilmektedir. Şüphesiz ki bu dar anlamda ne İsa ne de Hz. Peygamberden önce Allah’a iman eden herhangi bir kimse Müslüman değildir. Ancak, tekrar ifade edelim ki Allah’a tam teslimiyetleri ve itaatleri bağlamında tüm peygamberler ve onların taraftarları Allah’a teslim olanlar anlamında müslümandırlar.
Ayrıca, Kur’an açık bir şekilde kurumsal din olan İslam ile gerçek imanın ve erdemli yaşamın (ihsan) iskeleti olan islam arasında bir ayırıma gitmektedir. Söz konusu bu ayırım en açık şekilde Bedevi Arapların “biz iman ettik” şeklindeki iddialarına bir meydan okuma niteliği taşıyan Hucurât suresi ayet 14 de ifade edilmektedir. “Bedeviler, ‘Biz iman ettik’ derler. De ki (onlara ey Muhammed), ‘Siz (daha) imana ermediniz. ‘Biz zahiren teslim olduk’ demeniz daha doğrudur.; çünkü (gerçek) inanç henüz kalplerinize girmiş değil’...”[80]
İslam teriminin üçüncü ve en somut düzlemi belirli bir peygambere vahyedilen hususi bir ilahi yasayı izleyen bir toplumun İslam’ı yani kurumsal İslam’dır. Üzerinde bulunduğumuz İslam bağlamında bu Hz. Peygambere vahyedilen kutsal yasa yani şeriattır. Bu ayırım söz konusu bu kurumsal İslam’ın, Muhammed’den önce ve sonra tüm inananların temel islamı ile devamlılık arz ettiği gerçeğini inkar etmek değildir. Zira, tıpkı kendisinden önce vahyedilmiş dinler gibi Hz. Peygambere vahyedilen bu kurumsal İslam da ilk ve evrensel islamın somut bir tezahürüdür. Şüphesiz ki bu sonuç farklılıklar içinde birlik şeklinde ifade edilen Kur’an’i dünya görüşünün kaçınılmaz sonucudur. Bu sonuçta hiç bir şekilde “Adem Rabbinden aldığı” sözlerle başlayan ve Hz. Peygambere vahyedilen Kur’an ile son bulan vahyin sürekliliğini hiç bir şekilde ortadan kaldırmaz.[81]
Dinsel çoğulculukla alakalı olarak buraya kadar izah ettiğimiz Kur’an’ın genel öğretisi ışığı altında şu sonuca rahatlıkla varabiliriz. Allah’a götüren tek bir yol vardır. O da kişinin tüm benliğiyle mutlak olarak Allah’ın iradesine teslim olması ve O’nun emirlerine boyun eğmesi anlamında islam dır. Allah bu tek yolu gönderdiği peygamberleri vasıtasıyla farklı isimler ve farklı yapılar altında bize bildirmiştir. Bu da gayesi, herhangi bir kişiyi veya nesneyi O’na ortak koşmadan yani O’nun konması gereken mekana koymadan taraftarlarını Allah’a tam manasıyla teslim olmaya çağıran bir din bu tek bir dinin farklı versiyonu olarak kabul edilebilir demektir. Nitekim meşhur sûfî müfessir Kuşeyrî’nin Bakara 62. ayeti ile ilgili getirdiği şu yorum bu görüşümüzü desteklemektedir:
Öz kaynağın aynı; yolların ayrı olması [söz konusu bu farklı yolların] hüsn-i kabul görmesine engel değildir. Her kim, Yüce Allah’ı ayetlerindeki gibi tasdik eder; zâtı ve sıfatları hakkında bildiklerine iman ederse, bu durumda şeriatların farklı olması, farklı isimlerle anılması, ilahi rızayı kazanma hususunda bir sakınca teşkil etmez. Bu yüzdendir ki Allah ‘İman edenlerden [mü’minler] ve Yahudilerden buyurmasının ardından ‘her kim iman ederse... ‘ diye buyurmuştur. Yani bu zümreler kendilerini Allah’ı bilmeye götüren hususlarda birleştiklerinde, tümü için güzel bir akıbet ve bol sevap olduğunu beyan etmiştir... [82]
Buraya kadar yaptığımız tüm bu izahlardan da mantıksal olarak şu sonuç çıkmaktadır: Allah’a herhangi bir nesneyi veya kişiyi eş koşmadan kendilerini Allah’a teslim eden ve O’nun eline bırakanlar kurumsal İslam’ın mensupları olan bizler tarafından yargılanmadan ahirette ödülleri Allah tarafından teminat altına alınan kimseler olarak kabul edilmelidirler. Çünkü kimin doğru kimin yanlış olduğuna karar vermek sadece ve sadece Allah’a aittir. Keza, yukarıda gördüğümüz gibi Kur’an, Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilen İslam’ı, Allah katında tek kabul edilebilir yol olduğunu iddia ederek diğer yollarla niza eden ve onları lanetleyen bir yol olarak nitelendirmemektedir. Zira, Kur’an’a göre müslüman olmak ilkinden sonuncusuna kadar aralarında bir ayırım yapmaksızın tüm peygamberlere inanmak demektir.[83] Veya daha doğru bir ifadeyle müslüman olmak Allah’a ve bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen O’nun iradesine teslim olmadır. Bu bağlamda inanıyoruz ki dinsel çoğulculuğun hakim olduğu günümüz dünyasında farklı dinlerin mensupları olarak bizlerin görevi Kur’an şu emri doğrultusunda aramızdaki kavga, çekişme ve düşmanlıklara son vermek suretiyle bir araya gelmektir.
De ki: “Ey geçmiş vahyin izleyicileri! Sizinle bizim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin. Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz.[84] (3:64).
İşte bu ayetle, Kur’an Müslümanları, bir dinsel geleneğin diğer dinsel geleneklere mensup kişilerle ilişkilerinde herhangi bir dışlayıcı iddiayı kabul etmeyen bir diyalog anlayışını benimsemeye davet etmektedir. Bu tarz bir diyalog anlayışında, Kur’an çeşitli dinî geleneklerin aralarındaki farklılıkları ortadan kaldırmaktan ziyade, onların taraftarlarını karşılıklı anlayış ve karşılıklı müzakerelerde bulunmak için biraraya gelmeye ve görüş alış-verişinde bulunmaya çağırmaktadır. Fazlur Rahman’ın da ifade ettiği gibi çeşitli dinsel gelenekler arasındaki farklılıklar bu dünyanın ötesine yani ahirete gidecek ve onlar sonunda Kıyamet Gününde çözümleneceklerdir.[85] Sonuç
Al-i İmran 19, 85 ve Maide 85. ayetlerindeki islam terimlerinin buraya kadar gördüğümüz şekilde anlaşılması Müslüman düşünürleri, diğer dinsel geleneklerin mensupları hakkındaki görüşlerinde bir Kopernik devrimi geliştirmeye götürebilir. Buna göre Müslümanların yapması gereken şey, Hz. Peygamberin tebliğ ettiği öğreti anlamındaki İslam’ı değil de Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet ve itaat anlamına gelen islamı merkeze koyup diğer din mensuplarını söz konusu bu islama yakınlıkları veya uzaklıklarına göre değerlendirmeye tabi tutmaktır. Çünkü bu çeşit bir yer değiştirmeyle Müslümanlar diğer inançları reddederek kendi inançlarını mutlaklaştırmaktan kurtulmuş olurlar. Bu tarz bir düşüncenin geliştirilmesinin diğer bir nedeni de Müslüman Allah anlayışıdır. Çünkü Kuran’ın ilk suresinin ilk ayetinin bize bildirdiğine göre Allah sadece Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dine inanların Rabbi değil bütün alemlerin Rabbidir.[86] Şayet Allah bütün insanların Rabbi ise bu Onun rahmet ve merhametinin tek bir toplulukla sınırlı olmayıp herhangi bir sınırlama olmaksızın bütün yaratıklarına şamil olduğu anlamına gelir. Çünkü Allah herkese kendi tarihi ve kültürel durumu içinde Kendiyle iletişim kuracak ve nihayetinde de kurtuluşa erebilecek kapasite ve yeteneği vermiştir. Bu da bizi doğal olarak bu şu sonuca bizi götürür: Hz. Peygamberin tebliğ ettiği mesaj Allah’ın kendini izhar ettiği tek din değildir. Zira, O kendini başka yollarla veya başka yerlerde ve geleneklerde başka dini figürler vasıtasıyla da ortaya koyabilir ve koymuştur da.
Dinsel çoğulculuğun olgusal bir gerçeklik olduğu dünyamızda dinlerarası diyaloğu bütün katılanların eşit haklara sahip olduğu açık-uçlu bir olay olarak algılamak zorundayız. Çünkü ancak böyle bir anlayış vasıtasıyla herkes kendi inancını diğerine anlattığı kadar onun da inancını dinleme imkanı bulur. Yine, diyalog sürecinde bir taraf Tanrı’nın son, nihai ve eşsiz sözünü elinde bulundurduğu iddia eder ve bu konuda da ısrar ederse böyle bir diyalog ancak katılanlara herhangi bir fayda vermeyen bir süreç olur. Ancak bunu ileri sürerken diyaloğa giren insanların hiçbir kanaate sahip olmamaları gerektiğini de söylemiyoruz. Söylediğimiz şey şayet mevcut kanaatler yegane, mutlak, nihai gibi tabirlerle kutsallık atfedilerek sunulursa, o zaman diyalog amacından saparak kutsalların savaşına dönecektir.
Şayet Müslümanlar olarak bizler Allah’ın tüm vahyini ve hakikatin yegane ölçütünü elimizde tuttuğumuzu iddia edersek, bu diğer dinsel geleneklerde bizimkinden farklı olarak herhangi bir değer ve hakikat olduğunu kabul etmediğimiz anlamına gelecektir. Bu durumda da, diğer dinsel geleneklerde her ne kadar doğru, güzel ve iyi bir şey varsa da onlar ya bizim geleneğimizin içine dahil edilmeli, tamamlanmalı veya reddedilmelidir düşünceleri egemen olacaktır ki bu da hem diyaloğun hem de dinsel çoğulculuğun ruhuna aykırıdır. Kısaca, çoğulcu Hıristiyan düşünürlerin, Hıristiyanlığın dışındaki dinlere mensup olanların Hıristiyanlık veya İsa-Mesih vasıtasıyla değil bizzat bunlardan bağımsız olarak kendi dinsel gelenekleri vasıtasıyla kurtuluşa ereceklerini ileri sürmeleri gibi, çoğulculuğu benimseyecek olan Müslümanlardan da aynı tutumu benimsemeleri beklenmektedir.
