ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Değerlerin derece düzeni (I) / Kurban edilen kurban
Geçen hafta, saygın bilinen televizyon kanallarından birisinde kurbanla ilgili bir program izledik. Konuşmacı, her mükellefin kurban kesmesini özellikle teşvik ediyor, hatta birden fazla kurban kesebileceklerini söylüyordu.
Kurban kesmeyi modern dünyaya yakıştıramayanlara karşı yapılmış bir konuşma değildi bu. Cızbız iştihasını tatmine dönüştüğü için artık kurban âdetini terk etmek gerektiğini öne sürenlere bir cevap da değildi. Aslında konuşma, marketten tavuk alıp yoksullara dağıtmanın kurban sayılabileceğini iddia edenleri de muhatap almayacak ciddiyette görünüyordu.
Ama ne gariptir ki konuşmacının meseleye bakışı, tavuk kurbancısının düşüncesiyle tam olarak örtüşüyordu. Çünkü o da, dini hükmünden, ubudiyet ve şiar mahiyetinden ziyade, kurbanı salt bir sadaka olarak öne çıkarıyordu. Sadakanın da çoğu makbul olacağından; ailenizin her ferdi için, hatta ölmüşleriniz için birer kurban kesebilirsiniz diyordu.
Din evrenseldir. Dini hükümler de o dine inanan herkes içindir.
Şimdi, bütün dünyada durumu yerinde olan mükelleflerin sayısını düşünelim. Onların her birinin kendisi için, aile fertlerinin her biri için, ardından da öteki hayata göçmüş yakınları için birer kurban kestiklerini düşünelim.
Müthiş bir manzara!
Ama konuşmacı maalesef burada da durmadı. “Sahabi efendilerimiz”in her birine kurban kesmeyi önererek sürdürdü sözlerini. Yani gücü yeten her mükellef önce kendinse bir kurban kesecek, sonra kaç kişi ise aile fertlerine birer kurban daha kesecek, ardından aileden ölmüş babalara, dedelere, ninelere birer kurban daha kesecek, sonra da yüzlerce sahabi için birer kurban daha kesecek!
Din hakkında peşin hükümlü modern dünyaya müthiş ve garip bir din öğretisi bu.
Peki, modern dünyada, et dağıtmak gerçekten iyi bir sadaka yolu mudur? Uzak ülkelerdeki; barınmaya, sağlığa, işe, aşa muhtaç olan dindaşlarımızla yardımlaşmamızın en iyi yolu, hac mevsiminde et dağıtmak mıdır?
Kurban ibadetini, cemaat hizmetleri için iyi bir gelir kaynağı görerek sadakaya dönüştürmek, büyük dini gelenekten ve nebevi çizgiden bir sapma değil midir?
Acaba kurbanı sadakaya dönüştürmenin dinde yeri nedir? Son peygamberin denetiminde yaşanan dini hayatta kurban ibadetinin diğerleri arasında derecesi nedir? Ensar-Muhacir kardeşliği arasında; zekât, sadaka, infak, salih amel, öşür, humus, fidye, kefaret ve benzerlerinden daha önde ve hele hele bir yardımlaşma damarı mıdır kurban?
Kan akıtılması yönüyle mükellefin nefsini tecziye edici, örfi uygulamaları yönüyle aileyi terbiye edici, dini bir şiar olması yönüyle mahalleyi tahris edici, yoksullara ulaşması yönüyle ıslah edici, maldan fedakârlık olması yönüyle tezkiye edici, bütün bunlardan dolayı da ibadet olarak tecviz edilen kurbanın mahiyetini bu kadar zorlamak niçin?
Resmî İslamlık / Değerlerin derece düzeni (II)
Sadece kurban ibadeti mi mahiyeti zorlanan? Elbette hayır. Dinin ana esaslarından biri olan zekâtın mahiyetindeki sapma daha derin, daha vahim ve daha kadimdir. Zekâtta uzman (!) birisinin şu yaklaşımı bunun kanıtıdır:
“Geçenlerde fabrikaları olan bir zat geldi. Mali durumunun dokümanını önüme bıraktı ve ne kadar zekât vermesi gerektiğini sordu. Oturup hesapladım ve sonucu kendisine verdim. Teşekkür edip ayrılmıştı. Çok geçmeden beni aradı. Başka bir uzmana daha gitmiş. O, mezhebimizdeki başka bir görüşü esas aldığı için kendisine daha az zekât önermiş. Onun kim olduğunu sordum, meğer benim öğrencimmiş. Oysa ben fukara lehine tercihte bulunmuştum. Daima fakirlerden yana olan görüşü tercih etmemiz gerekiyor. Kaldı ki çok vermekle mal azalmaz. Çünkü zekat malı temizler ve artırır.”
