Düşmanlarım beni tüm zamanların açlarının çehresinde tek tek görmüyorlarsa çoktan ölmüşlerdir.
Zulüm
gecesinin cahiliyyet karanlığında seher bambaşka bir güneşin doğuşuna
hazırlanıyordu. Cihan, fırtına öncesi sessizlikte ve tarih büyük bir
ayaklanma endişesinde; yeryüzü tanrılarına ve gölgelerine ve ayetlerine
karşı: Gökyüzü tanrıları. Şirk!
İrade gölgesi
düşen vicdanların ve adeta namusla ortaya çıkan fıtratların
derinliklerinde hayret verici farklılaşmalar meydana geliyordu. Yalnız
kalmış ruhlar –ki “Tufan”ı önceden “hisseden” ve gecikmeden
topraklarından hicret eden yırtıcı kuşlardaki koku alma özelliği ya da
depremden hemen önce ayaklanıp dizginlerini kopararak eğersiz ve
bineksiz, sahibinin evini terk edip çöllere düşen uyanık atlardaki
esrarengiz içgüdüye sahiplermiş gibi- hissediyorlardı ki “bir şeyler
oluyor”, “Büyük şeyler!”
Bazen bir can, bir cihandır ve bazen bir fert, tek başına bir toplum.[1]
Ve
Cündeb, Cünede’nin oğlu, bedevi Arap, Gıfarlı; fakir, Mekke’yle Medine
arasındaki çölde, Rebeze’de, Kureyş ticaret kervanlarının ve Kabe
ziyaretçilerinin yolunun üstündeki kabileye mensup, küstah; gelenek,
kanun ve kurallara karşı korkusuz adamlarla birlikte ve nihayet bu
düzenin gölgesinde yaşayıp nimet ve emniyetinden faydalananların
gözünde kötü şöhretli, laubali, kötü ahlaklı, bozguncu! Ki ahlak burada
geleneklere riayet ve kanunlara uymaktır. Ve tüm bunlar tekel ve
imtiyaza dönüşen duvarlardır: Hak ve hukuk! Düzen ve güven! Ve tüm
bunlar şu adam yoksul toplumun ortasında, çeşit çeşit yemeklerle dolu
sofrasında güzelce “Yiyebilsin” diyedir!
Gıfar;
kötü şöhretli kabile, yol kesici! Altın ve köle ticaret kervanlarının
yol kesicisi. “Haram aylara saygı göstermeyecek kadar laubali”. Bu dört
ayda Arabistan’a hakim olan emniyeti bile bozuyorlar, ticaret
kervanları –ki bu ziyaret aylarında din himayesinde Bizans, Mekke ve
İran arasında hareket ederlerdi- tehlikeli Rebeze’den geçerler.[2] Yine de tuzak kurdukları yerden onlara saldıran Gıfar’ın kılıçlarıyla karşılaşırlar.
Gıfarlılar, ticaret kervanlarının yolu üstündeki bu günahkâr yoksullar dilencilik yapmak yerine efendilere kılıç çekiyorlar!
Cünade’nin
oğlu bunlardan birisidir ki, sonraları “Ebuzer” olacaktır. “Evinde
ekmeği olmayan yoksulun eline kılıcı alıp bütün halka karşı
ayaklanmamasına şaşıyorum!”[3]
Cünade’nin
oğlu Cündeb, bütün Gıfarlılar gibi biliyor ki, zulüm sistemindeki tüm
kanunlar, kararlar, gelenek, ahlak, düzen ve emniyet zulmün bekçisidir
ve onlara uymak cehl’dir. Ama o bir adımı –son adımı- hepsinden önce
attı. Anladı ki, burada hakim din de aynı rolü oynuyor ve ona itaat,
küfürdür!
Ve
put! Nedir bu? Kabilenin “Menat’ı –Gıfar’ın putu- ziyarete gittiği ve
Gıfar’ı ölümle tehdit eden kuraklıktan kurtulmak amacıyla heyecan,
sevinç, coşku, dua, ibadet, adak ve ricayla yağmur istedikleri gece o
içinin derinliklerinde kutsal bir şüphe ışıltısı hissediyordu. Ve bu
ışıltı derin düşüncelerini daha da alevlendiriyordu. Sonunda kabilesi
uykuya daldıktan sonra çölü ve gökyüzünü kaplayan esrarengiz
sessizlikte yavaşça kalktı, bir taş alıp şüphe ve inanç arasında
tereddütle ve titreyerek Menat’ın yanına geldi. Bir an zamanının
ilahının gözlerine hayretle baktı. Bakışsız iki göz dışında bir şey
bulamadı. Bütün öfke ve nefretiyle elindeki taşı bu cehalet ve zulmün
yonttuğu Tanrı’ya fırlattı.
Taşın taşa çarpmasından çıkan bir ses ve... başka hiçbir şey!
Döndü.
Mutlak olana doğru kurtuluş, adeta yüzyıllardır kendisini bağlayan
zincirlerden özgürleşme. Ansızın sanki yaratılıştan beridir tek ve
meçhul içinde hapsolonduğu derin bir kuyu ve dar ve karanlık bir
mağaradan çıkmış gibi oldu. Çöle baktı, sonsuz uzunluk, uzak ve geniş
ufuklar ve gökyüzü! Heybetli, güzel, derin ve esrarengiz!.. Sanki bütün
bunları ilk kez görüyor ve görebiliyor.
İman
ve yakinden kurtulmuştu. Ve şimdi yavaş yavaş iman ve yakinin yeni
sınırına varıyordu. Apaçık, büyük, derin, bilinçli ve kendi seçtiği şey!
Anbean
artan düşünce yağmurları altında, içindeki karanlık, kurak ve yakıcı
çölde çeşmelerin akıverdiğini hissediyordu. Ve şimdi, “Suyun ayak
sesleri!” Her an arttıkça artıyor, yükseldikçe yükseliyor ve tüm
benliğini kaplıyordu. Onunla doluyordu. Bir doğumun sancısı ve şevkinde
yeryüzünde yalnız, çöldeki tek gölge, geceleyin gökyüzünün altında
çölün konuşması! Tüm vücudu “O”na sesleniyor! Ansızın toprağa eğildi,
secdeye vardı ve eski karanlık inançların aydınlanma sesi. Ağlayış!
Ve bu Ebuzer’in ilk namazıydı:
“Ben Allah Resulü’nü görmeden üç yıl önce namaz kılmaya başladım.”
- Hangi tarafa yöneliyordun?
- Allah’ın beni çevirdiği yöne!
