Yazanlarda |
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yaygın Bir İndirgemecilik Türü Olarak Sünnet Karşıtlığı:
Kur’an’ın Peygamber’e Yüklediği Misyon:
Müslümanlar, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı nasıl okuduğu, anladığı ve hayata aktardığına, tarih boyunca önem atfetmişlerdir. Çünkü Peygamber, Kur’an tarafından Örnek gösterilmiş ve izlenmesi talimatı verilmiştir.
Nasıl ki dinin teorik kaynağı Kur’an ise, pratik kaynağı da Hz. Peygamberdir. Bu ikisini birbirinden ayırmak, hakikat ile hayatı birbirinden ayırmaktır. Bunlar, Allan’ın birleştirilmesini emrettikleri arasında ilk sırada yer alır.
“Onlar ki, (fıtrat) sözleşmesinden sonra Allah’ın (aldığı) sözü bozarlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini birbirinden ayırıp koparırlar ve yeryüzünü fesada verirler. İşte bunlardır hüsrana uğrayanlar!” (2.27)
Ayette geçen “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği birbirinden ayırıp koparırlar” cümlesi, bundan sonra gelen “yeryüzünü fesada verirler” cümleciğinden bağımsız yorumlanamaz. Birbirinden ayrılıp kopartıldığında insanın iç ve dış barışını hem bireysel hem de toplumsal alanda bozan şeyler neler olabilir?
Bunlar insan-Allah, akıl-vahiy, dünya-ahiret arasındaki ilişki şeklinde sıralanabilir. Fakat, Allah’ın birleştirilmesini, ayırıp koparılmamasını emrettikleri listesinde mutlaka bulunması gereken vahiy-peygamber ilişkisidir. Peygamberle vahiy arasındaki özel bağlantıyı görmezden gelip Peygambersiz bir ilahi mesaj algılaması da bu ayetin kapsamında değerlendirilmelidir.Peygamber ilahi mesajı hayata dönüştüren ilk muhataptır. Mesajı hayata dönüştüren ilk muhatapla mesajın arasını ayırdığınızda, aslında mesajı hayata bağlayan ana damarı koparmış olursunuz. Çünkü mesajı hayata bağlayan ana damar Peygamberdir. O damarın kesilmesi, tam anlamıyla bir inanç kaosuna, ayetin ifadesiyle fesada yol açar. Bu fesat, birlik, dirlik, güvenlik, hürriyet ve huzurun kaynağı olan dini, ayrılık, çatışma, huzursuzluk ve kaosun kaynağı haline getirir.
Ne ki tarihte, Hz. Peygamber’in misyonunun sünneti de aşarak “hadis” ile eşitlenmesi ve aynileştirilmesi, bu konuda yaşayan kafa karışıklığını içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Değil nebevi misyonu hadisle özdeşleştirmek, bu misyonun fiili boyutunu temsil eden sünneti dahi hadisle özdeşleştiremeyiz. Tıpkı peygamberlik misyonunun, sadece eylemle sınırlı olan sünnet ile özdeşleştirilemeyeceği gibi,
Sünnetin neden hadisle özdeşleştirilmeyeceğine geçmeden, peygamberlik misyonunun sünnetle neden özdeşleştirilemeyeceği sorusunu cevaplamak gerekir. Ancak, ondan önce Hz. Peygamber’e Kur’an tarafından yüklenen misyonu, akılda kalıcı olması için maddeler halinde özetleyelim: a. Verilen mesajı alma (ittiba:75.18, 87.6) b. İlahi mesajı eksiksiz iletme (tebliğ:42.48, 24.54) c. İlahi mesajı açıklama (teybin) d. İnsani ilahi mesaja taşıma (davet:2,119, 41.4, 52.7 vd) e. İnsana mesajı yaşayarak öğretme (talim: talimin objesi olarak 53.2, 2,251 öznesi olarak 2.151) ayrıca abdest, namaz ve hac öğretimi) f. İnsanı bilinç, duygu ve eylem düzeyinde arındırma (tezkiye: 2.151, 9.103).
İleride ayrıntılı olarak işleyeceğimiz bu altı maddelik nübüvvet misyonu, ilk üç maddesi “hitab” ile, diğer üç maddesi “muhatab” ile ilgili olan iki başlık altında toplanabilir. Bu iki başlığın içeriği, şu iki göreve icra edilebilir.