İki içtihat arasından, fakirlerden yana olanı seçen uzmanın takdir bekleyen ruh hâli davranışlarına yansımıştı. Ona söylediklerimi, tamim etmek istiyorum. Dedim ki:
Öğrenciniz yanılmış. Çünkü az zekatı tercih ederek ihtiyaç sahiplerini mağduriyetine sebep olmuş. Fakat siz de yanılıyorsunuz. Çünkü siz de çok zekatı, zenginin malını bereketlendirecek diye tercih ediyorsunuz. Yani zenginden yana düşünmede aynısınız.
İkiniz de dünyevileşmişsiniz. Bu nedenle, ikiniz de, daha az zekat verebilmenin yolunu arayan kimseye tepkisiz kalıyor, daha çok biriktirmenin yolunu aramasına ses çıkarmıyorsunuz.
Siz ikiniz, özgürleştirmede Musa ve Harun gibi olamazsınız. Çünkü fakir, kapitalizmin zulmünde esirken, siz “Kendi bilgimle, kendi gücümle, kendim kazandım!” diyen lehine kılı kırk yaran bir zekat hesabına oturuyorsunuz. Mısır’da zulüm tekerrür ederken siz Musa’nın dinini Musa’nın şeriatıyla baltalıyorsunuz.
İkiniz de; mutlak anlamda vermeyi belli bir tarihte ölçülü vermeye indiren resmi uygulamayı esas alıyorsunuz. Hz. Peygamberin bir uygulamasını esas aldığınızda, diğerlerinin hikmetinden uzaklaşmış olabileceğinizi düşünmüyorsunuz. Bu nedenle Kur’ân’ın, zekâtı hangi anlamın karşılığı ve hangi anlamın karşıtı olarak kullandığı sizi ilgilendirmiyor. “Ne kadar infak edelim!” diye soranlara karşı, “Verebileceğiniz kadarını” demesi, size bir anlam ifade etmiyor.
İkiniz de; mükellef, üzerinden bir yıl geçmiş malının muayyen bir miktarını sarf yerlerine verirse zekat gerçekleşmiş olur diyorsunuz. Yani size göre verilen miktar, ihtiyacı gidermese de biriktiren mükellefin sorumluluğu düşmüş olmaktadır.
Peki, yoksulluk gittikçe artıyorken, zekatlarını resmi bir miktara indirdiğiniz biriktiricilerin “vizr”ini öteki hayatta yüklenir misiniz? Komşusu işsizken, resmi nisap miktarına ulaşmadı diye zekat vermekten muaf tuttuğunuz biriktiricinin davasını üstlenebilecek misiniz? Mahallede miskinler varken, kazançları üzerinden bir tam yıl geçmedi diye resmen zengin saymadığınız biriktiricilere, yargı gününde, davavekilliği yapmayı taahhüt edebilir misiniz?
Öyleyse niçin putlaştırıyorsunuz dinin esaslarını!
Namazcı Hafız (Değerlerin Derece Düzeni III)
Müstağni nefse teslimiyet telkin etmesi gereken kurban, mahiyeti zorlandığında aşağılama, incitme ve açgözlülük ahlakına hizmet edebilir. Bu nedenle yüce kitap, kurbanların et ve kanlarının değil, kurbancının takvasının Allah’a ereceğini söyler. (Hacc 22/33)
Her biri yüzer taneli yedi başak veren bir tane gibi olan zekât bile mahiyeti zorlandığında bol yağmurun cascavlak bırakacağı topraklı bir kaya gibi olabilir. Bu nedenle yüce kitap, iyi bir sözün, ardından başa kakma ve incitme gelecek sadakadan daha hayırlı olduğunu söyler. (Bakara 2/262-4)
“Kılınan namaz” da, zorlanan kurban ve zorlanan zekât gibidir.
