Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamün Aleyküm! Değerli mirror Kardeşim!
mirror Yazdı:
Selam Alperen
Seni sınamak için değil,''ve'' baglacı,kalu bela (ruhlar alemı),çift isim kullanım sebebi konusunu daha ıyı anlaman için cinler örnegını verdım.Nas suresınde ''ve'' baglacı (ınsan ve cin şeytanlar) derken insan ve cin (beden-can) olarak butunluk arzedıyor ayrılık değil.
Reenkarnasyon olarak yorumlanan ıkı kez ölme dırılme ayeti, yanlış yorumlanmaktadır,ayet kalubelaya ruhlar alemınden geldığımıze işaret eder.İlk önce can yaratılmıştır ve tum ınsanlar ruhlar alemınden anne rahmıne duşup bedenlenmıştır.
|
|
|
Kalubela(Ruhlar Alemi) ayetinin geçtiği Â'raf 172, 173. Ayetleri ile ilgili bir çalışmayı bilgilerinize sunmak istiyorum.
Halbuki senin Rabbin, kıyamet günü, “Biz bunlardan gafildik.” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz / kuşaklarız, batılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz diye âdemoğullarının sulbünden onların soylarını çıkarır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”
Hiç kuşku yok ki Kur’an, mübin (apaçık) ve mufassaldır (tafsilâtlıdır). Çünkü bu husus, Rabbimizin beyanı ile sabittir. Böyle olmasına rağmen Kur’an’daki bazı ifadelere ve cümlelere -sanki anlaşılmamış veya anlaşılamazmış gibi- açıklama getirmek için asılsız rivayetlere müracaat edilmiş ve tutarsız yorumlar yapılmıştır. Bunların sonucu olarak da ortaya, dinimizle alâkası bulunmayan binlerce acayip kavram ve inanış çıkmıştır. İşte bunlardan biri olan “Kalu Bela” veya “Elest Bezmi” konusu da, bu surenin 172–174. ayetlerinin açıklaması için uydurulan rivayetlerde icat edilmiştir.
Kalu Bela / Elest Bezmi / Bezm-i Elest
A’râf suresinin 172–174. ayetleri dirayetle anlaşılmaya çalışılmadığı için, açık olmayan, gaybî manalar içeren bir ayet muamelesi görmüş ve ayetlerin anlaşılıp anlatılması da uydurmacılara kalmıştır. Bu konudaki uydurmacılar ve uydurulanlar o kadar çoğalmıştır ki, “Kalu Bela” veya “Bezm-i Elest” adlarıyla özel bir tasavvuf kültürü ve edebiyatı bile oluşturulmuştur. Bu gidişatın doğal sonucu olarak konunun kaynağı olan A’râf suresinin 172–174. ayetlerinin meali de dirayetsizce ve ortaya çıkan uydurmalar doğrultusunda yapılmıştır. Bunların bir örneği durumundaki aşağıdaki meal, piyasadaki mevcudun ekserisinde aynıdır:
“Hani Rabbın; âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş: Ben sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.
Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.
İşte biz âyetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki dönerler diye.”
Görüldüğü gibi bu mealden pek bir şey anlaşılamamaktadır. Ama Arapça bildiği iddiası ile ayetleri böyle meallendirenlerin kendileri de, büyük bir ihtimalle bu mealden bir şey anlamamışlardır.
Çünkü bu mealden bir şey anlayabilmek için rivayetçilerin eteğinden tutmak ve onların “Rasülüllah bu konuda şöyle buyurdu…” diye yaptıkları yalan yanlış açıklamaları itirazsız kabul etmek gerekir.
Bu konu ile ilgili olarak İbn-i Kesir tefsirinde on tane rivayete yer verirken, Suyutî’nin, ed-Dürrü-l Mensur’unda elli civarında rivayet yer almaktadır.
Hep peygamberimiz kaynaklı olan bu rivayetler birbirinin aynısı olmayan, farklı meseleler içeren rivayetler olduğu için, aklını çalıştıran bir kişinin bunlara bakıp; “Peygamberimiz de ne tutarsız adammış, bir dediği diğerini tutmuyor!” demesi çok normaldir.