Okuma: Sözlük anlamı 1 Biraraya getirmek, toplayıp birbirine geçirmek, parçalardan anlamlı bir bütün oluşturmak; 2 taşımak, açıklamak, duyurmak; 3 okumak; 4 anlamak (tekarrae); 5 karşılıklı bilgi aktarmak (kıra); 6 temizlenmek/kirlenme zaman ve yeri.
Okuma yükümlülüğü, Hz. Peygamber’e Kur’an’ın yüklediği ilk yükümlülüktür. Kur’an’ın ilk emri olan “oku”, mesajı hem “almaya”, hemde “vermeye” delalet ediyordu. Okuma görevi, eyleme dönük bir çaba olmaktan daha çok ve öncelikli olarak entelektüel bir çaba idi. “oku” emrinin içeriğinde “anla, anlamdır, bağ kur, parçaları birleştirerek bir bütüne ulaş” anlamı zaten saklı idi. İkra sözcüğünün kök fiili olan g-r-e nin etimolojik anlamının tek başına bir anlam ifade etmeyen harfleri yan yana dizerek anlamlı bir kelime, kelimeleri yan yana dizerek ihbarı ya da inşaı bir cümle, cümleleri yan yana dizerek anlamlı bir hitab/metin elde etmekten sebeplerden sonuca giden zihni faaliyet olan “tümevarım yöntemiyle okuma” anlamında kullanıldığını söylersek, sanırım ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Son ilahi mesaja verilen özel isim de aynı kökten türetilen bir sözcüktür. Kur’an.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bu çaba, Hz. Peygamberi’in Misyonunun, tüm anlamlarıyla bir davranış bir eylem olan sünneti de önceleyen boyutunu oluşturuyordu. Sünneti önceliyordu, çünkü sünnet bu okuma çabasının, eyleme dönüşmüş ürününden başka bir şey değildi. Bu nebevi okuma çabasını gözardı ederek sünneti anlamak, neyin sünnet neyin değil olduğunu ayırmak, sünnetse onun neden sünnet olduğunu tesbit etmek ve hepsinden öte sünnetin maksat ve mahiyetini kavramak mümkün değildir. Biz, Resulullah’ın “Allah adıyla/adına” gerçekleştirdiği okumalarının sonuçları olan söz ve fiillerinin, hangi koordinatlardan bakarak gerçekleştirilen birer okuma olduğunun örneklerini ileriki bölümlere bırakıyor ve şimdi de peygamberlik misyonunun “beyan” boyutunun zorunlu ifadesi olan “sünnet” e geçiyoruz.
Beyan: Bu sözcüğün Arap dilindeki tüm anlamlarını dört başlık altında toplamak mümkün, 1 Birleştirme; 2 Ayırma; 3 Fiili olarak üzerini açıp ortaya çıkarma, yani “ortaya koyma”; 4 Mesajı muhataba net ve açık olarak aktarma.
Bütün bu anlamların da gösterdiği gibi beyan, sentez ya da analiz yoluyla muhataba kapalı gelen bir hakikati onun için anlaşılabilir, algılanabilir ve yaşanabilir hale getirmektir. Hz. Peygamber’e beyan sorumluluğunu Kur’an yüklemiştir: “ Ve Biz sana da bu kitabı indirdik ki, kendilerine indirdiğimiz mesajı onlar(ın anlaması,yaşaması) için beyan edesin ve onlar da böylece belki düşünürler.” (16.44) Hz. Peygamber, beyan sorumluluğunu iki şekilde yerine getirmiştir:
- Eyleme dönüştürülerek açıklanması gereken mesajları eylem düzeyinde açıklamak.
- Eylemi desteklemek amacıyla ya da eyleme ilişkin olmayan konularda söylem düzeyinde açıklamak.
Birincisi sünnet adı altında toplanırken, ikincisi hadis adı altında toplanmıştır.Kur’an hitabının kendisi bir söylem olduğu için, bu ikisinden asıl olan eylem, yani sünnet, fer olan ise hadistir. Kur’an mesajının eylem/sünnete dönüştürülmesi soyut bir hitabın değil ancak canlı bir muhatabın yapabileceği bir şey olduğu için hadisin kendisine tabi olduğu asıl sünnet olmak zorundadır. O halde sünnet nedir.