“Namaz” isminin ve “Kılma” eyleminin Kur’ân dilinde karşılığı olan harfler, hayatın her alanında kullanılan diğer bazı anlamların da kaynağıdır. Oysa bugün Türkçemizde, namaz sadece bilinen bir formun adıdır. Kılma fiili de sadece namaz için kullanılmaktadır.
Bu nedenle, kılmak deyince sadece namazı hatırlayan, namaz deyince de sadece o formu anlayan bir toplumda, “Namaz kıldım” diyen kişinin gerçekten ne yapmış olduğu değil, sadece bilinen o simgesel hareketleri yapmış olduğu anlaşılmaktadır.
Böylece daha işin başında, kişinin mahiyeti anlaşılan diğer bütün işleri bir yanda, namazı başka bir yanda olur. Kıldığı namaz, diğer bütün fiillerinden soyutlanır. Zikir kıvamına ulaşamaz, kötülüklerden uzaklaştıramaz, hayatı diriltemez.
Mahiyeti zorlanan yahut dondurularak putlaştırılan her şey böyledir.
Su kaynatılırsa buharlaşır, soğutulunca buzlaşır. Buhar ve buz da bu hâlleriyle susuzluk gideremez.
Çocukluk çağında ezberlenen ant ve marşlar, ilerde istiklal mücadelesiyle anlamlandırılmadıkça, kişinin hayatında değeri olmayan birer simge olarak kalmaya mahkûmdur.
Dinde Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma da, dinin mahiyetinin zorlanmasının ve dondurularak putlaştırılmasının kalıcı örnekleridir.
Kur’ân’ın iman ve sâlih ameli sürekli birlikte zikretmesi işte bu iki gidişe son uyarıdır.
Dînî hayat tartışılırken çeşitli göstergeler üzerinde durulur ve sonunda hep cami cemaatinin çoğalması, dini hayatın artmasına kanıt getirilir. İmanı dondurarak ibadetlerden arındıran Hıristiyanlaşmaya nispetle bu doğru bir tespittir. Ancak ibadetlerin mahiyetini zorlayan Yahudileşmeye nispetle doğru olup olmadığı tartışılabilir.
Nitekim namazcı hafız durumu kötü görmekte, bu nedenle her fırsatta “Evet, cemaat çoğalmış görünüyor ama namazlarında hiç de tadili erkân yok, bu olmayınca namaz da olmaz” diyerek itiraz etmektedir. Namazın altı farzı bulunduğunu, bu farzları dosdoğru yapmak gerektiğini anlatmakta ve buna da “Tadili erkân” demektedir.
Hafız, aslında namazın bir İslamlaşma göstergesi olduğunu kabul etmektedir. Ne var ki kul hakkı aşırmada uzmanlaşan kimseleri her gördüğünde, nefsin İslamlaşması için bunun yeterli olmadığını da anlamakta ve bu nedenle namazı ancak “tadil-i erkân” ın kıvama erdireceğini ileri sürmektedir.
Ancak namazcı hafızın “tadili erkân” dediği şey, gerçekte sadece kendi mezhebinin, sadece bir âliminin ve sadece namazla ilgili tam bin sayfalık bir kitabının öğretisidir.
Oysa namazın son şeklinin son Elçi tarafından tashih ve tekmil edildiğini, bu şekli tespit eden haberlerin tamamının on dosya kâğıdına sığabilecek kadar az olduğunu, İlahî melikiyet değişmedikçe de bu şeklin asla değişmemesi gerektiğini bilmektedir.
Kaldı ki namazcı hafız, bin tadili erkânla bile, bir tek tadili amel olamadığını bizzat tecrübe etmekte ve olamayacağını da çok iyi bilmektedir.
Peki, namazı ancak zekâtın tadil edebileceğini, yüce kitabın bunu açıkça tebyin ettiğini bilmiyor mudur?
“Gördün mü dini yalanlayanı! Şu yetimi itip kakanı, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyeni! Öyleyse, vay o “namaz kılanlar”a ki onlar “namaz”larından gafiller, onlar gösteriş yaparlar, ev aletlerini (en küçük yardımı) bile engellerler.” (Mâ’ûn Suresi)
Din Binasının Esasları ( Değerlerin Derece Düzeni IV )
Kulluk Adem’le birlikte biliniyorsa, birbirini destekleyen elçiler arka arkaya gelmişlerse, din bütün zamanlarda hep var idiyse, o zaman dini bir hüküm için; “Şu Hicret’ten sonra farz kılındı” demenin değeri nedir?