Bütün bu açıklamalarımızın ışığı altında sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Bugün Müslümanlar için temel problem, yukarıda izahını yaptığımız çoğulcu modelin kabul edilir olup olmaması değildir. Zira, o Kur’an’ın temel mesajına aykırı ise şüphesiz ki Müslümanlar tarafında reddedilecektir. Ancak, o Kur’an’ın mesajının bazı teolojik yorumlarına ve fıkıhçıların muhafazakar ve dar yorumları sonucunda yerleşmiş bazı Müslüman inanç ve kanaatlerine ters düşmesine rağmen, yukarıda özetlemeye çalıştığımız üzere Kur’an’ın temel öğretisine uygun şekilde mütalaa edilirse, o zaman en azından kabul edilebilme şansı ortaya çıkar. Elbette ki böyle bir kabul de her yeni görüş veya teolojide olduğu gibi evrensel veya bazı çekinceler olmaksızın olmayacaktır.
* Bu yazı İslami Araştırmalar Dergisinin 14/2 (2001), ss. 291-305’de yayınlanan makalenin yeniden gözden geçirilmiş versiyonudur.
* Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Öğretim Üyesi
* Bu yazıda geçen ayet mealleri Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı: Meal Tefsir eserinden alınmıştır.
[1] Bkz., John Hick, The Rainbow of Faiths (London: SCM Press, 1995), ss. 18vd; Bu eserin Türkçe tercümesi için bkz. John Hick, İnançların Gökkuşağı, ter., Mahmut Aydın, Ankara: Ankara Okulu, 2002.
[2]Nitekim Smith, The Meaning and the End of Religion adlı eserinde birikimsel geleneği şu şekilde tanımlar: “‘Birikimsel gelenek’ tabiriyle, toplumun geçmiş dinî yaşamının tarihsel teminatını oluşturan mabetler, kutsal kitaplar, teolojik sistemler, dans şekilleri, hukukî ve diğer sosyal kurumlar, teamüller, ahlaki kurallar, mitler, ve benzeri olarak bir kişiden diğer bir kişiye, bir nesilden diğer bir nesle aktarılan ve bir tarihçinin de gözlemleyebildiği tüm açık-seçik nesnel bilgileri kastediyorum. W. Cantwell Smith, The Meaning and the End of Religion (Minneapolis: Fortress Press, 1991, ilk baskı 1962), ss. 156-157; Smith’in dinsel çoğulculukla ilgili görüşleri için bkz., Mahmut Aydın, “Küresel Bir Teolojiye Doğru: Wilfred Cantwell Smith’de Dinsel Çoğulculuk”, Cafer S. Yaran, ed., İslam ve Öteki: Dinlerin Doğruluk, Kurtarıcılık ve Bir Arada Yaşama Sorunu (İstanbul: Kaknüs, 2001), ss. 83-126.
[3]A. J. Toynbee, Christianity among the Religions of the World (New York: Scribner’s, 1957), ss. 99-100.
[4] J. Hick, God and Universe of Faiths; Essays in the Philosophy of Religion (Oxford: Oneworld, 1993, ilk baskısı 1973’de yapılmıştır), s. 131.
[5] Bu noktada şu analojiyi kullanmak istiyoruz. Nasıl ki ölmek üzere olan bir hasta için -söz gelişi- penisilin ilacı onun ölmemesi için mutlak olarak gerekli ise İslam, Hıristiyanlık veya Yahudilikte kendi taraftarları için aynı ölçüde gereklidir. Ancak diyalog sürecinde yine aynı şekilde nasıl ki vitamin bir kimsenin sadece daha sağlıklı olması için gerekliyse aynı şekilde kendi dinsel geleneğimizin dışındaki dinler de bizim maneviyatımızı artırmak veya bizi daha iyi mü’min yapmak için gereklidir diyebiliriz.
[6] Kur’an 109:6.
[7] Kur’an, 2:148.
[8] Paul F. Knitter, No Other Name? A Critical Survey of Christian Attitudes Towards the World Religions (London: SCM Press, 1985), s. 201.
[9] Bkz. Cafer S. Yaran, “İbn Arabi, Mevlâna ve Yunus Emre’ye Göre “Öteki”nin Durumu”, Yaran, ed., İslam ve Öteki, ss. 307-350; Hick, The Fifth Dimension: An Exploration of the Spiritual Realm (Oxford: Oneworld, 1999), ss.118-155.
[10] Axial age kavramı ilk defa Karl Jaspers tarafından Origin and Goal of History adlı eserinde ileri sürülmüştür. MÖ. 800-200 yılları arasında insanlık tarihi kendi toplumlarından nüfuz ederek son derece önemli fikir ve düşünceleri insanlığa vaaz eden mümtaz şahsiyetlerin ortaya çıktığına tanıklık etmektedir. Bunların en belli başlı olanları Çin’de Konfüçyüs ve Lao-Tzu; Hint alt kıtasında Gautama Buda, Mahavira, Upanişhadların ve daha sonra Bhagavad Gita’nın yazarları; İran’da Zerdüşt veya Zoroaster; Filistin bölgesinde Amos, Hoşea, Yeremya, İşaya, ve Hezekiel gibi Eski-Ahit peygamberleri; Eski-Yunan’da Pisagor, Sokrates, Eflatun ve Aristo gibi düşünürlerdir. İşte insan tarihi ve düşüncesindeki bu son derece önemli bağ axial dönem olarak ifade edilmektedir. Bu bağlamada şayet Hıristiyanlığı Yahudiliğin ve İslam’ı da Yahudilik ve Hıristiyanlığın varsayıcısı olarak görüyorsak o zaman mevcut tüm dünya dinlerinin köklerini bu axial döneme dayandırdıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hick, The Fifth Dimension: An Exploration of the Spiritual Realm, s. 5.
[11] Mahmoud M. Ayoub, “Islam and the Challenge of Religious Pluralism”, Global Dialogue, 2/2 (2000), s.53.
[12] Azizlerin yaşamlarına ait yazmalar.
[13] Ayoub, “Islam and the Challenge of Religious Pluralism”, s. 54.
[14] Kur’an 7:158.
[15] Ayoub, “Islam and the Challenge of Religious Pluralism”, s. 55.
[16] İbn Kesîr bu ayetin iniş sebebi hakkında Tâbiîn müfessiri Katâde (ö. 118/736)’den şunları aktarmaktadır: “Bize anlatıldığına göre [o dönemde] Müslümanlarla Ehl-i Kitap bir övünme yarışına girmişlerdi. ‘Ehl-i Kitap, bizim peygamberimiz sizinkinden daha eski, kitabımız da sizin kitabınızdan önce vahyedildi. Dolayısıyla biz Allah’a sizden daha yakınız’ iddiasını ileri sürdü. Müslümanlar da buna: ‘Allah’a biz daha yakınız. Çünkü bizim peygamberimiz son peygamberdir; kitabımız ise, kendinden önceki kitapların hükmünü tümüyle ortadan kaldırmıştır’ şeklinde karşılık verdi.” Bkz. İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmâîl, Tefsîru’l-Kur’ân’l-Azîm (Beyrut: 1983), I, s. 557. Bu rivayetin değişik versiyonları için ayrıca bkz. Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mes‘ûd, Meâlimü’t-Tenzîl, tahk. Hâlid Abdurrahmân el-Akk-Mervân Suvâr, (Beyrut: 1995), I, s. 482; Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl, ( Beyrut: 1977), I, s. 565; İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Ali, Zâdü’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, (Beyrut: 1987), II, s. 208; Hâzin, Ali b. Muhammed b. İbrâhim, Lübâbu’t-Te’vîl fî Meâni’t-Tenzîl, (Beyrut: trs.), I, s. 406. Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, (Beyrut: 1988), IV, s. 254 naklen Mehmet Okuyan & Mustafa Öztürk, “Kur’an Verilerine Göre ‘Öteki’nin’ Konumu”, Cafer S. Yaran, ed., İslam ve Öteki: Dinlerin Doğruluk, Kurtarıcılık ve Bir Arada Yaşama Sorunu (İstanbul: Kaknüs, 2001), s. 205.
[17] Kur’an, 46:9.
[18] Kur’an, 4:125.
[19] Kur’an 16:120-123.
[20] Kur’an 3:65-67.
[21] Karl-Josef Kuschel, Abraham: A Symbol of Hope For Jews, Christians and Muslims (London: SCM Press,1995), ss. 15-16.
[22] Leonard Swidler, “The Dialogue Decalogue: Ground Rules for Interreligious Dialogue”, Journal of Ecumenical Studies, 20/1, 1983, ss.1-4.
[23] Chester Gillis, Pluralism: A New Paradigm for Theology (Louvain: Peeters Press, 1993), ss.44-45.
[24] Esed, Mekke döneminde inen Kalem suresinin “Yoksa, bize teslim olanlara [müslimîn] suçlular ile aynı mı davranalım” mealindeki 35. ayetine ilişkin şu önemli anekdota yer vermektedir: “Müslimûn (tekili müslim) teriminin Kur’an’ın vahiy tarihinde ilk kullanıldığı yer, burasıdır [Kalem, 68/35]. Bu çalışmada müslim ve islâm terimleri orijinal anlamlarına uygun olarak, yani “Allah’a teslim olan [veya “olmuş”] kimse” ve “insanın Allah’a teslimiyeti” şeklinde çevirdim. Aynı şey, esleme fiilinin Kur’an’da kullanılan bütün biçimleri için de geçerlidir. Unutulmamalıdır ki, bu terimlerin “kurumsallaşmış” kullanımı –yani, özellikle Peygamber Muhammed (s)’in izleyicileri için kullanılması-kesinlikle Kur’an sonrası bir gelişmeyi yansıtmaktadır ve bu nedenle de bir Kur’an çevirisinde yer almamalıdır. Bkz., Muhammed Esed, Kur’an Mesajı: Meal-Tefsir, çev., Cahit Koytak& Ahmet Ertürk (İstanbul: İşaret Yayınları, 1997), s. 1177 (17. Not).
[25] Kur’an, 2:213.
