"MEALCİLİK" FONEMENİ VEYA BİR ELEŞTİRİNİN ELEŞTİRİSİ
-BİR ÖNYARGI VE İTİBARSIZLAŞTIRMA ÖRNEĞİ-
MEHMET YAŞAR SOYALAN
mysoyalan@fikriyat.net
İslamiyat Dergisinin (cilt:10, sayı:1, Ocak-mart 2007) son sayısında Doç Dr. Mustafa Öztürk’ün “İslami Kökenciliğin Bir Tezahürü: Mealcilik” adlı makalesi bir açıklama ve cevap hakkını doğurmuştur. Hem Mehmet Yaşar Soyalan olarak kendimin, hem ilgili yazının omurgasını oluşturan Kalem Dergisi’nin, hem bu dergiye katkıda bulunan diğer yazar arkadaşların, -Kalem’in yayın yönetmeni olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki-, Mustafa beyin makalesinde iddia ettiği tanım, tasnif, isimlendirme ve değerlendirmelerin çoğu ile uzaktan yakından ilgileri yoktur.
Bu makalede sık sık alıntı yapılan Kalem Dergisi, yazarları, çevresi, hatta okurları bir dergi algılamasının ötesinde, doğrudan veya dolaylı olarak, “geleneksel bilgilerden bihaber”, “cahil”, “sahtekâr”, “tepkisel”, “reddiyeci”, “meal dışında herhangi bir kitap veya dini metin okumayan veya okunmasını istemeyen” önyargılı bir topluluk olarak betimlenmiş, haksız, yanlı, yanlış, incitici, dışlayıcı, küçümseyici ve “itibarsızlaştırıcı” bir dil kullanılmış, bununla da kalınmayarak bu incitici ve dışlayıcı dil bir yargı ve kanaat olarak da ifade edilmiştir. Bu yazımız, hem Mustafa beyin bütünlükten uzak, yayınlandığı dönemi dikkate almayan, çelişki ve maddi hatalarla dolu ve bir itibarsızlaştırma işlevi gören yazısına bir cevap, hem de “Mealcilik” olgusunun ne olduğu konusunda tarihe bir not düşmüş olacaktır.
Bilindiği gibi 70’li ve 80’li yıllar, Anadolu insanın siyasi ve kültürel açıdan bilinçlenip geliştiği altın yıllardır. Şu anki mevcut kültürel ve siyasi kazanımların temelleri o yıllarda atılmıştı. Dolayısıyla günümüzdeki siyasi ve kültürel gelişim ve oluşumları anlayabilmek için o yılların sağlıklı şekilde irdelenmesi gerekir. Konunun siyasi boyutu bir tarafa, sadece konunun kültürel boyutunu esas alarak konuşursak, günümüzdeki kültürel gelişmelere en önemli katkılardan birisini o yıllarda doğup yayılan Kur’an’a Dönüş çabaları ve çağrıları olmuştur. Sezai Karakoç, Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi milli vurgusu fazla olan yazarlar dışında topluma yol gösterip rehberlik edecek herhangi bir yazar olmadığı gibi bir iki meal ve tefsir dışında okunacak Kur’an ile ilgili herhangi bir çalışma da yoktu. Böyle bir çalışma olmadığı gibi insanların Kur’an ne diyor gibi bir soru sormalarının söz konusu olmadığı gibi böyle bir kaygıları da yoktu. O yıllarda İslam dahil her şey daha çok milli duygular ve olgular çerçevesinde yorumlandığından İslam’ın evrensel bir mesajının olduğundan, evrensel veya yerel sorunlara bir çözüm önerisinin olduğundan kimse söz etmezdi. İslam kelimesi bile tek başına kullanılmaz genellikle “Türk-İslam düşüncesi” Türk-İslam anlayışı” “Türk-İslam Tarihi” gibi kurgu içerisinde sunulurdu. Bu nedenle o yıllarda bugünkü kitapları hayal etmek bile mümkün değildi.
Bu konudaki ilk farklı ses Düşünce dergisi ile başladı. (Daha önceki yıllarda, Hayrettin Karaman ve Bekir Topaloğlu’nun çalışmaları diğerlerinden çok farklı olsa da yine de milli tonlar taşıyordu.) Düşünce, İslam’ın evrensel bir dili olduğunu ve yerel ve evrensel sorunlara çözümler önerdiğini söyleyen ve milli tonlar taşımayan ilk yayındı. Ancak Düşünce’de, özellikle bugünün tanımlamaları açısından ifade edecek olursak (o gün için çok marjinal, aykırı görüşler gibi algılanıp dışlansa da) geleneksel İslam çizgisinin sınırları içerisinde kaldı. 70’li yıllarda ilk farklı ses, Ankara, Adana, İstanbul, Balıkesir, Konya gibi şehirlerden geldi. Burada gençler, bir çok yaftalarla suçlansalar da ortak tefsir çalışmalarına başlamışlardı. Bir müddet sonra bu çalışmalar, “Allah bizden ne istiyor?” sorusunun yönlendirmesiyle Kur’an/Meal ağırlıklı olarak devam etmeye başladı. İşte bu çalışmalar, Kur’an ile ilgili nerede hangi kitap, hangi makale, hangi tez, hangi çalışma varsa hepsinin didik didik araştırılıp okunmasına ve tartışılmasına da sebep oldu. Çünkü o yıllarda Kur’an ile ilgili neredeyse tek bir kitap yoktu. Ne Kur’an’ın içerği ile ilgili ne de tarihi ile ilgili. Bu gençler bir ok konuyu el yordamıyla oluşturmaya çalıştılar. Dünya da olup bitenlerden de pek haberleri yoktu. İddia edildiği gibi Mevdudi ve Seyit Kutub’un kitapları da henüz girmemişti. Daha sonra bu kitapların bir kısmı bu gençlerin çalışmalarıyla örtüşünce bu kitaplar da üst üste baskılar yapmaya başladı.Bu vesile ile Türkiye’nin neresinde Kur’an ile ilgili geleneksel veya değil kim ne söylüyorsa onlarla tanışılıp onlara kulak verildi. 70’li yılların başlarında başlayıp ortalarında yeşermeye başlayan bu algılama biçimi.
70’lerin sonuna doğru meyvelerini vermeye başlamıştı bile. O yıllarda henüz İran İslam Devrimi de olmamıştı. İran’dan kimsenin haberi bile yoktu; olsa olsa “bir alevi devletiydi” Babamın deyişiyle zaten onlar “isteseler de Müslüman olamazlardı”. Çünkü “önce Hiristiyan veya Yahudi olmaları gerekirdi” Bu sadece babamın fikri değildi elbette, genel anlayış bu yöndeydi. Yetmişli yılların ortalarında ve sonlarında, Kur’an’a göre;Allah, Kur’an’a göre; insan, Kur’an’a göre; hayat, Kur’an’a göre; din, Kur’an’a göre; devlet, Kur’an’a göre; ibadet, Kur’an’a göre;… tanımlamaları telaffuz edilmeye başlandı. Bunların içlerinin ne kadar doldurulduğu veya ne kadar isabet ettikleri ayrı bir tartışma konusu ancak, bu çalışma ve değerlendirmeler bugünkü akademik çalışmalarında hazırlayıcısı ve yönlendiricisi oldu. Onlarca yeni tefsir, yüze yakın (belki de daha fazla) yeni meal yayınlandı. Sadece Elmalılı’nının 10’nun üzerinde sadeleştirilmiş meali yayınlandı. Hala da bu mealler en çok satanlar listesinin başında gelirdi.
Ayrıca bu makaledeki önemli diğer bir eksiklik de, bu olgunun temel dinamiklerinin ve temel prensiplerinin ne olduğu, bu prensip ve ilkelerin o dönem ve sonraki dönemlere nasıl yansıdığının, olumlu ve olumsuz etkilerinin, objektif ve akademik bir gözle ortaya konmamış (konamamış değil) olmasıdır. İlgili yazı bir tespit mi tenkit mi veya bir tespit yapılarak bir tenkit yazısı mı yazılmak istenmektedir belli değildir.
Bir dergiyi değerlendirmek ayrı bir şey, o dergiyi baz alarak var olduğu varsayılan bir oluşumu değerlendirmek ayrı şeydir. Sanırım bu yazıda Kalem Dergisi esas alınarak “mealcilik” denilen hareket veya oluşum tanınmaya, tanıtılmaya çalışılmak istenmiş. Amacın bu olduğu sezilmekle birlikte ortaya bambaşka bir manzara çıkmış. Bu manzarayı maddeler halinde şu şekilde özetleyebiliriz.
1-Dergiden yapılan alıntılar, daha önceden inşa edilen kurgulanmaya uygun olacak şekilde alıntısı yapılan yazıların bütünlüğü, öncesi sonrası göz önünde bulundurulmadan yapılmış.
2- Yayınlandığı yılların konjonktürü içinde bir anlam ifade eden, ancak günümüzde ilgili bağlamdan uzaklaşıldığı için, kastı aşan bazı yorumlar olarak anlaşılması gereken sivri ifadeler sanki özellikle seçilmiş.
3- Bu insanlar “gerçekten ne demek istiyorlardı” diyerek önce anlamak, sonra yargılamak gerekirken, konu önyargılı bir şekilde ele alınmış ve bu peşin hükümlülük, yazının daha ilk cümlelerinde kendisini göstermiş ve öylece devam etmiş.
4- Göz önünde bulundurulması gereken asıl tanımlamalar, derginin temel yazarlarının yaptıkları tanımlamalar olması gerekirken, Yazarın hangi saikle yaptığını bilmediğimiz ancak “bizi” ifade etmeyen, kendince, güya “bizi” tanımlayan tanımlama, isimlendirme ve değerlendirmelerde bulunmuş.
5- Yazar’a göre her türlü problemin hep “Arapça bilmemekten, kaynaklandığı neredeyse her paragrafta tekrarlanmış. O günün şartlarında bu insanların en az bir kısmının, ilahiyat fakültelerindeki veya İslam Enstitülerindeki kendi yaşıtlarındaki akademisyenler kadar, Arapça dâhil bazı yabancı dilleri bildikleri halde, tamamını Arapça cahili kişiler olarak ilan etmiş. Bununla da kalmamış, bu insanların yazılarında kullandıkları Arapça metinlere ait dipnotları Arapça cahili kimseler olduklarını örtmek için kullandıklarını söylemiş.
