AKIL VE NAKİL ÜZERİNE
HİKMET ZEYVELİ
İLMİN YOLLARI
Mustafa Sıbâî,
İsra/36
ayetiyle, ilmin elde edilebilmesi için gerekli üç esasın
zikredilmiş olduğunu hatırlatır.[1]
Ayetin meâli şöyle:
„Hakkında ilmin (hasıl) olmayan birşeyin
peşinden gitme. Çünkü duyma(n), görme(n), ve muhakeme(n), -bunların
hepsi- ondan sorumludur.“
Mustafa Sıbâî’ye göre, ayyette, ilim’e ulaşmak
için zikredilen üç esas şunlardır:
1- Sem’ (Duyma): Doğru haber (Haber-i Sâdık).
2- Basar (Görme): Sağlam tecrübe ve müşahede (Havass-ı
Selîme).
3- Fuad (Akıl - muhakeme): Sağlıklı bir aklın
muhakemesi (Akl-ı selîm)
Gerçekte bu tespit, kelam alimlerince de kabul
edilenin aynıdır.
Şimdi bu üç esası teker teker inceliyelim:
DOĞRU HABER
Yalın ifadesiyle „haber“; tecrübe ve müşahade
edilmemiş bir olayın, bir gerçeğin şifahî nakliyle meydana
gelir. Haberin ilme veri (done) olabilimesi için mutlaka „doğru“
olması esastır.
Verdiğimiz tanımda „tercrübe ve müşahade
edilmemiş“ kaydını koymuş bulunuyoruz. Her zaman ve herkesçe
tercübe ve müşahade edilebilecek olay ve gerçeklerin
aktarılmasının bir gereği ve önemi yoktur. Örneğin;
geçmişteki insanların tenasül yoluyla hayatlarını idame
ettirdiklerini, yeme - içme ve hava teneffüsüyle
yaşadıklarını, suyun aktığını, ateşin yaktığını.. birer
haber olarak nakletmeğe hiç gerek duymayız. Çünkü bunlar,
her toplumda bizzat gözlenen ve tercübe edilen gerçeklerdir.
O halde, „haber“ niteliğiyle bir naklin önem kazanabilmesi
için, onun herkesçe ve herzaman tercübe ve müşahade
edilemeyen bir özelliğinin olması gerekir. Bu tercübe ve
müşahade edilemeyen gerçek ve olayları iki kısma
ayırabiliriz:
a) Tüm insanların tercübe ve müşahadelerinin
sınırları dışında kalan gerçekler ve olaylar: Kainatın
yaratılış prosesi, dünyamınzın ve ilk insanın varedilmesi,
varoluşun hikmeti ve gayesi, varlıkların veya insanlığın
akıbeti, ölüm - ötesi gerçekler... Bütün bunlar, yaşamakta
olan insan için tecrübe ve müşahadesi imkansız olan
konulardır. Ve işte bütün bunlar, ancak Yaratıcımızın
ilminde olan (gaybî) gerçeklerdir ve ancak O’nun,
Peygamberlerine - vahiy yoluyla - bildirdiği kadarını
bilebiliriz. -Gaybi konularda Yaratıcının bildirdiklerine
tam bir teslimiyetle inanmak kadar (Bakara/3), O’ndan başka
herhangibir beşerin bu konuları bilebileceğine inanmamak
da (Neml/27, En’am/59) imanımızın gereğidir.
Bu tür gereçekleri nakleden haberlerin „mütevatir
vahiy“ olamsı gereği ortaya çıkmaktadır. „Mütavatir“
terimiyle, sıhhatinden hiç şüphe edilmeyecek şekilde
kollektif bir nakille gelmiş olmasını kasdediyoruz. Ilahi
vahiy iddiasındaki mesajlardan Kur’an’ın - yalnızca
Kur’an’ın - bu vasfa mazhar olduğuna tahkiken ulaşmış
bulunuyoruz.
O halde Kur’an’ın dışındaki hiçbir kaynağın „gaybi“
haberleri bize bildirmeye kabiliyeti ve yetkisi yoktur.
„Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan
başkası onları bilemez...“(En’an/59)
„De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse
gabı bilemez..“ (Neml / 65)
b) Muayyen bir zaman veya coğrafyada tecrübe ve
müşahade edilmiş olmakla beraber her zaman ve her yerde
tekrarı mümkün olmayan veya çok zor olan olay ve gerçekler:
Genellikle tarihin konusunu teşkil eden bu olay ve gerçekler,
sebep - saik - sonuç münasebetlerinin bilinmesiyle yeni
tecrübe ve müşahadelere yardımcı olmaları açısından önemi
büyüktür. Hz. Muhammed (a.s)’in risaletinin olayları,
İstanbul’un fethi, Fransız ihtilali bu kabil gerçekler olup
bizlere ancak „haber“lerle ulaşmaktadırlar. Bu heberler
sahih ve mütavatir oldukları ölçüde ibret-âmizdirler.
Birinic şıkta verilen gaybi haberlerin doğrudan
kaynağı Yaratıcı olamakla beraber, peygamber vasıtasıyla ilk
tebliğden sonraki nakli de artık ikinci şıkkın konusu
olamaktadır. Yani, vahyin inzâli, tebliğ ve tatbiki de artık
tarihen tecrübe edilmiş bir olaydır ve sonrakilere haber (nakil)
lerle ulaşmak zorundadır. Dolayısıyla bu şıkka giren
haberlerin „sadık“ olabilmesi için hem aslının geçek olması,
hem de dürüst nakledilmiş olması gerekmektedir.
Sonuç olarak „haber“ e, geçmiş tecrübe ve
müşahadelerin sonraki nesillere iletim vasıtasıdır,
diyebiliriz.
TECRÜBE VE
MÜŞAHEDE
Toplum ve bireylerin doğrudan - doğruya
algıdakları, gözledikleri, denedikleri olaylar ve gerçekler
de ilme veri (done) teşkil etmektedir. Ancak bu deney ve
gözlemlerin, sağlıklı duyular ve yeterli araçlar vasıtasıyla
yapılmaları gereklidir.
Tercübe ve müşahadenin doğru verileri temin
edebilmesi için; bunları yapanların, sağlıklı duyu
organlarına sahip ve psikolojik yönden kusursuz olmaları
gerektiği gibi, deney araçlarının yeterli ve doğru seçilmesi,
gözlem ve deneylerin yeterli sayıda ve temsil edici
niteliklerde olmaları da gereklidir.
Duyuların kusursuz olması, yine de, tabiattaki
bürtün gerçekleri yeterli bir şekilde algılayabilecekleri
anlamına alınmamalıdır. Çünkü her duyumuz, kendi alanın
bütünüyle ihata edecek bir kapatisede yaratılmamıştır. Gözün
görebildiği ışık dalgaları, kulağın işitebildiği ses
dalgaları bütün alana nazaran çok cüz’i kalmaktadırlar.
Gözümüz kızılötesi, morötesi, Röntgen... ışınlarını
göremediği gibi kulağımız da mesela supersonik sesleri
duyamamktadır. Ayrıca piskolojik faktörler de deney ve
gözlemlede hata yapma ihtimalini arttırırlar Hele kitle
pliskolojisi içinde müşahede yanılgıları yaygın bilinen bir
gerçektir.
AKIL VE MUHAKEME
Akıl ve muhakeme, ilk iki esasla (haber ve
tecrübe/müşahade ile) aynı türden değildir. Haber ve tercübe/müşahade,
akla veri (done) sunarken akıl, o verileri değerlendirerek (muhakeme
ederek) bir sonuca varır. Yani akıl bir kabiliyettir, bir
malzeme, bir veri değildir.
Muhakeme de bu kabiliyetin fonksiyonudur.
Akıl salt bir kabiliyet olunca, onun, verisiz
hiçbir muhakeme yapamayacağı ve hiçbir sonuç üretemeyeceği
gerçeği ortaya çıkar. Tıpkı program yüklenmemiş bir
bilgisayar gibi.
Aklın doğuştan (fıtrî) bir kabiliyet olduğu,
ancak akıl sahiplerinin mükellef olabileceği veya akıl
olmayanın dininin de olamayacağı hep kabul edilen
gerçeklerdendir.
