Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamlar,
Sn: Hakkı YILMAZIN bu sure hakkındaki görüşlerini istifadi
bilgilerinize sunuyorum.
http://www.istekuran.com/index.php?page=176dc03baec48a336496 710a029fcef2&id=21
Mâûn suresi Mekke`de 17. sırada inmiştir. Bu surenin
tamamının Medine`de indiğini iddia edenler olduğu gibi, 1-3. ayetlerinin
Mekke`de, 4-7. ayetlerinin Medine`de indiğini iddia edenler de vardır. Ancak
hem surenin üslûp ve içeriği, hem de İzzet Derveze gibi araştırmacıların İbn-i
Abbas ve İbn Zübeyr kaynaklı tespitleri, surenin kesin olarak Mekkî olduğunu
göstermektedir. Surenin yarısının Medine`de indiği iddiası ise, 4. ayetin
“ta`kip” veya “sebep” “ف fa”sı ile başlaması nedeniyle dikkate alınacak bir görüş değildir.
Çünkü surenin orijinal yapısı (konu bütünlüğü), ayetlerin birbirinden
ayrılmasına engeldir. Surenin Mekkî olduğunu gösteren bir başka husus da,
surede özellikleri anlatılan insanların Medine`li münafıklar olmayıp, adı sanı
belli, sayılı Mekke`li firavun bozuntuları olmasıdır. Yani bu sure de, yine
Mekke müşriklerini teşhir etmekte, onların şahsında bütün dünyadaki ve tüm
zamanlardaki müşrik ve din karşıtlarının ilkelerini ortaya dökmekte, onlara
karşı alınması gereken tavırları belirlemekte ve uyarılara devam etmektedir.
İniş sebebi:
Mâverdi, bu surenin Ebucehil hakkında indiğini ileri sürmüş ve iddiasını şu
rivayete dayandırmıştır:
Ebucehil, vasisi (velisi) olduğu bir yetimin, ihtiyaç sebebiyle kendi malından
bir şey istemesi üzerine, onu iterek isteğine kulak vermez. Kureyş`in ileri
gelenleri, alay etmek maksadıyla, çocuğu peygamberimize gönderirler. Çocuk da
peygamberimizden yardım ister. Hiçbir ihtiyaç sahibini geri göndermek âdeti
olmayan peygamberimiz, çocuğu dinledikten sonra çocukla beraber Ebucehil`e
gider ve Ebucehil de çocuğa malını verir. Bunun üzerine Kureyşliler Ebucehil`e
“sen de sapıttın” derler. Ebucehil ise onlara “Hayır sapıtmadım. Fakat onun
sözleri bende öyle dehşet uyandırdı ki, vermezsem helâk olacağımdan korktum ``
diyerek cevap verir.
Ayetin iniş sebebi hakkında Ebucehil`in yanı sıra cimrilikleri ile tanınan,
yoksullara-düşkünlere eziyet ederek onları hor görüp itip-kakan, Velid İbn
Âiz, Ebusüfyan, As İbn Vâil es Sehmî, Velid b. Muğıre gibi başka isimler
de rivayet edilmiştir.
Aslında, surenin kimin için indiği önemli değildir. Çünkü Kur`an’ın hükmü
sadece bu şahıslarla sınırlı olmayıp, her zaman ve her yerde, bu kişilere
benzeyen, aynı davranışlarda bulunan tüm insanları kapsar.
17 / MÂÛN (Basit ev eşyaları) SURESİ
Rahman ve Rahîm Allah adına.
Ayetlerin meali:
1- Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü?
2-3- İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen
kimse.
4- Bu nedenle, şu namaz kılanların / şu destekçilerin vay haline!
5- Onlar namazlarından / destek verişlerinden gafildirler,
6- onlar, gösteriş yaparlar,
7- ve mâûnu vermezler.
Ayetlerin tahlili:
1. Ayet:
Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü?
“الدّين Din” sözcüğü üzerinde hem Arap-İslâm âlimleri hem de Mac Donald, A.