6- Kaynakları otorite kabul etmemek ayrı şey, Kur’an dışındaki metinlerden eleştirel bir bakış açısıyla yararlanmaya çalışmak ayrı şeydir. Bu derginin yazarları, doğrudur, Kur’an dışı bir metni hiçbir zaman Kur’an ile eşdeğer görmemiştir. Ancak bu metinlerden yararlanmanın gereksizliğini de hiçbir zaman ifade etmemişlerdir. Ancak yazar, bir makalede farklı bir bağlamda farklı bir olguyu işaret etmek için (biraz da kast aşılarak) kullanılan bir ifadeyi tüm tarihi birikimi her durumda inkar etmek olarak yorumlamış. Dergideki onlarca makalede bu yöndeki vurgu ve kullanımları görmezden gelmiştir. Veyahut bu ifadeleri çelişki ve ilkesizlik olarak ifade etmiştir.
7- Özellikle ibadetler ile ilgili olarak dergide hiçbir yoruma ve tartışmaya yer verilmemişken, üstelik tanıyanların da iyi bildiği gibi en az geleneksel çizgideki Müslümanlar kadar bu konuda hassas davranılıyorken, onların bu konudaki hassasiyetlerinin rencide edileceği bir dil kullanılmış ve incitici göndermelerde bulunulmuştur.
8- Resulün örnekliği konusunda geleneksel kesimden farklı düşünmekle birlikte hiçbir zaman Resul’süz bir Kur’an ve örnekliği olmayan bir Resul algılaması söz konusu değilken, Yazar, ısrarla Resul’ü dışlayan bir algılama içinde bulunduğunu ifade etmiştir.
9- Bu makaleyi en problemli kılan şey, objektiflikten ve akademik dürüstlükten uzak olmasının yanı sıra, sürekli bir niyet okuma gayreti içinde olmasıdır.
10- Dergi’nin temel yazarları (yazarın kendi ifadesi ile “önde gelen yazarları”)ve temel yazıları/konuları değil, misafir yazarlar (Süleyman Karagülle ve Osman Berber gibi) ve deneme türü yazılar sanki özellikle seçilmiş ve amaçları dışına taşınarak yorumlanmaya çalışılmıştır.
11- Bu manzarayı daha da örneklendirmemiz mümkün. Ancak yazıyı bir bütün olarak ele alacağımız için bazı değerlendirmeleri oralara bırakıyorum.
Yazar, yazısına, daha makalesinin henüz ikinci paragrafında, “Mealci diye işaret edilen insanlar bidayette salt meal okumak gibi bir düşünceyle yola çıkmamışlardı” tespitini (!) yaptıktan sonra aynı paragrafın sonunda, “Bu evrede meallerin ne tür illetlerle malul olduğu da muhtemelen pek bilinmiyordu” diyerek yazısına Kalem Dergisini çıkaran ekibi, İslam kültüründen ve okumaya çalıştıkları şeyden/meallerden bihaber kişiler olarak tanımlayarak başlaması, bu insanları tanımadığının en temel göstergesi olduğu gibi iyi niyetten uzak olduğunun da güzel bir örneğidir.
Yazar, kendisinin de, bu insanları özgürlüklerini önemseyen kişiler olarak tanımlamasına rağmen onları bir gurup veya cemaat gibi yansıtmaktadır. Oysa Kalem dergisini çıkaran ekip hiçbir zaman bir grup ve cemaat olmadılar. Özellikle Kalem Dergisindeki ekibin önemli bir kısmının birbiriyle tanışmaları Kur’an meali okumaya başladıktan sonraki süreçte ve Kur’an meali sayesinde oldu. Bu konuda her birinin kendine özgü bir hikâyesi vardır. Ayrıca bu insanların “geleneksel kültürden bihaber oldukları” veya “meallerin taşıdığı zaaflardan habersiz oldukları” iddiaları da gerçeği yansıtmamaktadır. Bu insanlar meal okumaya bir sabah kalkıp “artık meal okuyalım” diyerek başlamadılar; aksine, uzun denilebilecek bir süreç sonrasında, birçok tecrübeden sonra geldiler. Daha önce Türkçe’deki hemen hemen bütün ilgili metinleri (tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, edebiyat, tarih vs) okuyarak, (bazıları ilgili bazı Arapça ve İngilizce kaynaklara da göz atarak) öncelikle Kur’an’a yönelinmesi gerektiği kanaatine vardılar. Bu sonuca bir birinden farksız ortamlarda birbirinden habersiz olarak ulaştılar. Hiçbir zaman, Kur’an’ın anlamak için, bırakın meali, Kur’an’a bile “sadece Kur’an” okunsun şeklinde bir anlayışla yaklaşmadılar. Sadece okumaya başlama noktasının Kur’an’la oluşması için çaba sarf ettiler. Bunu yaparken de elbette Kur’an-meal farkının bilincindeydiler.
Belki lafın gelişi veya bir ifade kolaylığı, daha çok asıl amaçları olan gerçek anlamda Kur’an’ı anlamayı hedefledikleri için, ancak kesinlikle meal-Kur’an farkının bilincinde olarak, ayrıca bir çok, aydın, yazar, hoca ve akademisyenin de yaptığı gibi zaman zaman mealler için Kur’an ifadesini veya “Kur’an okuyun” ifadesini kullanmış veya kullanıyor olmaları mealleri Kur’an olarak algıladıkları şekinde yorumlamak doğru değildir. Elbette meallerdeki zaaf ve sıkıntıların farkındaydılar. Bunun bir yansıması olarak Kalem Dergisinde örnek meal ve tefsir denemeleri yaptılar. Buna da Kalem Dergisini çıkarmadan çok önce başladılar.
İlk Mesajlar kitabı bu amaca yönelik kolektif bir çabanın ürünüydü. Hazırlanması 80 öncesine dayanıyordu. Bu kitap ve benzer çalışmalar, Mehmet Ali Baltaşı, Süleyman Kalkan, Şeref Çavdar, Sami Börekçi, Hüseyin Avni Metin gibi bir çoğu Arapça ve İngilizce bilen arkadaşlar tarafından yapılmıştı. Ayrıca Kalem Dergisinin 3. ve 17-18. sayılarında Dücane Cündioğlu ve benim tarafımdan meallerdeki hatalardan örnekler verilerek,(hatta Salih Akdemir hocadan esinlenerek, İtalyanların, “her mütercim haindir” anlamına gelen tekerlemelerini aktararak,) sıkıntı ve problemler örnekleriyle ortaya konmaya çalışılmıştı. Maalesef yazar bunlara hiç değinmiyor. Ayrıca arka arkaya iki sayıda, Kalem Dergisinin önemli yazarlarından Dücane Cündioğlu’nun kaleme aldığı “Kur’an Hakkında Şüphe ve Tereddütler” başlıklı bir makalede geleneksel kültür içinde Kur’an’ın yazılması ve cemi ile ilgili rivayetlerin tahlil ve değerlendirilmesi yapılmıştı. Yazar bunlara da değinmemiş. Ancak, “19 Mucizesine” reddiye sadedinde yazdığı bir yazısını (Çünkü “ondokuzcular” Ahzap Suresinin son iki ayetini, kendi matematiksel sistemlerine uymadığı için Kur’an’dan çıkarıyorlardı, Süleyman bey de o yazıda bunlara cevap vermeye çalışıyordu. Biz de bu özelliğinden dolayı ilgili makaleyi yayınlamıştık: sayı:19–24.) yayınladığımız “Adil Düzen” çalışmalarıyla meşhur olmuş, İzmir Akevler’in kurucusu Süleyman Karagülle gibi herkesin tanıdığı ve orijinal bir çok çalışmaya imza atmış bu güzel insanın, makalesindeki farklı bir yaklaşımından “Mealciler olarak bizler(!)” sorumlu oluyorduk. Üstelik burada ifade edilenler bizim cehaletimizin göstergesi oluyordu.
Anlamakta zorlandığım bir başka konu da, yazının geneline yayılan ve bir suçlama şeklinde ifade edilen, Kur’an mealinin okunmasının tavsiye edilmesi meselesidir. Acaba yazarın kendisi, sıradan veya değil hayatında herhangi birisine Kur’an meali okumasını tavsiye etmemiş midir? Müslüman veya değil insanların Kuran meali okuması gerçekten zararlı bir şey midir? Kuran’ı mealleri veya orijinali ile anlamaya çalışmak nasıl zararlı bir çaba olabilir? Bu konunun üzerinde önemle düşünmek gerekir. İnsanları Kur’an’dan veya mealinden uzak tutmanın, onlara dini anlamda ne tür yararı olacaktır, acaba yazar bu konuda hiç kafa yormuş mudur? Ayrıca bu insanlar, “insanların ellerine mealler tutuşturulurken” “bu mealler Kur’an’ın aynısıdır, bütün hata, yanlış ve eksiklikten münezzehtir” mi demektedirler ki mealleri Kur’an ile eşitlemiş olsunlar.
Bir de Seyyid Kutup konusu var. Yazar şöyle diyor: “Bu sözler, hem Kur’ancılığın erken döneminde Seyyid Kutub’un müstesna bir yere sahip olduğunu işaretlemekte hem de o dönemde Kur’an’ı mealler vasıtasıyla anlamaya çalışmanın Arapça bilmemekten, dolayısıyla İslâmî ıstılahata vukufiyetsizlikten mütevellit bir mecburiyet olduğuna tanıklık etmektedir. Bu noktada, Arapça konusundaki nakisanın Kur’ancı-Mealci söylemin sonraki evrelerinde, diğer bir deyişle, merkezden (Ankara’dan) taşraya yayıldığı dönemlerde de ciddi bir problem olarak varlığını muhafaza ettiği söylenebilir. Ayrıca, söylemin genelde İslam ilim ve kültür geleneğine, özelde de klasik kaynaklara yönelik eleştirel tavrını, bir yönüyle, Arapça bilmemekten kaynaklanan kifayetsizliği ön plana çıkarmama, diğer yönüyle de kolaycılığa ve hatta ucuzculuğa kaçma çabası olarak teşhis etmek de mümkündür.” (Sayfa:119). Bu paragrafın neresini düzeltelim. Bu insanların “Arapça bilmemekten kaynaklanan cahilliklerini örtmek için geleneğe karşı çıktıklarını” mı, “Meallere, İslâmî ıstılahata vukufiyetsizlikten mütevellit bir mecburiyet” içinde olduklarını örtmek için yöneldikleri iddiasını mı? Acaba, İslami kavramlara ve İslami terminolojiye vakıf olmanın ölçütü nedir? Bunun kararını kim, nasıl, hangi kritere göre verecek? Acaba bu “meşhur mealciler”den hangisi, örneğin, Doç. Dr. Mustafa Ötürk’ün Arapçasıyla sahip olduğu bakış açısına veya ulaştığı sonuçlara, o, henüz lise de öğrenciyken sahip değillerdi. Kur’an’ı ve İslam kültürüne ait metinleri incelerken Arapça elbette önemlidir ancak her şey değildir. Hatta çok şey değil dir. Sadece küçük bir araçtır ve günümüz şartlarında onu elde etmek sanıldığı kadar da zor değildir. Asıl zor olan doğru bir bakış açısı elde edebilmektir. Öyle olsaydı, şu kadar milyon Arapça yazıp konuşan insanının din ve Kur’an konusunda bir sıkıntının olmaması gerekirdi.