Biz, peygamberimizi böyle bir kusurdan tenzih ediyor ve bu rivayetlerden Kütüb-ü Sitte’de yer alan iki tanesini ibret için aktarıyoruz:
Rivayet 1:
Müslim İbnü yesar el Cühenî anlatıyor: “Hz. Ömer RA.dan, “Rabbin Âdemoğullarından; bellerinden zürriyetlerini ... (A’raf 172-173)” âyetinden soruldu. Hz. Ömer RA. şu cevabı verdi: “Bu âyetten Rasülüllah’a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı: “Allah, Âdem’i yarattı sonra sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: “Bunlar cennet içindir, bunlar cennet ehlinin ameliyle amel ederler” dedi. Rabb Teala, ikinci defa sırtını okşadı, ondan bir nesil daha çıkardı ve: “Bunları da cehennem için yarattım, bunlar da cehennem ehlinin amalini işleyecekler” dedi.
Cemaattan bir adam: “Ey Allahınrasülü! (Kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel ediyoruz? diye sordu. Rasülüllah şu açıklamayı yaptı: “Allah bir kişiyi cennet ehli olarak yaratmışsa onu cennet ehlinin amelinde çalıştırır. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere ölür ve Allah da onu cennetine koyar. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak yaratmışsa, onu da cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da cehennemliklerin bir ameli üzere ölür, Allah da onu cehenneme koyar.”
(Muvatta, Kader 2, Tirmizi, Tefsir, A’raf, Ebu Davut, sünnet.)
Rivayet 2:
Ebu Hüreyre anlatıyor: “Rasülüllah buyurdular ki: “Allahü Zülcelal Hazretleri Âdem’i yarattığı zaman sırtını meshetti. Bunun üzerine kıyamete kadar onun neslinden yaratacağı insanlardan her birinin iki gözü arasına nurdan bir parlaklık koydu. Sonra hepsini Âdem’e arzetti. Âdem:
“-Ey Rabbim bunlar kim? diye sordu.
“-Bunlar senin zürriyetindir” dedi.
Onlardan bir tanesi dikkatini çekti, gözlerinin arasındaki parlaklık çok hoşuna gitmişti.
“-Ey Rabbim şu da kim?” diye sordu.
“-Dâvûd!” deyince.
“-Pekala ne kadar ömür verdin?” diye sordu.
“-Altmış yıl!” dedi.
Âdem:
“-Ey Rabbim, ona benim emrimden kırk yıl ilave et!” dedi.
Rasülüllah buyurdular ki: Âdem’in yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Âdem ona:
“-Yani benim ömrümden kırk yıl daha geride kalmadı mı?” dedi. Melek:
“-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Dâvûd’a vermedin mi?”
Âdem inkar etti, zürriyeti de inkar etti, Âdem unuttu ve meyveden yedi. Zürriyeti de unuttu. Âdem hata işledi, zürriyeti de hata işledi.”
(Tirmizi Tefsir, A’raf.)
Bu rivayetlere dayanılarak Müslümanlar arasında oluşturulmuş inancı şöyle özetlemek mümkündür:
- Allah, henüz bedenleri yaratmadan önce bir yerlerde (?), ruhları karşısına toplamış ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştur.
- Ruhlar da “Bela (Hiç şüphesiz sen bizim Rabbimizsin)” diye cevap vermişler ve böylece Müslüman olmuşlardır.
- Allah ile ruhlar arasında yapılmış olan bu sözleşmenin yeri ve zamanı konusunda ise bir birlik sağlanamamış ve çıkmaza girilmiştir.
- Bazı rivayetlerde bu sözleşmenin Neman bölgesinde (Arafat’tan Mina’ya kadar olan vadi), bazılarında ise Taif ile Mekke arasındaki bölgede yapıldığı yer almaktadır.
Sözleşmenin zamanı konusunda ortaya atılan görüşleri de iki kısımda toplamak mümkündür:
1. İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce, zerreler hâlindeki zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahit yoktur. Bu sözleşme mecazî anlamdadır ve bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir.
2. Allah’ın insanlardan aldığı ahit, insan türünün fiilen dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiştir. Bütün insanların zürriyeti, Âdem’in sırtından zerreler hâlinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu olay mecazî ve temsilî bir anlatım değildir, gerçekten vuku bulmuştur.
Rivayetlerin aklen ve naklen tahlili:
Rivayet 1’de, cemaatten bir adamın sorusuna karşı peygamberimize yaptırılan açıklama, bir “açıklama” değildir, bu düpedüz Cebriye’ciliktir.
Konumuz olan ayette insan soyu; “beniâdem (âdemoğulları, insanlar)”, “zürriyetehüm (âdemoğullarının zürriyetleri / soyları)”, “min zuhurihim (âdemoğullarının sırtları / belleri / sulbleri)” kelimeleriyle, çoğul olarak zikredilmiştir.