[26] Ayoub, “Islam and Religious Pluralism”, s. 57; Fatih Osman, “Monoteists And The ‘Other’: An Islamic Perspective In An Era of Religious Pluralism”, The Muslim World, 88/3-4 (1998), ss. 353-363. Fazlur Rahman da “A Muslim Response: Christian Particularity and the Faith of Islam” adlı makalesinde Kur’anda zikredilen “Kitap” teriminin vahyedilmiş herhangi bir spesifik kitap anlamında değil de ilahi vahiylerin tümünü ifade eden genel bir terim olarak kullanıldığının altını çizer. Fazlur Rahman, “A Muslim Response: Christian Particularity and the Faith of Islam” , Donald G. Dawe & John B. Carman, eds., Christian Faith In A Religiously Plural World (Maryknoll: Orbis Books, 1978), s. 71.
[27] Bkz., Mohamed Talbi, “Unavoidable Dialogue in a Pluralist World: A Personal Account”, Encounters, 1/1 (1995), s.. 56-69.
[28] Kur’an 40:78.
[29] Kur’an 10:48; ayrıca bkz., 4:41; 16:36.
[30] Bkz., Buharî, “Enbiya”, 48; Müslim, “Fezâil”, 145.
[31] Kur’an, 43:4; 13:39.
[32] Kur’an, 56:78.
[33] Fazlur Rahman, “The People of the Book and the Diversity of ‘Religions’”, Paul J. Griffiths, ed., Christianity through Non-Christian Eyes (Maryknoll: Orbis Books, 1989), s. 104.
[34] Rahman, “A Muslim Response”, s. 71.
[35] Ayoub, “Islam and the Challenge of Religious Pluralism”, s. 58. Dinler Tarihine baktığımızda Mecusiliğin kurucusu olarak kabul edilen Zerdüşt’ün orijinal mesajının mutlak bir dualizm olmadığını görmekteyiz. Yani, “Hikmetli Rab” anlamında kullanılan tanrı Ahura Mazda ve kötülüklerin tanrısı olarak ifade edilen Ehriman Zarathustra tarafından bir iyi diğeri kötü iki eşit güç olarak öğretilmemiştir. Aksine, Zarathustra iyiliğin gücünün sonunda kötülüğün gücüne üstün geleceğini ve onun ortadan kaldıracağını ifade etmiştir. Ayrıca, Mecusiliğin kutsal kitabı olan Gatalar’ın Zarathustra’ya atfedilen Yasna bölümünde yer alan ilahiler katı bir monoteizm üzerine dayanan bir ahlaki sistem sunmaktadır. Söz konusu bu ahlaki sistem yalan konuşmayı ve kötülük yapmayı yasaklamakta salih kimselerin ebedi cennet nimeti ile ödüllendirileceği kötülerinde cehennem ateşine atılacağı evrensel dirilme ve yargı gününden bahsetmektedir. Ancak, Zarathustra’ya göre insanlık tarihi nihai temizlenme ve tüm insanların kurtuluşu ile son bulacaktır. Buna göre şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Zarathustra’nın kurucusu olarak kabul edildiği Mecusilik uzun bir ilahi vahiy sürecine ait bir dini gelenektir ve Zarathustra da Allah tarafından gönderilen peygamberlerden biridir. (Bkn., Mary Boyce, Zoroastrians: Their Religious Beliefs and Practices (London: Routledge, 1979), ss. 17vd.
Zarathustra ile aşağı yukarı aynı çağda yaşamış olan Buda da Hindistan toplumunda kendi adlarına Brahmanizm adı verilen din adamı sınıfının ortaya çıktığı Hindu tanrılarını reddetmiştir. Bunun yerine o, evrensel ve zamansız bir prensip olan dharmanın aşkın gerçekliği üzerine dayanan ahlaki ve manevi bir felsefi sistem vaaz etmiştir. Söz konusu bu öğreti üzerine dayanan Budizm evrensel bir din olduğu için Buda da tek tanrının bilinmesine yönelik insanlığın süregelen tekamülünün bir parçası olarak görülmelidir. Ancak, vakıadır ki söz konusu bu süreç her zaman aynı istikamette ilerlememiştir. Bir yerlerde daima insanlara hitap eden Tanrının sesi hep var olmuştur. Ancak zaman zaman bu ses kibirli, gururlu ve yanlış yönlendirilmiş gruplar ve insanların boş kurguları tarafından karartılmıştır. (Bkz., Edward Conze, A Short History of Buddhism (Oxford: Oneworld, 1993). Zarathustra ve Buda ile ilgili ayrıca bkz., Trevor Ling, A History of Religion East and West (London: Macmillan, 1968), ss. 75-97
[36] Kur’an 2: 111-113.
[37] Kur’an 2:62; krş., Kur’an, 5:69
[38] Kur’an 5:69
[39] Bkz., Esed, Kur’an Mesajı, ss. 19-20 (not 50). Esed devamla şu noktanın da altını çizmektedir. “İsrailoğlullarına yönelik bir davetin tam ortasında bu doktrinin ifade edilmiş olması, Yahudilerin, Hz. İbrahim’in soyundan gelmelerinin kendilerine ‘Allah’ın seçilmiş halkı’ olarak kabul edilme imtiyazını verdiği bâtıl inancı nedeniyledir”.
[40] Rahman, “A Muslim Response”, s. 75; Rahman, “The People of the Book and the Diversity of ‘Religions’”, s. 106.
[41]Ayoub, “Islam and the Challenge of Religious Pluralism”, s. 61.
[42] Din ve islam terimleriyle ilgili olarak bkz., Yvonne Y. Haddad, “The Conception of the Term Din in the Qur’an”, The Muslim World, 64/2(1974), ss. 114-123; Jane Smith, A Historical and Semantic Study of the Term ‘Islam’ as seen in a Sequence of Qur’an Commentaries (Montana: University of Montana Press, 1975); Farid Esack, The Qur’an, Liberation & Pluralism: An Islamic Perspective of Interreligious Solidarity against Opression (Oxford: Oneworld, 1997), ss. 126-134; İlhami Güler, İslâmiyat, 1/4(1998), ss. 53-76; Mehmet Okuyan & Mustafa Öztürk, “Kur’an Verilerine Göre ‘Öteki’nin Konumu”, ss. 165-173.
[43]Esack, The Qur’an, Liberation & Pluralism, s. 128.
[44] Kur’an,, 48/28; 61/9.
[45] Kur’an, 9/36; 30/30,43; 98/5.
[46] Kur’an, 39/3.
[47] Örnek olarak bkz. Kur’an, 7/29; 10/22; 29/65; 31/32; 40/14, 65; 98/5.
[48] Kur’an, 109/6.
[49] Esed, Kur’an Mesajı, s. 1316, (3. not).
[50] Benzer şekilde, Yûsuf suresi 76. ayetteki “Melik’in dini” terkibi ile, Ğâfir suresi 26. ayette Firavun’un dile getirdiği “Onun [Musa] sizin dininizi değiştirmesinden korkuyorum” ifadesindeki “din” kelimesi de yine bu anlamda kullanılmıştır.
[51] Kur’an, 48:28.
[52] Okuyan & Öztürk, “Kur’an Verilerine Göre ‘Öteki’nin Konumu”, s. 166.
[53] Bkz., Haddad, “The Conception of the Term Dîn in the Qur’an”, ss. 114-123; Kur’an’da ve dinler tarihi geleneğinde din teriminin anlamları ve kullanımları ile ilgili ayrıca bkz., Günay Tümer, “Din”, TDV İslam Ansiklopedisi, (İstanbul:1994), 5, ss. 312-320.
[54] Kur’an, 30, 43.
[55] Kur’an, 3:19.
[56] Kur’an, 3:/85.
[57] Bkz., Kur’an 3:85; 4:125; 5:3; 42:13.
[58] Kur’an, 22/78.
[59] Bu ayetin tefsirlerdeki izahına baktığımızda, Hz. Nuh’tan Hz. Peygamber’e kadar süregelen bu ilâhî vahiy geleneği içerisinde “din” adına ortaya konan ilke ve öğretileri, salt haram ve helallere ya da muharremât hükümlerine indirgeyen birkaç şazz görüş dışında genellikle şu izahla karşılaşmaktayız: “Ayette anılan peygamberlerin getirdikleri öğretiler temelde müşterektir. Bu yüzden hepsine aynı tümel prensipler vahyedilmiştir. Burada ikamesi istenen din [ise], Allah’ın birlenmesini, O’na itaati ve peygamberlerine, kitaplarına, ahiret gününe ve inanan bir kişinin yapmakla yükümlü olduğu sair vecibeleri ifade eden islam [büyük harfle yazılması gereken müesses İslâm değil] dinidir. Zaten şeriatlar da toplumların içinde bulundukları verili duruma göre onların maslahatlarını temin maksadıyla vazedilmiştir. Bu yüzden de zaman içerisinde farklılık ve çeşitlilik göstermiştir. Bkz., Okuyan & Öztürk, “Kur’an Verilerine Göre ‘Öteki’nin Konumu”, s. 166; Bu görüşlerle ilgili daha detaylı bilgi için bkz., Muhammed Hüseyn b. Mes’ûd el-Beğavî,, Meâlimü’t-Tenzîl, tahk., Hâlid Abdurrahmân el-Akk-Mervân Suvâr (Beyrut:1995), IV, s. 122; Zemahşerî, el-Keşşâf, III, s. 463; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (İstanbul: 1979), VI, s. 4228. Nitekim Yüce Allah Maide suresi 48. ayeti kerimede bu gerçeğin altını çizmek için ‘sizden her biriniz için bir şeriat ve program belirledik’ diye buyurmaktadır. Kur’an, 5:48.
[60] Bkz., Tirmizî, “Menâkıb”, 32.
[61] Bkz., Buhârî, “Enbiyâ”, 48; Müslim, “Fezâil”, 145.
[62] Esed, Kur’an Mesajı, s. 986 (12. not).
[63] Bkz., Güler, “Din, İslam ve Şeriat”, ss. 55-6.
[64] Esed, Kur’an Mesajı, s. 78 (249. not).
[65] Güler, “Din, İslam ve Şeriat”, s. 56.
[66] Kur’an, 3:67.
[67] Kur’an, 2:133.
[68] Kur’an, 3:52.
[69] Kur’an, 10:90.