Üç
yıl sonra Mekke’de bir adamın ortaya çıktığını, bu adamın halkın dinini
küçümsediğini, kavminin kutsallarını yok saydığını, Kabe’deki tüm
putları zavallı ve budala taşlar olarak adlandırdığını ve sadece bir
olan Allah’a çağırdığını duydu!
Gıfar’dan
geçen yolcular bu haberi Arapların din ve ahlakı için bir facia olarak
telakki ediyor, alay ve nefret dolu sözlerle ondan bahsediyorlardı.
Ancak Cündeb bu sözler arasında kendi kaybettiklerini buluyordu ve
biliyordu ki bu taşa tapanların –ki şirk dolu cahili hurafeler kendini
put kırıcı İbrahim’e dayandırıyordu- mahkum ettikleri, küfür saydıkları
ve toplumsal ayrılıkların, inançsal gevşekliklerin, gençlerdeki
fikirsel bozulmaların, aşağı halk tabakasındaki küstahlaşmanın, ahlaki
ve imani temellerdeki sarsılmaların, çocuklarla anne-babaları
arasındaki ayrılıkların sebebi olarak gördükleri; büyük dini
şahsiyetlerin aşağılanması, eskilere saygının ortadan kalkması,
efsanelerin ve ecdadın geleneklerinin yok olması... Tüm bunlar
kurtarıcı bir devrimin apaçık göstergeleri ve ilahi hakikatin sağlam
belirtileridir. Cündeb –ki dar sosyal gelenek kalıplarına sığmayan ve
hareket, değişim kabiliyeti, ilerleme ve seçme yeteneğine sahip
ruhlardandı- “bir şeyler olduğunu”, ümmi ruhu ve özgür düşüncesinin
çölün derin yalnızlıklarında aradığının da bizzat bu şey olduğunu
hissediyordu.
Bu
“haber”e karşı tarafsız kalmadı. Sorumluluk, onu araştırmaya ve inanç
ve yargısını kin sahibi seçkinlerin üretip alt tabakadaki avama
sundukları “şayialar”, “propagandalar” ve “mütevatir yalan, töhmet ve
hileler”den yola çıkarak oluşturmamaya yöneltti. Kendisi araştıracaktı.
İnsanların yargıları şahsiyetlerinin en önemli belirtisidir çünkü. Bir
kişi, fikir, eser, hareket ve gerçek aleyhinde yargılarını “nakil”
üzerinden yapıp bütün fikirlerinin kaynağını efendi şahsın
dediklerinden oluşturanlar, bir gerçeği cahilce ve adil olmadan mahkum
etmekten öte kendilerini otoritenin, hurafeci efendilerin, açık ve
gizli propaganda düzenlerinin kölelik fikrine mahkum etmişler ve
göstermişlerdir ki, “düşman”ın sipariş ettiği, “münafık”ın kurduğu,
“demagog”un yaydığı ve “avam”ın kabul ettiği şayia, töhmet ve yalanlara
karşı aciz geviş getiricilerdir! Ama Cünade’nin oğlu, kardeşi Üneys’i,
yalancılık, cinlenmek, sihirbazlık, şairlik ve küfürle itham edilen ve
aynı zamanda “Beytullah’ın” saygısını yok etmek, toplumun birliğini
bozmak ve aile içindeki farklılıkları düşmanlığa çevirmek için
geldiğini söyledikleri bu adamı yakından görmesi, sözlerini dinlemesi
ve mesajını anlayarak kendisine iletmesi için Mekke’ye gönderdi.
Üneys
Mekke’ye geldi. Adamı bulamadı. Kimse bu yabancıya ondan bir iz
sunmadı. Ümitsizce Mekke’de dolaşıyor, bu adam hakkında küfür, kin ve
nefret dolu sözler dışında bir şey duymuyordu. Her yer, Mescit ve Pazar
ve herkes, özellikle de “saygın adamlar”, “muteber şahsiyetler”, “dini
ve dünyevi büyükler” ve yine mü’min ve mutaassıp dindarlar –İbrahimî
sünnete inananlar ve İbrahim’in evi!- onun hakkında benzer şeyler
söylüyorlardı. Şayialar “mütevatir” derecesine ulaşmıştı.
“O
delidir, efsunlanmıştır, sözlerinin cazibesi vahyi cazibe değil,
sihirdir. Gerçeğin güzelliği değil, şiirdir. Söylediklerini Cebrail’den
öğrenmiyor, kendisine ait şeyler de değil. Yabancı bir bilgin ona
öğretiyor. Hıristiyan bir rahipten ve İranlı bir bilginden alıyor
sözlerini. O İbrahim ümmetine gelen bir beladır. Mescidin hürmetini,
Allah evinin kutsiyetini, hac geleneğini, tanrılara tapmayı, ahlakın
asaletini, ailelerin şerefini ve geçmiştekilerin tüm değerlerini yok
etmek istiyor!”
Ansızın
Mekke’nin dar sokaklarında, bir köşede toplanmış kalabalık bir topluluk
gördü. Hemen oraya yöneldi. Aydınlık siması, insanın içinin
derinliklerine ulaşan bakışları, geniş alnı, orta boyu, saldırgan ama
aynı zamanda ilham verici, mülayim, şefkatli yapısı, tutkulu, merdane,
kat’i, kendinden emin; ama aynı zamanda tatlı ve latif sesi, derin,
tatlı, şiirden güzel, korku ve ümit dolu konuşmasıyla yalnız bir adam.
Üneys
karşısında dikildi. Sözlerini mi dinleseydi? Söylediklerinin cazibesine
mi kapılsaydı? Yoksa yapısı, bakışı, davranışı ve söylevindeki güzellik
ve letafeti mi seyretseydi?