Bu sorunun cevabı şu soruların cevaplarında saklıdır:
Tufan’dan önce ve sonra bilinen, yazının icadından sonra aynı kalan, milattan sonra da devam eden, dolayısıyla Hicret’ten önce bilinen ve sonra da aynı kalan dini esaslar var mıdır?
Din binasının olmazsa olmazları yani?
Kadın-erkek, zengin-fakir, mukim-misafir, sağlıklı-hastalıklı, galip-mağlup, tutuklu veya serbest dinin herkese; dağda, ovada, soğukta, sıcakta, savaşta, barışta, her şart ve her mekânda teklif ettiği şeyler nelerdir?
Bu soruların cevabına başlamadan evvel, bu yazı boyunca unutulmaması gereken bir hususu hatırlatmak istiyoruz: Dinde Hicret öncesi ve Hicret sonrası ayrımı ilahi değil içtimaidir.
Dine evrensel ve ilahi, İslam’a da yöresel ve Muhammedi bir anlam yükleyerek Din ile İslam’ın arasını açanlar, kendilerini bu hükme kapatabilirler. Oysa Allah katında din İslam’dır ve önceki peygamberlere uyanlara da Müslüman ismini Allah takmıştır. (Hacc 22/7
Peygamberlerin hepsinin aynı dini tebliğ ettiği ve bu dine İslâm dendiği hatırlandığında, yukarıdaki soruların kısmi cevabını İslâm’ın sekiz şey üzerine bina edildiğini ifade eden bir Hadis’te buluruz.
Bu Hadis’e göre, İslam binasının sekiz esası vardır. Bunlar da; 1- Tevhid, 2- Salât, 3- Zekât, 4- Hac, 5- Oruç, 6- Cihad, 7- İyiliği emretmek, 8- Kötülüğü yasaklamaktır.
Bu sekiz esasın son üçü, aslında birçok hususta benzeşmektedir. Bu hususlarından birisi yatay alanlı oluşlarıdır. Nitekim üçü de ilahi rızayı toplumsal hukukta arar.
Benzeşen diğer bir husus da amaçlarıdır. Bu esaslar ıslah edici, kusur giderici ve fayda vericidirler. Bu yönleriyle de onlara sâlih amel denir.
Üç esasın benzeştikleri başka bir nokta ise temsil özellikleridir. Her biri, diğerinin yerine kaim olabilir. Çünkü kötülüğü yasaklamak, başka bir açıdan iyiliği emretmiş olmakla aynıdır. Cihadın amacı da kötülüğü önlemek veya iyiliği yaygınlaştırmakla örtüşür.
Bu esasların benzeşen özel bir yönleri de arızi oluşlarıdır. Yani bunlar her zaman gerekmeyen eylemlerdir. Üçü de ihtiyaç duyulan zamanlarda devreye girer.
Bu üç esasın benzeşen en önemli yönleri ise kifai oluşlarıdır. Herkes emretmek, yasaklamak ve cihat etmek için kabiliyetli, yetkili ve donanımlı olamayabilir. Bu nedenle onlardan sadece yeterliliği bulunan kimseler mükellef olur.
Sekizden geriye kalanlar arasında, bu üç esasla, kısmi olarak benzeşen ise sadece zekâttır.
Çünkü zekât da toplumsal alanlıdır. Ayrıca amacı itibariyle sâlih bir eylemdir. Daha önemlisi ise üzerinde durduğumuz bu üç esasın yerine kaim olabilir. Nitekim bedenen ve fikren iyiliği emretmeye, kötülüğü yasaklamaya ve cihada gücü yetmeyenler, zekâtlarıyla bu eylemlere destek olurlar.
Ancak her zaman ve herkese gerekli olmama hususunda zekât bunlardan ayrılır. Çünkü kelimenin özgün anlamıyla zekat arızi ve kifaî değil, sürekli ve aynidir. İleride ayrıca üzerinde duracağımız üzere, savaş ve barışta her zaman, zengin ve fakir herkese gereklidir. Bu yönüyle de iyiliği emretmenin, kötülüğü yasaklamanın ve cihat etmenin itici gücü, dinin her zaman ve herkeste kalıcı bir esası olur.