Jeffery, L. Gadret gibi oryantalistler ciddî araştırmalar yapmışlar,
İbranice`de ve Eski Farsça`da bu sözcüğe yazılış ve okunuş olarak benzeyen
sözcükler bulmuşlardır. İbni Menzur`un Lisan-ül Arab ve Zebidî`nin Tac-ül Arus
adlı eserlerinde, örnekleriyle açıkladıklarına göre “دين din” sözcüğü “د dal”, “ ى ye” ve “ن nün”
harflerinden meydana gelmiştir. “دين Deyn”
sözcüğü de aynı harflerden meydana gelmiştir. Üstelik “Deyn” sözcüğünde “ ى y”
harfi, cezim hâliyle bir mastar veznini korurken “دين din”
sözcüğündeki “ى y” harfi harekesini kaybederek harf-i med (uzatma harfi) durumuna
dönüşmüş ve böylece “دين din” sözcüğü isimleşmiştir. Bu durum, “din” sözcüğünün “deyn”
sözcüğünden türediğini göstermektedir.
“Deyn” sözcüğünün vazı` (ilk) anlamı “borç” demektir. Aslında “din” sözcüğü de
başlangıçta “borç” anlamında kullanılmaktaydı. Fakat zaman içersinde insanlar
arasındaki alma-verme işlemleri kapsam olarak genişleyince, buna bağlı olarak
bu ilişkileri ifade eden sözcüğün de anlamı genişlemiş ve ceza (her şeye bir
karşılık verilmesi), hak-hukuk, nizam-intizam, sosyal düzen… gibi kavramlar da
“din” sözcüğüyle ifade edilir olmuştur.
“Din” sözcüğü, konumuz olan ayette “ceza” anlamındadır. Kısaca “karşılık” demek
olan “ceza” sözcüğü, Türkçe`de, sadece kötülüğün karşılığı olarak
anlaşılmaktadır. Ama aslında “ جزاء ceza”, iyi ya da kötü, her türlü davranışın
karşılığıdır. Bu ayette konu edilen ve “ceza” anlamına gelen “din” sözcüğü de;
ahirette herkesin iyi ve kötü, yaptıklarının karşılığını görmesini ifade eder.
“Din” sözcüğünün Kur`an`da “ceza (karşılık)” anlamında kullanıldığına, Nur;
25, Zariyat; 6, İnfitar; 9, Tin; 7 gibi bir çok ayet örnek
olarak gösterilebilir. Saffat suresinin 53. ayetinde ise sözcük yine aynı
anlamda ama “مدينون medînûn” şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca Kur`an`da geçen tüm “يوم الدّين
yevmiddin (din günü)” tamlamalarının anlamı da; İnfitar suresinde detayı
verildiği gibi “Karşılık günü”dür.
Aynı kökten gelen ve yüce Allah`ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan (Esma-i
Hüsna`dan olan) “الدّيّان ed-Deyyân”; yapılan işlerin karşılığını veren, hesaba çeken, hiçbir
ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren demektir.
“Din” sözcüğü, daha sonra da istiare yoluyla, mutlak olarak, toplumsal
alış-veriş; toplumsal ilişkiler anlamı olan “şeriat / sosyal nizamı belirleyen
ilkeler” anlamında kullanılır olmuştur.
“Şeriat” anlamında kullanılan “din” terimi, Kâfirun suresinin tahlilinde
açıklanacaktır.
Ayetteki “Sen gördün mü?” hitabı, görünüşte peygamberimizedir. Ama Kur`an
üslûbu gereği bu hitap, her çağda ve her coğrafyada geçerli olup, her akıl
sahibi insanadır. Ayrıca “duydun mu?” değil de “gördün mü?” ifadesinin
kullanmasının nedeni, dini yalanlayarak icraatta bulunanların yalanlama
işlerini fikir düzeyinde sözlü olarak değil de, toplumda eylem olarak
yaptıklarını göstermek içindir. Ancak bu soru, “evet gördüm” ya da “hayır
görmedim” diye cevabı beklenen bir soru değildir. Bu, “teaccüb (hayret
uyandıran)” bir soru tipidir ve “din”i (iyi, kötü her amelin mutlaka
karşılığının alınacağını) yalanlayan insanın bu tavrının hayret verici,
enteresan bir tavır olduğunu ifade eder. Bu üslûp, muhatabı, ahireti inkâr eden
insanda ne gibi bir karakter meydana geleceğini düşünmeye davet etmektedir.