Mustafa Bey makalesinde iki şeyi sürekli birbirine karıştırıyor. Bugün veya çok yakın geçmişte bazı kesimlerin özellikle biraz da kasten abartarak, namazsız, niyazsız, Resulsüz bazı kişi ve toplulukları “mealci” olarak tanımlayıp, “işte mealciler bunlar” dedikten sonra da, Kalem Dergisi ekibini ve o çevredeki insanları da “mealciler” olarak tanımlıyorlar. Artık siz, “ya, ben öyle değilim, “ya,ben namaz da kılıyorum, üstelik de beş vakit, hem de Resülullah’ın kıldığı gibi”, “ya, ben Resulün örnekliğini de kabul ediyorum” “Ya, bakın ben hadis de tarih de okuyorum” diyerek kendini savunmak zorunda kalmanın ne anlama geldiğini, nasıl bir sıkıntı oluşturduğunu Mustafa bey bilmiyor değildir. Çünkü, muhafazakar kesimlerin , laiklerin benzer baskıları nedeniyle hangi sıkıntıları yaşadığı herkesin malumuyken, Mustafa bey dahil aynı kesimlerin aynı şeyi bir başkasına yaşatmaktan zevk alıyor olmaları, konunun daha vahim ve travmatik bir yanını oluşturuyor. “Kur’an’ı anlamalıyız” diyen Kalem Dergisi çevresindeki insanları o kategori içerisine sokmak, “sen nasıl geleneği eleştirirsin, işte sana böyle yaparım” anlamında bir gözdağından başka bir şey midir?
Makalenin 4. sayfasından devam edelim. “Yeri geldiğinde etraflıca ele alınacağı gibi, ısrarla Kur’an’a dönüş fikrini savundular. Bu bağlamda Kur’an dışındaki dinî kaynakların otoritesi reddedildi. Hemen her İslamcının diline pelesenk olmuş “öze dönüş” söylemine kayda değer bir sistematik kazandırma çabasının öznesi olan bu gençler geleneğin moderniteye yenik düşmesinin acısıyla yeni bir iktidarı gelenekle savaşarak arıyorlardı. (s:120)” diyor, Mustafa bey.
Dinde yegane kaynak olarak Kur’an’ı kabul etmek ayrı bir tartışma iken, Kur’an’ı anlamak için geleneksel malzemelerden yaralanmak için bu malzemelerin otoriteliğini, yani tartışılmazlığını ve yanılmazlığını kabul etme şartını kim, nasıl, hangi hakla getiriyor. Her şeyden önce Mustafa beyin kendisi bu malzemeleri ne kadar otorite kabul ediyor? Kitapları ve makaleleri bunların eleştirileriyle dolu değil midir? Nasıl kendisi bunları bir sistem ve usul içerisinde alıp değerlendiriyorsa, bir başkası da kendince bir sistem içerisinde yapıyordur bunu. Yoksa kendisi tarihi rivayetleri ve geleneksel malzemeleri tartışılmaz bir otorite olarak mı görüyor. Ayrıca “öze dönüş” hareketlerinin “Kur’an’a dönüş” çağrılarını “diline pelesenk olmuş” şeklinde aşağılayıcı ifadelerle küçümsemek Mustafa beyin durduğu yeri biraz komik hale düşürmüyor mu?
Aynı sayfanın devamında; “Bu süreçte özellikle genç kuşak entelektüel Müslümanlar modern dünyada tartışılan sivil toplum, demokrasi, insan hakları, özgürlük, çoğulculuk gibi birçok konuyu Türkiye gündemine taşıdılar. Ancak bu dönemde Kur’ancılardan pek ses çıkmadı.”deniliyor.
Yazar, bu insanları tenkit etmek için her ayrıntıya dikkat ediyor, hiçbir şey gözünden kaçmıyor(!). Ancak yine araştırmadan ve önyargı ile hareket ediyor. Seksenlerin ilk yıllarında diğer “gençler” sosyal faaliyetlerin ne kadar içerisinde iseler, onlar da o kadar içerisindeydiler. Çünkü bu insanların bir hizipçilik, bir cemaatçilik gibi bir dertleri olamadığı için doğru buldukları her faaliyetin içinde olmaktan çekinmediler. Ayrıca “ünlü mealcilerden” bir kısmı “İlk Mesajlar” kitabını seksenlerin ilk yıllarında yayına hazırladılar. Yaşıtlarının çoğunun yaptığı gibi bunların çoğu ev ve iş düzenlerini de bu zaman diliminde kurdular. Ayrıca askerlik sorununu da bu süreçte aradan çıkardılar. Her ne kadar Kalem Dergisinde başörtüsü gibi konulara yer vermeseler de, başörtüsü konusu dahil, bütün haksızlıklara karşı tavır almaktan, eşleri ile çocukları ile birlikte mağdurlara destek olmaktan geri durmadılar. Entelektüel anlamda da yapacakları bir şey varsa yaptılar. Bu nitelikteki toplumsal oluşumlara destek verdiler.
Bir sonraki sayfada, Hikmet Zeyveli ile ilgili şu değerlendirme yapılıyor:
“Zeyveli’nin Kur’ancı-Mealci söyleme oldukça yakın bir çizgide yer aldığını söylemek mümkün olmakla birlikte gelenekten kopmadığını da belirtmemiz gerekir.” Yazar’ın bu insanları tanımadığının ve gelişi güzel konuştuğunu, başka bir delili de bu ifadeleridir. Zeyveli’nin gelenekle ilişkisi, ona saygısı ne ise bu insanların durumu da odur.
Yazar, sözlerinin hangi anlama geldiğini pek hesaplamadan netameli şekilde konuşmaya devam ediyor.“Kalem Dergisi söylemek istediği şeyin aktüel tartışmaların çok uzağında kalmasından dolayı -bizzat yazarları tarafından da ifade edildiği üzere- marjinal bir dergi olarak kalmıştır. Hemen her satırında “Kur’ânî” kelimesinin geçtiği yazıların kahir ekseriyetinde hep aynı şeylerin söylenmesinden dolayı da uzun soluklu olamamıştır. İlk sayısı Ocak 88’de yayımlanan derginin yayın hayatı, Ağustos-Aralık 89 tarihli son sayısında yer alan değerlendirme yazısındaki, “…yeni dönem için Kalem size herhangi bir taahhütte bulunmuyor. Ama söyleyecek sözü ve bu sözleri söyleyecek gücü olduğu zaman yine çıkacaktır. III. yayın döneminde buluşabilmek ümidiyle Allah’a emanet olun.” ifadeleriyle son bulmuş ve muhtemelen söyleyecek sözü olmadığı/kalmadığı için tarihe mal olmuştur”(sayfa:122).
Yazarın, Kalem Dergisinin muhtevasının aktüel tartışmalardan uzak olmasının derginin özel bir tercihi olduğunu bildiği halde, bunu bir zaaf ve zayıflık olarak göstermesi de ayrı bir tuhaflık değil midir? Arıca; “Kur’ânî” kelimesinin geçtiği yazıların kahir ekseriyetinde hep aynı şeylerin söylenmesinden dolayı da uzun soluklu olamamıştır” tespiti de ne kadar doğru ve iyi niyetlidir. Lütfedip sorsaydı derginin uzun soluklu olmayışının gerçek nedenlerini kendisine anlatırdık. Hele “söyleyecek şeylerinin kalmadığı” gibi aşağılayıcı, hakaret dolu bir ifadenin akademik olduğu iddia edilen bir makalede yer alması nasıl mümkün olmaktadır. Bu ekibin, Kalem Dergisinden sonra ne yaptıklarını azıcık bir araştırma ile öğrenebilirdi. Aslında araştırmasına bile gerek yoktu. Bir akademisyen olarak 1993, 1994 ve 1995’te eğer o yıllar Türkiye’de ise Ankara’da yapılan üst düzey akademik faaliyetlerden zaten haberinin olması gerekiyordu. Akademik Ders Programlarının yanında Birinci ve İkinci Kur’an Sempozyumları, paneller, açık oturumlar, konferanslar; muhtevası, katılımcıları, süresi göz önünde ulundurulduğunda Türkiye’de ilk olan çalışmalardı. Bu çalışmaların hepsi O “meşhur Mealcilerin” yönetiminde gerçekleşiyordu. Bu makalenin yer aldığı İslamiyat dergisinin kendisi dışındaki neredeyse bütün yazarları ya katılımcı ya da öğretmen olarak bu çalışmalarda o kişilerle birlikte yer almışlardı. Ortak çalışmalar yapmışlardı.
Ayrıca o kişilerden bir kısmı, farklı birçok dergi ve gazetede makale ve yazılarını yayınlamaya devam etti. Çeşitli kitaplar yayınladılar. Kendi adıma benim, İktibas, Kitap, İslami Araştırmalar dergileri, Zaman, ve Gündüz gibi gazetelerde sayısı yüzleri bulan makalelerim yayınlandı. Ayrıca, Kur’an Meali Okuma Kılavuzu, Kur’an ve İnsan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Deyim ve Terimler, Vahiy Savunması/Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı, Eğitim Çıkmaz Sokak gibi kitaplarım yayınlandı. Üstelik bu kitaplar çeşitli makalelerin bir araya getirilmesinden de oluşmuyordu. Hepsi bir proje çerçevesinde kendince özgün ve oldukça hacimli çalışmalardı.