Henüz
adamı görmekten kaynaklanan perişanlığı geçmemişti ki, bir grup
çıkageldi. Yaygara kopardılar. Sözlerini dinleyip cevap verme ihtiyacı
duymadan adama küfürler, önceden hazırlanmış ithamlar savurdular. Bu
“aydınlatıcı mesaj” ve “Risalet Devrimi”nin ellerinden alacağı hiçbir
şeyleri olmayan mahrum halk tabakası da onlarla birlikteydi. “Cehalet”,
kendileri de hakim düzenin mahkumları ve mevcut durumun kurbanları olan
bu insanları “zulüm” sistemini kuran ve zindanlarının bekçileri olan
“kinliler”in onlardan isteği üzerine vahşi ve çirkince bağırıp “Yalnız
peygamber”i kovmalarını ya da küfür ederek ondan uzaklaşmalarını
sağlıyordu. Ve “O” gökyüzünün sükuneti gibi sükunete ve dağ gibi sabır
ve vakara sahipti. [Ki Hira dağından gelmiş ve gökten mesaj
getirmişti]. Düşmanca darbeler ve kapkara cahiliyyet nazik ve şefkatli
simasına hiçbir etkide bulunmuyor, oradan oraya gidip mesajını
tekrarlıyordu. Ve yine dinlemeksizin ve anlamaksızın küfür, itham, yine
ihanet ve aşağılama ve yine başka bir köşede konuşmaya başlama! Şehrin
her köşesine gidiyordu. Sokak, pazar, meclis ve mescit. Her yerde
“halkın karşısına” çıkıyordu ve her yerde “halkın yolunun üstüne”
dikiliyordu. Verdikleri cevaplara aldırmadan, onları korkutuyor ve
ümitlendiriyordu. Tehlikeyi haber veriyor, kurtuluş yolunu
gösteriyordu. Mesajı olduğunu, risaleti olduğunu söylüyordu. “Dik
kafalıları değil, dik başlıları seven” Allah ona seslenmişti: “Ey ferdi
yaşamın kilimine bürünen! Ey elbisesine örtünen! Ey kendinin dar
“olmak” ve “yaşamak” surlarında mahsur kalan! Ayağa kalk, cahiliyyenin
huzurunda ve zulmün güveninde uykuya dalan ve kurdun çobanlığında
yoksulluk ve zillet otlanan halkı uyar! Ey Peygamber çoban! Çöldeki
koyunları özgürleştir ki, Allah şehrinde insanları koyunlaştırmışlar!
İbrahim’in Rabb'inin tüm melekleri huzurunda secde ettirdiği insanı
şimdi İbrahim’in evinde şeytan taşlarının ayakları önünde –ki
sınıfların hamisidirler- toprağa secde ettiriyorlar!
Pis
eşrafın şerefsizler ve şuursuzlarla el ele verip onu susturmak,
“söylememesi” için kopardıkları töhmet, hakaret ve tehdit fırtınasında
o söylüyordu. Çünkü “Ezilenlerin Rabb'i, ‘Söyle!’ demişti! De ki: “Yeryüzünün çaresiz bırakılmışlarını önderler ve varisler kılmak istedik!”
Üneys
adamı görüyor, takip ediyor ve sözlerini dinliyordu. Hayret verici
varlığını düşünüyordu. Adamın bedenindeki hayret vericilik, varlığının
ağırlığı, davranışlarındaki cazibe ve güzellik onu o kadar etkilemişti
ki, dinlemekten çok izledi. Tüm o sıkıntıda tüm o nezaket, tüm o
sağlamlıkta, tüm o güzellik, tüm o dayanılmazlıkta, tüm o sükunet, tüm
o karmaşada, tüm o sadelik, tüm o isyanda, tüm o kulluk, tüm o
eziyette, tüm o şevk, tüm o zayıflıkta, tüm o güç, tüm o cesarette, tüm
o hayâ, tüm o heyecanda, tüm o huzur, tüm o kararsızlıkta, tüm o sabır,
tüm o heybette, tüm o huşû, tüm o değerlilik, mantık, uyanıklık,
ciddiyet, yiğitlik ve akılda, tüm o aşk, ilham, şefkat, zerafet,
güzellik, his ve yürek ve nihayet tüm o göksellik ve tüm bu
yeryüzülülük, tüm o Allahperestlik ve tüm bu halkı düşünmek ve ne
söyleyeyim? Tüm bu güven ve tüm bu... Ve yapayalnız!
Üneys
gördüklerinden öyle bir hale gelmişti ki, adamın söylediklerini duymadı
ya da duydu; ancak sözlerdeki hayretvericilik ve sesindeki mucize onun
anlayışını –ki ilk kez Allah sözünü duyuyordu- öyle bir etkiledi ki,
anlamını kavrayacak hal kalmadı. Üneys –Cündeb’in kardeşi- adamın ne
dediğini “anlamadı”; ama keskin yetenek ve “bedeni ruh” ve “fıtri
insanın” -ki onda “mantık” hâlâ “vicdanın”
yerini tutmamıştır- temiz fıtratında bu adamın bir “olay” olduğunu
anladı. Bu söylediklerinin başka bir alemden geldiği “kokusunu” aldı.
Hakikati anlamadı, sözlerin mânâsını derk etmedi ve adamı tanımadı;
ancak vahyin kokusu, hakikatin tadı ve imanın açıklanamaz sıcaklığını
hissetti.
Ve Ebuzer çölde, halsiz ve gözleri Mekke yolunda.
- Üneys! Kardeşim! Onu gördün mü? Söylediklerini duydun mu? Ne söylüyordu? Kimdi?
- Yalnız bir adamdı. Kavmi ona karşı öfkeli
ve kindar, o ise sabırlı ve şefkatliydi. Bir topluluk onu kovunca ya da
küfür ve hakaretle terk edince, başka bir topluluğa yöneliyor ve
yeniden konuşmaya başlıyordu.
- Söyle Üneys! Ne diyordu? Neye davet ediyor?
- Vallahi ne yaptımsa, söylediklerini anlayamadım; ancak sözleri tüm benliğimi kapsayacak tatlılıktaydı.
Ebuzer’in
mesajı aramaktaki gayesi alimane bir merak ya da entelektüel bir
çabadan kaynaklanmıyordu. Halsiz ve susamıştı. Üneys o çeşmeden
kendisine bir damla bile getirmemişti. Ebuzer hemen kalktı ve yol için
hiçbir hesap ve hazırlık yapmadan Gıfar’dan Mekke’ye giden uzun yola
koyuldu. Yol boyunca yolcu, yolculuk, yol ve son durak, hepsi “o”ydu.
O
gidiyordu ve iman geliyordu! Evet, iman böyle gelir. Mekke’ye vardı.
“Gıfar” kabilesinden bir adam, kervan sahibi ve zengin Kureyşliler
arasında! Bu şehirde adının söylenmesinin bile suç olduğu bir adamı
arıyordu. Bütün gün Mekke’nin derelerinde, pazarında ve mescidi haramda
dolaştı. Bulamadı. Gece Mescidi harama geldi. Yalnız ve aç. Her gece
eve gitmeden önce mescide gelip tavaf eden Ali, onu toprak üstünde
yatarken buldu.
- Sanırım yabancı biri!
Onu evine götürdü ve hiç konuşmadan orada uyudu!