Hatırlanacak olursa, aynı soru tipi ile ilk sure olan Alak suresinde de
karşılaşmıştık.
2 - 3. Ayetler:
İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen
kimse.
Bu ayetler bize Fecr suresinin 17-20. ayetlerini hatırlatmaktadır.
Fecr; 17 20: Hayır… Hayır… Doğrusu siz
yetimi kerimleştirmiyorsunuz.
Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki!
Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına! ”
Fecr suresindeki sözlerin muhatabı belirgin değildi, tabir yerinde ise ithamlar
ortaya yapılmıştı. Bu surede ise stratejinin değiştiğini, hitapların
sertleştiğini, safların belirginleştiğini, kimliklerin açıklandığını görüyoruz.
Ayette geçen “يدعّ اليتيم yedi`ul yetim” deyimi birden çok anlama gelmektedir:
- “Yedi`ul yetim”; babasının yetime bıraktığı mirasa el koymak suretiyle onun
hakkını yiyen ve onu kovan kimsedir.
- “Yedi`ul yetim”; yardım talebiyle kendisine gelen yetime merhamet etmeyen,
yanından kovan, kovulmasına rağmen çaresizlik nedeniyle yanından gitmeyeni ise
iterek kovan kimsedir.
- “Yedi`ul yetim”; vesayet ya da velâyet yoluyla yanında bulunan yetime, ev
halkının hizmetini gördüren ve kahrını çektirmek suretiyle zulmeden kimsedir.
Ancak “yedi`ul yetim”, yukarıdaki davranışları ara sıra değil devamlı yapan,
bunları âdet haline getirmiş kişidir. “Yedi`ul yetim”, yetimin yalnız olduğunu,
yardım edeninin bulunmayacağını zannederek, hakkını yemekten sakınmaz veya
elinden tutar ama zulmeder ya da yardım istediğinde kovar. Bu davranışlarının,
yaptıklarının çok kötü şeyler olduğunu düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden,
Allah`ın her şeyi gördüğünü bilmeden bu tavırlarına devam eder.
Başlarını okşayacak, sahip çıkacak, ilgilenecek bir veliden yoksun, dolayısıyla
hakları yağmaya açık ve korunmaya muhtaç olan yetimler, insanları yumuşaklık ve
duyarlılığa çağırırlar. Ama bu çağrıyı duymayan “yedi`ul yetim” vicdanı, yetimi
iter, aşağılar, mağdur eder. İşte ayet, bu tiplerin dini yalanlayanlar olduğunu
söylemektedir.
Ayette “طعام المسكين taâm-ul miskin” ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade, “miskinlere yemek
yedirmeyi/ yedirmeye teşvik etmez” anlamına gelen “اطعام المسكين it`âm- ul miskin”den farklı bir ifadedir. “Taâm-ul miskin” ifadesi;
“miskinin kendi hakkı olan yemeğini vermez” demek olup, yemeğin verenlere
değil, bizzat miskine ait olduğunu vurgulamaktadır. Yani bu yemek, verenlerin
üzerine borç olan, yoksulun hakkı olan yemektir. Yemeği veren, onu bir bahşiş,
lütuf olarak değil, tersine, yoksulun hakkı olduğu için, zorunlu olarak
verecektir, vermelidir. Yoksulun bu hakkı, Zariyat suresinin 19. ayetinde de;
“Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır.” denilmek suretiyle
belirtilmiştir.
Bu noktada “miskin” sözcüğünün, daha önce Fecr suresinde açıkladığımız gibi,
gerek fakirlik sebebiyle, gerekse fiziksel-zihinsel yetersizlik, yaşlılık,
egemen güçlerin baskısı gibi başka bir etken sebebiyle hareketsiz kalmış,
serbest hareket imkânını kaybetmiş, boynu bükülmüş kimse anlamına geldiğini
hatırlatmakta yarar vardır.
Ayetteki “lâ yehuddu” ifadesi de, miskinlerin kendi hakları olan yemeği
vermeyen kişinin, kendisinin bu işi yapmadığı gibi başkalarını da bu işi yapmak
için teşvik etmediği anlamına gelir. Yani bu kişiler, fakir ve muhtaçların,
çalışarak, iş yeri açarak kendi ekmeğini kazanması için gerekeni yapmazlar,
onlara haklarını vermezler. Bu kişiler, efendi/ lord olmak isterler; köleleri
olsun isterler; herkesin ekmeğini aşını kendileri versin isterler; kölenin soyu
köle, işçinin soyu işçi, çiftçinin soyu çiftçi … olsun isterler.