Başka bir ifade ile devam edelim. “Ayakları yere basmadığından dolayıdır ki geçen zaman içerisinde hiçbir gelecek vaat etmediği anlaşılan bu fikriyatın esin kaynağı muhtemelen Seyyid Kutub’tur”(sayfa:123) Bizce zaman, Mustafa beyin söylediğinin tam tersini ortaya çıkarmıştır. Tevhit ve adaleti öncelemeyen bütün hareketler, aynı şeyleri söyleyip birbirini tekrar etmekten, toplumu oyalayıp, zalimlerin ekmeğine yağ sürmenin ötesinde fazla bir şey yapmamışlardır. Bir düşüncenin gelecek vaat etmediğini/etmemesini veya tarihe mal olduğunu Mustafa Bey nasıl tespit etmektedir. Popüler olmayan her anlayış ömrünü tamamlamış demek midir? Kim bilir bu insanların ve düşüncelerinin şuan popüler olamayışının farklı gerekçeleri söz konusudur. Ayrıca popüler olmamaları veya bu insanlardan bir kısmının başka çalışmalara yoğunlaşmış bulunmaları, sahip oldukları düşüncelerin işlevinin olmadığı, dolayısıyla tarihe mal olduğu anlamına mı gelir? Hem Seyit Kutub’un hem de Kalem dergisinin ifade etmeye çalıştığı şey, kuru ve hayattan kopuk bir mükemmeliyetçiliği ifade etmiyor. İnsanların öncelikle zihinsel haritalarında bir netliğin oluşmasını ve bu konuda bir öncelikler sıralamasının bulunması gerektiğini işaret ediyor. Özellikle bu insanların geneli için konuşursak, hayattan kopmayı ve topluma yabancılaşmayı değil, toplumun içinde onlarla birlikte bir dönüşümü yaşamaya çalışıyorlar.
Bazen insanın, acaba yazarın okuduğunu anlamada sıkıntısı mı var diyesi geliyor. Kalem Dergisinden bir alıntı yapıyor ve arkasından ekliyor: (Sayfa:123–124) “İlki, İslam’da Kur’an’dan başka bir kaynak kabul etmemek; ikincisi de ilkinin muktezası olarak İslam’ın on beş asırlık ilmî ve kültürel birikimini ya da kısaca geleneği reddedip salt Kur’an metniyle yetinmek. Bu görüş Kalem’de yayımlanan bir makalede şöyle formüle edilmiştir: “Bir yanda modernizmin diğer yanda tarih ve geleneğin getirdiği akıl ve yaşam karışıklığı içinde vahyin pırıltısını görebilen bir avuç insanın yapabileceği şey, din adına ve fakat Kur’an’a dayanmayan her şeyi inkâr edip yeniden ve Kur’an’dan başlamak olacaktır.” İslam’ın tek kaynaklı bir din olduğunu söylemek, “Kur’an’da Müslümanlar için gerekli olan her şey vardır; dolayısıyla Kur’an dışındaki her şey zaittir” demekle eşdeğerdir. Nitekim Kur’ancı-Mealci söylem de böyle demektedir. Ancak bu söylemin “Kur’an’da her şey vardır” iddiası, mutasavvıfların ve bilhassa ilmî/bilimselci tefsir meraklılarının Kur’an’da var olduğuna inandıkları “her şey”den çok farklıdır.”
Bu alıntı içerisindeki, “Kur’an’a dayanmayan her şeyi inkâr edip yeniden ve Kur’an’dan başlamak” olarak ifade edilen cümlesindeki “Kur’an’a dayanmayan her şeyi inkar” ifadesi, makalenin tümü göz önünde bulundurulduğunda ve Kalem Dergisindeki genel yaklaşıma bakıldığında, burada ifade edilmek istenenin “Kaynağını Kur’an’dan almayan, Kur’an’a ters düşen” anlamında kullanıldığı anlaşılır. Öncelikle iyi niyet bunu gerektirir. Aslında ilgili makale bir bütün olarak okunduğunda söylenmek istenen şeyin “Kaynağını Kur’an’dan almayan, Kur’an’a ters düşen her şeyi inkâr” anlamında kullanıldığı açıkça görülür. Aynı şekilde dergide genel yaklaşımın bu yönde olduğunu anlatan onlarca makale yazılmışken, bütünlükten koparılarak alıntılanan bir cümlecikten hareketle insanları mahkum etmek hangi iyi niyet ve akademik tarafsızlıkla bağdaşır. Hem ilgili yazıda hem de dergi genelindeki makalelerde Kur’an’ın öncelikle bir hidayet kitabı olduğu sürekli vurgulandığı, bir hukuk, bir tarih veya her şeyi içine alan herhangi bir kitap olmadığı her vesileyle dile getirildiği, hatta bu konuda herkes farklı konuşurken, “Kur’an’da her şey yazılı değildir” diye salt bu konuyu izah etmeye çalışan bir makale yayınlandığı halde, hidayet için Kur’an’ın yeterli olduğunu söylememiz Mustafa bey tarafından “Kur’an’da her şey yazılıdır”, Kur’an metni hayata dair her şeyin cevabını vermektedir ve “İslam’ın tek kaynaklı bir din olduğunu söylemek, “Kur’an’da Müslümanlar için gerekli olan her şey vardır; dolayısıyla Kur’an dışındaki her şey zaittir” demekle eşdeğerdir şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca, “Kur’an tek kaynaktır” demek, niçin Allah Rasülü’nün örnek davranış ve uygulamalarını dışlasın? Resul’ün örnekliğini geleneksel kültürden farklı yorumluyor olmaları niçin bu anlama gelsin?
Yazar, 125. sayfada,” Bununla birlikte, söylemin “Kur’an şâfi ve kâfi bir kaynaktır” iddiası, geleneğin reddedilmesi sonucunu doğurmuştur” diyerek başka bir yanlış algılamaya ortam hazırlamıştır. Kur’an’ın şafiliği ve kâfiliği büyük ölçüde hidayet rehberi olması ile ilgiliyken, bu ifadeleri, “Kur’an, insan hayatının her aşamasını, yani birey ve toplum yaşayışının her boyutunu bütün ayrıntılarıyla düzenlemektedir” şeklinde okunmuş, Resulün bütün uygulamaları ve mevcut bütün malzemeler/menkulat yeri ve değeri ne olursa olsun her durumda red ve inkâr edilmektedir diye yorumlanmıştır. Yani, “bu insanların Kur’an’ı miladi 610’larda başlayıp, 23 yıllık bir süreçte gelen ve bir söz olarak değil de, bir anda, toptan nazil olmuş bir metin olarak algıladıklarını, ayrıca Arapça ile yanı bir dil aracılığıyla bize ulaştığını görmezden geldiklerini, bunun yanında Kur’an’ın cemi ve vs.ile ilgili konular hakkında da bir bilgilerinin olmadığı ” söylenmeye çalışılmaktadır.
Bu iddialar en azından Kalem Dergisi ve çevresindekiler için doğru değildir ve onlara karşı yapılmış bir haksızlıktır. Dergide bu iddiaların tam tersi konular defalarca işlenmiş, üstelik tarafımızdan ilk baskısı 1998’de yayınlanan “Kur’an Meali Okuma Kılavuzu” adlı kitabımızda Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğu ve anlaşılması konusunu teferruatlı bir şekilde incelenip ortaya konulmuştur. Ayrıca bu konular, kurucularının önemli bir kısmının Kalem Dergisi ekibinin olduğu Bilgi Vakfı’nın kayıtlara geçen ders, panel, konferans, seminer ve sempozyumlarında 1993–1994 yıllarında tekrar tekrar ifade edilmiş, üstelik daha önceki yıllarda ülkenin farklı şehirlerinde yaptığımız sohbetlerin öncelikli konusunu Kur’an’ın anlaşılması ve Kur’an’nı nasıl bir kitap olduğu oluşturmuştur. İşte bizim bu çalışmalarımızın sonrasında benzer tartışmalar akademik alanda da yapılmaya başlanmıştır. Bu konudaki kitapların yayın tarihlerine bakıldığında bu rahatlıkla görülebilir. Bu tartışmalar sonraki yıllarda daha çok Kur’an’ın evrenselliği ve tarihselliği konusu şeklinde gündeme gelmiş ve bu konu üzerinde onlarca makale ve kitap yayınlanmıştır.
Şunu bilmemiz gerekir ki, tarihi menkulatın bağlayıcılığı ayrı bir tartışma, reddedilmesi ise başka bir tartışma konusudur. Bu menkulatı isteseniz de görmezden gelemezsiniz. Dini literatür bu metinlerden başka bir şey midir ki? Biz bu konuda sadece bir yaklaşım ve bakış açısı getirmeye çalıştık ve dedik ki; bu literatür Kur’ani düşünce baz alınarak gözden geçirilmelidir. Kendi yaptığımız çalışmalarla da bunun örnekliğini ortaya koymaya çalıştık. Kalem dergisinde öncesinde ve sonrasında da yaptığımız bundan başka bir şey değildi.
İşte iddialı ve sıkıntılı başka bir ifade daha: “Esasen, hem Kur’ancı-Mealci zevatın hem de Öztürk’ün salt Kur’an merkezli söylemleri özgün bir hüviyete sahip değildir.”(sayfa:126).
Öncelcikle özgün olmak izafi bir kavramdır ve kişiden kişiye değişir. Ayrıca “özgün” olmamakla eleştirilebilmek için “özgün olma” iddiasının bulunması gerekir. Biz hiçbir zaman “bunu ilk biz söylüyoruz, bir sistem, bir mezhep kuruyoruz” demedik ki, böyle bir eleştiriye muhatap olalım. Kur’an’ın anlaşılması ile ilgili, yerli, yabancı eski yeni kim ne söylemişse iyi niyetli olarak kulak vermeye çalıştık. Kur’an’ı anlamak ve elimizden geldiğince onu Resulullah örnekliğinde (gücümüz ile ilgili olması dolayısıyla daha çok bireysel düzlemde) yaşamaya çalışmak temel amacımızdı. Bir de eleştirel olmaya gayret ediyorduk. Kur’an dışındaki her kitabı veya haberi yok saymak gibi bir kaygımız hiçbir zaman olmadı. Ulaşabildiğimiz eski yeni tüm çalışmalardan eleştirel bir yaklaşımla yararlanmaya çalıştık.