A’raf/172-173 ayetleriyle verilen (‘Qâlû – bela’
temsîli istiaresiyle -sembolik anlatımıyla); insanın,
fıtraten Rabbini bulmaya ve tanımaya kabiliyetli yaratıldığı
ve bundan dolayı da „tevhid“ e ulaşmasında hiçbir
mazeretinin olmadığı ifade edilmektedir.[2]
AKIL /
NAKİL TERCİHİ
Ötedenberi akıl ve nakil (haberin) çelişebileceği
iddia ve kabul edilmiş, böyle bir durumda hangisinin tercih
edileceği tartılmıştır.
Daha çok kelemcılarca benimsenen görüşe göre:
„Akıl ile nakil tearuz ettikde akl evvel, nakl muevveldir.“
(Akıl ile nakil çelişirse akıl esas alınır, nakil akla göre
te’vil edilir.)
Bu ğörüş sahipleri, - Kendilerince - akla aykırı
gördükleri nakilleri, ya delaletinde veya subutunda hata
yapıldığını ileri sürerek te’vil veya reddetmişlerdir.
Nakilciler (hadisçiler) ise aklın önceliğine
karşı çıkmışlar, naklin rivayet yönünden „sahih“ görülmesi
halinde, aklın artık söz sahibi olamayacağını
savunmuşlardır. Bazılarına göre ise „zaîf bile olsa nakil (hadis),
kıyasa (akla) tercih edilmelidir.
Örnek olarak: „ölen bir kimsenin oruç borcu
varsa velisi onun yerine oruç tutar.“ mealindeki hadisi
verebiliriz[3].
Bu hadis, hadisçilerce rivayet yönü „sahih“ görüldüğünden
-kıyas muhalefeti itiraf edilmesine rağmen savunulmuştur.[4]
AKIL VE
NAKİL ÇELİŞİR Mİ
Yukarda verdiğimiz tanımlardan, naklin (haberin)
ve tecrübe/müşahade’nin akla veriler sunduğunu; aklın ise,
kendisine sunulan bu verileri değerlendirerek sonuçlar elde
eden bir kabiliyet olduğunu; başka bir ifadeyle, aklın, ilk
iki veri kaynağından farklılığını öğrenmiş
bulunuyoruz.
O halde akıl, kendisiyle aynı türde olmayan
birşeyle nasıl çelişebilir? Sorumuza kuvvet kazandıracak bir
benzetme yapalım: Eşya’nın gözle görülebilmesi için iki şeye
ihtiyaç vardır; a)Sağlıklı göz, b) Yeterli ışık. Göz
olmaksızın ışığın, ışık olmaksızın gözün eşyayı görmemize
yeterli olamayacağı âşikardır. Bir kimse „Eşyayı görmemide
göz ile ışık çelişirse hangisini tercih edelim?“ diye bir
soru ortaya atsa herhalde çok abes buluruz. Hemen „Gözle
ışık nasıl çelişebilir ki? Bunlar hiçbir zaman çelişmeyeceği
gibi herhangibirinin yokluğu da diğerini -görme konusunda-
fonksiyonsuz bırakır. Bunlar birbirinin lâzımı - melzûmu (birdiğerini
gerekli kılan) şeylerdir. Ancak göz bozuklukları veya ışık
yetersizlikleri sözkonusu edilebilir ki bunların da
çelişkisiyle ilgisi yoktur.“ gibi bir karşılık verebiliriz.