Allah`ın burada iki bariz misalle anlattığı konu, ahireti inkâr edenlerin ne
kötü meziyet sahibi olduklarını göstermektedir. Tabi ki, “dini yalanlayan”
kimseye ait yegâne gösterge bununla sınırlı değildir. Ancak burada “dini
yalanlayanın” bu özelliği öne çıkarılmıştır.
Burada asıl maksat ahireti yalanlayanlarda bulunan, yetimi itip-kakmak, onları
saygın bir hale getirmeyip perişan etmek ve ihtiyaçlıların yemekleri üzerinde
teşvik etmeyiş üzerinde durmak değildir. Burada dikkat çekilen asıl nokta;
sayısız kötülüğün ahireti yalanlamanın sonucu olarak meydana geldiğidir.
İman gönüle düşünce orada rikkat (hassasiyet) ve sevgi yaratır. Oysa “dini
yalanlayanda” vicdanın sermayesi olan bu hasletler bulunmaz.
4. Ayet:
Bu nedenle, şu namaz kılanların/ şu destekçilerin vay hâline!
Ayetin başındaki, “bu nedenle” diye çevrilmiş olan “ ف fa” edatından,
bu ve bundan sonraki ayetlerde sayılan kötü niteliklerin ortaya çıkış
gerekçesinin, dini yalanlamaya dayandırıldığını anlıyoruz.
Bu ayetteki “المصلّين el musallin” ve 5. ayetteki “salatihim” sözcükleri, şimdiye
kadar klâsik eserlerde hep terimsel anlamlarıyla ele alınmıştır. Bize
göre, Kevser suresinde “صلوة salât” sözcüğü hakkında verdiğimiz geniş bilgiler ışığı altında
ayetleri, hem terimsel hem de sözlük anlamları ile açıklamak mümkündür.
Bu durumda ayetin anlamı;
- terimsel anlam esas alındığında; “… şu namaz kılanların vay hâline!”
- sözlük anlamı esas alındığında; “… şu destekçilerin vay hâline!” olur.
5. Ayet:
Onlar namazlarından/ destek verişlerinden gafildirler,
Ayette “فى fi” edatının değil de “عن an”
edatının kullanılmasından, burada namaz kılarken gaflete düşenler değil,
namazın ne olduğunu, mahiyetini, erkânını, yararını… bilmeden, atalarından
gelen alışkanlıkla içi boşaltılmış boş namazı kılanlar kınanmaktadır.
Tabi ki ayette söylenen bu namazı kılanlar kâfirlerdir, bu tanımlamaların
müminlerle bir ilgisi yoktur. Eğer ayette “fi” edatı kullanılmış olsaydı, bu
takdirde kınananlar, namazlarını kılarken gaflete düşenler olacaktı. Yani
gerçek namazı kılarken hata yapan, kusur işleyen kınanmış olacaktı. Bu durum
ise, hatasız bir kulun olamayacağı dikkate alındığında, bütün insanların
kınanması demekti. İşte Yüce Rabbimiz bu ayırımı “fi” yerine “an” edatı
kullanarak yapmış ve bize, namaz kılarken hata yapması mümkün olan bütün
insanları değil, kıldığı namazın ne anlama geldiğini bilmeyenleri, Celâleddin-i
Rumi`nin tabiriyle “ser bizemin dem bihevâ (baş yere kıç havaya)” şeklinde
namaz kılanları kınadığını açıklamıştır.
Bu ayette geçen “ساهون sâhûn” sözcüğü, Abdullah ibn-i Mes`ud`un mushafında “lâhûn” olarak
yer almıştır. Bu durumda ise ayetin anlamı; “Onlar namazı eğlence olarak
kılmaktadır” olur ki, Enfal suresinin 35. ayeti “Onların Beyt yanındaki
namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir.” ifadesi ile, müşriklerin,
namazı bir zevk, eğlence, tatmin aracı olarak kıldıklarını doğrulamaktadır.