Aynı sayfadan başka bir cümle:“Tıpkı Türkiye’deki Kur’ancılar gibi başta sünnet-hadis olmak üzere geleneğin tasfiye edilmesi gerektiği fikrini savunan bu ekol,…”Pes doğrusu!, “Türkiye’deki Kur’ancılar” böyle fikri nerede savunmuşlar. Yazar ilmi ve akademik bir yazı yazmayı bırakıp niyet okumaya başlamış ve kafasındakini bu insanlara söyletmeye çalışıyor. Yok böyle bir şey… Mevcut hadis metinlerine eleştirel yaklaşmak ve bağlayıcılığını sorgulamak onları tasfiye etmek anlamına mı gelmediği gibi bunu ne dünyada ne de Türkiyede ilk biz yapmıyoruz.
Ayrıca, “Kur’ancı-Mealci söylemin, “İslam’da tek kaynak Kur’an’dır ve her şey onunla ölçülmelidir” iddiasının veya anlayışının ne anlama geldiğinin, en azından dergi çerçevesinde masaya yatırılıp irdelenmesi gerekirken, bu insanları, “İngilizlerin oyuncağı olan Hindistandaki “Kur’an Ehli”ile aynı kefeye koymak islami bir duyarlılıkla ne kadar bağdaşmaktadır. Herhangi bir delile dayanmadan Hindistan bu gurubun namaz anlayışlarının bu insanlar tarafından sempati ile karşılandığını söyleyebilmek en hafifi ile bir aymazlık değil midir? Yazar eleştirdiği insanların bu konudaki düşüncelerini “meçhulümdür” diyerek bilmediğini söylemesine rağmen, niyet okumaya devam etmektedir. Ben kendi adıma bu konuya nasıl yaklaştığımı, “Vahiy Savunması / Kur’an Dışı Vahyin İmkansızlığı (Anka yayınları, İst) adlı kitabımda, (399–415. sayfaları arası) ortaya koymaya çalıştım.
Yazar, yazıları bağlamları dışına çıkararak yorumlamaya devam etmektedir.
“Sahih bir İslam inancının teşekkülü için vahyin nüzul dönemiyle çağdaş Müslümanlar arasındaki on beş asırlık geleneğin tasfiye edilmesi gerektiğini salık vermektedir. Hemen belirtelim ki burada sözü edilen gelenek, İslam’ın tarihsel formasyonunun tümüne şamildir. Çünkü Mealci söyleme göre on beş asırlık tecrübe tarihsel tecrübe aslında Kur’an’dan uzaklaşma tarihidir. Öyle ki Hz. Peygamber’in vefatının ardından eski cahili anlayışlar Kur’an’dan alınan temalarla süslenerek yeniden ihya edilmeye başlanmıştır.”(sayfa127)
Oysa ilgili makalede, Kur’an sonrası dönemde özellikle de sultanlar döneminde ortaya çıkan sorunların Kur’an’a uygun hareket edilmediği için meydana geldiğini, bu sorunların çözümü için de Kur’an’ın rehberliğine başvurulmadığı, ayrıca yaşanan olayların, Kur’an ile insanlar arasına suni bir sürü engelin yerleştirildiği ifade edilmektedir. Tarihin bütün boyutlarıyla sorgulanmasının gerekliliği ifade edilse de (ki bu mutlaka yapılmalı ve tarih hep eleştirel gözle okunmalı), yazarın söylediği türden, “on beş asırlık geleneğin tasfiye edilmesi gerektiği” gibi bir anlayışa, ilgili yazıda dolaylı olarak bile bir gönderme söz konusu değildir. Üstelik kim neyi nasıl tasfiye edecektir. Yani bu insanlar tarihte zaman zaman yapıldığı gibi bütün kitapları yakıp, farklı düşünenler için bir sürek avı başlatmayı mı düşünmektedirler? Bu insanların kütüphaneleri geleneksel İslam kültürünün kaynakları ile doluyken, bu haksız ithamın hesabı nasıl verilecektir?
Yazar, dergide bazı yazılarda, halkın Kur’an’a yaklaşımını tenkit etmemizi de tenkit etmekte ve şöyle demektedir.“ Mushaf’ın asırlar boyu Müslümanlarca atlastan kumaşlara sarılıp evlerin en mutena köşelerinde muhafaza edilmesi onun mübarek bir metin olarak telakki edilmesinin bir sonucudur.”
Ancak yazarın ifadeleri, toplumun Kur’an’a yaklaşımının bu kadar masum olmadığı, ona bireyin ve toplumun hayatından uzaklaştıracak bir kutsallık yükledikleri gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Ölünün ruhuna okumak ile ölünün toprağına okumak arasında ortaya koymaya çalıştığı farkın pratik hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Ancak mezarlık ortamının kişiyi etkilemesi ve kendisini sorgulamaya yöneltmesi nedeniyle kişinin Kur’an vasıtasıyla Rabbi ile birlikte olması elbette anlamlıdır. Ancak genel uygulamanın, bunun bir ritüele ve sadece ölüye bir armağan göndermeye kodlandığını düşünecek olursak pek gerçeği yansıtmadığını söyleyebiliriz.
Yazar eleştirmek için eleştirmeye devam ediyor. “Dini sözüm ona Kur’anileştirmek adına gelenekteki her şeyi bid’at ve hurafe olarak addetmek, Vehhabiliğe yol vermekten başka bir şey olmasa gerektir.” (Sayfa:130).<BR< < p ediyor. devam görmeye şekilde istediği görmek yine Yazar değildir. mümkün anlamak yorumlanabiliyor olarak çıkmak karşı şeye her gelenekteki nasıl çıkmak, geleneklere olan aykırı prensiplerine genel Kur’an’ın olacaktır? şey bir böyle halde olduğu gelenek anlamda kendisi Dinin çıkıyor? kim Gelenekteki> Şu alıntıya bir göz atalım; “Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus da Kur’an’da Hz Peygamber ve diğer bazı peygamberlerin hatalarından söz edilmiş olmasına rağmen Mealci söylemin nübüvvet ve ismet konusunda Sünni gelenekteki hakim görüşü benimsemiş olmasıdır.” (sayfa:131).
Mustafa Bey bu yaklaşımı bir çifte standart ve çelişki olarak görüyor. Ve dini “tarihten ve gelenekten müstağni kalınarak” anlamanın imkânsızlığını gördüler de yine tarihe geri döndüler” diyerek eleştiriyor. Önce kendisi bir kurgulama yapıyor. Sonra o kurgulamasının boşa çıktığını görünce çelişkili davranıyorlar diye dalgasını geçiyor. Bir tarih ve gelenek eleştirisi yapılmasının ne sakıncası olabilir ki?, Üstelik verdiği bu örnek dergi içerisinde istisnai bir örnektir. Dergiyi dikkatlice incelemiş ve önyargısız bir şekilde okumuş olsaydı, ilgili yazarın başka bir yazısının bulunmadığını görürdü. İlgili yazar arkadaşımız, genelde her sayıda vermeye gayret ettiğimiz misafir yazarlarımızdan biridir ve yazısı da bir İlahiyat lisans tezinin özetidir. Bir israiliyat eleştirisi olduğu için yayınlanmıştır.
Yazar, alıntı yaptığı şeyin bir dergi olduğunu, dergideki her ifadenin ve her yazarın düşüncelerinin genel tarafından paylaşılma zorunluluğu bulunmadığını unutmaktadır. Aynı şeyi daha önce de ifade ettiğimiz gibi yine misafir yazarımız Süleyman Karagülle’nin bir yazısı için de yapmaktadır. Dergiyi baştan sona titiz bir şekilde okusa hangi yazı ve yazarların derginin genel havası ile bütünleştiğini görür, tenkitlerini de bu yazı ve yazarlar üzerinden yapardı. Yazısında eleştiriye konu ettiği yazılar, genelde yazısının başında, “Meşhur mealciler” diye tanımladığı kişilerden başkalarına aittir. Hocanın amacı üzüm yemek olsaydı, eleştirisini o kişiler ve yazıları üzerinden yapar hem daha tutarlı davranır, hem de doğru bir iş yapmış olurdu.
Mustafa bey, “Kur’ancı –Mealci söylemin bir dizi açmazı vardır. Evvela Kur’an’ı her okuyanın ihtiyacına cevap vermesini mümkün kılan bir okuma biçimini önermesi ciddi bir problem olarak kaydedilmelidir. Çünkü böyle bir okuma biçimini salık vermek, mana ve mesaj itibariyle yeni Kur’an’lar üretilmesine yol vermenin yanında Kur’an metninin korunmuşluğundan söz edilmesini de bir bakıma anlamsız kılmaktadır. Şüphesiz böyle bir okuma biçimi anlamın salt metinde içkin olduğu yanılgısının bir ürünü olması hasebiyle hem Kur’an’ın bize ne söylediğini geleneğin bahşettiği bağlamlar yardımıyla anladığımız gerçeğini görememek yahut göz ardı etmek gibi bir illet ile maluldur, hem de son derece anakronistik yorumlara yol vermesi mukadderdir.(sayfa:131-132).”demektedir.
Bu alıntı, Mustafa beyin Kalem Dergisini gereği gibi okumadığının ve bu insanlar hakkında hiçbir şey bilmediği gibi bir önyargı ve peşin hükümle hareket ettiğinin açık bir göstergesidir. Yaptığı şey, kafasında bir kurgu oluşturup, Kalem’den kurgusuna uygun bulduğu pasaj, cümle ve cümlecikleri, bağlamlarından kopararak, (esas aldığı şeyin bir dergi olduğunu, bir derginin ne kadar güncele sırtını dönse dönsün, tümüyle güncelin dışına çıkmasının imkânsızlığını görmezden gelerek. Aynı şey İslamiyat ve diğer akademik dergiler için de söz konusudur.) icat ettiği kurgu içinde yeniden inşa etmeden başka birşey değildir.
Kalem Dergisi sonrasındaki faaliyetlerimiz, yazıp söylediklerimiz bir yana, kalem dergisi içinde yer alan, sure ve kavram çalışmaları, yapılan alıntı ve tercümeler, yukarıda söylenenlerin hiçbirisinin gerçeği yansıtmadığını gösteriyor. Birey veya grup bazında insanların bazen kastı aşan ve tepkisel bir takım sözler söylemeleri mümkündür. Kur’an’ın anlaşılmazlığının bir iman haline getirildiği ve ona dokunup yaklaşmanın imkânsız kılındığı ve Kur’an ayetleri üzerinde konuşmanın cesaret istediği bir ortamda (70’li 80’li yıllardan söz ediyoruz), Kur’an’ın anlaşılması konusuna, aşırı vurgu yapılması, kendi düşüncelerinden başkasını İslami kabul etmeyen kesimler tarafından büyük tepki aldı. Her türlü tehdit, baskı ve saldırı yapıldı. Bunu birey olarak birçoğumuz bizzat yaşadı. Yapılan küçük hatalar veya kastı aşan ifadeler bu baskı ve saldırılar için bahane oluşturdu. Bu tür eksik ve fazlalıklar istismar edilerek, Kur’an’a uygun bir anlayış geliştirmekten ve ona uygun bir hayat yaşamaktan başka gayeleri olmayan insanlar dışlanarak toplum dışına itilmeye çalışıldı. Bu itibarsızlaştırmanın bir benzerini bugün bu makalesiyle Mustafa Bey yapmaktadır.