[70] Reşid Rıza, Tefsî’ul Menâr (Beyrut: 1980), I, ss. 392-3 naklen Okuyan& Öztürk, “Kur’an Verilerine Göre ‘Öteki’nin Konumu”, s. 170.
[71] Muhammed Arkoun, Rethinking Islam: Common Questions, Uncommon Answers (Oxdord: Westview Press, 1994), ss. 15-16.
[72] Esack, The Qur’an, Liberation &Pluralism, s. 126.
[73] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri (İstanbul: Yeni Ufuklar, 1989), II, s. 75.
[74] W. Cantwell Smith Smith, The Meaning and End of Religion (Minneapolis: Fortress Press, 1991), s. 110. Bu eserin ilk baskısı 1962’de yapılmıştır.
[75] Smith, The Meaning and End of Religion, ss. 108-109.
[76] Okuyan& Öztürk, “Kur’an Verilerine Göre ‘Öteki’nin Konumu”, ss. 174-175.
[77] Smith, The Meaning and End of Religion, s.171.
[78] Smith, The Meaning and End of Religion, s. 112.
[79] Mahmoud M. Ayoub, “Islam and Pluralism”, Encounter, 3/2 (1997), ss. 103-118.
[80] Kur’an 49:14. Bu genel anlamın dışında bu ayet ilave olarak bizzat Müslüman toplumunun için günümüzün en önemli problemlerinden biri olan farklılık ve birlik konularını da gündeme getirmektedir. Buna göre hukuki veya teolojik bir ekol veya ideoloji adına herhangi bir Müslüman diğer bir Müslümanı kafir olarak ilan edebilir mi? Bu sorunun cevabı ile alakalı olarak Kur’an’a baktığımızda şu son derece önemli ifade ile karşılaşırız: “size barış teklif edene ‘sen mü’min değilsin’ demeyin”. Kur’an 4:94. Kısaca, iman birliği içinde dinlerin plüralitesini bir kenara bırakalım günümüzde pek çok Müslüman kendi toplumları içinde farklılığı ve çeşitliliği kabul etme eğilimi göstermemektedir.
[81] Bkz., Ayoub, “Islam and the Challenge of Religious Pluralism”, s. 62.
[82] Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât, tahkik, İbrahim Besyûnî (Mısır: 1983), I, s. 96.
[83] Bkz., Kur’an, 2:136, 285; 3:84; 4:150.
[84] Kur’an, 3:69.
[85] Fazlur Rahman, “Muhammed and the Qur’an”, The Chicago Theological Seminary Register, 3/80 (1990), s. 10.
[86] Kur’an, 1:1.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
aşagıdaki linkte konuyla ilgili başaka bir makale var...yazıcıdan ellisayfa cıvarında cıkıyor... uzun oladugu için buraya asamadım...incelemek isterseniz eger...
http://www.ibnularabi.com/ma200.pdf
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KUR�AN-I KERİM VE KİTAB-I MUKADDES�DE DİNİ
ÇOĞULCULUK VE SINIRLARI
MAURİCE BORRMANS*
(Çev. Süleyman TURAN)**
ÖZET: Her Kutsal Kitabın temel olarak içindeki,
Tanrı�nın ilâhi mesajını tanıyan insanlara hitap etmesi
normaldir. Bununla birlikte öteki din mensuplarına nasıl
bakmaktadır? diye bir soru gündeme gelebilir. Çalışmamız
Tevrat, Kuran ve İncil bağlamında ele alınacaktır. İlk bölümde
öteki din mensuplarına ne isim verildiği ve bu isimlerin
aşağılayıcı bir çağrışım mı yoksa hoş bir bakış
açısına mı işaret ettiği üzerinde durulacaktır.
Konuyla ilgili Gündeme gelebilecek ikinci soru ise Ötekilerin
kurtuluşunun nasıl tasavvur edildiğidir? Çünkü
Müslümanlar ve Hıristiyanlar için Ehli Kitabın
üyeleri olarak korunan ve Tanrının Krallığına memnuniyetle
kabul edilen diğer dine mensup samimi inananlar için bir
takım ümitlerin olduğu görülecektir. Bu yüzden
onlara yönelik farklı kanaatleri açıklamak uygun
olacaktır.
Problem, herhangi bir kimsenin, kendi kimliğini tam olarak muhafaza
ederken ötekileri nasıl önemseyeceğini bir başka deyişle
Dini çoğulculuk ve evrensel bir birlik görünümünün
nasıl sağlanacağını sormasıyla daha zor bir hal alacaktır.
İslam ve Hıristiyanlığın her biri bu soruya hem teorik hem
pratik açıdan kendine has cevaplara sahiptir. Aynı zamanda
Kitabı Mukaddes ve Kuran aynı modeli öneriyormuş gibi
gözükecektir. Tanrı�nın realite karşısında insana
seçme özgürlüğü vermesi onun insana
yönelik sonsuz sabrındandır. Yahudiler, Müslümanlar
ve Hıristiyanlar bu yüzden sabırlı olmalı ve bütün
faziletlerde özellikle de sabırda bir yarıştaymış gibi
çalışmalıdırlar.
�Kuran ve Kitabı Mukaddeste Dini Çoğulculuk ve Dini
Çoğulculuğun Sınırları�, iki konu olup, biz bu ikisini
bir arada işleyeceğiz. Dini çoğulculuk olarak ele aldığımız
Müslüman-Hıristiyan müzakere toplantısı�nın bu
VI.�sının programına bakıldığında bu meselenin hem tarih
boyunca hem de modern dönemin yapısı altında
gerçekleştirilmeye çalışılan bir problem olduğu
görülür.
Başlangıçta, bunun tipik bir modern problem olduğuna işaret
etmemiz gerekir. Onun, Dini Pluralism olarak ifade edilmesi yenidir
ve şunu varsaymaktadır; Kendi yasaları, kurumları ve kanunları
olan birlikçi bir devletin çatısı altında toplumun
yararına bir araya gelen dini grupların çoğulcu yapısı
pozitif bir gerçekliktir. Bununla birlikte biz burada hangi
tür dini çoğulculukla ilgileniyoruz? Bugünün
dünyası tarafından bilinen büyük tarihi dinler
arasında kolayca fark edileni veya bu dinlerin her birinin konteksi
içinde ortaya çıkanı, teolojik, kanonik ve ruhsal
okullara sahip, dini tecrübenin çeşitli dilsel ve
kültürel ifadeleriyle çok sık bağlantılandırılan
hangisidir?
Oldukça açık olarak görülecektir ki burada
İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi Monoteist, Hinduizm ve
Budizm gibi monoteist olmayan büyük tarihi dinlerin
çoğulculuğunu ele alıyoruz. Fakat bir kimsenin monoteist
dinler ve onların kutsal kitapları hakkında soru sormaya hakkı
var mıdır? Bu dinler gerçekte insanlığa dini bir mesaj
taşımayı amaçlarlar. Her şeyden önemlisi Kuran ve
Kitabı Mukaddes (Eski ve Yeni Ahit), Tanrı, insanlık ve evrenin
tarihi ile ilgili temel meselelerde inananlar tarafından
sorgulanamaz mı? Kutsal kitaplar ne bir kanun kitabı ne de bir
idari kanunlar kitabı değildir aksine çağdaş din adamının
derin araştırmalarına verilen peygamberî cevaplardır. II.
Vatikan Konsili (1962-1965)�nin bir dokümanında bu durum
şöyle ifade edilmektedir.�İnsanlar farklı dinlere, insan
varlığının çözümlenmemiş güç
sorularına bir cevap aramak üzere bakmalıdır. İnsanların
kalplerinde büyük yer teşkil eden problemler geçmişte
olduğu gibi bugünde aynıdır. İnsan nedir? Hayatın anlamı
ve amacı nedir? Doğru davranış nedir, günah nedir? Izdırap
nereden kaynaklanır ve hangi amaca hizmet eder? Gerçek
mutluluğa nasıl ulaşılabilir? Yaşamın sonunda ne olur? Mahşer
(yargı) günü nasıldır? Ölümden sonraki
karşılık nedir? Ve sonuç olarak, insan açıklamasının
ötesinde olan, bütün varlığımızı kucaklayan,
esasımızı kendisinden aldığımız ve ona döneceğimiz nihai
gizem nedir.� (Nostra Aetate, 1)
Peygamberlerin mesajı, bütün bu sorulara bir cevap olarak,
tüm insanlığa sunulmuştur. Kur�an, Müslümanlara
ve sonradan Müslüman olanlara İslam itikadını
oluşturacak ve İslam�ın inanç ile pratiklerini
belirleyecek cevaplar bütünü sunmaktadır. Kitabı
Mukaddeste, Eski Ahit kitapları ve özellikle ilk 5 kitap
(Tevrat) Yahudilere, inançlarının özü ile inanç
kuralları ve davranışlarının detaylarını sağlamıştır. Yeni
Ahit kitaplarına ve daha özel olarak Hıristiyanların Kitabı
Mukaddesin temel bölümü olarak gördükleri 4
İncil�e gelince Hıristiyanlar, İsa Mesih�in hayatı, öğretisi,
ölümü ve göğe yükselişini temel alarak bu
kitaplardan inanç esaslarını ve ahlak prensiplerini
çıkarmışlardır. Her kutsal kitabın sadece, Tanrının
kendilerine hitap ettiği ilâhi mesajın içinde olanı
istekli bir şekilde kabul edenlere hitap etmesi normaldir. Bu
nedenle bu kitapların içinde diğer dinlerin öneminden
ve öteki insanların fiillerinin kıymetinden bahseden çok
az yer vardır. Kuran ve Kitabı Mukaddesin dini çoğulculuk
hakkında çok az şey söylemesine şaşırmamız
gerektiğinin sebebi budur. Ötekiler, dindara sunulan Uniteryan
mesaja göre göz önünde bulundurulurlar.
Bu her kutsal kitabın ve burada tasarlanan dini çoğulculuğun
sınırlarını çelişkili olarak oluşturan her şeye
sunulacak evrensel mesajın değişmez yapısıdır. Burada
konuştuğumuz sınırlar nelerdir? Kültürel mi, Teolojik
mi? Ve yine bu sınırlar geçici mi, nihai midir? gibi sorular
problemimizin daha iyi bir tanımını yapabilmak için hiç
de önemsiz olmayan sorulardır. Ciddi bir düşünüp
taşınmadan sonra, düşüncemizi en iyi şekilde iki
seviyede aksettirmeyi düşündük. Kutsal kitaplar
ötekilere (öteki din mensuplarına) nasıl bakmaktadır?
