ebu muharrem Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 11 ocak 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 77
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
KURAN'IN PROJESİ İKMAL İTMAM İSLAM
Önceden planlanmış, maliyeti hesaplanmış, bir vadeye bağlanarak gerçekleştirilmesi kabul edilmiş ve onaylanmış tasarıya proje diyoruz. Eski dildeki karşılığı ile mütehayyel. Kur'ân'ın projesi, mütehayyeli, yani hayat tasarısı nedir? Kur'ân, muhatabını nereye ve neye sevkediyor? Dün için ne demişti, bugün için ne diyor, yarına sözü nedir?
Aslında, genel anlamda vahyin projesinin kulluk rehberi olduğunda kuşku yoktur. Kur'ân da, önceki mukaddes kitaplar gibi Allah'a karşı iyi kulluğun yollarını öğretmek için indirilmiştir. Kur'ân'ın projesi dediğimiz şey de temelde budur. Ancak, yukarıdaki sorularla, genel olarak vahyin değil de, önceki kitaplara artı olarak Kur'ân'ın insanlığa ne getirdiği hedeflenmektedir. Acaba son kitap, dünyaya ne getirmiştir?
Bu soruyu anlamlı kılacak başka bir yön de şudur. Bütün peygamberler, önceki elçilerin izi üzerine gelmişlerdir. Kur'ân bu hususu açıkça vurgulamaktadır. Peki, peygamberlikte yeniden inşa yoksa, genelde peygamberler, özelde de Hz. Muhammed, kendilerinden önceki dini hayata yeni olarak ne getirmişlerdir?
Bu konunun vuzuha kavuşması için, önce Kur'ân'ın kullandığı iki sözcüğü tanımamız gerekiyor. Anlamları birbirine yakın iki sözcük bunlar; birisi "ikmal", diğeri de "itmam".
İkmal, birşeyin sıfatlarını birleştirmektir. Kusurlu birşeyi düzeltmek, ona kemal verip mükemmelleştirmek, onu ikmal etmek demektir. Yani, daha önceden var olan, ama doğru çalışmayan birşeyi tamir ederseniz, onu ikmal etmiş olursunuz.
İtmam ise bundan biraz farklıdır. Birşeyin parçalarını birleştirmek, birbirine eklemektir. Önceden başlanıp da bitirilmemiş bir şeyin parçalarını yerine koyup işi bitirmektir. İnşasına önceden başlanmış bir binanın yapımını sona erdirmek bir itmamdır.
Göreceli konulardaki sayılamayan iyileştirmelerin her safhası birer ikmal olduğu hâlde, sayılabilir konulardaki iyileştirmelerin sonu da itmam olur. Bu durumda, toplama, büyütme ve güzelleştirme anlamları, ikmalden hiç ayrılmaz. İtmamın ayırıcı niteliği ise sona erdirmek ve tamamlamaktır. O hâlde, her icmal bir ikmaldir. Birbirine eklenen sözcüklerle ikmal edilen şeye cümle denmesi de bundandır. Cümlenin sonuna nokta konur hâle gelmesi ise tamamlandığını, yani itmamını gösterir.
Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'ın ard arda sıralanışı, dini hayatın, beşeri gelişime göre ikmali içindir. Hz. İsa'nın, yanlış giden dini hayata yaptığı, ıslaha yönelik uyarılar bir ikmal sayılır. Hz. Peygamberin uyarıları da elbette böyledir. Ancak Kur'ân söz konusu olduğunda buna artı bir durum vardır. Kur'an, hem insanlığın gelişim seyrine ikmalde bulunmuş, hem de işe nokta koyucu, itmam edici, tamamlayıcı olmuştur. Çünkü bu, son kitaptır. Son indirilen bu kitabın, son indirilen ayetinde; "Bugün, dininizi ikmal ettim ve nimetimi size itmam ettim" denir.
الْيَوْم 14; أَكْمَلْ 78;ُ لَكُمْ دِينَكُم 18; وَأَتْمَ 05;ْتُ عَلَيْكُ 05;ْ نِعْمَتِ 10;
Bu ayette, ikmal edildiği bildirilen, beşeri gelişime uygun olarak tanzim edilen dini hayattır. Nitekim, dini hayat, özü itibariyle insanlık tarihinde zaten hep vardır. Ancak dini öğreti, peygamberler aracılığıyla, beşerin gelişmişlik seviyesine göre tedrici (müteşabih) olarak verilmiştir.