Yani ayette, kesinlikle Âdem’den bahsedilmemiştir. Oysa rivayetler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, hep Âdem odaklıdır.
Ayette konu edilen “ataların şirki”, Âdem’e fatura edilemez. Çünkü Âdem müşrik değildir. (A’râf suresinin 189. ayeti ile ilgili olarak Razi ve İbn-i Kesir’in yaptığı açıklamalarda Âdem’e şirk isnat edilmiş, şeytana kulluk yaptırılmış ve Âdem’in çocuğuna “Abdülharis (şeytanın kulu)” adını verdiği ileri sürülmüştür.)
Rivayetlere bakılırsa insan, misak vaktinde ve dünyada, kabirde, kıyamette hayat bulmuştur.
Bu kabule göre de misaktan sonra ve dünyada, kabirde ölmesi gerekir. Bu durum ise, insanın doğmadan önce ölü olduğunu, sonra canlanıp dünyaya geldiğini, daha sonra öldüğünü ve en sonunda da diriltilip haşrolunduğunu bildiren Mümin suresinin 11. ve Bakara suresinin 28. ayetlerine, dolayısıyla da gerçeğe terstir.
Rivayetlerde, sözleşmenin tarafı olarak zerrelerden söz edilmekte ve Rabbimiz tarafından bildirilmemiş bilgiler verilmeye çalışılmaktadır.
Oysa herhangi bir sözleşmede taraf olacakların akıllı ve reşit olmaları gerekmektedir.
Dolayısıyla insanların zerreler hâlinde iken taraf oldukları bir sözleşmeden sorumlu tutulmaları mantıklı değildir. Zaten bu sözleşmeyi bilen ya da hatırlayan bir kişi bile yoktur.
Rivayetlerle ilgili olarak daha onlarca ta’n noktası sıralamak mümkündür.
Bu saçmalıklar, “bir delinin kuyuya attığı taşı bin akıllı çıkaramaz” özdeyişindeki gibi, bin değil, milyonlarca akıllı tarafından kuyudan çıkarılamamıştır.
Nitekim hâlâ “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna “Kalu Bela’dan beri” diye cevaplar verilmektedir.
Gerçi bu soruya daha komik olarak “Sünnet olduğumdan beri” şeklinde cevaplar da verilmektedir ve bu cevaplar da yine kuyuya atılan taşların etkisiyledir ama artık gerçekler birer birer ortaya çıkmakta, uydurulan palavralar mızrağı çuvala sokmaya yetmemektedir.
Konumuz olan ayetlerin tahlil düzeni:
Konumuz olan üç ayet, içinde bulundukları pasajın (163–174. ayetler) bitim noktasını, bağlanma paragrafını oluşturmaktadır. Bu pasajda özetle; Rabbimizin insanları bazı şeylerle deneyeceği, insanların bir kısmının sorumluluk sahibi olarak duyarlı davranacağı, diğer kısmının ise vurdumduymazlık sergileyerek görevlerini yapmayacağı, bu durumun kıyamete kadar böyle süreceği, sonuçta da sorumsuzların cezalandırılıp sorumluların ödüllendirileceği haber verilmekte ve ayrıca kâfirlerin seçtikleri yolu gaflet ve bilgisizlikten değil kesinlikle bilinçli olarak istedikleri, bunu da herhangi bir bahaneye başvurmadan itiraf ederek kendi aleyhlerine tanıklıkta bulunacakları bildirilmektedir.
Meal ve tefsirlerinin ekserisinde konumuz olan ayetlere rivayetlerin etkisiyle birçok ekleme yapılmış olduğu için, ayetlerin gerçek anlamından uzaklaşılmıştır. Biz ise, ayetleri sözcük sözcük tahlil etmek suretiyle, bu yapılan ilâveleri, karşılaştırma yapmak isteyenlerin daha rahat görmelerini sağlayabileceğimizi düşünüyoruz.
Hâlbuki senin Rabbin,
Metinlerde genellikle
“vaktiyle” “bir zamanlar” diye tercüme edilen “iz” edatı,
bu edatın anlamca zait olduğunu, birçok yerde kelâmı süslemek için kullanıldığını söyleyen bazı tefsirciler ve bunlara itibar eden mealciler tarafından, meallerin çoğunda manaca ihmal edilmiştir.
Oysa “iz” edatı, anî ve beklenmedik bir şeyin meydana gelmesini veya anlatılan konuda birden bire yapılan bir dönüşü, değişikliği ifade etmek için kullanılır ve bu edattan sonra anlatılan konunun, o konunun yer aldığı pasajın başlangıcı olur.