Bu nedenle, birbirinin yerine kaim olabilen toplumsal alanlı bu dört salih amel, bazı Hadislerde zekâtta toplanmış ve İslam’ın beş esas üzerine bina edildiği ifade edilmiştir.
İki Esasın Farkı (Değerlerin Derece Düzeni V)
Farklı senetlerle nakledilen çok sayıdaki Hadis’e göre İslam’ın üzerine bina edildiği beş esas; Tevhid, Salât, Zekât, Hac ve Oruçtur.
Aynı konudaki başka haberlerde nakledildiği üzere, esaslardan birisi olan tevhid, soyut ve içsel bir kabulden ibaret olan iman ve ihlâsı niteler. Bu, müminden İlah’a doğru yükselen, ferdi ve dikey alanlı bir olaydır. Fıtri, sade ve kolay olduğu için de tarihselliği ve yöreselliği söz konusu olmaz. Farklı şartlarda değişmez, zor zamanda kolaylaştırılması düşünülemez.
Hac ise İlah’ın Melikiyetini simgeleyen sarayla ilgilidir. Simgesellik, sarayın amacını duvarlara değil, gösterdiği yöne yükler. Bu nedenle, temsil açısından temellerini Hz. İbrahim’in yükselttiği mabet ile Hz. Süleyman’ın yaptırdığı mabet arasında fark görülmemiştir. Ne var ki dünyevi olan, tarihsel ve yöresel olmak zorundadır. Bu da saray ziyareti için belli bir vakti ve muayyen bir biçimi gerekli kılar. Bu nedenle, sarayı ziyaretin amacı, ferdî ve dikey alanlı bir iş olsa bile, haccın kolay şekli aranmamış, başka bir ifadeyle kolay bir ziyarete hac denmemiştir. Fakat gücü yetmeyenler, sarayın ziyaretinden muaf tutulmuştur.
Oruç da, İlah’ın Melikiyet seslenişiyle ilgilidir. Ramazan ayı, bu seslenişin zamanını, oruç ise bu sesleniş mevsiminde kulların her türlü malayaniyi terk etmesini simgeler. Oruç da her ne kadar kul-Melik ilişkili olsa da, onunla ferdî bir yükseliş aransa da, hilâl tespiti, sahur ve iftar gibi öğeleriyle yöresellik arz eder. Yani oruç da vakitli ve muayyendir. Bu nedenle kolaylaştırılmamış; az yemek-içmek oruç sayılmamıştır. Buna mukabil hasta ve yolcuların oruç tutmamasına ruhsat verilmiştir.
Ancak bu beş esas arasında salât ve zekât böyle değildir.
Salât, dikey alanlı, vakitli ve muayyen olsa bile zor durumlarda son derecede kolaylaştırılmış olmasıyla hac ve oruçtan ayrılır. Abdest için su bulamayan temiz toprağa dokunur. Kıbleyi bulamayan yine de bir yöne döner. Ayakta duramayan bu işi oturarak yapar. Yani salât, her durumda kolaylaştırılmıştır. İşte bundan dolayı, binitli yahut yaya durumda bile terk edilmez.
Sağlıkta ve hastalıkta, zenginlikte ve fakirlikte, korkuda ve güvende gerekli görülür.
Ayrıca salât, ferdî yönelişlerin hepsini kapsayıcıdır. Nitekim kıraat rüknü ile tevhidi, kıbleye dönme rüknüyle haccı, yeme-içmenin terkiyle de orucu kapsar. Değiştirilmeyen ve azaltılmayan hac ve orucun, zor durumlarda tehir ve hatta terk edilmesine ruhsat verilmiş olması da bundandır.
Yani insanlara hizmetin itici gücü ve bu türün yerine kaim olan zekât, İlaha yönelen ferdi ibadetlerin itici gücü ve bu türün yerine kaim olan da salâttır.
Bu durumda, Hadislerde sayılan beş esastan her mükellefe ve her zaman gerekli olanının sadece salât ve zekât olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında Kur’ân’ın beyanı, tavzihi ve vurgusundan da, dinin, bu iki esas üzerine bina edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Ahmet Baydar
|