Kader
ne planlar kuruyor! Bu, Peygamber’in evidir. Ali o esnada daha çocuktur
ve Muhammed’in evinde yaşamaktadır. Ebuzer’in kaderini tayin eden ve
onu ilk kez çölden İslam’a getiren bu yolculuktaki ilk karşılaşmalar
böyledir. Mekke’de onunla ilk kez konuşan kişi Ali’dir, uyuduğu ilk yer
Muhammed’in evidir ve onu şehirdeki gurbet ve yalnızlıktan Peygamber’in
evine götüren yine Ali. Ve bu ilk karşılaşma ve olaylar Ebuzer’in tüm
yaşamını şekillendirir ve ölümüne kadar tüm varlığıyla onda kalır.
Sabah
Muhammed’i aramak için Muhammed’in evinden çıkar, akşama kadar dolaşır,
akşam Ali yine tavafa gelir ve yine onu eve götürür ve yine sonraki
sabah ve yine sonraki akşam. Bu kez –üçüncü gece- Ali ona kısa bir soru
sorar: “Adamın adını ve bu şehre niye geldiğinin sebebini söyleme
zamanı gelmedi mi?” Ebuzer dikkatle sırrını Ali’ye açar: “Duyduğuma
göre bu şehirde bir adam çıkmış ve...” şevk ve mutluluk dolu bir
tebessüm ışıltısı Ali’nin genç çehresini aydınlatır. Dostça ve samimi
bir şekilde onunla Muhammed hakkında konuşur ve şöyle der: “Bu gece
seni onun gizlendiği yere götüreceğim. Ben önden gideceğim, belli bir
mesafeyle beni takip et. Eğer bir casus görürsem, duvarın kenarına
gidip ayakkabı bağlarımı bağlar gibi yaparım, böylece sen olayı
anlarsın. Sen beni tanımıyormuş gibi yoluna devam edersin, ben sana
yetişirim.”
Peygamber’in
zor günleridir. Şehir tek parça tehlike ve düşmanlar bir cephe ve
dostlar? Sadece üç kişi! Ve bu gece İslam, dördüncü nefere kavuşacak!
Muhammed, Safa tepesi eteklerinde Erkam’ın evindedir.
Gecenin
ürkütücü karanlığında, Ebu Talib’in genç oğlu önde ve Gıfarlı
Cünade’nin oğlu arkada, Safa’ya çıkıyorlar, Muhammed’e doğru! Bu
manzara sanki çok yakında başlayacak kaderlerinin güzel bir sahnesidir.
Ebuzer
an be an yaklaşmaktadır. An be an iman ve yakin onu fethetmiştir. O
peygamberlik iddiasında bulunan adamı görmeye, tanıyıp sınamaya
gitmiyor, kalbinin aşkı ve imanının muradıyla görüşmesi var. Ve şimdi
Erkam’ın evine birkaç adım var. Ne zor anlar! Görüşmenin ilk anına
tahammül zordur. Aşk Ebuzer’i avlamıştır. Cünade’nin oğlu “o”nunla
doludur. Artık onda Muhammed, kendisinden çoktur. Cündeb’in zihninde
Cünade’nin oğlundan uzak ve unutulmuş hatıralardan başka bir şey
yoktur. Gönlü güçlü bir anlam dünyasındadır. Tanıdık bir koku her lahza
keskinleşiyor, Muhammed’in varlığının ağırlığını şu anda tüm varlığında
hissediyor. Muhammed’in varlığı Safa tepesini doldurmuştur. Cündeb
Muhammed’in kim olduğunu ve ne söylediğini biliyor, ama... O nasıl
biri? Siması? Endamı? Konuşması? Vücudu? Ona nasıl baksın? Onunla nasıl
konuşabilsin? Ona ne desin? Ne bulacak? Ne olacak?
- Selamun aleykum!
- Ve aleyke selam ve rahmetullah.
Ve bu İslam’da verilen ilk selamdı.
Bu
görüşmenin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Tarih söyleseydi bile
bilemezdik. Böyle durumlarda zaman işlemez. Bildiğimiz şey, Cünade’nin
oğlu Erkam’ın evine girdi ve orada kayboldu. O andan sonra asla izine
rastlanmadı. Erkam’ın evinden çıkmadı. Cündeb b. Cünade gitti ve
ansızın Kabe’nin kenarında, Safa tepesinde vahiy sığınağından doğan
İslam ufku, parlak bir çehre doğdu. Bir an duraksadı. Yangınını çölün
ateşinden aldığı iki gözünü aceleyle Mekke vadisini kuşatan dağlarda
gezdirip Kabe’deki putlara dikti. Şeytani tekelcilerin “hizmetçi
yontucular” için düzenledikleri budala heykeller! Ebuzer ilk kez böyle
görüyor ve hayret ve öfkeyle kendi kendine soruyor: Bu üç yüz otuz bilmem kaç şirk putu İbrahim’in tevhid evinde ne arıyor?
Aceleyle
Safa’dan aşağı indi. Tek, erimiş, kararlı ve muhacir. Sanki ilk gece
vahyin aleviyle yanmış, mağaradan çıkıp Hira’dan inen Muhammed gibiydi.
Adeta dağdan yuvarlanıp Mekke vadisine şirk, nifak, zillet ve uykunun
üstüne düşen kaya gibiydi.
İslam
henüz Erkam’ın evinde gizlidir. İslam’ın tüm dünyası bu evdir ve ümmet
Ebuzer’in gelmesiyle dörde ulaşmıştır. Mücadeleye takiyye şartları
hakimdir. Ona geç kalmadan Mekke’yi terk edip Gıffar’a dönmesi ve
gelecek emirleri beklemesi söylenmiştir. Ancak bu “çöl çocuğu”nun
sinesinin bu ateşi içinde saklama gücü yoktur. Ebuzer –ki uzun ve ince
endamı iman mabedinin minaresiydi ki bir feryatlık gırtlaktan başka bir
şey değildi ve adeta yanık kalbindeki isyancı bir coşkuyla Ebuzer
olmuştu- takiyye ehli değildir, isyancı ruha sahiptir. Yapmasını
istedikleri şey güç isterdi; ama o bu güce sahip değildi ve “Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı bir yük yüklemez.”
Kabe’nin
karşısında, büyük putların önünde ve “Daru Nedve”nin –Kureyş Senatosu-
yanında dikilerek tevhidi haykırır, Muhammed’in peygamberliğine imanını
ilan eder ve putların kendi elleriyle yaptıkları budala taşlar olduğunu
açıklar.
Bu, İslam’ın ilk haykırışı ve bir Müslüman’ın şirke ilk saldırısıydı! Şirkin cevabı netti; ölüm!