Benzer şeyler „Akıl ile nakil hiçbir zaman çelişmezler. Bir
çelişme sözkonusu ise,bu akıl ile nakil arasındadır ya da
gene akla mukaddime olmuş tecrübe/müşahade veriler ile nakil
arasındadır. Akıl başka bir veri ile mukayese etmeden yeni
verilerin doğru veya yanlış olduklarına da hükmedemez. Öncül
verilerin doğru veya yanlışlığı, varılan sonucun da doğru
veya yanlış olasına sebep olur.“
Şimdi, bu söylediklerimizi iki örneğe
uygulayalım:
·
Ö r n e k : 1
Allah’ın „sürekli yaratmakta ve yoketmekte olduğu“
şeklindeki dini inançla „Hiçbir şey yoktan var olmaz, var
iken yok olmaz: ancak enerji bir halden diğer hale dönüşür“
şeklindeki ifade edilen, maddenin veya enerjinin sakımı
kanunu biribriyle çelişmektedir. Bu durumda akıl - nakil
çatışması mı sözkonusudur? Bizce hayır. Çünkü anılan fizik
kanunu, doğrudan - doğruya aklın ürünü değildir. Tabiatta
yapıldığı iddia edilen çok sayıda gözlem ve deneylerin
verilerini kendine baz alan aklın „tümevarım“ yoluyla elde
ettiği bir sonuçtur. Yani „madem ki şu kadar deneyle madde/enerji’yi
varedemedik ve yokedemedik; madem ki şu kadar gözlemle madde/enerji’nin
varolduğuna ve yokolduğuna şahit olmadık, o halde hiçbir şey
yoktan varolamaz...“ mantığı.
Biz ise, yine aklımızla, bu genellemedeki büyük
cür’eti ve hatayı görebiliyoruz:
Bütün bir kainata (evrene) teşmil edilen böyle
bir sonuç çıkarmamıza esas olacak gözlem ve deneylerin;
bütün kainatı temsil etmeye yeterli bir alanda, yeterli
sayılarda, yeterli deney ve gözlem araçlarıyla yapılması -
aklen - gerekmez mi? Bütün bir kâinata nazaran işkal ettiğimiz,
deney ve gözlemlerimize sahne olan alanın boyutu nedir?
Kâinata nazaran bu sonsuz küçük alanda, sonsuz küçük sayıda
ve sonsuz küçük imkanlarla yapılan deney ve gözlemlerin
sonuçlarından yola çıkarak bütün bir kâinata teşmil edilecek
bir kanun nasıl çıkarılabilmiştir?
Günümüzün birçok bilim adamı bu kabil
genellemelerin yanlış olacileceğini, istisnaların her zaman
bulunabileceğini artık kabul etmek zorunda kalmışlardır[5]:
Örneğin „Termodinamiğin Ikinci Kanunu“ nun
şumûlu hakkında tereddütler ileri sürülmektedir artık:
„Termodinamik yalnızca istatistiki bir ifadedir
ve istisnaları mümkündür.“[6]
„Kainatta
vuku bulan herşeyden haberimiz yok. Müşahade ettiğimiz
değişimlerein tamamı entropinin arttığı istikamette maydana
gelmektedir. Buna rağmen kâinatın herhangibir yerinde
anormal şartlara bağlı bazı değişmeler olabilir ve şimdiye
kadar hiç incelemediğimiz azalan entropi yönündeki olaylarla
karşılaşılabilir.“[7]
Varolma - yokolma konusunda da tereddütler
gözlenmektedir.
„Kainatın maddesi nereden gelmektedir? Eğer 0 = +1+(-1) ise,
„0“ olan birşey +1 ve -1 de olabilir. Belki sonsuz bir
hiçlik denizinde artı ve eksi enerji yığınları eşit
büyüklükte çiftler halinde devamlı olarak teşşekkül etmekte,
evrime maruz kaldıktan sonra bir kere daha birleşerek
kaybolmaktdırlar. Bizler hiçlikler arasında bir zaman
aralığında, bu yığınlardan birisinin içindeyiz ve merakla
bekliyoruz.“[8]
Görüldüğü üzere, örneğimizde nakil ile bizzat akıl
çelişmemektedir. Akıl, yetersiz bir öncülden hareket ederek
nakle (vahye) aykırı yanlış bir hükme varmıştır.
Yaratıcımız, yarattıkları hakkında yanlış bilgi
vermekten münezzehtir.
Ö r n e k : 2
Yukarıda zikredilen „ Ölen bir kimsenin oruç
borcu varsa velisi onun yerine oruç tutar.“ hadisiyle amel
etmeyi reddeden müctehidlerin gerekçeleri de mücerred aklın
kendisi değildir.