Burada ise ayet “ve” bağlacı ile başlamaktadır ve bu durum, “iz” edatı ile başlayan konunun, daha önceki ayetlerle bağlantılı olduğunu gösterir. Hâl böyle olunca da bu bölümün “Hâlbuki senin Rabbin” diye çevrilmesi gerekir.
kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz, yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz / kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz diye
Bu cümlede Rabbimiz kendisini, yapılarına koyduğu üreme sistemi ile her kuşağa, her nesle en iyi şekilde gösterdiğini belirterek, bu sebeple şirk koşanların kıyamet günü mazeret bulamayacaklarını bildirmektedir.
âdemoğullarının sulbünden onların soylarını çıkarır,
Ayetin orijinalindeki fiillerin tümü fiil-i mazi ile (geçmiş zaman kipiyle) ifade edilmiş olup, bu cümlede geçen “ehrace” fiilinin Türkçedeki tam karşılığı “çıkardı” sözcüğüdür.
Ama insanların yeryüzüne gelişi, herhangi bir zaman diliminde olmuş bitmiş bir şey olmayıp, son insan nesline kadar sürecek olan bir devamlılık arz etmektedir.
Bu süreçte Yüce Allah, “Rabb” sıfatıyla gerekli yetenekleri verdiği insanoğluna, Hakk’ı bulması için kitap indirmiş ve peygamber yollamıştır.
Yani, insanoğlunun yetenekleri de, kitaptan ve peygamberden yararlanmaları da süreklidir, tekerrür etmektedir.
Dolayısıyla bu gerçeğe uygun olarak; hem “ehrace” fiilinin hem de ayette geçen “eşhede (tanık etti)”, “kalu (dediler)”, “şehidna (tanık olduk)” fillerinin, fiil-i muzari şekliyle (şimdiki zaman-geniş zaman kipiyle) meallendirilmesi gerekir.
Fiillerin ayette fiil-i mazi oluşu ise, yaşamdaki zaman boyutunun Allah için söz konusu olmaması ve anlatılan olayların gerçekleşeceğinin kesinliğini vurgulamak içindir.
ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;
Piyasadaki birçok meal ve tefsirde bu bölüm de eksik olarak; “Kendilerine şahit tuttu” gibi ifadelerle meallendirilmiş ve tanıklığın lehte mi yoksa aleyhte mi olduğu belirtilmemiştir. Buradaki tanıklık, ayette “ala enfüsihim (kendi aleyhlerine)” şeklinde ifade edildiği için, aleyhte tanıklıktır ve bu husus kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır.
Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
Tahlilini yaptığımız konuyu anlayabilmek, bu soru cümlesinin manasını ve pasaj içindeki yerini bilmeye bağlıdır.
Hemen belirtmek gerekir ki, piyasadaki birçok meal ve tefsirde yapılmış olan “dedi”, “demişti” gibi eklemeler, ayetin orijinal ifadesinde yoktur.
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu ile başlayan “Elestü bi rabbiküm. Kalu, bela. Şehidna (Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Derler ki: Evet, Rabbimizsin. Tanık oluyoruz.”
cümlesi, ayette kendisinden önce yer alan “Ve eşhedehüm ala enfüsihim (ve onları kendi aleyhlerine tanık eder.)” cümlesinin bedelidir, onu açıklar, tefsir eder.
Yani bu cümle, Allah’ın insanları kendi aleyhlerine nasıl tanık ettiğini açıklamaktadır.
İnsanların vereceği cevabı bilmesine rağmen Rabbimizin onlara soru yöneltmesi Belâğat gereğidir ve mesajın karşılıklı konuşma yöntemi ile verilmesi sebebiyledir.
Belâğat ilmine göre soru cümleleri, bir şeyi sorup öğrenmekten daha çok, bir şeyi inkâr ya da takrir için, veya muhataba iltifat ve minnet için, veya muhatabı tekdir ve sorumlu tutmak için kullanılır.
Bu soru cümlesi ile ilgili olarak yanlış anlamalara, yanlış kavram ve inançların oluşmasına yol açan bir husus da,
“rabb” sözcüğünün toplumda “ilâh”, “yaratan” anlamında kullanılması sebebiyle cümlenin: “Ben sizin Allah’ınız, yaratıcınız değil miyim?” şeklinde anlaşılmasıdır.
Oysa “Rabb” sözcüğü; “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten.” demektir.