Diğerlerine ibret olacak bir ölüm! İlk haykırışı gerçekleştiren bu
gırtlak kesilmeliydi. Hemen başına üşüştüler. Başına, yüzüne, göğsüne
ve karnına o kadar vurdular ki, küfür dolu haykırışını kestiler. Abbas
yetişti. Peygamber’in amcası Abbas tefeciydi ve Kureyş’in eşrafı ve
şirkin zenginleriyle aynı sınıftandı. Onları uyardı. Bu adam
Gıfarlıdır! Eğer onu öldürürseniz Gıfar’ın kılıçları kervanlarınızdan
intikam alacaktır! Din ve dünyaları arasında seçim yapmak
zorundaydılar. İlah mı, yoksa altın mı? Aşk kıblesi mi, para kafilesi
mi? Hangisi?
Hemen
geri çekildiler. Ebuzer, ellerindeki esire korkuyla bakan topluluğun
oluşturduğu dairenin ortasında kandan bir heykel gibiydi. Zorlukla
doğrulmaya çalıştı. Etrafındaki dairenin çapı daha da genişledi. Ayağa
kalktı. İki ayağı üstüne dikildi. Topluluk birbirine yaklaştı. Sanki
birbirlerine sığınıyorlardı. Zorbalığın imandan çekindiği yer
burasıdır. O bir çehredir ve bunlar çehresiz. “Şahsiyetsiz”, hepsi tek
renk, tüm tonlar siyah ve hepsi “Hüviyet”siz, “kelle”den ibaret çokluk
ve karşılarında bir insan, bir “şahıs”, imanın kendisine anlam,
mahiyet, amaç, yön, hücum, hayret edilecek güç ve yenilme bilmez bir
harikuladelik verdiği kişi.
Yola
koyulup zemzem suyunun önüne geldi. Yaralarını yıkayıp kanını
temizledi. Sonraki gün yine geldi, yine ölüme yaklaştı, yine Abbas
yetişip onun Gıfarlı olduğunu söyledi ve sonraki gün tekrar...
Sonunda
Peygamber Ebuzer’in canından endişe duyduğu için bu yerinde durmaz
isyancıyı şehirden ve tehlikeden uzaklaştırıp Gıfar’a davetle
görevlendirdi.
Ebuzer,
ailesini ve yavaş yavaş tüm kabilesini İslam’a getirdi. Ebuzer
Gıfar’dayken Müslümanlar Mekke’de mücadelenin zorlu dönemlerini
yaşadılar, hicret ettiler, fert yetiştirme merhalesinden sosyal düzen
oluşturma merhalesine geçtiler ve neticede savaşlar başladı.
Bu
noktada Ebuzer sahnede olması gerektiğini hisseder. Medine’ye gelir.
İşi ve yeri olmadığı için Peygamber mescidinde –ki o günlerde halkın
evi olmuştur- kalır ve “Ashab-ı Suffa”den olur. Yaşamayı fedakarlık
olarak algılar. Hareketin hizmetinde barış zamanı düşünce, ilim ve
ibadet, savaş zamanı da savaş!
İslam,
Peygamber’in önderliğinde Ebuzer’in bütün insani ihtiyaç ve sosyal
arzularını doyurur. İslam “Tevhid” esasına göre mücadeleyi başlatmıştır
ki, bir safta: Allah ve eşitlik, din ve ekmek, aşk ve güç ve diğer
safta: Tağut ve ayrıcalık, küfür ve açlık, zayıflık ve zillete ihtiyaç
duyan bir din. İslam ilk kez, “ya Huda ya
hurma” sloganını halkın imanı haline getirerek Tanrı’yı halka, hurmayı
kendilerine ayırıp yoksulluğu ilahi kutsallık olarak gösteren yağmacı
zalimlerin efsanesine son verdi. Bu insanlık karşıtı ortamda
dosdoğru bir devrim gerçekleştirdi ve şöyle dedi: Yoksulluk küfürdür.
Geçimi olmayanın ahireti yoktur, Allah’ın fazlı yüksek ganimet, iyilik
ve hayır, maddi yaşamdır ve “Ekmek Allahperestliğin temelidir.”
Bir toplumda fakirlik, zillet ve zayıflığın tüm bu din, maneviyat,
takvayla birlikte olması yalandır! Bu yüzdendir ki Ebuzer’in
Peygamber’i “Silahlı Peygamber”dir. Çünkü onun tevhidi zihni, ruhi ve
ferdi bir felsefe değildir. Ayrım kabul etmez. Irkların ve sınıfların
vahdetinin senedidir ve “Adalet” [herkese hakkına göre] –ki tevhidin
zorunlu parçasıdır- sadece “söz”le gerçekleşmez, “mesaj”, “kılıç”la
anlaşmalı olmalıdır.
Bu
yüzdendir ki, Ebuzer de ferdi, maddi yaşamı bırakır ve ekonomik
eşitliği sağlamak ve halkın yaşamı için “İslam zühdü” ve “Ali’nin
zühdü” –İsa’nın ve Buda’nın sufice zühdü değil- olan “Devrimci zühdü”
seçer. Gerçi diğerlerinin açlığıyla savaşanın kendi açlığını göze
alması ve toplumu özgürleştirebilecek kişinin kendi özgürlüğünden
vazgeçmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu devrimci din “Hem Tanrı hem
ekmek” diniydi. Din “zayıflık, ruhbanlık, mahrumiyet, çaresizlik ve
insanın tabiattaki ahiretzedeliği değil”, “İnsanın tabiatta
ilahileştirilmesidir”. “İnsanın maddi dünyada Allah’ın halifesi
olması!”, önderleri, hepsinin başında Peygamber’i, hepsi mescitte
–Allah’ın/halkın evi- yaşıyorlardı! Muhammed, Ali ve Ashab-ı Suffa.
Selmanlar ve Ebuzerler!...
Ve
Ebuzer kendini mescidin bir köşesindeki sedirde buluyordu. Peygamber’in
en samimi dostlarından biri olmuştu. “Ne zaman bir toplulukta görünmese
onu soruyordu, orada olduğunda yüzünü ona çevirip konuşuyordu”. Zorluk
ordusunun peygamberin komutasında kuzeyin yakıcı çölünü geçip Roma
sınırına ulaşması gereken Tebük savaşında Ebuzer arkada kaldı. Zayıf
devesi yürüyemiyordu. Deveyi ateş yağmuru altında bıraktı ve tek başına
yola düştü! Bir köşede su buldu. Suyu “Kendisi de şüphesiz çölün
sıcağında susuzluktan zorlanan dostuna” ulaştırmak için aldı. Peygamber
ve mücahitler yakıcı çölün derinliklerinden belirsiz bir noktanın
yaklaştığını gördüler. Yavaş yavaş bir insan olduğunu anladılar. Kim
olabilir? Böyle çölde tek başına? Peygamber arzu dolu şevkle haykırdı:
“Keşke Ebuzer olsa!” Bir müddet geçti, Ebuzer’di. Mücahitlere yetişince
susuzluk ve yorgunluktan düşüverdi:
- “Ebuzer, yanında suyun var; ama sen susuzsun, öyle mi?”