Ayrıca bu öğretinin bir çoğu üzerindeki anlayışlar zamanla bozulmuştur. İşte, gelişleri birbirlerini izlemiş olan peygamberlerin ıslahları, bu tedrici konulara ve bozulmalara yöneliktir. Kur'ân, son olarak bunlara ikmal yapmıştır.
Ayette, itmam edildiği bildirilen ise, her safhada muhkemleri hedeflemiş olan vahyin kendisidir. Başka bir deyişle; birbirine benzeşen (müteşabih olan), tek tek sayılamayan konular, ikmale yöneliktir. Ama tek tek sayılabilen muhkem konular ise itmama yöneliktir. Bu durumda ilahi kitaplar bir birine nazaran müteşabihtir. Tevrat Zebur'la, Zebur İncil'le, İncil de Kur'ân'la benzeşir. Yani önceki kitap, sonraki kitabın söyleyeceği söze zemin hazırlamıştır. Müteşabih oluşun anlamı budur.
O zaman kısaca şunu tespit edebiliriz. Kur'ân, insanlığın sosyal prolemlerini cevaplandırırken ikmalde bulunmuş, ama insan aklına sesleen son kitap olması hasebiyle de itmamda bulunmuş olur: الْيَوْم 14; أَكْمَلْ 78;ُ لَكُمْ دِينَكُم 18;
Ayetinde "din" sözcüğü, insanlara nispet edilmiş, "Dininiz" şeklinde çoğul zamirle zikredilmiştir. Çünkü, toplumların kavrayışları geliştikçe, din de onların gelişimine parelel olarak kemale ermiştir. Kemal ve cemal bulmuştur. Dini meselelerde öncekilere müteşabih olan şeyler vazedilmiştir.
Oysa, nimet sözcüğü, yani özünde değişmeyen vahyin kendisi, Allah'ın zatına nispet edilmiş ve tekil zamirle, "nimetim" şeklinde zikredilmiştir.
وَأَتْمَ 05;ْتُ عَلَيْكُ 05;ْ نِعْمَتِ 10;
Çünkü, buradaki nimet, her devirde doğruyu hedeflemiş bulunan, mahiyetinde asla değişim-gelişim düşünülemez olan vahyin kendisidir. İlk peygamberle başlayıp son peygamberle sona eren bu vahiy, muhkemlerin sayısal cihetini tamamlamıştır. Muhkemler bitmiş, bina tamamlanmıştır.
Böylece Kur'ân, kendi projesini son ayetinde, iki sözcükle özetlemiştir; ikmal ve itmam.
Şimdi yukarıdaki soruları, yeniden bu iki sözcükle soralım. Acaba Kur'ân, (önceki toplumların dinine) hangi noktalarda ikmallerde bulunmuştur? Ayrıca Kur'ân'ın itmamı ne anlama gelir?
Kur'ân'ın en önemli ikmali, iman ve inkarı açığa çıkaran noktada olmuştur. Önceki peygamberlerin, bunun için işaret ettikleri bazı ayetler vardır. Mesela, Salih peygamberin gösterdiği deve böyledir. İman ve küfrü açığa çıkaracak bir ayettir bu. Hz. Musa da dokuz ayet göstermiştir. Bunlar, o toplumlar için birer mucizedir aynı zamanda. Hz. İsa'nın da seslendiği toplum için, iyileştirme ayetleri yani mucizeleri vardır?
Acaba Hz. Salih'in işaret ettiği deve, diğer develerden hiç bir farkı bulunmayan, merada sahipsiz otlayan bir deve miydi? Hz. Musa'nın asası; ilahi emirden kazandığı maharetle sahir şairlerin yaptıklarını yutan maişet aklı mıydı? Hz. İsa'nın dağıttığı şifa, bir tür enerjiyle dissosiyatif hastlalıkları iyileştirmesi miydi? Önceki peygamberlerin işaret ettikleri ayetlere, bu tür bazı izahlar yapılabilir. Başka bir ifadeyle, önceki toplumların mucize gördükleri şeyler, sonraki toplumlar tarafından öyle düşünülmeyebilir. Bu nedenle, bir toplum için ayet bilinen bir şey, başka bir toplum için ayet sayılmayabilir. Ancak, mahiyetleri her ne olursa olsun, sonradan getirilen bu izahlar, o ayetleri, en azından kendi dönemleri için mucize olmaktan çıkaramaz. Zaten onlar, sonrakiler için değil, tanık olan toplumlar için mucize olmuştur.