Öteki din mensuplarına Kutsal kitaplarda ne isim verilir?
Onların kurtuluşları hangi sınırlar içinde
düşünülmektedir? Onların inanç ve
uygulamalarına karşılık önerilen hüküm ve tutumlar
nelerdir? Bu, çalışmamızın birinci kısmı olacaktır.
İkinci kısım da dini çoğulculuğun sınırlarını
belirlemek, isteklerini doğrulamak ve her dinin kendine özgülüğüne
göre dini çoğulculuğun bakış açılarını
genişletmek için muhtevayı yeniden ele alacağız.
ÖTEKİLER (ÖTEKİ DİN MENSUPLARI) NASIL ELE
ALINMAKTADIR?
Eski Ahit, Kur�an-ı Kerim ve Yeni Ahit�in �Ötekilere�
yani kendilerine sunulan mesaja doğrudan ve hemen sarılmayanlara
nasıl baktığını mütevâzi bir şekilde açıklamaya
başlamadan önce biz, ilk olarak kutsal kitapları politik,
kültürel ve dini açıdan ortaya çıktıkları
ve bütün gerçekliğe müdahale ettikleri
tarihsel konteksleri içindeki yerlerine oturtmak zorundayız.
Septuikant�ın Yahudilerce
apokrif sayılan kitaplarına (deuterocanonical) ilave edilen İbrani
Kutsal kitabının 24 kitabı (Yasanın 5 kitabı veya Torah, ilk ve
son peygamberlerin 8.kitabı, 11 kitap veya eski Ahitte Tevrat�ın
ve peygamberlere ait kitapları dışında kalan kitaplar) öğretiler,
emirler, hikayeler, tarih kayıtları, ilahiler ve dualar bütünü
sunmaktadır.
Bu yazılar bir çok yazara ilham edilen ve Yahudi halkına
yüzyıllar boyunca sunulan metinlerdir. İstikrarsız bir
kabile federasyonunu sürdüren ve çok geçmeden
iki devlete ayrılacak bir krallık sistemi olan bu insanlar
Mezopotamya da bir sürgüne maruz kalmışlardır.Buldukları
bir fırsat üzerine Filistin�e döndükten sonra,
sonuçta burada az yada çok nispeten bağımsız özerk
bir sistem kurmuşlardır. Kitabı Mukaddes�in Eski Ahit bölümü
bu birbiri ardına devam olaylara atıfla, buradaki konumuzla ilgili
olarak yorumlanmalıdır. Çünkü bu metinlerin bazısı
varlığın nizamını veya Tanrının seçilmiş halkının
bekasını amaçlamaktadır. Bu noktada özellikle mesaj,
ırk ve toprak çok yakından ve dışlayıcı bir şekilde
bağlantılıdır, bu nedenle Tanrıya hasredilmiş ve diğerlerinden
(mesaj, toprak ve ırklardan) ayrılmıştır.
Kuran ele alındığında onun 23 yıllık (610�632) bir periyotta,
Bazısı Mekkî diğerleri Medeni olan 114 süre�nin
Esbabı nüzule göre azar azar nakledilişini anlamak
oldukça kolaydır. Esbâb-ı nüzul, ayetlerin ilk
İslam toplumunun sosyal ve politik organizasyonuyla az yada çok
olan ilişkilerini sunmaktadır. Bu son husus kendisini kabilesel
dayanışmanın ve zamanın şehir hayatının özelliklerinin
ötesine gidiyor olarak göstermiştir. Mekke Toplumunun
düzeni yerine bazı prensiplerini Kuranda bulduğumuz Medine
anayasası geçmiştir. Bu yüzden Müslümanların
Kutsal kitabında konumuzla alakalı bazı unsurları bulmamız
oldukça normaldir.
İsa Mesih�in öğretisi ve, Yeni Ahitte (4 İncil, Resullerin
işleri, Mektuplar özellikle de Pavlus�un Mektupları ve
Yuhanna�nın Vahyi) gelişimini okuduğumuz (inanç ve
merhamet toplumu) Kilisenin, doğuşunu göz önüne
alınca Filistin�in o dönemde çok sert politik
durumlardan geçtiğini hatırlamak iyi olacaktır. Galilee,
Iturea, Trochonitis ve Abilene dolaylı olarak Roma idaresinin
himayesi ve Mandası altındayken bir Roma Valisi Kudüs�te
bulunmaktaydı. MS.70�de Titus ve MS.134�de Hadrian
tarafından Kudüs�ün tekrar ele geçirilmesiyle
neticelenen Yahudi isyanlar silsilesi iyi bilinmektedir. Bu isyanlar
sonunda çok sayıda Yahudi, İmparatorluğun her yerine
dağılmaya zorlanmış ve bunun neticesinde Filistin de Roma
hakimiyeti iyice belirginleşmişti.
Bu konteks içerisinde İsa Mesih�in evrensel mesajı
Yahudilere ve daha sonrada Gentile (Yahudi olmayanlar)�ye sunuldu.
Bu mesaj, bütün politik mücadelelerin ötesinde
bir yere (konuma) yerleştirilmiştir ve bütün vicdanlara
hitap etmektedir. İlk Hıristiyan toplumlarının Yahudi isyanlarına
katılmayı reddetmesi ve bütün Ortadoğu boyunca dağılmaya
zorlanmasının bu yüzden olduğu açıktır.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususlar bir
kimsenin yukarıda zikredilen kutsal kitapların izâfi
önemlerini daha iyi değerlendirilebilmesi için yapılmak
zorundaydı.
Kutsal kitaplar (belirli sosyo-politik problemlere açık veya
müphem ayetlerle bile olsa) ayetler aracılığıyla kural
koymak durumunda olduklarında geçici veya sınırlı bir
yardımcı rol oynuyor olarak gözükebilirler halbu ki
temelde dini mesajın kendisi evrensel olmaya ve bu yüzden
zamanın ve mekanın sürekli değişen özelliklerini aşmaya
meyillidir.
Tarihi ve kültürel konteks bu yüzden, sadece bir
çerçeve ve kendisine tabi olmak ve kendisini ifade
etmek için, fakat ona mahkum olmadan, mesajın teolojik
karakterine izin veren bir çağrıdır.
1- Ötekiler Nasıl İsimlendirilir
Burada geniş bir tefsir çalışması yapmaya niyet etmeksizin
ama sunulan 3 mesajın kendilerine has konteksleri hakkında
söylenenleri de hesaba katarak aşağıdaki düşünceleri
ifade edebiliriz;
Eski Ahit kitaplarında Yahudiler (İsrail oğulları) için
ötekiler ilk önce Edomiler, Ammoniler, Moablılar ve
sırasıyla Mısırlılar, Kenanlılar, Filistinliler daha sonra
Asurlular, Keldâniler, Persler, Medler, Grekler ve
Romalılardır. Bu kabileler arasında 12 İsrail kabilesi, bir olan
ebedi ve ezeli Tanrının seçilmiş halkını oluşturuyordu.
Bu halk eşi olmayan �gam� (I.Tarihler 17:21) bir halktı.
Diğer milletler küçük bir nüans farkıyla
�goim� diye isimlendiriliyorlardı.
Yabancı milletlere karşı Yahudi halkının tutumu dini bir
milliyetçilikten (Yahwe�nin kıskanç bir Tanrı
olarak düşünüldüğü esas periyottan),
peygamberi evrenselliğe (milletler arasında İsrail�in hizmet
misyonu ve şahitliği hususunda peygamberlerin ısrar ettiği sürgün
dönemi) ve daha sonra tekrar katı bir Yahudi milliyetçiliğine
geri dönen, tarihin değişik dönemlerine göre
farklılaşacaktır Titiz inanç döneminde Yahudiler
sünnet edilirlerdi, diğerleri ise sünnetsizdi. Fark son
derece barizdi.
Kuranla birlikte sınıf isimleri benzer bir tarzda kendilerini haklı
çıkaracak bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Mesaj saf
bir Arapça�yla herkese �Ey insanlar� diye hitap
etmektedir. Fakat onu kabul edenler Müslümanlardır ve çoğu
kez inananlar olarak çağrılırlar Bunlar Allah�ın
fırkasıdır. Ötekiler ise kendilerini küfür ve
şirkle suçlanmış olarak görürler. Onlar,
inanmayanlar (Küffâr) ve puta tapanlardır (Müşrikûn).
Vahye karşı çıktıkları anda Allah�ın düşmanları
olan fakat genellikle, Ehli Kitap ortak ismi altında gruplandırılan
ve Ben-i İsrail ve Nasârâ olarak isimlendirilen
Yahudiler ve Hıristiyanlar ayrı bir yere sahiptir.
İsa Mesih tarafından sunulan ve yeni Ahit tarafından
kat�ileştirilen Evrensel mesaj, -etnik yapısı, kültürel,
politik ve dini durumu fark etmeksizin- iyi niyet sahibi tüm
insanlara hitap etmektedir. O, Tanrının krallığının yakın
olduğunu ve insanlar arasında ayrım olmadığını bununla
birlikte düşük konumda olan ve alçak gönüllü
olanların ayrıcalıklı bir konuma sahip olacağını ifade
etmektedir.
Ötekiler çoğunlukla �Komşu� (Grekçe
�plesion�) terimiyle isimlendirilirler. Tanrı herkesin babası
�O, güneşini hem kötülerin hem de iyilerin
üzerine doğurur� (Matta 5:45) olarak İlan edildiği için
kardeşliğin herkes için beyan edilmesi anlaşılabilir.
Gerçekte İsa Mesih�in kendisi için tüm insanlar
ona yakındır. �İsa�nın çevresinde oturan kalabalıktan
bazıları� Bak! Dediler; Annenle, Kardeşlerin dışarıda seni
istiyorlar� İsa şöyle dedi: İşte annem işte kardeşlerim!
Tanrının isteğini kim yerine getirirse kardeşim, kız kardeşim
ve annem O�dur.� (Markos 3:32-35)
Böylece biz Hıristiyanlığın, Pavlus�un Galatyalılara
mektubundaki �Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür,
ne erkek ne dişi, ayrımı vardır. Hepiniz Mesih İsa da birsiniz�
(Galatyalılar 3:28-29) ifadelerinde beyan edildiği üzere
eskiden Yahudiler ve Gentileler, Gerekler ve Barbarlar arasındaki,
ve Roma vatandaşlarıyla Roma vatandaşı olmayanlar arasında
yapılan ayrımın ötesine geçtiğini anlıyoruz.