Bu noktada, müşriklerin Kur`an`da net bir şekilde tarif edilen bu davranışları
ile, günümüzde dindar geçinen bazı kimselerin, düğün-dernek ve çeşitli
merasimlerde anlamını bilmeden ve dikkate almadan güzel sesli sanatçılara
Kur`an okutmalarının veya bazı kesimlerin dinî ibadet (ayin) olarak sema, zikir
ya da sazlı sözlü semah yapmalarının arasındaki benzerlik, gözden kaçırılmamalıdır.
Yukarıdaki açıklamalarımız, “salatihim” sözcüğünün terimsel anlamı esas
alınarak yapılmıştır. “Salatihim” sözcüğünün sözlük anlamı esas alınırsa ayetin
anlamı; “Onlar desteklerinden gafildirler, verdikleri desteği eğlence olarak
yapmaktadırlar” olur.
6. Ayet:
onlar, gösteriş yaparlar,
Yani; “ahirete inanmadan, namazın mahiyetinden habersiz, eğlence olarak namaz
kılanlar; gösteriş yapmaktadırlar.” Burada “gösteriş yapmak” olarak
çevirdiğimiz “رياء riya” sözcüğünün kökü “رئية
rü`yet”tir, ve “görme” anlamına gelir. “Riya” kalıbıyla ise “gösteriş”
anlamındadır. Yani kişinin, “görsünler” diye bir davranış içerisine girmesi
anlamındadır. Diğer bir ifade ile iyi görünüş sayesinde insanların kalbinde yer
etme isteğidir. Bu bir karakter bozukluğu, alçakça bir davranıştır. Bu şekilde
gösteriş yapanlara “riyakâr” veya “mürai” denir.
“Riya”, samimiyetsizliğin, kişiliksizliğin bir sonucudur. Bu ikiyüzlü bozuk
karakterli kimseler, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da
şöhrete ulaşmak için sahte davranışlarda bulunurlar. Bunlar, bulundukları
ortama göre, çıkar sağlamayı düşündükleri insanların hoşuna gidecek, onlara
şirin görünecek hareketler yaparlar. Oysa onları gören, izleyen birileri yoksa
bu hareketleri yapmazlar. Zira beklentileri, bu hareketleri ile gözlerini
boyadıkları kimselerdendir, onları kandırırlar, böylece hem kendilerini hem de
biriktirdikleri servetlerini korumuş olurlar.
Bunlar aslında inançsız kimselerdir. Bunlar komşularından en ufak bir yardımı
bile esirgedikleri halde, yardım ediyor gibi yaptıklarında da televizyon
kameralarını ve gazetecileri çağırıp, kendilerinin ne kadar yardımsever
olduklarını gösterirler. Aslında onlar bu sözde destekçiliği, satışlarını ve
prestijlerini artırmak için bir halkla ilişkiler metodu olarak kullanırlar.
Yani toplumda kendileri için oluşmuş karşıtlığı ortadan kaldırmayı amaçlayarak
destekçilik yaparlar ve bir taraftan da bu işten eğlenirler.
Tıpkı memleketleri soyup soğana çevirenlerin birkaç okul, kültür merkezi,
sağlık ocağı yapmaları gibi. Tıpkı bazı sosyetik kulüp ve derneklerin
bayramlarda Çocuk Yuvalarını ziyaret etmeleri gibi. Tıpkı bazı süper
marketlerin reklâm broşürlerinde, ulusal ya da uluslar arası yardım
kuruluşlarına yaptıkları yardımları ilân etmeleri gibi. Tıpkı Hıristiyan
misyonerlerin aslî işleri olan Hıristiyanlık propagandasını perdelemek için
sergiledikleri, yoksullara yardım ve iş bulma çabaları gibi…
“Riya”, Kur`an`da en çok yerilen kavramlardan birisidir:
Bakara;
14:
Ve inananlara rastladıkları vakit “inandık” dediler. Şeytanlarıyla
baş başa kaldıklarında ise, “biz kesin olarak sizinleyiz ve
onlarla yalnızca alay ediyoruz” dediler.
Bakara; 264: Ey inanalar! Allah`a ve son
güne inanmadığı halde malını
insanlara gösteriş için bağışlayan kimseler gibi, sadakalarınızı
başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın…
Nisa;
38: &n bsp; &n bsp;
Ve Allah`a ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını
insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri (Allah
sevmez). Ve şeytan Kim için arkadaş olursa, o ne kötü
arkadaştır!