- Düşündüm ki, böyle bir çölde ve böyle bir güneşte siz...
- “Allah Ebuzer’i bağışlasın, yalnız yol alır, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur!”
Bu
günler geçti ve Peygamber göçtü! Ansızın “Set çekilmiş rüzgarlar her
yerden aştılar” ve bu devrimin cisimleşmişi Ali, adaletin dinden yine
ayrılacağının ve halkın sahneden çekilmesinin, dinin yine havas,
ruhaniyet, seçkinler ve hakimlerin tekeline girdiğinin nişanesi olarak
evine çekildi. Bu yüzdendir ki, Ali ve takipçileri; çölden bir adam
olan Ebuzer, işsiz, kimsesiz, Habeşli bir köle olan Bilal, Acemli hür
olmuş eski bir köle Selman, Yunanistan’dan gelmiş bir gariban Suheyb,
siyah bir köle olan bir anne ve yoksul hurma satıcısı güneyli Arap bir
babadan olan Ammar... Ki İslam devriminin önderinin aciz
yakınlarıydılar, sahneden çekildiler ve “Büyük sahabeler”, Abdurrahman
b. Avf, Sad b. Ebi Vakkas, Halid b. Velid, Talha, Zübeyr, Ebubekir,
Ömer ve Osman ki hepsi cahiliye döneminde de eşraftandılar, hareketin
önderliğini ele geçirdiler, topluma hükmetmeye başladılar ve siyasi bir
grup oluşturdular.
İslam’ın
bu apansız ve şiddetli “sağa” kayması –ki Sakife’de darbe benzeri
seçimle başladı- Ebubekir zamanında sadece siyasi yöne sahipti. Ömer
zamanında ekonomik yönünü sınıfçılıkla birlikte Müslümanlara devlet
hukuku olarak gösterdi. Hatta Peygamber’in hanımları bile ikiye
ayrıldı: Hür ve cariye! Ki Peyamber’in hür hanımları itiraz etti ve
ayrıcalık kabul etmediler. Osman döneminde bu kayma zirveye ulaştı.
Toplumda sınıflar oluştu ve seçkinler mutlak hakimler oldular. Ekonomik
kaynaklar, savaş ganimetleri ve İran Maveraünnehrinden Afrika’nın
kuzeyine kadar sayısız siyasi ve idari tebaayı Medine rejiminin emrine
veren İslam’ın Doğu’da ve Batı’daki fetihleri Peygamber’in ashabı,
mücahitler, muhacirler ve Ensar’ı inanan devrimci partizanlardan
siyasetçi ve güç ve servet adamlarına çevirdi. Ve genel olarak yoksul
zahit ve mücahit olanlardan bir “hakim tabaka” oluşturdu. Milyonlarca
Müslüman ve kafirden fakir Medine’ye akan savaş ganimeti, zekat ve
cizye şeklinde fakir para seli yeni bir “burjuvazi tabakası” meydana
getirdi. Sadece İslami Medine, Müslüman ümmet ve Uhud ve Bedir
savaşları mücahitlerini değil, İslam’ın muhtevasını, sosyal boyutunu ve
nihayet dini görüşü değiştirdi. İslam’ı devrimci “ideoloji”den devlet
dinine çevirdi. Sakife’de başlayan bu sağa kayma, çeyrek asırdan kısa
bir sürede [Ali’nin evine çekildiği çeyrek asır. Ki siyasi zorlamalar
onu İslam tarihinin oluştuğu bu yıllarda çiftçilik yapmaya ya da evinde
Kur’an’ı tedvin etmeye mecbur kılmıştı –ki o da tehlike altındaydı.]
öyle bir noktaya vardı ki, İslam’ın fikri ve siyasi temsilcileri
şunlardı: Muaviye, Peygamber’in sürgün ettiği Mervan bin Hakem ve
Kab’ul Ahbar ki yeni Müslüman olmuş yahudi din adamıydı ve şimdi
Müslüman din adamı olmuştu. Peygamber’in halifesi –Osman- Kur’an’ın
tefsirini ondan soruyor, Ali ve Ebuzer’in tefsirini doğru kabul
etmiyordu!
Osman,
İran Hüsrevi ve Roma Kayserinin yönetim sistemlerini örnek aldığı yeni
siyasi ve ekonomik sistemini hoş göstermek için riyakârane davranışlar
da sergilemiyordu. Belki bunun nedeni böyle bir davranışın o günlerde
etkisinin olmayacağıdır. Çünkü hem halk, İslam rejiminin nasıl olduğunu
gözleriyle görmüştü, hem de Osman’ın sarayı İslami bir süs
verilemeyecek kadar yüzsüzdü.
Osman,
İslam’da “ilk kez” ortaya çıkan bidatlerin eksik fihristidir. İlk kez
lider ünvanıyla sarayda oturuyor, ilk kez resmi muhafız alayı
oluşturuyor, ilk kez özel meclis oluşturuyor, ilk kez kapıcı
kullanıyor, ilk kez sıradan halk yığınlarıyla halife ilişkilerinde
aracı kullanılıyor, ilk kez Beytül Mal halifenin emrine veriliyor,
Beytül Mal’ın bekçisi mescide gidip Beytül Mal’ın sahibi olan halka,
halife karıştığı için kilidi size verip istifa ediyorum, istediğinizi
yapın diyor, ilk kez siyasi tutuklu ortaya çıkıyor, ilk kez bir
Müslüman halifenin yöntem ve davranışlarına karşı çıktığı için takibata
uğruyor, ilk kez siyasi sürgün yaşanıyor, ilk kez bir kişi devlet
tarafından işkence görüyor [Abdullah b. Mesut], ilk kez Kur’an siyasi
demogoji aracı oluyor, ilk kez hükümdar halkın kaderini ele alıyor,
yasal ve İslami sorumluluktan muaf tutuluyor, ilk kez ırk ve akrabalık
bağı siyasal ve toplumsal ilerleme aracı oluyor, ilk kez tekelcilik
siyasi arenada halifeye bağlanıyor, bir makama gelmek için gereken
takva ve İslam yerini yakınlık ve siyasete bırakıyor, ilk kez sınıf
sömürüsü, ayrımcılık sermayecilik [hazine], seçkinlik, cahili değerler,
kabileci ruh, yaş, servet, ırk, şahsiyetperestlik ve kabilecilik,
İslami kardeşlik, manevi değerler ve toplumsal eşitliğin önüne geçiyor,
ekonomik ayrıcalık; takva, cihad geçmişi, Peygamber’e yakınlık,
Kur’an’a vukufiyet ve kişisel liyakatten önemli oluyor, “Hükümet”
[Başkanlık] ruhu “İmamet” [Önderlik] ruhuna tercih ediliyor,
“Muhafazakâr sistem”, “Devrimci harekete”, “Dini, insani ve ekonomik
tekelcilik”, “Halkçılık, eşitlik ve İslami özgürlüğe” –ki İslam’da
sıradan bir insan bile toplumun siyasi kaderinde aynı ölçüde sorumluluk
sahibiydi-, halifenin şahsı ve aynı ölçüde büyük ashab ve tam anlamıyla
maslahatçılık, hakikatperestliğe, siyaset mücadeleye, İslami slogan
İslami hakikate, büyük ashab mü’minlere, sınıf ümmete, dar’ul hilafe
mescide, kabileci eşrafiyet insani şerafete, eski cahiliye yeni
devrime, bidat sünnete ve hülasa Ebu Süfyan’ın ehli beyti Muhammed’in
ehli beytine galebe çaldı ve neticede Ali silahsızlandırıldı! Ve
Ebuzer! Ali’nin, Ebubekir’in seçiminde ve Ömer’in tayininde yenilmesine
üzüntüyle tahammül etti. Şimdi her şey bambaşka bir mecraya kaymıştır.