İnsanlar arasında ayrım olmadığı halde bazen İsa Mesih bazı
kişileri riyakarlıkla suçluyor ve onlara bu yüzden
sitem ediyorsa (Dini riyakarlık Kuran tarafından da güçlü
bir şekilde kınanmaktadır)
bu, onların şaşırtıcı din ve gösterişçi
inançlarından dönmeyi reddetmelerinden dolayıdır.
Ancak Yeni Ahitteki temel emir �Düşmanlarınızı sevin,
size zulmedenler için dua edin, bu şekilde göklerdeki
babanın oğulları olacaksınız�dır. (Matta 5:44-45)
Tanrının sevgisi ve komşunun sevgisi kalıbı üslup olarak
sadece bir tek emirdir.
2- Ötekilerin Kurtuluşu Nasıl Tasavvur Edilmektedir
Şayet Kutsal Kitapların Mesajları, onu kabul edenlere ve
uygulamaya koyanlara kurtuluş ve başarı vaat ettiyse, Yahudilik,
İslam ve Hıristiyanlık adına mahiyetlerini bildiğimize göre
bununla birlikte biz şunu sorabiliriz. Ötekiler için
bireysel veya toplu nasıl bir kurtuluş veya başarı tasavvur ve
garanti edilmektedir?
Şayet Yahudiler için Kurtuluşa her zaman, bir tanrıya
inanmakla ve yasayı (Torah) yerine getirmekle ulaşılabiliyorsa,
bazen bir Ferisiye benzer bir risk içerisine girerek bir
kimsenin Kitabı Mukaddes�in Yahudi olmayanlar için yer
bıraktığını kabul etmesi gerekir. Yunus kitabı, Bir Asur şehri
olan Ninovalı putperestlerin peygamberlerin uyarısını kabul
ettiğini, ahlaksızlıktan pişman olduklarını, (pişmanlık ve
yas alameti olarak) çula sarılıp kül içinde
olduklarını ve böylece tanrının evrensel krallığını
tanıyarak ilahi rahmeti elde ettiklerini ifade etmektedir.
Eyüp kitabı da bize aynı zamanda Azizlerin Yahudi olmayan
milletlerin hâkim ve adil olanları arasında bulunabileceğini
bildirir O, onlara övgüler yağdırır ve bir kimseyi
kendilerini taklit etmeye çağırır.
Eski ahit için Perslerin Kralı Cyrus gibi, insanların
kralları ilahi inayetin vasıtalarıdır. Mezmurlar, tanrının
yüceliğine yönelik şarkılar söylesinler diye
dinlerini açıkça zikretmeksizin, milletlere bir örnek
olmak üzere birçok şey içerir.
�Halklar sana şükretsin, Ey Tanrı
Bütün halklar sana şükretsin!
Uluslar sevinsin, sevinçten çığlık atsın
Çünkü sen halkları adaletle yargılarsın
Yeryüzündeki uluslara yol gösterirsin�.
(Mezmurlar 67:1-5)
Burada ele almak ve düşünmek zorunda olduğumuz, İşâya
Peygamberin kitabının ikinci bölümünün
tamamıdır.�Rabbin eli kurtaramayacak kadar kısa, kulağı
duyamayacak kadar sağır değildir.� (İşaya 59:1) �çünkü
bütün bunları ellerim yaptı, hepsi böylece var oldu,
diyor Rab. Ancak ben alçakgönüllüye ruhu ezik
olana, sözümden titreyen kişiye değer veririm.
(Yeşaya 66:2)
Kuran�ın mesajının vaat ettiği kurtuluşa gelince, samimi
inananlara cennet ödülü, Allah�a ve onun
peygamberlerine asi olanlara ateş cezası(cehennem) vardır. Kuran
aynı hususu ifade eden iki ayet sunmaktadır. Kuran�ın �Allah
katında hak din İslamdır� (Al-i İmran 3/19) ve �Kim
islamdan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden böyle bir
din asla kabul edilmeyecektir.(Al-i İmran 3/85) ifadelerinden
dolayı Bir kısım âlim bu ayetlerin ilgâ edildiğini
söylese de çoğu alim onları hala geçerli kabul
eder. Yine Kuran�da şöyle buyurulur. �Şüphesiz
imam edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabilerden
Allaha ve Ahiret gününe hakkıyla inanıp, Salih amel
işleyenler için Rableri katında mükafatlar
vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü
de çekmeyeceklerdir. (el-Bakara 2/62, Maide 5/69�da da
aynı husus dile getirilmiştir).
Eski ve yeni birçok Müslüman müfessir bu iki
ayetten Müslüman olmayanlar için özellikle de
inançlarında samimi olan ve iyi işler yapan Yahudi,
Hıristiyan ve Sâbiiler için mümkün olan bir
kurtuluş için önceden bir tasdik anlamı
çıkarmışlardır.Bu husus bu dinlere mensup olanlara
kişisel, ailevi ve toplumsal hayatlarında saygı gösterilmesi
gerektiğini öngörmektedir.Böylece Zimmi�nin
statüsünün korunması, dini çoğulculuk için
tarihsel bir başlangıçtır.
Tanrı�nın Krallığı�nın
gelişini vaaz etme işlemi İsa Mesihle birlikte tüm sınırları
aşmaktadır. Bu, Krallığın yönetmeliğini oluşturan Hz.
İsa�nın Matta incilinde geçen sözlerinin (Matta
5:3-12) programıdır ve herkesin Tanrının krallığına girişi
garanti edilmiştir.
İkrar eden din bilginine söylediği sözler gibi İsa bunu
defalarca söylemiştir. �Tanrıyı bütün
yüreğinle sevmek, bütün anlayışla ve gücüyle
sevmek, komşusunu da kendi gibi sevmek, bütün yakmaklık
sunulardan ve kurbanlardan daha önemlidir.� (Markos 12:33)
İsa, ıslah ettiği, kurtardığı veya rahata erdirdiği herkese
aralıksız olarak şunu tekrarlar. �Esenlikle git, imanın seni
kurtardı� (Luka 2:29; 7:50; Markos 5:34) Romalı yüzbaşı
isteğinin kabul edildiğini ve kölesinin iyileştirildiğini
görür.(Luka 7:1-10), Sur ve Sayda bölgesinde Kenânlı
kadın kendisini işittirdi ve kızı cininden kurtarıldı. (Matta
15:21-28) İyi Samiriyeli�ye Eriha yolu üzerinde Yara bere
içinde terkedilmiş adamın komşusu doğru olarak haber
verildi. (Luka 10:29-37) Herkesin bildiği Yakup�un kuyusu yanında
Samiriyeli bir kadınla karşılaşınca İsa ona şöyle söyler.
�Bana inan, öyle bir saat geliyor ki, Baba�ya ne bu dağda
ne de Yeruşalim�de tapınacaksınız� Ama içtenlikle
tapınanların Babaya ruhta ve gerçekte tapınacakları saat
geliyor. (Yuhanna 4:21-23)
Kilisenin inanmayanları İsa Mesih�in evrensel arabuluculuğundan
faydalananlar olarak göz önünde tutarak daima
açıkladığı, iyi inançta olan inanmayanların
kurtuluşunun imkanına dair, yeniden ele alınan ve elçiler
tarafından geliştirilen öğretiye bağlı kalınmalıdır.
�Tanrı herkesin kurtulmasını istediği� (I.Timoteus 2:4) için
bütün Hıristiyanlar kadar o (Samiriyeli) kadın için
de böyle bir durumun söz konusu olduğu açıktır.
3- Ötekilere Yönelik Ne Tür Tutumlar Takınılmıştır?
Tarih boyunca şartların değiştiği gerçeğini göz
önüne alırsak böyle bir soruya verilecek cevaplar çok
yönlüdür. Yahudi, Müslüman ve Hıristiyanlara
sunulan mesajlara ilk bakışta bu mesajların birine veya ötekine
yönelik belirli temel eğilimler gösterdiği gözükmektedir.
Eski Ahit, daima tekrar eden sadakatsizlikleri yüzünden,
bir Tek Tanrıya şahitler olarak kendilerine has görevlerini
onlara hatırlatmak için çeşitli peygamberler
göndermesi için Yahwe�nin rahmetini dileyen Yahudi
halkının ayrı yaşaması ve kutsanması fikrinde israr eder.
Kitabı Mukaddesin bu ilk kısmının (Eski Ahit) Tarihi kitapları
farklı insanlar arasında mevcut en kötü durum olan
savaşlar ve lanetler hakkında bize çok şey anlatır. Irksal
ve kültürel kimlik, yapılmadığı takdirde cezası çöküş
ve ölüm olan karışık evlilikleri ve her türlü
dini senkretizmi reddetmek suretiyle muhafaza edilmiştir. Bütün
bu titizlik dini yemek emirlerinde, arınma ritüellerinde ve
ayrı ayinlerde bile kendini gösterir.
Babil sonrası dönem peygamberlerin evrenselleşen bakış
açılarına rağmen Yahudi halkı daima, bütün
alanlardaki sosyolojik farklar vasıtasıyla kimliklerini ispat
etmeye çalışmışlar ve kendilerine ait özelliklerini
muhafaza etmek için seve seve silahlı mücadeleye
başvurmuşlardır. Makabilerin isyanı ve Helenistik Filistin
sömürge dönemi sonrasında Hasmonean hanedanlığının
ortaya çıkışı bu yüzdendi.
Şu bile söylenebilir ki; Birçok defalar tahrip edilen ve
yeniden inşa edilen ve bir sembol olan Kudüs mabedi birbirini
izleyen ve hiyerarşik ayrım niyeti olan bir. mimari anlayışla
yapıldı. Putperest ve Gentilelerin alanın ötesine, kadınların
bulunduğu alana veya Rahiplerin bulunduğu alana sadece Yahudiler
giriyordu. �Kutsalların Kutsalı� odasına sadece baş rahipler
girebiliyordu.