Acaba Kur’an’ın yeterli oluşundan ne anlaşılmaktadır? Evet, Kur’an metni esastır. Bütün anlam da onun içindedir ve ondan bağımsız değildir. Ancak Kur’an’ın kendisinin, bir yönüyle tarihsel bir metin ve bir dil üzerinden gelmiş olması nedeniyle, nüzul ortamının ve o dilin, o dönemdeki anlamlarının bilinmesi ile ancak anlamın yakalanacağı, bu insanların 70’li yıllardan beri söyleye geldikleri şeylerin başında gelmektedir. Ancak Mustafa Bey bunu bir türlü görmek istemiyor.
Bu insanların geleneği eleştirmeleri veya bir bütün olarak güvenilir bulmamaları, geleneği tümüyle dışladıkları anlamına gelmediği gibi geleneğin nasıl anlaşılması konusunda bir çabalarının olmadığı anlamına da gelmiyor. Üstelik Kur’an’ın üslubu, anlatım tekniği, o dönemin özellikleri, insan -insan, insan-tanrı, insan-kozmoloji ilişkileri, dilin geçirdiği evreler ve mealde doğru anlamın nasıl bulunacağı konusunda öncelikle Kur’an metni esas alınarak söylenecek çok şey varken ve bunların bir kısmı da bazı makale ve kitaplarla ifade edilmişken, bu insanların cahil kişiler olarak gösterilmesi başka bir cehalet örneğidir.
Bir de şunu açıkça ifade etmek gerekir. Kur’an’ı anlamak başka bir şeydir. Meali anlamak başka bir şey… Evet Kur’an’ı anlama iddiasında bulunmak gerçekten büyük bir sözdür ve ciddi bir emek ve uğraşıyı gerektirir. Tarih, dil, edebiyat vs bilmeyi de gerektirir. Ancak Meal elinizde hazırdır ve okuduğunuz metin artık Türkçe (veya başka bir dildeki) metindir. Onu anlama oranınız, kendi birikiminizle ilgili olduğu gibi meali yapanın başarısı ile de ilgilidir. Burada sorun, okuduğunuz metnin bir meal olup olmadığını bilmenizle veya meallerin Kur’an’ı bütünüyle içerip içermediği konusundaki kanaatinizle ilgilidir. Elbette her işte olduğu gibi niyet de en belirleyici faktördür. Biz bu konuyu Meal Okuma Kılavuzu adlı kitabımızda detaylı bir şekilde tartıştık. Bu konudaki görüşümüzü gerçekten öğrenmek istiyorsa oraya bakabilir.
Ancak Mustafa Bey kurguladığı gibi yazmaya devam etmesinin yanında niyet okumaya da devam ediyor ve 133. sayfada şöyle diyor. “Kur’ancı-Mealci söylem ‘anlam’ın okuma faaliyeti sırasında ortaya çıkan bir sır olduğu kanaatindedir. Halbuki anlam, Allah tarafından bir kere kastedilmiştir ve keşfedilmek üzere orada duran bir şeydir. Bunu keşfetmek içinde tarihi göz önünde bulundurmak gerekir.”
Bu alıntının ilk bölümünde Mealcilerin batinicilerden hiçbir farklarının olmadığı söylenmeye çalışılmakta ve okuyanın çabasını, iyi niyetini, araştırmasını hafife almaktadır. Ve Allah Kur’an’da kastettiği anlamı bulma hakkını sadece Mustafa Bey gibi akademisyenlere has kılmıştır(!). İnsanlar, Arapça ve tarih bilmeseler de aklederek, düşünerek, sorgulayarak, karşılaştırarak hiçbir doğruya ulaşamazlar öyle mi Mustafa bey? Bu nimet ve yetenekler sadece Arapça bilenlerin elinde bir anlam kazanıyor demek ki? Şu dünyadan binlerce yıldır milyarlarca Arapça bilen insan gelip geçmişken, “Allah’ın Kur’an’a bir kere koyduğu” hangi anlamlar keşfedilmiş de insanların yolu aydınlatılmıştır. Kur’an’ın Arapça bilen milyonlarca, milyarlarca insana düşünüp akletmedikleri için yeni hiçbir şey söylemediği (çünkü düşünmeyen ve akletmeyen insanlar sadece taklit ederler) herkesin kabul ettiği bir gerçek iken, Türkçe’ye veya başka bir dile tercüme edilen bir mealden düşünüp akleden insanlar o mealde dile getirilenler çerçevesinde niçin bir şeyler anlamasınlar. Genel çerçevede, Allah, risalet, ahiret, samimiyet, dürüstlük vefa gibi yüzlerce konuda Allah’ın ne murat ettiğini niçin kavramasınlar. Tamam, uzmanlık gerektiren bazı konularda çok detaylı araştırmalar gerekir, bunlar için tarih, dil, hukuk, sosyoloji, edebiyat vs bilinmesi gerekir. Ancak biz onlardan söz etmiyoruz ki. Aslında, aynı şey ilim sahibi olanlar içinde geçerli değil midir? Dürüst olalım her âlim okuduğu metinden aynı şeyi mi anlıyor. Yaşadığı şartların, mezhebinin, meşrebinin etkisiyle, bazen aynı mezhep içerisinde bile bir ayet için onlarca, yüzlerce vs farklı görüş ortaya atılmıyor mu? Tarihe baktığınızda ne zaman sadece tek tip bir anlayış olmuştur. Beyinlerin sınırlandığı, soru sormanın, düşünüp akletmenin yasaklandığı dönemlerde bile bu mümkün olmuş mudur ki günümüzde olsun? Dürüst olursak, “ne kadar insan varsa o kadar da görüş vardır” sözünün bir gerçeklik payı yok mudur? Özellikle geçmişte ve günümüzde okumuş yazmış insanlar için bu daha bir gerçek değil midir? O zaman neyin tartışmasını yapıyoruz? Yapılması gereken Kur’an’ı nasıl doğru anlarızın yöntem ve metodolojisini geliştirmek, bunu yaparken de insanları, inanan inanmayan diye ayırmadan, onları, Kur’an’ın anlam dünyasına çekmek olmalı değil midir?
Ayrıca yukarıda alıntısı yapılan yazıda söylemek istediğimiz başka bir şey de bir medeniyet veya devlet/yönetim inşa edilirken Kur’an’ın devre dışı bırakıldığıdır. Ne yani, Emeviler mi? Abbasiler mi? Selçuklular mı? Fatimiler mi? Veya Osmanlılar mı, Kur’an nasıl bir medeniyet, nasıl bir yönetim öneriyor diyerek sorular sordular da, bu soruların cevaplarına göre bir sistem oluşturdular. İnsan –insan ve insan-toplum ilişkilerinde veya diğer sorunlarda Kur’an veya Kur’an’ın temel ilkelerinin esas alındığını kim söyleyebilir? Tüm bunlar oluşmuş alışkanlıklara göre gelenek çerçevesinde, geleneksel yaşamın bir devamı olarak ortaya çıkmadı mı?. Geleneğin kendisi Kur’an’dır deniyorsa o zaman biz daha çok konuşmaya devam ederiz. Kendi adıma geleneği oluşturan temel argümanın hiçbir zaman Kur’an olmadığı kanaatindeyim. Müslümanların bugün ve uzun geçmişte her açıdan bulundukları nokta bunu imkânsız kılıyor. Yok, Kur’an zaten böyle bir insan, böyle bir toplum, böyle bir hayat öneriyor deniyorsa, O zaman biz, bu kez de Kuran anlayışımızın farklı olduğunu söylemeye devam ederiz. Bu nedenle insanların samimiyetlerinin ve çabalarının çok önemli olduğuna inanıyoruz. Samimiyet ve çabanın birçok eksiği kapatacağını düşünüyoruz.
Kalem Dergisindeki bir yazarımızın, “Arapça bilmeyenler güvenilir bir çeviriden okuyabilirler” ifadesine de takılmış Mustafa bey. Bir şekilde her insanın, (hangi gurup ve cemaatten olursa olsun) Kur’an meali okumasını isteyen birisi, daha başka ne diyebilir ki. Çünkü her insanın veya cemaatin kendisine yakın hissettiği bazı isimler olabilir. Toplumsal bir gerçeklik olarak durum da zaten bu merkezdedir. Denilmek isteniyor ki, siz kimi güvenilir buluyorsanız onun mealinden okuyun, yeter ki meal okuyun, bir şekilde anlamayı amaç edinerek Kur’an ile temasa geçin. Herhangi bir mahalledeki veya bir camideki bir insana daha başka ne denilebilir ki. Şu, şu kitapları oku, şu dilleri öğren, şu kütüphaneleri dolaş, şu hocanın önünde şu kadar diz çök ondan sonra mı bir meal oku diyeceksin.
Mustafa beyin, bizim insanlara ne dediğimiz veya ne düşündüğümüz konusunda aslında kafası oldukça karışık. Yazısının başında, “meallerin ne tür bir illetlerle malul olduğu da muhtemelen bilinmiyordu”(Sayfa:118) derken, yazının sonuna doğru (Sayfa:134), “Arapça bilmenin öneminden, meallerin yetersizliğinden, klasik tefsirlere ve İslam tarihiyle ilgili eserlere başvurmak gerektiğinden söz edilmektedir. Oysa başta nüzul sebepleri olmak üzere Kur’an’ın anlaşılmasına katkı sağlayan diğer bütün alet ilimleri bize gelenek yoluyla intikal etmiştir. Şu halde, bir taraftan “Kur’an bize yeter” fikrini savunmak diğer taraftan da Kur’an’ı anlama faaliyetinde tarih ve geleneğe başvurmanın lüzumundan bahsetmek aşikar bir ilkesizlik ve yöntemsizliktir.”demektedir.