Sünnet Nedir ve Nasıl Anlaşılabilir:
Sünnet, sözcüğün etimolojisinin de ifade ettiği gibi “orijinal, özgün, sürekli, doğru, işlek, güvenli yol” anlamına gelir. Sünnet, genellikle “fiili olana” verilen isimdir. Bir hareketin sünnet adını alabilmesi için şu vasıfları taşıması gerekir: 1 Orjinallik, 2 Süreklilik, 2 Şuurluluk, 4 Olumluluk, 5 Örneklik, 6 Doğruluk, 7 Mutedillik, 8 Kuralsallık.
Bu lugavi tahlilden sonra, sünnetin şer’i anlamını tesbit daha kolay olacaktır. Fakat mevcut sayısız tanıma bir tanım daha ilave etmek yerine, sözün özünü temsil ettiği için Şatıbi’nin tanımını nakletmeyi uygun buluyoruz. Şatibi’ye göre “Sünnet, Kur’an’ın beyanıdır.” Bunun iki anlamı vardır.
- Sünneti Kur’an’la eşitlemekten sakınmak: Sünneti Kur’an’a eşit saymanın tehlikesi, sünneti tamamen dışlamanın tehlikesinden daha az değildir.
- Resulullah’ın ortaya koyduğu her eylemin sünnet olmadığı: Zaten bunun tersini iddia
etmek, akla da nakle de aykırı olacaktır. Çünkü, Hz. Peygamber yaşadığı için yaşamayı, uyuduğu için uyumayı, yiyip içtiği için yiyip içmeyi, güldüğü için gülmeyi, ağladığı için ağlamayı, kan aldırdığı için kan aldırmayı, ateşli hastalık geçirdiği için ateşli hastalık geçirmeyi hiç kimse mücerret olarak sünnet kapsamında değerlendirmemiştir. Yukarıdaki tanım, aslında Kur’an’ın zımni tanımıdır ve bu tanımın gerçekleştirmek istediği amaç, yine Kur’an tarafından vurgulanan Hz. Peygamberin örneklik misyonu gereğidir.
Hz. Peygamber’in, gerçekte sünnet olarak değerlendirilmesi gereken bir çok eylem ve davranışına “sünnet” damgasının vurulması yeni bir şey değildir. Bir anlama problemi olan bu tavır, daha ilk kuşakla birlikte başlamıştır. Hz. Peygamberin bu tür yanlış anlamalara anında müdahale ettiğini görüyoruz. Şu örnekte olduğu gibi diyip, yarına bırakalım inşallah.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
“ Her kim kurban keserse üç günden fazla elinde tutmasın” (Buhari, Müslim) Bir yıl sonra ki kurban bayramında bazı kimseler Hz. Peygamber’e gelerek “Ya Resulallah, insanlar daha önceleri kestikleri kurbandan yararlanabiliyorlardı, yağını eritip derisinden su tulumu yapıyorlardı.” deyince, “Şimdi ne olmuş, insanları bu yıl bundan alıkoyacak bir şey mi var?” diye sorması üzerine, kendisine bir yıl önceki yasağı hatırlatılmış, o da şöyle buyurmuştur: “ İnsanlar geçen yıl sıkıntıdaydı, kurban etlerinin herkese ulaşması için böyle bir yasak getirdim.” (Müslim,Edahi 4-35,3/1563)
Yine bir seferinde cemaatle namaz kılarken, Resulullah Cebrail tarafından ayakkabısına pislik bulaştığı haberini alarak ayakkabısını çıkarmış, bunun üzerine cemaat de aynısını yapmıştı. Namazdan sonra Resulullah, kendi gerekçesini açıklayarak, kendisinin maksatlı olarak yaptığı bir davranışın başkalarınca maksadı bilinmeden, sırf kendisi yaptı diye taklit edilmesine karşı çıkmıştı.” (Ebu Davut, Salat 90,1/175)
Hz. Peygamber dışında, Hz. Aişe de sünnet olmayan eylemleri sünnet sayanların bu tür tavırlarına karşı çıkmıştı. Ebu Davud ve Tirmizi Hz. Aişe’den naklederler:
“Resululah gecenin sonunda teheccüde kalkardı. Sabah ezanı okununca iki rekat namaz kılardı. Ben uyanıksam benimle konuşur sohbet ederdi, değilsem sağ tarafına yatıp uzanıverirdi.” (Ebu Davud, Tetavvu 5.5., Tirmizi, Mevakit 2.194) Resulullahın gündelik davranışlarından biri olan bu hareket bazı sahabelerce sünnet olarak anlaşılmış, hatta Ebu Hüreyre bu rivayeti şöyle bir kalıba sokarak nakletmiştir: “Hz. Peygamber buyurdu ki, sizden her kim sabah namazının sünnetini kılarsa sağ tarafına uzanıversin.” (İbn Hanbel, Müsned 2/415)