Peki bu durum, akli düzeyi son derecede gelişen sonraki toplumlar için artık ayet gereksizdir anlamına mı gelir? Elbette hayır. Aksine, çok şeyin izahını yapabilen bir akıl için, daha farklı ve daha çok mucize gerekli olur.
İşte bu nedenle, Kur'ân, düşünme ve inanmayı teklif ederken, hiçbir fevkaladeliğe işaret etmez. Önceki peygamberlerin ayetlerini sadece nakleder. Fakat "Bir benzerini de Hz. Muhammed'den görün, onun ayeti de işte şudur" demez. Eskilere verilen türden bir ayet istemeyi olumsuzlar. Muhataplarının aklen gelişmişliğini, bilgi düzeylerinin artmasını, ayet algılama düzeylerinin yükselmesini göz önüne alır. Onlara çok farklı bir üslupla seslenir. Var olan ve var olmakta bulunan şeylerin birer ayet olduğunu, onların üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini teklif eder.
Yani Kur'ân'a göre ayetler, sayılabilir türden birkaç tane değildir. Aksine, düşünmeye konu olabilecek şeyler kadar çoktur. Sınırsız ayet gösterir Kur'ân. Gökler, yıldızlar, Güneş, ay, yer, gece, gündüz, mevsimler, hareketler, ihtilaflar, diller, renkler... Bunların hepsinin birer ayet olarak mütalaa edilmesini ister. Doğumlar, ölümler, bitkiler, meyveler, hayvanlar ve tarihi hadiselerin de her biri, birer ayettir. Ayetlere bakanların kimileri onları beyyine, kimileri burhân, kimileri huccet, kimileri besâir, kimileri de sultân olarak görür.
İşte bu görüşlerden, "mümin", "mukin", "evvelun" ve "sabikun" gibi farklı zümreler oluşur. Bazı insanlar da ayetlerin dilinden anlamaya hiç yaklaşmazlar. Onların delaletini inkar ederek salt bir eşya olarak görürler. Bu nedenle; "zâlim", "kafir" ve "münafık" gibi farklı derecelerde kimlikler oluşur. Artık sonraki hayatta; herkesin durumuna göre uygun karşılıkları verilecektir. O zaman, Kur'ân açısından, üzerinde düşünülen herşey bir ayet demektir. Bunun anlamı da; birşeyi ayet olmaya dönüştürecek olanın, eşyanın tabiatı değil, fakat insanın kendisi olduğudur. Ayetler, simgesel bir dille insanın hislerine ve kalbine seslenirken onda akletme melekesi oluşturur. Kur'ân, kişinin imanını ve inkarını, taklitlere, ön kabullere ve fevkaladeliklere değil, işte böyle bir zemine oturtmasını ister. Bu, insan oğlunun iman ve inkar temeline, Kur'ân'ın yaptığı bir ikmaldir. Kur'ân'ın bir ikmali de İlah öğretisindedir. Yahudilikte; insan kendisine bakınca Tanrıyı görmelidir. Çünkü Tanrı, asil bir genç suretindedir. Hz. Musa tarafından seçilmiş yetmiş kişiye görülebilen, onlarla birlikte yiyip içen, bahçelerde gezen, ağacın arkasında kalanı göremeyen, güreş tutan tam bir insandır Tanrı. Hristiyanlıkta ise; insandan doğmuş, insanlarla birlikte ağlamış gülmüş, yorulmuş dinlenmiş, çarmıha gerilmiş, ardından da göklere yükselmiş bir insan oğlu Tanrıdır. Yani Yahudiler, Tanrıyı yere indirerek beşerileştirmiş, Hıristiyanlar ise buna mukabil, bir beşeri göklere çıkararak Tanrılaştırmışlardı. Bütün bunlar, önceki devirlerdeki İlah öğretisinde, tenzih ve teşbih dengesinin, Yüce Allah inancının bozulmuş olduğu anlamına gelmektedir.
Sonra Kur'ân gelmiş, tenzih ve teşbihi dengelemiştir. Tanrıyı, bilen, gören, haberdar olan, güçlü ve benzeri temsillerle tanıttığı hâlde, aynı zamanda, O'nun hiç bir şeye benzemediğini dile getiren, arındıran bir üslupla anlatmıştır.
