savasen Uzman Uye
Katılma Tarihi: 24 eylul 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 331
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Mağduriyetin Gücü Eleştirinin Sonu
İnsanın bu dünyada çektiği sıkıntıların, günahlarının dökülmesine vesile olduğu, hatta hukuki anlamda öngörülen infazların, adaletin bir gereği olarak, insanı temizlediği, kabul edilir.
Nitekim normal şartlarda, ceza işlenen suça uygun olduğunda, suça konu olan fiilin bireyde pişmanlık oluşturması ve tekrar etmemesi gerekir. Bu anlamda fert suçu işlemekle kendini haklı görse bile, verilen cezanın hafızasında uyandıracağı kötü bir etki ile, fiilin tekrarının önlenmesi, caydırıcı bir unsur olarak hedeflenir.
Adaletin işlemediği, hukukun içselleştirilmediği ve hazır senaryolar gereği tek tip bir üst kimliğin dayatıldığı toplumlarda; bir arada yaşamayı beceremeyen, şehirleşememiş sahte benlikleriyle “öyleymiş” gibi davranan bireyler elinde, ceza zulme, infaz işkenceye ve sonuçta oluşan mağduriyet de, kahramanlığa dönüşmektedir. Öyleki kendini özgürce ifade etmenin sınırlandırıldığı ortamlarda, öngörülen rolleri korktuğu için üstlenmiş zihinler, kendilerini, muhalif olmanın da ötesinde, “ideolojisi için savaşta esir düşmüş asker “ olarak gösteren bilinçleriyle, hadlerini aşarak yaptıkları bir sürü cehalet ve günah pisliğini, samimiyet ve fedakarlık adına zafer ve sevaba dönüştürülebilmektirler. Ayrıca, eleştiriye açık olmayan, sorgulamadan uzak ve atadan miras devralınmış fikirlerinin ataleti bile, böylesine puslu ama bedeli ödenmiş bir ortamda ‘’tek gerçek’’ olarak kutsanabilmektedir.
Eskiden de böyleymiş. Mazlum ve mağdur olmanın gücü eleştiriden muaf bir sürü kahraman üretmiş. “1400 senedir neden başaramıyoruz” sorusu, artık,“zira koskoca bir peygamberlik tarihi, çoğunlukla başarısızlık tarihidir” diye cevaplanır olmuş. Zira, “Kur’an ve Sünnet ortada, ancak biz adam değiliz” tezi ise hep gündemdeydi. Nitekim, “imanımız zayıf olduğundan kuvvetlendirmek için epeyce tespih çekip, nefisleri öldürmek” gerekti Bu nedenle, uzlet, perhiz ve himmete sarılındı. Geleceğin gücüyle modern yaşama saldırıldı.
Birey olarak bu anlayış her bir Müslümanı, dolayısıyla bizi de içine aldı. Öyle ki; Modern yaşamın cazibesi, sonradan müslüman olanların ve felsefi ekollerin de etkisiyle, yaşadıkça ve okudukça, soru ve sorunlarımız arttı. Cevaplar yetmedi. Tatmin olamadık.
Sonra da “biz oturmazsak başkaları kapacak” diyerek, “hizmet aşkıyla” koltuk kapma dönemleri başladı. Devamla, ümmet menfaati için verilecek bireysel tavizlerle, kişilik erozyonuna uğrayacak “sahte tarihsellikler” yaşamaya başlamıştık. Bundan da dersler alıp, geleneğin önümüze getirdiği dinin bizim olup olmadığını sormaya başlayarak, büyük bir moloz yığını altında kalmış gerçekleri aramaya, Emevi, Abbasi ve Osmanlı hanedanında teba olarak başaramayacağımızı, şimdilerde yapabileceğimizi düşündük. Ama olmadı.
Haluk Levent’in konserinde kafa sallamayla, Aczimendi zikrindeki sallanmanın aynı fitri ihtiyaçtan kaynaklandığını anlayanlar, geçmişte sadrazam katlederken dine yaptırdıklarını, bugün depremin ayıplarını örtmek için mütahitlerden hesap sormamak adına Allah’a havale ederek yaptırıyorlardı. Üstelik binlerce insanın kanına girerek......
Dine karşı olanlarla dini kullananlar arasında hiçbir fark yoktu. Emir almaya ve güdülmeye bu kadar müsait ve alışmış insanlar için, bir ağaya yada şeyhe tabi olmak ile bir parti başkanı ya da yöneticiye itaat etmek arasında fark olmadığı gibi.