Bununla da kalmayıp Ebu Hüreyre başka sahabilere de böyle yapmalarını emretmiştir. Artık mescide gelen sureta da olsa sünnetten sonra bir uzanıp cemaatle namaza öyle durmaya başlamış. Bu durumu gören aynı anlayışa mensup Abdullah İbn Ömer dahi, Ebu Hüreyre’nin bu tavrına isyan ederek “Ebu Hüreyre de fazla oluyor ha!” demiştir. (Age,s 180-181)
Hz. Aişe’nin şiddetli itirazına muhatap olan bir yanlış anlama örneği:
Hz. Peygamber bir Cuma günü hutbede şöyle buyurmuştur: “ İçinizden biri cumaya gelmek istediği zaman yıkansın.”( Muslüm, Cuma 7.1, 2/579) Bu sözün bağlamını bilmeyen sahabiler bu tavsiyeyi farklı yorumlamışlardır. Örneğin İbn Ömer Cuma günü gusletmenin hem kadın hem erkeklere farz olduğunu söylemiştir. Ebu Said el-Hudri’den nakledilen habere bakılırsa. Cünüplükten yıkanmanın hükmü neyse Cuma günü yıkanmanın hükmü de odur.(İbn Hibban, 4/34) Ebu Katade, Cuma günü gusleden oğluna neden guslettiğini sormuş, o da cünüplükten guslettiğini söyleyince ayrıca bir de Cuma için gusletmesini emretmiş ve bu hadisi hatırlatmıştır. Kendisinden beklendiği gibi Hz. Aişe, bu emrin lafzı üzerinde değil maksadı üzerinde durmuş ve bu nebevi tavsiyenin gerekçesini de şöyle dile getirmiştir: “İnsanlar Cuma için dışarıdaki çalışma mekanlarından üzerleri tozlu ve terli olarak gelirlerdi. Bu da kokmalarına neden olurdu. Onlardan biri benim yanımda Resulullah’a geldi. O da ona “keşke bu günlerinizde yıkansanız” dedi. (Ez-Zerkeşi, el-İcabe, 143) Ebu Musa el-Eş’ari oğluna bunun gerekçesini açıklarken şöyle demiştir. “ Keşke sen bizi Resulullahın yanındayken görseydin; üzerimize biraz yağmur yağınca koyun gibi kokardık. Çünkü giysilerimiz sadece yündendi.” (Taberi, Tefsiri, 26/21)
Bu örneklerde görülen anlama probleminin en büyük nedeni, neyin sünnet neyin değil olduğunun belirlenmesinde yatmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber, tüm eylemlerini dini bir amaçla yapmamıştır. Zaten bu mümkün de değildir. O bir insandır ve her insanın insan olma vasfıyla yaptıklarını yapmak durumundadır. O aynı zamanda bir Araptır ve mensubu bulunduğu toplumun yediklerinin helal ve temiz olanlarından yemiş, onların giydiğini o tarzda giymiştir. Keza o bir Arabistanlıdır, bir babadır, bir eştir, bir yöneticidir… Bir Arabistanlı olarak iklimden dolayı hiç çorap giymemiş, bir baba olarak çocuğunun ölümüne ağlamış, bir eş olarak eşlerinin kimi tavırlarına gücenmiştir. Biri çıkıp da çorap giymemeyi, çocuğunun ölümüne ağlamayı, eşlerine gücenmeyi “sünnet” olarak nitelerse, elbet burada bir anlama problemi olduğu söylenebilir.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bu tür bir anlama probleminin yaygınlaşması, daha çok Tedvin asrından sonra olmuştur. İlk zamanlarda sahabe bu ayrımı ciddi bir biçimde yapıyordu. Şu tespit, işte bu gerçeği vurgulamaktadır.
Sahabe döneminde yapılan tartışma, bir fiilin bağlayıcı olup olmadığı, ya da hükmünün ne olduğu (farz, vacip, sünnet, mübah) değil, sünnet olup olmadığıyla ilgilidir. Oysa sonraki dönemlerde Hz. Peygamber’in bütün fiilleri peşinen sünnet ilan edildi ve hangisinin bağlayıcı olup hangisinin olmadığı tartışıldı.