Zorbalık, altın ve hile Peygamber’in hilafeti kılıfında ve tevhidin
güzelliğinin arkasına sığınarak halkın –ki daima bu uğursuz teslisin
kurbanı olagelmişlerdir- karşısına dikilmişti. Ebuzer artık sessiz
kalamazdı.
Ebuzer’in
gerçekleştirdiği şeyin değeri sadece batıla karşı hakkı, küfre karşı
dini, gaspçıya karşı hakkı ve hak sahibini ve nihayet bozulmaya karşı
doğruluğu savunmasında değildir. Onun çehresini tüm devrimci ve mücahit
çehreler arasında özel bir yere getiren şey, kesin teşhisi ve
mücadeleyi doğru alanda yapmasıdır. Ebuzer doğru değerlendirmeyle tüm
bozulmaların ana kaynağını buldu ve şunu gösterdi: Bu küfür, hak ve
bozulma nedir? Neden kaynaklanmaktadır? Mücadelesinde külli yöntem,
müphem terimler, ayrıntılar, zihni konular, hayalci, idealist,
filozofâne, âlimâne, zihni entellektüelist, duygusal hüküm, arif ve
mütekellimce yöntemlere –ki sonraları İslam toplumundaki çaba ve
mücadeleler bu alana çekildi ve böylece iki temel şiar “imamet” ve
“adalet” düşüncelerden uzaklaştı- dayanmadı. Malulu, illet yerine
koymadı. “Nereden başlanması gerektiğini” gösterdi, mücadelenin keskin
tarafını nereye yöneltmek gerektiğini ortaya koydu ve yanlış
çatışmanın, ayrıntıyla ilgilenmenin düşmanla mücadeleyi düşmanın
istediği yöne sürükleyeceğini, bu durumda zafer kazanılsa bile hiçbir
derde çare olunamayacağını ve düşmanın hiçbir zarar görmeyeceğini
öğretti.
Ebuzer
mücadelesinin temel çizgisini sınıfsal ayrıcalıkla adalet için savaşım
olarak belirledi. Bu iki şiar, o kadar geniştir ki, halife de onu ilan
edebilir ve hilafetin propaganda araçları vesilesiyle yani minberler,
mihraplar ve hakim resmi İslam’ın propagandacıları olan muhaddisler
mübelliğler, vaizler, müfessirler, fakihler, hakimler... işine gelecek
şekilde tevil edebilirdi. [Nasıl ki Safevi şiasında imamet, adalet,
aşura, şehadet, gasp, velayet, va’dedilene iman... böyle oldu ve sadece
kalıbı kaldı. İçi boşaltılıp zehir, uyku ve hurafe ilacı dolduruldu].
Bu yüzden Ebuzer –onun gibi çaba sarf edip İslam’ı Ali ve Muhammed’in
İslamı yapmak için uğraşanlara bir ders de vererek- Kur’an’a döndü ve
şiarını Kur’an’dan aldı:
“Altın
ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, [ işte] onlara
[sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele: bu [toplanıp saklanan
altının, gümüşün] cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının,
böğürlerinin ve sırtlarının damgalanacağı gün, [ bu günahkarlara ] : “
işte, kendiniz için topladığınız hazineler!” denecek, “şimdi tadın
bakalım, sarılıp sakladığınız hazinelerin [ başınıza açtığı belanın]
tadını! ”
Altın
ve gümüş sermayeciliği temsil eder. İnfak “çukur” anlamına gelen
“nefeke”den alınmıştır ki, bâb-ı if’alde ilk anlamının tersi anlamı
kazanır. Yani çukurun doldurulması. Açıktır ki, burada kastedilen
çukur, toplumda sermayecilik ve ekonomik sömürü sonucunda ortaya
çıkmıştır. Buradaki çukur, toplumsal yaşamdaki eşitsizlik ve
sınıfçılığın tabii sonucudur. Allah yolundan kasıt İslami terminolojide
–Müslümanların terminolojisinde değil- insanların yolundadır. Sosyal
konulardan bahseden tüm ayetlerde Allah ve insan [itikadi değil] sosyal
yönden birbirlerinin yerine geçerler. İslam’ın Rabbi kendine ait adak,
kurban, koku, tütsü... vs. istemez. Halka ait ve toplum için olan şey,
Allah için olur. “Entekrezallahu karzen hesena...”[4]
Yani eğer halka güzel borç verirseniz... Allah yolu, Allah’ın malı,
Allah’ın evi, Allah’ın hükmü, Allah’ın eli, Allah için, Allah’a
doğru... Hepsi toplumda karşılık bulur. Halkın yoludur, halkın malıdır,
halkın evidir. “Halk için kurulan en önemli ev, tüm halklara bir
hidayet kaynağı olan Bekke’deki kutlu evdir.”[5]
Halkın yönetimidir, halkın elidir, halk içindir, halka doğrudur. Çünkü
halk Allah’ın ailesidir ve böyle anlamayan, bu şekilde inanmak
kendilerine zor gelen kişiler, diğer dinlerin kendi ilahları hakkında
gösterdiği ilahi dünya görüşünün etkisindedirler.
Mücadele başlıyor.