Kur'ân'ın bir ikmalini de kural ve ahlak ilişkisinde görürüz. Hz. İsâ'dan önce din, kimi toplumlarda ruhsuz bazı kurallar yığını hâline gelmiş, kimi toplumlarda da kuralsız bir öğretiye dönüşmüştü. Onun, yoğun uyarılarına rağmen tam olarak rayına oturmamıştı. Ondan sonra da, din genelde ruhbanlaştırıldı ve dini hayat mabetlere hasredildi. Bu da, sosyal hayata yansımayan bir din anlayışını ve alışkanlıkları önceleyen bir terbiye ahlakını kamçıladı. Kur'ân geldi ve terbiye ahlakı yerine, tezkiye ahlakını öğretti. Buna göre; esas olan, edinilmiş alışkanlıklarla ayakta duran değil, fıtrata uygun bir bilinç oluşumuyla sosyal hayata yansıyan ahlaktır. Kur'ân'ın öğretisinde, ibadetler sahibine alışkanlık değil, bilinç telkin etmelidir. Bu nedenle Kur'ân, çoğaltılan yasakları azaltmış, artırılan ibadetleri de hafifletmiştir. Nefsin tezkiyesine yönelik ibadetleri, zorlaşan şartlarda alabildiğine kolaylaştırmış; zorlanandan orucu kaldırmış, hastaya ve yolcuya orucunu tehir etme izni vermiş, namazı da hastalık, korku, ve şiddet şartlarına göre hafifletmiştir. Oruçta zorlanan kimsenin, ihramlıyken hata yapanın ve yemininde kusurlu olanın, sadaka vermesini istemiştir. Yani, İlah'ın hukukuna karşı işelenmiş bir hatayı, ibadetteki bir kusur ve eksikliği, insanlara hizmet etmeye ve onlara yardım etmeye dönüştürmüştür. İşte bu da Kur'ân'ın ikmal noktalarından birisidir. Kur'ân'ın bir ikmalini de teori ve pratik ilişkisinde görüyoruz. Uygulamaların sosyal şartlara bağlı olarak değişken olması, her inancın ilkeleri açısından problem getirebilir. Ahlaki bir temeli olmayan dini muamelatın ve inanç temeli bulunmayan menasikin, elbette ilahi bir değeri de kalmaz. Bu, bütün inançlar ve toplumlar açısından korunması zor bir dengedir.
Hz. İsa'dan önce; değişmezler üzerine oturan Yahudilik, sırf uygulamalardan ibaret bir fıkıh mezhebi gibi kalmıştı. Gerekirse, değişmesi gerekenler uygulamalar değil, imkanlardı. Bu da, dinin içini boşaltmış, ona inançsız ve ahlaksız bir şeriat görünümü vermişti. Bu anlayışa göre, küçük çocuklar sünnet (hitan) edilir, fakat bunun yanında peygamberin sünnetine uyulmazdı. Nikahsız cinsel ilişki, Tevrat buyruğunca yasaklanmışken, bu yasak sadece fakirlere uygulanır; zenginler ve Ferisi bilginler kendilerini bu konuda serbest sayarlardı. Hz. İsa geldi ve ilkelerin uygulamalardan daha önemli olduğunu söyledi. Bu konuda kesif uyarılarda bulundu: “Kutsal Yasa'yı yerine getirirsen, sünnetin elbette yararı vardır, ama yasaya karşı gelirsen, sünnetli olmanın hiçbir anlamı kalmaz” dedi.
Bir gün din bilginleri ve Farisiler, Hz. İsa'ya bir "kötü" kadın getirmişlerdi. Kadını orta yere çıkararak İsa'ya, "Bu kadın tam zina ederken yakalandı. Musa, yasada bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?" demişlerdi. Amaçları onu sınamaktır. Hz. İsa eğilip parmağıyla toprağa yazı yazar. Fakat onlar durmadan aynı soruyu sorarlar. İsa doğrulur ve, "Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!" der. Sonra yine eğilip, toprağa yazmaya koyulur. Başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa'yı yalnız bırakırlar. Kadın ise orta yerde durmaktadır. İsa, doğrulup ona, "Hiçbiri seni yargılamadı mı?" diye sorar. Kadın, "Hiçbiri, efendim" der. İsa, "Ben de seni yargılamıyorum. Git, artık bundan sonra günah işleme!" der
İşte Hz. İsa'nın uyarıları, böyle ilkelere yönelikti. O, ilkesiz uygulamanın boş olduğunu söylüyordu. Ama ne var ki ondan sonra, bu sefer de, uygulamasız ilkeler bayraklaştırıldı. Hıristiyanlık, onun uyarılarını ifrata vardırarak, tam aksi bir yol izledi. Ondan sonra, çocukların sünnet edilmesi terk edildi. Sonunda da pratiğin hiçbir dini bir değeri olmadığı sonucuna varıldı.