Hz. Aişe’nin, Hz. Peygamber’in yaptığı bir fiil olmasına rağmen “ Ebtah mevkiinde mola vermek sünnet değildir. Resulullah orada, hareket etmesi kolay olduğu için mola verdi.” Demesi bunun güzel bir örneğidir.
Sünnet olan nebevi eylemle olmayanı ayıran bir başka örnek de şudur: “ Ebu Tufeyl, İbn Abbas’a gelerek “Senin kavmin Hz. Peygamber’in Kabe’yi tavaf ederken remel yaptığını ve bunun da sünnet olduğunu söylüyor” delince, o şu cevabı verir: “ Hem doğru, hem yalandır (yanlış). Hz. Peygamber’in remel yaptığı doğru, sünnet olduğu yalandır.” (İbn Macc, Hacc 81-2/1019) Aynı zat sözüne devamla şunun sorar: “Senin kavmin Hz. Peygamber’in sa’y ederken deveye bindiğini ve bunun da sünnet olduğunu söylüyor.” İbn Abbas yine “ Böyle zannedenler hem doğru, hem yalan” diyerek, Resulullah’ın, sa’yden sonra bekletilmemek için deveye bindirildiğini, çünkü kadınlar haremi boşaltmadan erkeklerin çıkmadığını, eğer kendisine bırakılsaydı onun yaya olarak sa’yetmeyi tercih edeceğini söylemiştir. ( Ebu Davud, Hacc, 50; İbn Hisbban, 9/119)
Fıkıh imamları, Hz. Peygamber’in eylemlerinden hüküm çıkarırken, her zaman olmasa da söz konusu Peygamber fiilinin illetini soruşturmuşlar ve farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Bu sonuçlar arasında, mesela Hz. Peygamber’in bir şeyi yemesinin ya da yememesinin dini değil sosyal ya da kültürel nedenlere dayandığını tespit etmişlerdir. Buna örnek olarak İmam Şafii’nin, vahiy ile toplumsal vakıa arasındaki bakışımlığa işaret eden bir tespitini verebiliriz.
Şafii, Hz. Peygamber tarafından, bazı şeylerin Arapların yememesi sebebiyle haram, bazı şeylerin de yemeleri sebebiyle helal kılınmış olduğunu belirtir.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Araf 157 ayeti vesilesiyle, el-habis terimini, bir bakıma “Arapların yemediği şeyler”, et-tayyibat terimini de “Arapların yedikleri şeyler” olarak alır ve der ki: “…İşte bu nedenle Hz. Peygamber, parçalayıcı dişi (en-nab) olan yırtıcı hayvanın yenilmesini yasaklamış, fakat parçalayıcı dişi olduğu halde sırtlanın (ed-dabu) yenilmesine de izin vermiştir. Çünkü Araplar onu yiyorlar, ama pis ve necis olduğu gerekçesiyle yasak addettikleri aslanı, kaplanı ve kurdu yemiyorlardı.” (el-Müzeni,Muhtasaru’l-üzeni,Daru’l-MMa’rife, Beyrut, s.285-286)
Öyle ki, İmam Şafii tarihsel ve tamamen yerel olan bu durumdan şöyle bir ilke çıkarma yoluna bile gider: “Hakkında ne haram kılan ne de helal kılan bir nassın bulunduğu şeye şöyle yaklaş: Eğer Araplar onu yiyorlarsa, o helal ve onlarca tayyibat olan şeyler arasındadır. Çünkü onlar, hoşlandıkları şeyi helal addediyorlardı. Necis olduğu gerekçesiyle yemedikleri şeyler ise “el-habis”in anlam alanı kapsamına girer.” (Age, s.286)
Bunun tersi bir anlayışın nasıl bi sonuç vereceğini ise şu örnek ortaya koyuyor: İmam Ata (öl.732 m.), su ile istincanın bid’at olduğunu söylüyordu. O bununla, su kıt olduğu için taş ve toprakla temizlenmek zorunda kalan ve bunu bir teamül haline getiren bir toplumun alışkanlığını sünnet sayıp aksi davranışın bid’at olarak nitelendiriyordu. Hatta, Hindistan’da kimi ulemanın “sünnet” gerekçesiyle su bulunduğu halde taşla temizlenmesi, bu anlayışın vardığı uç noktayı göstermekteydi. Oysaki Şatıbi, bid’ati yalnızca “dinde ve ibadetlerde meydana gelen eksiltme ve artırma, terk ve fazlalık” olarak almış, buna yol açmayan hiçbir yeni gelişmenin bid’at sayılamayacağını vurgulamıştır. Bu bizce de bid’at konusundaki en sağlıklı yaklaşımdır.