Kuran-ı yakınen okursak görünüşte çok farklı
tutumlar sunan ayetler buluruz. Bazen barış içinde yaşamaya
yönelik bir ilanda bulunur.�(Resulüm!) De ki: Ey
Kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam sizde benim
taptığıma tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla
tapacak değilim. Evet, siz de benim taptığıma tapıyor
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.�
(Kafirun 106/1-6)
Fakat diğer zamanlar savaş emredilir ve inanmayanlara karşı
savaşmayı emreden birçok ayet vardır. �Size karşı
savaş açanlara sizde Allah yolunda savaş açın�
onları yakaladığınız yerde öldürün. Sizi
çıkardıkları yerden sizde onları çıkarın fitne
adam öldürmekten daha kötüdür.�
(Bakara 2/190-191) Kuşkusuz buradaki �verdikleri sözü
bozan ve peygamberi yurdundan çıkarmaya kalkışan�
(Tevbe 9/13) İslam düşmanları için geçerli bir
durumdur.
Bunların yanında Ehli kitapla ilgilenen, onlara karşı benzer veya
neredeyse aynı tutumu ifade edecek başka ayetler de vardır.
�Kendilerine kitap verilenlerden Allaha ve Ahiret gününe
inanmayan, Allah ve Resulunun haram kıldığını haram saymayan ve
hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek
elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.� (Tevbe 9/29)
�Onlar içinde iman edenlere saygı bakımından en yakın
olarak da �Biz Hıristiyanlarız� diyenleri bulacaksın. Çünkü
onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar
büyüklük taslamazlar� (Maide 5/82) ayetinde
ifade edildiği üzere onlara karşı farklı bir tutuma işaret
eden ayetlerin olduğunu da biliyoruz.
(Ötekilere yönelik) tutumları karşılaştırırsak İslam
ümmetini tek ve ayrıcalıklı bir konumda tutmak için
daimi bir istek vardır. Şimdiye kadar Mekke ve Medine�ye girmenin
Müslüman olmayanlara yasaklandığını söylemek de
çok sembolik ve manalı değildir. Kimlik yine ayrım
vasıtasıyla ifade edilmiştir.
Hıristiyanların, İsa Mesih�in tavırlarını ve öğretisini
inceden inceye düşündükleri Yeni Ahit�i göz
önüne aldığımızda kuşkusuz yukarıda zikredilenler
açısından bakış açısı tamamıyla farklıdır.�Söz
insan olup aramızda yaşadı�. (Yuhanna 1:14) diyerek havari
Yuhanna�nın tanrının sözü olarak tanımladığı
İsa�nın misyonu, İsa Mesih�i Rab ve kurtarıcı olarak tanımak
suretiyle Tanrıyla aynı hayatı paylaşmaya girmek için
herkesi göklerin krallığına davet etmiştir. Yahudilerin
kışkırtması sonucunda onu kırbaçlayarak ve çarmıha
gerilerek cezalandıran Roma valisi Pontius Plate�ye �Benim
krallığım bu dünyadan değildir� (Yuhanna 18:36)
diyerek hatırlatmasının sebebi budur.
Kendisini kabul etmeyi reddeden bir şehrin (Samiriye) üzerine
göksel (ilahi) ateşin gelmesi için çağırmayı
reddettiği gibi (Luka 9:51-56) İsa tutuklandığı zaman da bile
�Kılıcını yerine koy, kılıç çekenlerin hepsi
kılıçla ölecek� (Matta 26:52) diyerek kılıca
(silahlı mücadeleye) başvurmayı reddetmiştir.
Yasanın ikmal edilmesi ve bütün adaletin
gerçekleştirilmesi onun niyetiydi. Bu ancak İnsanların
kalplerini aklayarak ve vicdanlarını tanrının bir merhametli
hükmüne teslim etmeleri suretiyle olur. Tanrı�nın
Krallığı�na girmek etnik veya dini konumu dikkate alınmaksızın
her şahsa zorlamadan özgürce teklif edilir ve herkes sahih
bir hidayet aracılığıyla krallığa girmeye çağrılır.
İsa Mesih Grekler, Romalılar, Samiriyeliler ve Yahudiler, fakir,
zengin, adil günahkâr, Ferisiler ve vergi memurları yani
herkese karşı misafirperverdir. O, Babanın ona verdiklerinden
hiçbirini yitirmemek için en yakın komşularına ve
herkese karşı merhametli olmuştur. (Yuhanna 17:12)�O, herkese
bana gelin ve benden öğrenin çünkü ben yumuşak
huylu alçak gönüllü biriyim.�diye hitap
etmiştir. (Matta 11:29)
Onun bakış açısına göre esas mesele tanrı sevgisi ve
komşu sevgisini barındıran doğru bir hayattır. Zira dini göz
önünde bulundurulmaksızın her şahıs son günde bu
hususta yargılanacaktır.�Çünkü acıkmıştım,
bana yiyecek verdiniz; susamıştım bana içecek verdiniz.
Yabancıydım, beni içeri aldınız; çıplaktım beni
giydirdiniz. Hastaydım benimle ilgilendiniz, zindaydım yanıma
geldiniz� size doğrusunu söyleyeyim bu en basit
kardeşlerimden biri için yaptığınızı benim için
yaptınız� (Matta 25:35-40)
Onların efendisi (Rabbi) ve modeli olarak tüm Hıristiyanlardan
herkese karşı misafirperver olmasını isteyen İsa Mesih�in
mesajı böyledir. Ötekilere tam saygı duyarak,
sakramentler ve özellikle evharistiya sadece vaftiz edilmiş
inananlar tarafından paylaşılsa bile Sembol seviyesinde, burada
hiçbir şey krallığa girmek ve krallığın sırlarını
keşfetmek isteyenler için herhangi bir kiliseye girişin
tamamıyla serbest olmasından daha önemli değildir. Kimlik,
kutsal komünyon�un sunuluşu sırasında hep birlikte
yaşanmakta olan Tanrı Krallığının değerlerinde teyit edilir.
II- BİR KİMSE KENDİ KİMLİĞİNİ KORUYARAK ÖTEKİLERE
NASIL SAYGI GÖSTEREBİLİR?
Hem Yahudi, hem Müslüman hem de Hıristiyanlara sorulan
soru böyledir. Onların kutsal kitaplarının metinleri onları
ötekilerin hepsine saygılı olmaya davet etmekte ve ötekilerin
sahip olduğu mesaja tam bir imanı istemektedir. Bu anlaşılması
zor bir durumdur. Çünkü bu aşırı saygı
(sadakat), burada ele alınan dini çoğulculuk için
gerekli sınırlar, oluşturuyor gibi gözükmektedir.
Problem Müslümanlar için Hıristiyanlar için
olduğundan daha önemlidir. Çünkü Müslümanların
mesajı evrensel bir daveti amaçlar ve bu yüzden de çok
az sayıda insanı dışlar.
Bir kimse, Kuran ve Yeni Ahitte, iki dinde sunulan ve az yada çok
realite (dini çoğulculuk) ve proje (birlikçi
evrensellik) arasındaki bazı uzlaşma noktalarının temeli
olabilen (başka metinler) keşfedebilir mi?Burada bu soruya
açıklamak için mütevazi bir teşebbüste
bulunmak istiyoruz.
1- İslam ve Dini Çoğulculuk
Kuranın öğretisi hakkında iyi bilgilendirilen bütün
Müslümanlar İslam hala Arabistanda azınlıktayken ilk
Müslüman toplumu için probleme ilk cevapları
sağlayan ayetler bulabilir. Bir yandan Ehli-Kitap kendi özgünlüğü
içerisinde tanınıyordu ve onların varlığı bir emri vaki
olarak gözükmekteydi. Daha evvel zikredilen bir ayet
zimmilerin statüsünün daha sonradan ele alınışı
için bir haklılık göstergesi olarak hizmet etmiştir.
Diğer ayetler ise geçiçi olarak şeriata ve
sosyo-hukuki ilişkilere ait kaynakları organize etmektedir.
�İncil�e inananlar, Allah�ın onda indirdiği hükümler
ile hükmetsinler�Artık aralarında Allah�ın indirdiği ile
hükmet, sana gelen gerçeği bırakıp da onların
arzularına uyma!� (Maide 5/47-48) Öte yandan Kuran
heybetli bir şekilde, Müslüman olmayan dini toplumların
kendilerini tanınıyor ve varlıklarına da saygı duyuluyor olarak
gördüklerini varsayarak �Dinde zorlama olmadığını�
(Bakara 2/256) ifade eder.
İslama çağrı onların özgürlüğüne
saygı duymakla birlikte yapılmalıdır.�(Resulüm!) Sen
Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır
ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi
yolundan sapanları en iyi bilendir.� (Nahl 16/125)
Bütün bunlar, kuşkusuz �Allah dileseydi sizleri bir
tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeraitlerde)
sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi
işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü
Allahadır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz
şeylerin (gerçek tarafını) o, haber verecektir�
(Maide 5/48) diye söyleyen başka bir ayette ifade edilen
imaları daha iyi anlaması için bir kimseye fırsat verir.
Bu ayetlerde, sorulan soruya bir cevap olan, bir kimseye bunların
ötesine geçmesine, keskin hatları temizlemesine veya
yukarıda zikredilen bazı başka ayetlerin ayrımına izin verecek
açıklamalar bulunamaz mı? Müslümanların ve
Hıristiyanların bugün, dünyanın birçok ülkesinde
bildiği durumlara (şartlara) göre yenilenmiş bir yorum
tavsiye edilemez mi?
2-Hıristiyanlık Ve Dini Çoğulculuk
Hıristiyanlar açısından İsa Mesih�in örneğinde ve
öğretisinde ötekilere saygılı olmak için ve
dünyevi şehrin yönetici zümresine gerçek bir
özerklik sağlamak için (bu şehrin ortak menfaati için
bir şeyler yapmak durumunda olduklarında) yol gösterici
prensipler bulmak oldukça kolaydır. Vergilerin ödemesiyle
ilgili olarak biz İsa�nın kendisine tuzak kuranlara şöyle
cevap verdiğini biliyoruz.�Sezar�ın hakkını Sezar'a,
Tanrının hakkını Tanrıya verin� (Matta 22:15-22) Markos
12:13-17; Luka 20:20-26)
Pavlus Romalılara mektubunda şöyle söyler: �Herkes
baştaki yönetime bağlı olsun çünkü Tanrıdan
olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından
kurulmuştur.�İtaat etmelisin� vicdan nedeniyle (yönetime
bağlı olmak gerekir) herkese hakkını verin; vergi hakkı olana
vergi, gümrük hakkı olana gümrük, saygı hakkı
olana saygı, onur hakkı olana onur verin�. (Romalılar
13:1-7)
Bu ve diğer birçok metinden, Hıristiyanlar daima bir
kimsenin güçleri karıştırmaması gerektiği sonucunu
çıkardılar. Bir kimse ne kendisini tanrı olarak ileri süren
ve her türlü tapınmayı talep eden Sezar�ı kabul etmeli
ne Tanrının Sezarla karıştırıldığını kabul etmeli ne de
zamanın sonunda İsa Mesih�in bizim için vaat ettiği
Tanrının Krallığı�nı yeryüzünde gerçekleştirme
iddiasında bulunan her türlü teokrasiyi kabul etmemelidir.