Benim anlamakta zorlandığım konu şu: Kalem Dergisi’nin hangi makalesinde veya Kalemin temel yazarlarından hangisi herhangi bir yerde, ne zaman, “Kur’an’ı anlamak için Kur’an veya meal dışında lügat, tefsir, tarih, hadis vs okunmamalıdır, hiç birine ihtiyaç yoktur, meal bize yeter” demiştir. Meal dediğimiz şey sonuçta, herhangi bir kişinin kendi birikimi çerçevesinde Allah’ın kelamını bir dile aktarması olayıdır. Bir meal, o meali yapan beşerin sahip olduğu bütün eksiklerle birlikte vardır. Kendini bilen hiç kimse örneğin Süleyman Ateş’in veya bir başkasının, mesala Muhammed Esed’in meali Kur’an’ı tam olarak aktarıyor diyemez. Böyle olduğu için, yani mealler sonuçta bir uzmanın kendi anlayışı çerçevesinde yaptığı bir tercüme faaliyeti olduğu için, kim, nasıl, hangi akla hizmetle meal yeterlidir diyebilir. Dilin kemiği yok, birileri böyle şeyler söylüyorsa o kişilerin Kalem Dergisinde işleri olmamıştır. Kalem Dergisinin 13-14., 15-16. ve 17-18. sayılarında sunduğumuz Süleyman Ateş ile yaptığımız söyleşi de, mealinin sonraki baskılarında, bir çok ayetin mealini yeniden ve eskisinden farklı olarak verildiği, kendisine bunun ilk yıllardaki Arapça bilgisinin yetersizliğiyle mi ilgili olduğunu sorduğumuzda, konunun dil bilmekten çok, başka etkenlerden kaynaklandığını ifade ederek “Maalesef ben eski meallerin tesirinde kalarak hatalara düşmüştüm, eski baskılarda hatalar vardır. Bugün itiraf ediyorum” diyerek kendi mealindeki ve diğer meallerdeki yanlışlıklardan örnekler vererek işin vehametini ortaya koymuştu. Bu durum zaten hem Kalem Dergisinin yazarlarının hem de çevresinin bildiği şeylerdi. Durum bu minval üzereyken ve bu söyleşinin dışındaki başka bir çok makalede de bu yanlışlıklara göndermelerde bulunulmuş iken nasıl mealler yeterlidir veya mealler ile yetinilmelidir denilebilir. Bu insanlar için mealler, daha çok İslam’ı ve Kuran’ı anlamak için bir başlama noktasına karşılık gelir. Kur’an meali okunduktan sonra diğer metinlere yönelinmeli ve mealler de bu süreçte yeniden, yeniden sürekli olarak okunmalıdır. Bunun eğitimde tümdengelim ve tümevarım yöntemleriyle yakından ilgisi vardır. Bu başka bir tartışma.
“Kur’an yeterlidir” veya “Kur’an temel/esas kaynaktır” veyahut “tek/biricik kaynaktır” demek Mustafa beyin söyleye geldiğinden çok başka bir şeydir. Ne söylenmek istendiğinin iyi anlaşılması gerekir. “Kur’an yeterlidir” demek öncelikle anlaşılmış bir Kur’an’dan söz ediliyor anlamına gelir. İlke olarak da, en azından indiği dönemde sıradan bir Arabın anladığı kadar onu anlamak kastedilmektedir. Anlaşılmayan bir şey zaten size ait değildir ve siz onun yabancısısınızdır. Bu durumda onun tek, birinci veya üçüncü bir kaynak olmasının ne anlamı olabilir ki. Sonuçta sizin ulaşamadığınız bir şeydir O. Ona ulaştığınızda, onu bütün yardımcı aletleri kullanarak anladığınızda ise, onun rehberliğinde, onun ilkeleri çerçevesinde bir dünya, bir anlayış, hatta bir medeniyet inşa etmenizin önünde, sizin kendinizden yani insanoğlunun kendisinden başka kim durabilir, hangi şey engel oluşturabilir ki. Anlaşılmış Kur’an’ı kaynaklardan bir kaynağa indirgemek acaba onun geliş amacına ne kadar uygun düşmektedir? İşte Kur’an’ın yeterliliği burada devreye girmektedir. Eğer Kur’an, bu kadar menkulata, tefsir, tarih, hadis vs.ye rağmen hala anlaşılmıyorsa, yani bir şekilde onu anlamaktan aciz bırakılmışsak veya öyle varsayıyorsak, artık tartışmanın Kur’an’ın anlaşılmasıyla ilgili olmadığını görmemiz gerekir.
Bu noktadan sonra tartışma egemenlik alanına kayar ve egemenliğin kime ait olması ile yakından ilgilidir. Eksik-fazla, doğru-yanlış geçmişte ve günümüzde bütün tartışma bu düzlemde yapıla gelmiş ve yapılmaktadır. Bunun Allah’ın Rasulü Hz Muhammed ile de bir ilgisi yoktur. Bilgisizlik, kutsama ve tabulaştırma kıskacında bir hayatı yaşamaya kodlandırılmış kalabalıkları arkasına alan egemenler Kur’an’ı bir hidayet kitabı, hayatın rehberi ve bir mizan olmaktan çıkarmışlar ve kaynaklardan bir kaynağa indirgemişlerdir. Yol gösterici misyonu ortadan kalktıktan, hedefleri ve ilkeleri devre dışı bırakıldıktan sonra, tek kaynak olmasının ne anlamı olabilir. Evet, Kur’an kutsanmaya, el üstünde tutulmaya devam edilmektedir, ancak, duvarlarda, yüksek raflarda atlas kumaşlar içinde özel gecelerde ölmüşlerin ruhu için saygı ve huşu içinde okunması dışında hangi işleve sahiptir. Bu huşu ve coşku ile kendinden geçen ve bununla yetinen insan için, Kur’an’ın yegane kaynak olup olmamasının ne anlamı olabilir ki. Kutsal ve ulaşılmaz olması onun için zaten yeterli olmaktadır. Fazlası zaten istenilmeyen bir durumdur. Ve Mustafa beyin önemsediği ve önemli gördüğü anlayış budur.
Mustafa Bey, Mealcileri bir tarafa yamamak için özel gayret göstermektedir. Hindistandaki Kur’an cemaatine veya Muhammed Esed’in meal tefsirine sürekli atıf yapmaktadır. Oysa bu insanların zihinsel oluşumları, bu çalışmaların Türkiye’ye girmesinden çok daha önceki yıllara dayanmaktadır. Özellikle 70’li yılların şartlarında mealci denilen şahısların bu cemaat ve insanlardan haberdar olmaları fiili olarak mümkün değildir. Bu insanlar Esed’i okumadan çok önce Kur’an’ın anlaşılması için, deyim ve terimlerin yanı sıra nüzul ortamının önemini kavramışlar, müsteşriklerin eserleri de dâhil olmak üzere, o dönemi anlatan her çalışmayı okumaya gayret etmişlerdir. Bu nedenle Kalem’de konunun bu yönü sürekli vurgulanır. Ancak Mustafa Bey bunu anlamaz, anlamak istemez ve onları “ilkesizlik ve yöntemsizlikle suçlamaya devam eder. Oysa onlar yeni bir kitap, yeni bir makale bulabilir miyiz veya yeni bir yaklaşımdan haberdar olabilir miyiz diye her Cuma Ankara ilahiyat koridorlarında boy gösterirler, Hatiboğlu ve Atay hocaların ilahiyatlı öğrencilerinden çok bunlar, onların odalarında bir şeyler öğrenebilmek için nöbet tutarlardı.. Ama Mustafa Bey bunları nereden bilecekti ki.
O, daha çok niyet okuma ile meşgul olduğu için, “Kur’ancı/Mealci söylemin öncüsü konumundaki bir çok zevatın klasik kaynaklardan kolayca istifade edebilecek bir ilmi birikime sahip olmadığını da belirtmek gerekir. Bu durumu Kalem Dergisinde yayımlanan bir çok makaledeki gelişigüzel dipnotlardan bile teşhis/tespit etmek mümkündür. … gelişigüzellik ve yanlışlık bizce yazarın (örneğin M.A.Baltaşı’nın) klasik kaynakları pek tanımadığını ve hatta bu kaynakları hiç görmediğini ihsas ettirmektedir. Yazar gerek makalelerinde gerekse İlk Mesajlar adlı eserlerinde M.Watt, Esed, Izutsu’nun Kur’an ile ilgili eserlerinden çokça istifade etmiş, her nedense bu eserleri zikretmek yerine klasik eserleri zikretmeyi yeğlemiştir.”(sayfa:135) demekle meşguldür.
Şimdi bu hakaret ve istihzaların hangisine cevap verelim. Bu sözlere ancak edep yahu denir. İlk Mesajlar kitabının bir heyet tarafından hazırlandığını daha önce söylemiştik. Bu heyetteki arkadaşların çoğunun kütüphanesinde zikrettiği kaynakların orijinallerinin yetmişli yıllardan beri mevcut olduğunu ona nasıl anlatalım.
Ayrıca “bu kaynaklardan istifade edecek ilmi birikimi yok” ne demek. İlmi birikimden kastı ne? Okuduğu bir dini metini o literatürü bilmediği için anlamazlar mı demek istiyor veya Arapça bilgileri bu tür metinleri okumaya yetmez mi demeye getiriyor? Bu seçeneklerden biri veya her ikisinin de gerçeği yansıtmadığı bilenlerin bildiği bir gerçek iken, bir tür itibarsızlaştırmaya yol açan bu ifadeler, Mustafa beye yakışmamaktadır. Öncelikle, hem M.A.Baltaşı ile ilgili söyledikleri doğru değildir üstelik onur kırıcı ifadelerdir, hem de burada diğer yerlerde genelleme yaparak konuşması, iyi niyetinden şüphe etmemiz için bize oldukça çok gerekçe sunmaktadır. Öncelikle bu insanların her biri kendisinden asgari 10-15 yaş büyüktür ve bir çoğunun ömürleri Kur’an’a adanmıştır. Ayrıca konunun bir de vefa ve edep yönü de söz konusudur. En önemlisi de söyledikleri gerçekleri yansıtmamaktadır.