Bütün bu örneklerin ortaya koyduğu gerçekleri şöyle özetleyebiliriz.
- Hz. Peygamberin misyonu sünnete indirgenemeyecek kadar çok boyutludur. Sünnet, bu misyonun sadece beyana taalluk eden fiili örneklerinden oluşmaktadır.
2.Hz. Peygamberin eylemleri, daha başlangıçtan beri iki zıt anlayışa konu olmuştur: a) Her davranışını maksadına, illetine, neden ve niçinine bakmaksızın sünnet olarak görüp onu uygulayan anlayış, b) Sadece belli ölçülere uyan davranışlarını sünnet sayan anlayış. Birinci anlayış zamanla yaygınlaşarak ikinci anlayışın alanını yok etmiş, buna tepki olarak ta yer yer sünnet karşıtı hareketler ortaya çıkmıştır.
3 Neyin sünnet olup neyin olmadığı doğru tespit edilmeyip sünnet olmayan davranışların sünnete dahil edilmesi, sadece gerçek sünnete olan güveni sarsmakla kalmamış, aynı zamanda tüm sünneti reddeden indirgemeci yaklaşımlara da zemin hazırlamıştır.
Tahkik ehli ulema, “Biz, Hz.Peygamberin örnekliğini üretmekle emrolunduk, ona benzemekle değil” derken Kur’an’i bir ilkeye vurgu yapıyordu. Yine Gazali “Bazı hadisçiler onun tüm eylemlerine uymanın sünnet olduğunu düşünüyorlar; oysaki bu yanlıştır” (Gazali, Menhul-226) derken, hadis geleneğinin yaygın bir anlama sorununa parmak basıyordu.
Buraya kadar, peygamberlik misyonunun neden sünnetle özdeşleştirilemeyeceği bağlamında, “Sünnet nedir? Sorusuna cevap aramaya çalıştık. Şimdi şu sorunun cevabını bulmaya çalışalım: Sünnet, neden hadisle özdeşleştirilemez?
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Hadis Hedir ve Hadise Nasıl Yaklaşılmalıdır?
Sözcüklerin fiillerden türediğini varsayan ekole göre hadis terimi “daha önce olmayıp sonradan meydana geldi” anlamına gelen hadese kök fiilinden gelir. Sözcüklerin mastarlardan türediğini varsayan ekole göre, “eski olmayıp yeni ve orijinal olan şey” anlamına gelir.
Bu sözcük kavramlaştıktan sonra genellikle “Hz. Peygamberin ağzından çıkan söz” anlamına alınmıştır. Hadis terimini, lafız, kavil, kelam gibi anlam alanına giren diğer sözcüklerden ayıran taraf, onun özgün, amaçlı ve orijinal bir söz oluşudur. Bu sözün hadis sayılabilmesi için peygamberlik misyonuyla doğrudan ilişkili olması gerekir. Yani Hz. Peygamber o sözü, dini bir beyan olması amacıyla sarf etmelidir.
Sünnetin başına gelen hadisin de başına gelmiş ve Hz. Peygamberin ağzından çıkan her söz misyonuyla ilgili addedilerek “hadis” adı altında tasnife tabi tutulmuştur. Fakat bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz nokta, hadisin sünnetle ayrıştırılması güç bir biçimde karıştırılarak, sünnetin hadis, hadisin sünnet sanılmasına, dahası artık ikisi arasındaki ayrımın yok olmasına yol açılmasıdır. Bunun sonucunda hadise sünnet muamelesi yapılmış, bunu fark eden art niyetli kimi çevreler ve kişiler ise, hadis üretim merkezi gibi çalışarak, dinin temiz kaynağına ondan olmayan birçok unsuru sokma imkanı bulmuşlardır.