Nisa;
142: & nbsp; & nbsp;
Evet, ikiyüzlüler Allah`ı aldatmaya çalışırlar; oysa, onları
aldatan O`dur. Onlar namaza kalktıklarında tembel tembel
kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah`ı da pek az
hatırlarlar.
5. Ayet, bize göre, Medine münafıklarını değil, Mekke müşriklerini işaret
etmektedir. Çünkü Medine`li münafıkların hem namazda hem de malî yardımda
riyakâr olmalarına karşılık, Mekke`li müşrikler 7. ayette de gördüğümüz gibi
hiç malî yardımda bulunmadıkları için sadece namazda riyakârdırlar.
Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus da, ilk ayetlerde tekil ifade
kullanılmışken, 4. ayetten itibaren “المصلّين el
musallîn”, “الّذين ellezîne”, “هم hüm” gibi “onlar” anlamındaki çoğul ifadeler kullanılmış olmasıdır.
Bu da bize, Mekke müşriklerinin namazlarını evlerinde, bahçelerinde, kimsenin
olmadığı, görmediği yerlerde tek başlarına değil, Enfal suresinin 35.
ayetindeki gibi Kâbe`nin yanında ve kalabalık içinde kıldıklarını
göstermektedir.
7. Ayet:
ve mâûnu vermezler.
“ماعون Mâûn”, kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye
denir. Yani, “bol” sözcüğü ile zıt anlamdadır. Müfessirlerin(!) çoğuna göre
“mâûn”, komşuların birbirlerine ödünç verdiği ufak tefek eşyalara denir. Bunlar
kap-kacak, keser-balta, su kabı gibi basit eşyalardır. Buna argo ifadeyle “ıvır
zıvır” denir. Yani pek kıymeti olmayan şeyleri ifade eder. İşte ayet, “din”i
yalanlayanların aslında çok basit şeyleri bile vermediklerini, toplumsal yarar
için ellerini ceplerine atmadıklarını, yaralı parmağa bile işemediklerini
bildirmektedir.
“Mâûn” sözcüğünün bazı tefsirlerde “zekât” anlamında çevrildiğini görmekteyiz.
Bu yorum, ayetin delâlet manasına istinaden yani, “basit, küçük bir şeyi
vermeyen kimsenin zekâtı, malının belli bir oranını vermeyeceği zaten bellidir”
mantığı ile yapılmıştır. Ancak, bu ayetin Mekkî, zekât emirlerinin ise Medenî
olması ve açıkça “zekât” ifadesiyle gelmesi sebepleriyle, “mâûn” sözcüğüne “zekât”
anlamı vermek yanlış olur.
Bu sure, dikkat edilirse, bundan evvelki surelerde üzerinde durulmuş olan
sosyal adalet ve sosyal paylaşım ilkelerine ait öğretileri özetleyerek yine ön
plâna çıkarmaktadır.
Mâûn suresini iyi anlamak ve mümin ile mükezzib (yalanlayıcı) kâfirin bir
karşılaştırılmasını yapmak açısından, bu suredeki yalanlayıcıların negatif
tavırlarına karşılık müminlerin pozitif tavırlarını sergilendiği Bakara
suresinin 3-5. ayetlerine de bir bakmak yerinde olur.
Mâûn suresi bu gün de peygamberimizin misyonunu sürdüren müminlere şu mesajı
vermektedir:
Tüm insanları uyararak onlara öğreteceğiniz, tebliğ edeceğiniz ilk ilke,
onları, yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının mutlaka ahirette görüleceğine
inandırmak olmalıdır. Ahirete inanmayanlar kesinlikle sosyal paylaşımda
bulunmazlar. Yapar gözükseler de “dostlar alış verişte görsün” diye yaparlar.
Onlar kesinlikle yaralı parmağa işemezler, zırnık koklatmazlar. Onlardan hiçbir
kimseye ve hiçbir topluma yarar gelmez.
Doğrusunu en iyi bilen Allah`tı
Hakkı YILMAZ
__________________ Ey inananlar, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allâh büyük lutuf sâhibidir
|