Baltaşı’nın veya Mustafa beyin deyimi ile “Kur’ancı Mealci söylemin öncüsü konumundaki bir çok zevattan” hangisi, adı geçen “kaynakları” (Bu kaynakların çoğunun bugün Türkçe veya İngilizce çevirileri mevcuttur.) anlamakta yetersiz kalmıştır. Üstelik bu yeterlilk testini kim neye göre yapmaktadır. Bu kişilerin yapıp ettikleri zaten her şeyi açıkça ortaya koymaktadır. Zaten bu insanların hayatı ilgili klasik metinlerle hasbihal etmekle geçmektedir. Önemli bir kısmının, Arapça’ya vukufiyeti kendisi gibi olmadığı doğrudur. Çünkü bunların imkanları yurtdışına gitmelerine elvermediği, onları bu iş için finanse edecek üniversiteleri veya hacıbabaları olmadığı için kendi imkanlarıyla ancak bu kadarını becerebilmişlerdir. Ancak buna rağmen, akademisyenlerin büyük çoğunluğu gibi, sözlükler ve diğer yardımcı araçlar yardımıyla metinleri çözmeye çalışmaktadırlar. Tıkandıklarında veya çözemediklerinde bu konuda uzman olduklarını düşündükleri hocalardan yardım istemeyi bir erdem olarak görmektedirler.
Sayın Öztürk, “sonuç itibariyle, tarih ve gelenekten yalıtılmış bir zihinle Kur’an ‘dan anlam üretmek Mealci söylem için de mümkün olmamıştır” diyerek, boşluğu yumruklamaya devam ediyor. Yine kurgulamalar ve o kurguya dayalı suçlamalar. Sanki bu insanlar “tarih ve gelenekten yalıtılmış zihinler” üretmek için uğraşıyorlar, böyle bir proje ve iddiaları var da bunda başarısız olmuşlar gibi.
Mustafa beyin, Kalem Dergisinin altıncı sayısında ayrıntılı bir şekilde vermeye çalıştığımız Leyl suresiyle ilgili çalışmamıza da takmış. Yazımızı bu konuyla noktalamak istiyorum. Takip edenler bilir. Kalem Dergisi’nin her sayısında ilk Mekki surelerle ilgili tefsir denemeleri yayınlanıyordu. Önce Surenin meali veriliyor, arkasından ayetler ile ilgili açıklamalar yapılıyordu. Bu açıklamalarda, özellikle deyim ve terimler üzerinde yoğunlaşılıyordu. Leyl suresi için de aynı şey söz konusuydu. Surenin şiirsel üslubu da göz önünde bulundurularak önce meali verilmiş arkasından da açıklamalar yapılmıştı. Leyl suresinin üslubu gereği, meali de devrik cümlelerle (şiirsel ifadelerle) verilmeye çalışılmıştı (Elmalılı’nın ve Gölpınarlı’nın da yaptığı gibi).Terimler/kavramlar makale içerisinde etraflıca açıklanacağı için, biraz da Türkçe’de bir veya iki kelimeyle karşılığını vermekte zorlandığımızdan, zaman zaman kelimenin Kur’an’daki Arapça formunu kullanmıştık. Çünkü ileriki satırlarda o kelime veya kelimeler ile ilgili zaten geniş açıklamalar yapılacaktı.
Mustafa bey surenin mealinden bir bölüm alarak eleştirinin ötesinde bir dil kullanarak şöyle diyor: “…Bütün bunlar bir yana, Kur’an ‘daki bir çok ayette ne söylendiğini mealler vasıtasıyla söylemek muhaldir. Bu gerçeği teyit edecek bir örnek olarak Kur’ancı – Mealci zevata ait şu çeviri zikredilebilir” dedikten sonra Leyl Suresinin mealinin ilk bölümünü aktardıktan sonra ekliyor: ,”… 1-7 ayetlerde ne anlatıldığını gerçekten anlamak mümkün müdür. Bizce, Kur’an’ın kavram dünyasına aşina olmayan bir Müslümanın “ve tasdik eder hüsna’yı; en kolayı kolaylaştırırız ona” şeklindeki ifadelerden anlam çıkarması pek mümkün gözükmemektedir. Dahası, böyle bir mealin Kur’anla ilk defa tanışan bir insanı, Allah’ın bilmece gibi konuştuğu düşüncesine sevk etmekten başka bir katkısı olmasa gerektir. Meallerin özellikle müptedi düzeyindeki okurlara Kur’an’ı anlama imkanı sunmadığı gerçeği, en azından kimi Mealciler tarafından da teslim edildiğinden olsa gerek, Kalem dergisinde yayımlanan meal denemeleri aynı zamanda bir tefsir denemesi niteliğindedir. İşte tam bu noktada denebilir ki Kur’an’ı mealler vasıtasıyla anlamanın imkanından söz etmek düpedüz bir laf-ı güzaftır”(sayfa:136).
Leyl suresi ile ilgili söylediklerine değinmeden önce, diğer söylediklerini değerlendirelim. Yazar, makalenin genelinde Kalem dergisinden yapılan alıntılarla Mealcilerin “meal/Kur’an yeterlidir” iddiasında olduklarının ispatı yapılmaya çalışılırken, burada “Kalem dergisinde bazı Mealciler tefsir denemeleri yaparak, bunun imkansızlığını ortaya koyuyorlar” Yani “Kalem dergisi ekibinin bir kısmı Meallerden Kur’an anlaşılmaz görüşündedir” diyor. Şimdi bunun hangisi doğrudur? Oysa konuk yazarlar dışında hemen hemen her Kalem yazarının bir sure tefsiri çalışması yayınlanmıştır. Buna göre “Kalem dergisinin yazarlarının tamamı, meallerin, okurlarına Kur’an’ı anlama imkânı sunmadığı kanaatindeler.” Oysa biz otuz yıla yakın Kur’an öğrenciliğimizde, Kur’an’ın kavram dünyasına aşina olmayan yüzlerce veya binlerce Müslümanın/insanının okuduğu mealin anlam sınırları içerisinde okuduğunu anladıklarına şahit olageldik. Meallerin anlamı eksik aktarması bu insanların eksiği değil ki. O meali yapanın eksiğidir ve bu başka bir tartışmadır.
Leyl suresine gelince; Öncelikle Yazar bu çalışmanın salt bir meal çalışması değil, bir tefsir denemesinin bir parçası olduğunu, birkaç paragraf sonra bu kelimelerin detaylı bir şekilde ne anlama geldiğinin açıklamasının yapıldığından hiç söz etmiyor. Ve “Kur’an’ın kavram dünyasına aşina olmayan bir Müslümanın “ve tasdik eder hüsna’yı; en kolayı kolaylaştırırız ona” şeklindeki ifadelerden anlam çıkarması pek mümkün gözükmemektedir.”diyor.Mustafa beyin bu makalesi üzerine de aşağıda sunduğumuz bölümü, Kur’an’ın kavram dünyasına aşina olmayan dört tıp ve bir lise öğrencisine bir topuluk önünde okuyup ne anladıklarını, veya anlayıp anlamadıkların sordum. “İttika” ve “hünsa” kelimelerinin ne anlama geldiğini kavramakta zorlansalar da ilgili bölümün ne anlatmak istediğini özetlediler ve hiç birisi de Allah’ın bilmece gibi konuştuğu kanaatine sahip olmadılar. Ben daha önce benzer denemeyi, namaz sureleriyle ilgili olarak, dini bir gelenekten gelmeyen orta okul öğrencileri üzerinde yüzlerce kez yaptığım halde hep olumlu sonuç almıştım. Aynı denemeyi geleneksel ailelerin çocukları ile gerçekleştirdiğimde ise onların gördüklerini değil, beyinlerinde olanı okuduklarına şahit oldum.
Acaba, İslamiyat dergisindeki makaleleri Kur’an’ın veya geleneksel kültürün anlam ve kavramsal dünyasına uzak olanların kaçta kaçı anlamaktadır. Aynı şey Mustafa beyin yazıları için de söz konusu değil midir? Kalem dergisinin de İslamiyat gibi seçilmiş seçkin bir okuyucu kitlesi vardı ve genel olarak onlar hedef alınıyordu. Çünkü Kalemin, yoğunlaştığı alanı belli, okuyucu kitlesi belliydi. İnsaf sahipleri için ilgili mealin bir kısmını burada bir daha aktarıyorum. Tabi, bu metnin bundan yaklaşık 20 yıl önce yazıldığına dikkatlerinizi çekerek …
And olsun örttüğü zaman geceye
ve and olsun aydınlandığı zaman gündüze
yaratıklarına and olsun erkek ve dişi olarak
gerçekten farklıdır çabalarınız birbirinden
bağış yapar ve ittika eder her kim
ve tasdik eder hüsnayı en kolayı kolaylaştırırız ona
ama cimri olur ve kendini kendisine yeterli
görür her kim
ve yalanlar hüsnayı
en zoru kolaylaştırırız ona
ve malı kurtarır mı kendisini can çekişirken
Oysa bize aittir hidayet
Ve bize aittir sonuç ve başlangıç
(Leyl suresi:1-13)
Son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Kalem Dergisini çıkaran ekibin bir mezhep, bir cemaat olmak gibi, bir çaba ve gayretleri olmadığı gibi, onlar, bir ekol, bir sistem kurduklarını da hiçbir zaman söylemediler. Söylemediler çünkü böyle bir anlayışa hiçbir zaman sahip olmadılar. Sadece düşündüklerini, anladıklarını, inandıkları doğruları ulaşabildikleriyle paylaşmaya çalışıyorlardı. Ayrıca tenkidi ve tenkit edilmeyi de önemli bir kazanç olarak görüyorlardı. Bu insanların belki de en önemli ortak özellikleri Kur’an’ı ve eleştirel aklı öncelemeleriydi. Elbette ilk olmanın bir yansıması olarak, bir çok şeyi, eksik fazla veya kastı aşacak şekilde söylemeleri mümkündü. Dün olduğu gibi bugün de bunları dile getirenlere teşekkürü bir borç bilirler. Bu satırları yazmamıza vesile olduğu için Mustafa beye bile…
NOT: Mustafa beyle ortak tanıdıklarımız, ilgili makalesi yayınlanınca kendisine "yanlış yaptığını, Kalem dergisini çıkaran ekibi tanıdıklarını, bu nedenle söylediklerinin gerçeği ifade etmediğini, ayrıca mealci diye tanımlanan kişileri yanlış tanımladığını" hatırlatmaları üzerine, "benim tanıdığım gördüğüm mealciler böyle" demiş. Kardeşim, senin mealcilerin öyle ise onları yazsaydın. Onların isimlerini, varsa eserleri onları açıklasaydın. Onların üzerinden beni veya benim gibi düşünen insanları niçin dövüyorsun. Bu tavır hangi insafa ve ilim adamlığı kriterine uyar. Seni Allah'a havale ediyorum...