Oysaki hadisle sünneti ayırma işi, ilk dönemlerde üzerinde hassasiyetle durulan bir konuydu. Mesela, sahabeden Munakka’b.Husayn şöyle der: “Kur’an ile örtüşen, sünnete uygun olan hadislerden başka hiç hadis rivayet etmedim. Çünkü peygamber adına daha hayatında yalan isnad ediliyordu. Ölümünden sonra neler yapılmaz ki?” (İbn Hacer, el-Isabe (2.Ks) 6/225) Bu sahabi “sünnete uygun olan” hadislerin varlığından söz ettiğine göre, “sünnete uygun olmayan” hadislerin var olduğunu da kabul etmek gerekecektir. İşte yüzlercesi, belki binlercesinden biri: “Resulullah şartlı satışı yasakladı.” Bu ünlü bir hadis. Oysa Cabir b.Abdullah’ın rivayetinde bu hadise aykırı şöyle bir uygulamanın var olduğunu öğreniyoruz. “Resulullah bir sefer esnasında benden bir deve satın aldı, benim ona Medine’ye kadar binme şartımı kabul etti.” (Buhari,Şurut 4, Müslim, Müsafirin 72) Bizim için bu ikisini telif etmek zor değil. Resulullah yasaklamayı farklı bir bağlamda, bu izni ise yine farklı bir olayda vermiş olabilir.
Sahabe kimi durumlarda Hz. Peygamberin sözüne tabi olmamışken, aynı konuda ortaya koyduğu fiiline uymuştur. Hudeybiyede yaşanan, bunun tipik bir örneğidir. Hudeybiye’de sahabe Resulullah emir verdiği halde ihramdan çıkmamış ve kurban kesmemiş, fakat kendisi bunları yapınca onun ameline uymuşlardır. (Bu olay, söz konusu teorik tartışmaya örnek vermeye dahi gönlümüz razı değil. Çünkü bireysel ve toplumsal tüm davranışlar sınırsız neden, illet ve amaçlara dayalı olarak gerçekleşebilir. Şu halde onları kodlamanın yanlış sonuçlara götürebileceğini düşünmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.)
İçerisinde “sünnet” barındırmayan “hadis”in rivayetine İmam Malik de karşıdır. O, şöyle der: “İbn Şihap’tan çok hadis işittim. Onlardan hiçbirini rivayet etmedim, rivayet etmem de!” el-Fervi der ki: “Niçin, diye sordum, o da “Ameli bir değeri olmadığı için” (Şatıbi, el-Muvafakat 4-70) İmam Malik öldüğü zaman, geride bıraktıkları arasında, hayatında asla rivayet etmediği pek çok hadis bulunmuştur. Kendisine “Bu hadisi senden başka bilen yok” denildiği zaman onu terk ederdi.(Şatıbi, Ay.)
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
beyyine_45 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 22 mart 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 131
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
PEYGAMBERİ AŞIRI YÜCELTME VE İNDİRGEME...!!!!!
78. Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarini kitaptan sanasiniz diye kitabi okurken dillerini egip bükerler. Halbuki okuduklari Kitap'tan degildir. Söyledikleri Allah katindan olmadigi halde: Bu Allah katindandir, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.
evet ne ile iftira edecekler allah 'a... okudukları ne acaba...
79. Hiçbir insanin, Allah'in kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkip) insanlara: Allah'i birakip bana kul olun! demesi mümkün degildir. Bilakis (söyle demesi gerekir): Okutmakta ve ögretmekte oldugunuz Kitap uyarinca Rabbe hâlis kullar olunuz. allah bir insana kitap = hikmet = peygamberlik verdikten sonra bu insanların ne yapması gerekir ve ne yapmışlar Okutmakta ve ögretmekte oldugunuz Kitap ( hangi kitap olsa gerek verilen vahyedılen kitap ) uyarinca Rabbe ( yaratan = sahib = öğretmen = terbiyeci ) hâlis ( katıksız arı duru ) göre kullar olunuz... rabbe kul keyfe göre değil rabbin istediği şekilde o da kitabina göre..
şimdi nebiler ne yapmış kitaba göre kulları rabbe halıs kul olmaya çağırmış .. böyle yaşamış ve yaşatmaya çalışmış..
hiçbir zaman şunu dememiş allah ı bırakıp ( allah nasıl bırakılır kitap tan yüz çevirerek çünkü allah beşerle ancak bu şekillerde muhatap olur muradını bildirir ) bana kul olun ( ortada kitap varken kitapsız başka ögretılere göre ) demesinin mümkünatı yoksa..
demek ki ehli kitap, kitap üzerinde, nebi üzerinde asılsız sözlerle allah a iftira ( kitaba ) nebi ye iftira lar söz konusu...
nebi yi kuran böyle tanıtırken neye göre yücelten yüceltir neye göre küçülten küçültür ...
nebi vasıyasıyla ( elçiliğiyle ) bize gelen ayetler ( ki doğru bilgi ) .. hadi okunan kitaba göre rabbe halis kul olmaya ( ki en büyük sünnet bu olsa gerek ..!! )
daha fazla söze gerek var mı..!!!
80. Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin, diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra hiç size kâfirligi emreder mi?
sen sübhan sın ( her türlü eksik , hatalı, aciz, kötü nitelik, sıfattan , özelliklerden uzaksın ) senin bize öğrettiğinden baska bilgimiz yoktur.. çünkü alim ve hakim sensin sen..
|
Yukarı dön |
|
|
adalet Uzman Uye
Katılma Tarihi: 02 ekim 2006 Gönderilenler: 1195
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Beyyine kardeş,alıntı yaptığınız ayetlerin hangi sürede olduğunu belirtip yazım kurallarına da riayet etseydiniz,yazınızdan daha fazla istifade etmemiz mümkündü.Yine de güzel açıklamalarınıza teşekkürler.
__________________ "Bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın.."
|
Yukarı dön |
|
|
beyyine_45 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 22 mart 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 131
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
selam adalet kardeşim..
düşündüklerimi yazıya dökmekte , kendimi ifade etmekte hep sıkıntı yaşamaktayım..
dediğin gibi unutkan ve yazım kurallarına karşı da ilgisizim..
yapıcı eleştirin için teşekkürler.. daha dikkatli olmaya çalışacağım..
ali imran suresi ..78..79..80..
|
Yukarı dön |
|
|
MSER1 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 kasim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 199
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Yazılara iki hafta gibi uzun bir ara verdiğim için tüm kardeşlerimden özür diliyor, konuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İbn Abdilberr şöyle der: “ Hz. Ömer, bir hüküm barındırmayan ve bir sünnet ifade etmeyen harislerin nakledilmesini yasaklamıştı..” (Camiu Beyani’l-İlm,2-121)
Seçkin sahabe, sünnetle hadisi birbirine karıştırmadığı gibi, Hz. Peygamber’in hadislerine illetini ve amacını gözardı ederek yaklaşmamıştır. İşte bir örnek: Hz. Peygamber sahibi bilinmeyen buluntu develerin alınıp satılmasıyla ilgili bir soruya, onun alınmaması, zira kendisini koruyabileceğini ve sahibinin gelip onu bulabileceği şeklinde haber vermiştir.(Buhari,ilim 28,Lukata 1-4,9-11) Sahabe hükme uymuştur. Ancak Hz. Osman, ahlaki bozulma sebebiyle, buluntu develerin alınıp satılmasını ve sahibi adına paraların alıkonulmasını emretmiştir. Hz. Ali ise değerin malın yerini tutamayacağından hareketle, develerin alınıp harcamalarının devlet hazinesinden yapılmasını emretmeştir. (İbn Hazm,el-Muhalla,8/271)
Bu örnekteki her üç uygulamanın bir tek amacı vardır: Malı sahibine ulaştırmak. Burada esas olan amacın gerçekleşmesidir. Sünnet olan amaçtır, araç değil. Bu gerçek gözardı edilince, sünnet ve hadis gidiyor, yerini sünnetçilik ve hadisçilik adını vereceğimiz bir “ideoloji” alıyordu.
Eğer doğruysa, İbn Abdilberr’in verdiği şu örnek, bu yönelişin başlangıcı sayabiliriz: “Hz. Peygamber namazı seferde kısalttığı için, İbn Ömer buna muhalefet edip namazı tam kılanın kafir olacağını söylemiştir. (İbn Abdilberr,Camiu Beyani’l-ilm,2-195) Buradaki “kafir” sözcüğünü lafzi anlamına irca edip “nankör” şeklinde anlasak dahi, bu tasarruf söz konusu yönelişin mahzurlarını yok etmeye yetmiyor. Sünnet ideolojisi, daha ileri boyutlara da varıyor; tıpkı şu örnekte olduğu gibi: Muhammed b.Mukatil’in “Şayet bir belde halkı sivakı (diş misvaklamayı) terk etme konusunda ittifak etse, kafirlerle savaştığımız gibi onlarla da savaşırız.” (el-Leknevi,Tuhfetu’l-Ahyar 186) dediği nakledilir.
Usul alimleri, yazdıkları fıkıh usulü kitaplarında sünnetle hadisi ayrı ayrı ela almışlar, bu ayrımın dayandığı ilkeleri ise ayrıntılı bir biçimde açıklamışlardır.
DEVAM EDECEK İNŞALLAH
__________________ Yanlız sana ibadet eder ve yanlız senden yardım bekleriz.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|