“Ali mi haklı, Muaviye mi” diye başlayan ve “Ali mutlak haklı Muaviye’de haksız değil” diye biten bir tarih vardı önümüzde ve Sıffin’de 70 bin kişinin öldüğünü öğrenince de, cevabı Allah’a havale ettik. Oradan da bir Şia peydahlandı.
Tam şia’yı eleştirecektik ki, önceleri Kerbela ile Emevi zulmü, sonrasında Şah’ın emperyalistlerle iş birliği çıktı önümüze. Arkasından, Batının maşası Irak saldırdı. Koskoca bir Batı karşısında direnen şia’yı eleştirmeyi erteledik böylece. Ne de olsa müslüman, mağdur ve mazlumdu ve her mağdur gibi şimdilik eleştiriden uzak tutulmalıydı. Ayağı çıplak gezdirilen bir çingene çocuğunun annesine bunun hesabını soramamak ya da kriz içindeki devletten hakkını istemekten utanan memura, kızamamak gibi bir şey bu.
Tam Aczimendilerin din anlayışlarını, mesela, yaptıkları zikrin ve giydikleri elbiselerin, islami olup olmadığını sorgulayacaktık ki, polisten dayak yiyen, hapse atılan, takip edilip, eziyet gören birilerini eleştirmenin alçaklılığıyla karşı karşıya kaldık.
“İmam hatiplerde doğru dürüst adam yetişmiyor, daha başka neler yapılabilir” diyecektik ki, üniversitelerde önü tıkanan, karma eğitim ve başları açılmakla psikolojileri yıpratılan bir mağduriyeti, vicdanen bir de biz hırpalayamazdık.
Dini doğru anlamama noktasındaki ısrarı yanında, Refah Partisi ve kadrolarının beceriksizlik ve hatalarından dem vurmak üzereydik, 28 Şubat süreci başladı. Gözümüzün önünde, hatalı da olsa, haksızlığa uğrayan birileri vardı ve eleştiriyi terk ettik.
Ne hikmetse, her seferinde bu zulme uğrayan kitleler “nerede hatta yaptık’’ diyeceklerine daha da kemikleştiler.
Hatalar sevaplara, becerisizlikler kahramanlıklara dönüştü. Ve kahramanların kılıcı ilmin ışığına galip geldi. Taliban için de aynı şey olmuyor mu? Her gün onlarca Taliban askeri ve sıradan Afganlı Amerikan bombalarıyla ölürken Taliban nasıl sorgulanacaktı. Saddam’ın da aynı akıl yürütme sonucu kemikleşmesi gibi. Hataların, mağduriyetin gücüyle sevaba dönüşmesi nasıl engellenecekti. Sıkıntı çekmenin, samimi olmanın, iyi ve doğru olmaya yetmeyeceği, velhasıl mazlumiyetin, meşruiyetin tek gerekçesi olamayacağı nasıl anlatılacaktı. Ve bu kadar eziyet gören bir taassup ve yetersizliğin halkın gözünde kahramanlığını ilan ederek, farkı her yeni yaklaşım ve eleştiriyi batının, küfrün ve yahudinin oyunu diye algılamasına nasıl engel olunacaktı.
Bir şey bu kadar çok tekerrür ettiğinde, insan bir tertip içinde olduğunu seziyor. İlmi ve sürekli bir çabanın, yani eken, biçen, sabreden ve devşiren uzun soluklu bir emeğin yerini, bir çuval patatese terk ve tercih eden o malum müptezel acelecilik; takım tutar gibi dini, mezhebi, partiyi sahte kalıplarla öne süren Samirilere karşı bizi, milleti böleceğiz korkusundan terbiyesini bozmayıp, geri duran Harunlara çeviriyor, olmalıydı.
Mağduriyetin gücünün, eleştiri ve sorgulamalarla dinin doğru anlaşılmasını önlediğinden olsa gerek, her seferinde durmadan mağdur ve mazlumlar peyda ediliyordu. Daha da garibi, gözünüzün önünde dayak yiyen adamın pejmürdeliğine ve yanlışlarına karşı “bunu hakkettiğini” söylemenin haince alçaklığına düşmekten korkarak, önceleri ”bu ne yaptı da bu kadar eziyet görüyor” ve akabinde de ”yahu gerçekten birşeyler yapmış olmalı ki bu kadar üstüne gidiliyor” sorularını sormamızdı, kendimize.
Doğrusu, her özgür ve doğru fikrin bir bedel ödemesi gerekiyor galiba ama gündemi oluşturanlar, batıl olanı mağdur etmenin gücüyle, her zaman yenebilecekleri sahte kahramanlar oluşturmanın önemini çoktan kavramışlar anlaşılan.
MUSA ŞİMŞEKÇAKAN
__________________ En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir.
Birbirini anlamayan...
Can Yücel
|