İşte Kur'ân, bu hususta da ikmal yaptı. Ahkamın iç dinamizmini ayarladı. Dini değerlerin, derece düzenini öğretti. Dinin teori ve pratiğini, ilke ve uygulamasını dengeleyerek iman ve amel bütünlüğünü sağladı. Şeriâtın; ahlak ve inançla ilşkisini ihya etti. Bir zengin, sadaka vererek bir fakire yardım yapar. Bu, dinin görünür bir uygulamasıdır. Ancak, bu zengin, yardımının ardından dinin ilkesini çiğneyen bir iş yapmamalıdır. Mesela, fakire zulüm yaparsa bu sadakanın bir değeri kalmamış olur. Bu nedenle, Kur’an, yaratılış orijinliği anlamındaki fıtratı (ahlak) Allah’a kulluğun (hamd) temeline koydu. İman, ahlak, menasik ve muamelat sırasını sürekli vurguladı.
Kur'ân'ın bir ikmali de günahkarın kurtuluş formülünde görülmektedir. Yahudilik, inançsız insanı kurallarla ayakta tutmaya çalışırken İncil geldi. Daha çok ilkeleri ön plana çıkararak pratik bir dini hayat önerdi. Ama Hırsitiyanlık, kuralsız insanı iman sınavıyla başıboş bıraktı. Önce teori pratiğe galip ilan edildi, zamanla da pratik tamamen imha edildi. Bir Hıristiyan, salih ameli olmasa da toplumunda iyi bir mümin sayılabilir oldu. Bu nedenle, Hristiyanlık, pratik dini hayatı bulunmayan mensubuna bazı çareler düşünmüş, onun günahları için, kurtuluş formülleri icad etmiştir.
Kur'ân ise, iman ailesini hep salih amele davet etmiştir. Hucurat Suresinde, İslam ailesine iman temelinden girileceğini öğretmiştir. Ancak Kur'ân'ın istediği bu islamlık da hiyerarşik değildir. Din adamına, bir müesseseye, hatta bir peygambere değil, doğrudan Allah'a islamlıktır. Müslümanın, kehanetlere değil, kerametlere değil, mucizelere değil, din adamlarına değil, müesseselere değil, hatta peygamberlere bile bile değil, doğrudan Allah'a bağlı olmasını ister. Peygamberin elçiliği bu yolda sadece bir vasıtadır.
Kısaca, Kur'ân, vesayet yerine asalet öğretmiştir. Din adamı elinde vaftizle, yahut onun önünde günah itiraf ederek aklanma yerine, bireyin kendi kendine arınma (tezkiye) ve günahlarından dönme (tövbe) esasını getirmiştir. Kur'ân, önceki kitaplarda zaten var olan bireysel sorumluluğu, farklı ve daha sıkı bir üslupla telkin etmiş, şöyle demiştir: "Günahkar, diğerinin günahını çekmez. Günah yükü ağır olan kimse, onun taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden birşey taşınmaz. Sen ancak, görmediği halde Rablerinden sakınanları, namazı kılanları uyarırsın. Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur; dönüş ancak Allah'adır."
Kur'ân, kul için, beşeri kayıtların tamamını kırarak, kula kulluğu iptal etmiş, hükümdarlığı sadece Allah'a tahsis ederek insanı özgürleştirmiştir. Fidye ve şefaat gibi uhrevi kurtuluş formüllerinin de hepsini olumsuzlayarak, yargıyı sadece Allah'a tahsis etmiştir. İşte sözün başında, bir bölümünün mealini verdiğimiz ayet, bu yolun adını "Allah'a teslim olmak" anlamında "islam" olarak belirtmiştir:
الْيَوْم 14; أَكْمَلْ 78;ُ لَكُمْ دِينَكُم 18; وَأَتْمَ 05;ْتُ عَلَيْكُ 05;ْ نِعْمَتِ 10; وَرَضِيت 15; لَكُمُ الْإِسْل 14;امَ دِينًا
"Bugün, dininizi ikmal ettim, nimetimi size itmam ettim, din olarak da sizin için islâma razı oldum."
Ahmet Baydar
Abaydars@hotmail.com
|