Buna göre de soru cümlesinin gerçek anlamı; “Ben, sizin yaratılışınızı, yaşayışınızı, üremenizi plânlayan, sizi terbiye eden, sizi bir hedef için hazırlayan; size akıl fikir veren, size doğruyu bulma, Rabbinizi bilme, hakikati idrak edebilme güç ve istidadını veren, ayrıca size peygamber yollayan, kitap indiren değil miyim?” demektir.
Derler ki: Elbette Rabbimizsin,
Burada geçen “bela” sözcüğü, “neam” sözcüğü gibi “Evet” anlamına gelen bir tasdik edatıdır. Fakat “neam” sözcüğü, olumlu veya olumsuz her söyleneni tasdik ve takrir için kullanılabilirken “bela” sözcüğü sadece olumsuz soruya cevap olarak kullanılabilir.
Meselâ; “Ali geldi mi?” sorusuna verilen “neam” cevabı, “Evet, Ali geldi.” anlamına gelir.
Ama soru, “Ali gelmedi mi?” şeklinde sorulacak olursa, bu takdirde “neam” cevabı, “Evet, Ali gelmedi.” demek olur.
“Bela” edatı ise sadece olumsuz soruya cevap olarak verilebileceğinden, daima menfinin sübutunu (olumsuzun sabit olduğunu) ifade eder.
Dolayısıyla, “Ali gelmedi mi?” sorusuna “bela” cevabı verilecek olursa bu, “Evet, Ali geldi.” demek olur.
Konumuz olan ayette de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık “bela” dendiğinden, bu cevap; “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” demektir.
Ayetteki bu diyalogdan anlaşılıyor ki, insanlar kesinlikle inkâra yönelmeyeceklerdir.
“Rabb” sözcüğünün anlamı dikkate alınarak, verilen cevap şöyle takdir edilebilir:
“Evet sen bizim rabbimizsin; Sen, bizi terbiye ettin, bizi bir hedef için hazırladın; bize akıl fikir verdin, bize doğruyu bulma, Rabbimizi bilme güç ve istidadını verdin, ayrıca bize peygamber yolladın, kitap indirdin. Ama biz bunlara itibar etmeyen suçlular olduk; kendi aleyhimize şahidiz.”
tanıklık ediyoruz
Ayetin bu bölümü de tefsirlerin çoğunda ”Senin Rabbimiz olduğuna tanığız.” şeklinde, yanlış olarak açıklanmıştır.
Ayette insanların neye (mef’ul-u bih) şahit oldukları beyan edilmemiştir.
Zaten edebî kurallara uygun olması bakımından da beyan edilmemesi gerekir.
Burada, ayetin sibakının delâletiyle “şehidna” fiilinin mef’ulü; mukadder, mahzuf “ala enfüsina” ifadesidir.
Arapça bilenlerin, lâfzî ifadelere iyi dikkat ettikleri takdirde görecekleri gibi, buradaki “şehidna” ifadesi;
“Biz kendi aleyhimize tanık oluyoruz.” demektir.
Nitekim En’âm suresinde de bu ayetin tefsiri mahiyetinde bir ifade mevcuttur:
En’am; 130, 131: Ey cin ve ins topluluğu! Size göstergelerimizi anlatan, bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran, kendinizden elçiler gelmedi mi? -Diyecekler ki; “Kendi aleyhimize şahidiz!- Basit hayat onları aldattı da inkârcı olduklarına, kendilerine karşı tanıklık ettiler.Gerçek şu ki Rabbin, insanları henüz bilgisizken, haksız yere, kentleri asla helak etmez.
Yapılan tanıklığın “kendi aleyhine” olduğuna dair ifadeler, yukarıdaki ayetlerden başka hem bu surenin 37. ayetinde hem de Nahl suresinin 89. ayetinde vardır.
Bu konuda sonuç olarak söylenecek şudur:
Kimin nesi olduğu bilinmeyen insanların dayattıkları inançların ve garip rivayetlerin arkasına düşüp yanlışlar içinde kaybolmamak için ayetlerin doğru anlaşılması gerekmekte, ayetlerin doğru anlaşılması içinse Rabbimizin ilmimizi, anlayışımızı ve kavrayışımızı arttırması için yardım etmesi gerekmektedir.
Kaynak : İşte Kur’an (Hakkı Yılmaz)
Kusursuzluk sadece Allah’a özgüdür.
En doğrusunu bilen Alah’tır.
Sevgi,saygı ve muhabetle.
Allah’a emanet olunuz
|