İmam Ebu Hanife (r.a.) - âdeti vechiyle - hep
Kur’anî verilerle mes’elelere bakmaktadır. Kur’an’da ise „Hiçbir
günahkar başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için
çalışmasından (amelinden) başka bir istihkakı yoktur.“ (Necm/39-40)
buyurulmaktadır. Bedenî bir borçun malî bir borca
benzetilemeyeceği gene Kur’an’dan çıkarılabilecek bir
sonuçtur.
İmam Malik (r.a.)’ in ise, „sünnet yurdu“ olan
Medine’deki uygulamayı esas alarak bu hadisle ameli reddettiği
bilinmektedir.
Ayrıca bu hadis hükmünü reddeden sahabe
fetvaları da vardır.
Görüldüğü üzere
gene nakle karşı duran, nakille çelişen mücerred akıl değil,
akla mukaddime olan nakil ve gözlemlerdir.
AKILSIZ OLUR
MU?
Akıl; vahiy dahil herçeşit haberi, herçeşit
tecrübe ve müşahade sonuçlarını değerlendiren yegâne
kabiliyet olduğuna göre akılsız hiçbir doğruya ulaşılamaz.
Akletmeden bir peygamberi bir şarlatandan
ayırdetmemiz, akletmeden vahyi kavramamız, akletmeden iman
etmemiz, akletmeden tevhide ulaşmamız mümkün değildir.
Bu ifadelerimizle vahyi ikinci plana atarak
küçümsüyor muyuz? Asla! Akıl göze, vahyi de ışığa benzeten
örneğimizi hatırlatsak akıl olmadan vahyin, vahiy olmadan da
aklın - sorumlı insan için - hiçbir değer ifade etmeyeceğini
zorunlu olarak kabul ederiz. Şunu da hatırlatalım ki,
Allah’ın sözlü ayetleriyle (vahiyle) muhatap olmayan akıl -
Kur’an’ın tekrar tekrar hatırlattığı - tabiattaki (sözsüz)
ayetlerden her zaman faydalanabilir. Yani faal akıl mutlaka
ayetleri bulabilecek ve tevhide ulaşabilecek imkan ve
kabiliyete sahiptir.
Aklı için sözkonus olabilacek bir zaaf varsa,
onun faal edilmemesidir ve bu faaliyetsizlikten irade sahibi
insan sorumludur. Kur’an’ı Kerim, aklı faal tutma yönünde
teşvik ve uyarılarla doludur. „Akletmez misiniz ?“ (14
yerde), „...ki akledesiniz.“ (8 yerde), „akleden bir toplum
için...“ (9 yerde), „ eğer aklederseniz...“
„(Allah) pisliği (azabı/rezilliği) akllarını
kullanmayanlara verir...“ (Yunus / 100 )
„Derler ki: Eğer (vahye) kulak verniş veya
akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında
bulunmazdık.“ (Mülk /10)
„....Onları birlik -beraberlik sanırsın, oysa
kalbleri birbirinen ayrıdır. Bu, onların akletmeyen
bir topluluk olmalarından ötürüdür.“ (Haşr /14)
Allah’ın emrine uyarak aklımızı faal tutmamız
kulluğumuzun gereğidir.
[1]
Dr. Mustafa es-Sıbai- Es - Sünne.. (1.B.) Kahire, 1961,
s. 49
[2]
Fahreddin er -Razi / Mefatihu’l - Gayb, Tahran, tsz.
cüz.15,s. 46-53
[3]
Buhari K: 30, B: 42: Muslim, K: 13 B: 27
[4]
M.N. el -Elbani - El - Hadis .. (3.B:)
Kuvayt, 1400 H, s. 39-40; İbn Hacer el - Asqalani
Fethu’l - bari Beyrut tsz. c. 4. s. 194.
[5]
Bertrand Russel - Bilimden Beklediğimiz (Varlık Yy.),
İst. 1969, s. 69-80
[6]
Dr. Henry M. Morris - Yaratılıþ Modeli, (M.E.B.Yy) Ank.
1985. s.46 (Kaynağıyla !. H. Rush’dan naklen)