Elbette bu krallık zaten sunulmuştur ve Hıristiyanlar, Krallığın,
kendilerini İsa Mesihle ve Tanrının lütfünü
araştıran bütün iyi iradeli insanlarla birleşmiş olarak
bildikleri (azizler meclisi olan) kilisede çekirdek ve öz
olarak mevcut olduğuna inanırlar. Onlar orada biricik arzusu
herkesin Tanrıya geri dönmesi, ve verilen çeşitli
istidatlar içinde ana şükretmesi ve onu yüceltmesi
olan kutsal ruhun faaliyetini görürler.
3-Kitabı Mukaddes, Kuran ve Dini Çoğulculuk
Müslümanlara ve Hıristiyanlara dini
çoğulculuk için bazı nispi formlar planlamak için
izin veren ve sahih metinlerin ötesinde Onların, insan ile
tanrı arasındaki ilişkiler hakkındaki ortak görüşü
bir monoteist ve ferdiyetçi bir yaklaşım ilave edebilir
gözükmektedir.
Gerçekte Müslümanlar ve Hıristiyanlar insanın
tanrı tarafından yaratıldığını, ruhunu ve aynı zamanda birçok
zeka ödülünü (irade ve özgürlük)
tanrıdan aldığını kabul ve ilan eder. Hem Kitabı Mukaddes hem
de Kur�anda bütün insan varlığının bu temel değerini
destekleyecek metinler çoktur.
İnsan, Müslümanlar tarafından ötekiler arasında
şahit olmak için yeryüzünde Allanın halifesi
olarak tanınsa da, Hıristiyanlar tarafından İsa Mesih�in
zatında erkek ve kız kardeşlerini sevmek ve hizmet etmek zorunda
olan, evlatlığa kabul edilmiş oğul olarak ilan edilse de Tanrının
önermeleriyle özgürce ifade edilmesi ve olabildiğince
makul bir şekilde içselleştirilmesi daima bir problem
olmuştur.
Kuran sık sık insanlara �Öyleyse dileyen iman etsin,
dileyen inkar etsin� (Kehf 18/29)diye hitap etmektedir.
Peygambere şöyle hatırlatılır: �Eğer Rabbin dileseydi
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde
sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın�
(Yunus 10/99-100)
Bu önemli ayetler şu gerçeğe işaret eder. İnsan
seçimlerinde özgürdür, (Peygam berlerin görevi
insan özgürlüğünün gizemiyle karşılaşınca)
ve son tahlilde her şey Tanrının hür iradesinin büyük
gizemine havale edilmektedir.
Hıristiyanlar için İsa Mesih�in meseller yoluyla
hatırlattığı problem aynıdır ki kişi iyi tohum ve delice
otunun birlikte büyümesi için izin vermelidir.
Krallığın ürünü, müteakip mevsimlerin yanı
sıra farklı toprak tiplerine ve sulama türüne bağlıdır.
Böylece hiç kimse �şöyle olsaydı veya böyle
olsaydı� demeye güç yetiremez. Bu İsa�nın
elçilerine �Babanın kendi yetkisiyle belirlemiş olduğu
zamanları ve tarihleri bilmenize gerek yok� (Resullerin işleri
1-7) diye söylemesinin nedenidir. İsa Mesih için,
insanların zamanı aynı zamanda Tanrının sabretme zamanıdır.
Petrus ilk vaazlarında �Öyle ki Rab size yenilenme
fırsatları versin� (Resullerin işleri 3/20) diyerek bu
hususu dile getirir.
Çeşitli manevi toplumlar ve uyumlu bir dini çoğulculuk
için ortak saygının temel dayanağı olan Refah, bekleme ve
ümit zamanı, zamanlar ve mevsimleri dikkate alan ve böylece
yavaş yavaş Tanrının krallığının gelişini ve onun yasasına
bağlılığı hazırlayan tanrının aynı sabrına dayandırılamaz
mı?
Onun inayeti iyileri ve günahları dikkate alır ve iyilikleri,
dinleri fark etmeksizin tüm insanlara ulaşır. Çünkü
o, onların hepsinin onun iradesine döneceğini ve birgün
onun krallığını tanıyacağını ümit eder. İnanmayanların
sevilmesinin ve beklenilmesinin sebebi budur. Dahası İsa Mesih
Hıristiyanlara şöyle söyler.�Aynı şekilde gökte,
tevbe eden tekbir günahkar için, tövbeyi
gereksinmeyen 99 kişi için duyulandan daha büyük
sevinç duyulacaktır.� (Luka 15:1-7)
Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu yüzden bir araya
toplanabilir ve tanrının sabrını, kültürlerin,
ülkelerin ve zamanın unsurlarının çeşitliliğine göre
organize edilecek ve itibar edilecek dini çoğulculuğun esası
olarak dikkate alabilirler. Onlar aynı zamanda nasıl (sabırlı)
olunacağı bilmeyecekler mi?
Kuran muhatabına şöyle söyler. �Sen sana vah
yolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hâkimlerin
en hayırlısıdır.� (Hud 10/109) ve ona tekrar şöyle
hitap eder �Sabret! Senin sabrın da ancak Allahın yardımı
iledir�� (Nahl 16/127)
Hıristiyanlara gelince, yeni Ahit Hıristiyanlardan tekrar tekrar
tüm insanlara karşı merhametli olmalarını ister.
�Tanrının bana bağışladığı lütufla hepinize
söylüyorum. Kimse kendisine gereğinden çok değer
vermesin. Herkes tanrının kendisine verdiği iman ölçüsüne
göre düşüncelerinde saygılı olsun� (Romalılar
12:3)
�Rabbin gelişini bekleyin. O, karanlığın gizlediklerini
aydınlığa çıkaracak, yüreklerde ki amaçları
açığa vuracaktır. O zaman herkes Tanrıdan yapına düşen
övgüyü alacaktır.� (I.Korintoslular 4:5)
SONUÇ: Nitekim Kitabı Mukaddes�in ve Kuran�ın
insanlığın şehrinde Dini çoğulculuğu temin etme
hususunda söyleyecek çok az şeyinin olduğu açıkça
görülmektedir. Kuşkulanabileceğimiz üzere Yahudiler
için Eski Ahit, Müslümanlar için Kuran ve
Hıristiyanlar için yeni Ahit, Tanrının ve insanlığın
gizeminin bazı yönlerini ve tarih ve kozmosun nihai anlamını
açıklamayı amaçlayan bütün dini mesajların
üzerinde bir konuma sahiptir.
Kitabı Mukaddes ve Kuran ötekilere şu noktada ilgi gösterir.
Kitabı mukaddes ve Kuran, bir Yahudi, bir Müslüman veya
Hıristiyan�a diğer dinler hakkında okumayı teklif edebilir.
Çünkü Yahudiler, Müslümanlar ve
Hıristiyanlar gerçekten, kendilerince tek, eşsiz monoteizmin
evrensel formunu oluşturmayı amaçlar. Eski Ahit, Kuran ve
Yeni Ahit�in onların ele alınışı ve aktarılmasına yönelik
Tarihsel bağlamı tasvir etmede başarısız olmamasının ve
�ötekilerle olan ilişki�nin farklı boyutlarını
keşfetmenin faydalı gözükmesinin sebebi budur. Böylece
biz ötekilerin nasıl isimlendirildiğini, kurtuluşlarının
nasıl tasavvur edildiği ve birbirlerinin tutumlarının başkalarına
yönelik teolojik bir bakış olarak nasıl ifade edilmek
durumunda olduğunu görebiliriz.
Ötekilerle olan sosyo-hukuksal ilişkilerin düzenlenmesi
ile ilgili olarak Yeni Ahit�in, Hıristiyanlara aynı
sosyo-hukuksal düzenle ilgili olarak yaratıcılık için
daha fazla özgürlük imkânı tanıyor olarak
gözükmekle birlikte Eski Ahit ve Kuran arasında durumlar
ve cevaplarda belirli bir paralellik olduğunu gözlemledik.
Kuranın ve yeni Ahit belirli temel ayetleri üzerinde daha derin
bir tefekkür ve daha manevi düşünmek yeni bakış
açılarına kapı açacaktır.
Eski Ahit ve Kuran tarafından sunulan kat�i cevaplar yeniden
yorumlanmak ve onların iletildikleri tarihsel konteksle ilgili
olarak mukayese edilmek zorunda olacaktır. Öte yandan bu temel
ayetler güvenilir ve sosyal ve siyasal eşitlik veya hiyerarşik
dini çoğulculuğu garanti edecek bir tarzda, dini gruplar
arasında organize edilecek yeni ilişkilerin modern bir
değerlendirilmesi için genel prensipler temin edebilir. Bu
tüm insanların huzurunda, bazen de Tanrının huzurunda yapılan
insan haklarına saygıyı bütün vatandaşlarına garanti
etmek zorunda olan modern bir devletin yapısı altında olacaktır.
Bütün dinlerin inananları özelilikle de Yahudiler,
Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu yenilenmiş yapı altında
Kuranın yapmaya davet ettiği üzere (Mâide 5/48) iyi
işlerde birbiriyle yarışabilirler ve Yuhanna tarafından yeniden
dile getirilen İsa�nın mesajının çağrısına göre
birbirlerini sevebilirler. �Sözle ve dille değil, eylemle
ve içtenlikle sevelim� Çünkü sevgi
tanrıdandır. Seven herkes tanrıdan doğmuştur ve tanrıyı
tanır.� (I. Yuhanna 3:18 ; 4:7)
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|