Ebuzer
Peygamber’in samimi ve yakın sahabisi makamındaydı ve Peygamber’in
kendisi şu unvanları ona vermişti: “Sinesi dolup taşacak kadar ilim
öğrenen kişi”. “Ne mavi gökyüzü ne de kara toprak Ebuzer’den daha doğru
sözlü birini görmemiştir”. “Ebuzer’in hayâsı ve zühtü Meryem oğlu İsa
gibidir”. “Ebuzer gökyüzünde yeryüzünde olduğundan daha meşhurdur!”
“Ebuzer
bu yeryüzünde ve toplumda yalnız yol alır, yalnız ölür ve Kıyamet günü
kabirler açılıp içindekiler grup grup haşrolunurken Ebuzer yalnız
sahneye çıkar!”
Mescitte
oturuyor, amel edilmesi terk edilmiş ayetleri ve artık değinilmeyen ve
değinilmesinde sorun ve sıkıntı olan Kur’an’dan veya Peygamber’in
hayatından bazı konuları peşpeşe halka açıyordu. Dönemin konusu –Osman
zamanında- Kur’an’ın toplanması, tanzimi, hattının tashihi, bir nüsha
çıkarılması ve bitmek bilmeyen kıraat, tecvid, noktalama bahisleri,
keşmekeşler, tartışmalar, hassasiyetler, muhalefet ve
hemfikirlilikler... Ve Ebuzer Kur’an’da “sermaye” konusunu öncelemiş,
sürekli sermaye biriktirenler ayetini ve hemen öncesindeki şu ayeti
okuyordu:
“Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar varya, [işte ] onlara [ sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele.”
Bu
şekilde cephe almak karşıklığa sebep oluyordu. Halifenin kendisi
Kur’an’ı toplayıp derlemeyle meşguldü. Kur’an’a inananlar halifeye
müteşekkirdiler ve Kur’an’ın yâd edilmesi, halifenin de hayırla yâd
edilmesini gerektiriyordu. Ve Ebuzer’in Kur’an’ı, halifenin
eleştirilmesi, ona sinirlenilmesi, saldırılıp kınanması neticesini
veriyordu. Öyle ki hilafet sisteminin sesi yükselmişti: Ey Ebuzer!
Kur’an’da sadece “Din adamlarının halkın malını yemesi” ve “Mal
toplayanlar” ayeti mi var?
Ebuzer
biliyordu ki, her dönemin bir sorunu ve her neslin bir şiarı vardır.
Kur’an’ı sadece “Mukaddes bir şey” olarak değil, “hidayet nuru” olarak
görenler, “Günün ayetleri”ne yaslanmalıdırlar.
Ebuzer cevap verdi: Hayret ediyorum! Halife beni Kur’an okumaktan men
mi ediyor? Ve günün ayeti olan bu ayetin ardından –ki artık vahiy,
itikadi tevhid, putperestlik, kıyamet, ruhun ebediliği ve Muhammed’in
peygamberliğinde bir “sorun” yoktu- Peygamber’in davranış ve sözlerini
örnek gösteriyordu.
“Aylar
geçiyordu ki, Peygamber’in evinde yemek ateşi yanmıyordu”.
“Peygamber’in evinde yemek çoğunlukla su ve hurmaydı”. O, kendini
açlıkta imtihan ediyordu ve çoğunlukla açlığa dayanmak için karnına taş
bağlıyordu. Giyimi, yiyeceği ve evi biz Suffa ehline teselli veriyordu.
Yersizdik, çoğu zaman açtık, içimizden bir grup her gece onunla yemek
yerdi, ne zaman evinde yemek pişirilse, bizi misafir ederdi. Bu arpa
unu ve hurmayla yapılan bir yemekti!
“Hiçbir
toplanmış mal yoktur ki, sahibine ateş olarak dönmesin”. Allah
Resulü’nün eşleri açlık ve zorluktan inliyorlar ve şikayet ediyorlardı.
Peygamber onlara ya dünyayı isteyin, sizi boşayayım ya da beni ve
fakirliği teklifini sundu.
Allah
Resulü’nün biricik kızı çok yoruluyor ve açlık çekiyordu. Peygamber en
çok sevdiği varlıklar olan Ali ve Fatıma’nın kendilerine bir hizmetçi
verme ricalarını kabul etmedi. Fatıma’nın yoksulluğuna ağladı; ama ona
bir dinar bile vermedi”.
Ve
açıktır ki, çok geçmeden zihinlerde sorular, sorular ve sorular
canlanacaktır: Öyleyse neden halife Osman ipek giyiniyor? Darul
hilafe’de en leziz yemeklerle donatılmış sofralar kuruluyor? Öyleyse
neden Abdurrahman b. Avf’ın malı yığıldığında minberdeki halifeyle halk
arasında engel oluşturacak ve altın külçeleri miras paylaşımında
baltayla kırılacak kadar çoktu? Öyleyse neden hilafet şurasında yer
alan Zübeyr’in her gün çalışarak kazandıklarını ona getiren tam bin
kölesi vardı? Öyleyse neden halifenin akrabası ve Şam Valisi Muaviye
Yeşil sarayı inşa ediyordu? Etrafındakilere, dalkavuklarına, şairlere
ve tüm yaptıklarını onaylayan alim ve sahabelere efsanevi yardımlarda
bulunuyordu. Öyleyse neden Allah’ın kitabına, Peygamber’in sünnetine,
Ebubekir ve Ömer’in uygulamalarına sadık kalacağını taahhüt eden Osman
sadece Kayser ve Hüsrev’in sünnetine uyuyordu? Öyleyse neden? Öyleyse
neden?
Günden
güne seçkinlik, sömürü, yoksulluk, sosyal ve sınıfsal uçurumdaki
genişleme artıyordu. Ebuzer’in propagandası da gittikçe yayılıyor,
mahrumlar ve sömürülenleri ayaklandırıyordu. Açlar Ebuzer’den
öğrenmiştiler ki, yoksullukları ilahi irade. önceden yazılmış, göksel
kader değildi. “Mal biriktirme”nin sonucuydu ve bu kadar!
Ne yapmalı!
Zahit Ebuzer’e hiçbir şey!
Onda ne bir şey “vardı” ki, tehdit etselerdi: “Alırız!”
Ne de bir şey “istiyordu” ki, tatmin etselerdi: “Veririz!”
Ve
hanımı Ümmüzer’dir. O da Peygamber’in ashabındandır ve kocasına,
mücadeleci insanın tahammül etmesi gereken zorluk, züht ve yoksullukta
eşlik ediyordu.
Ki,
İslam’ın olduğu günlerde kadın henüz “zayıf” olmamıştı! Şimdi hakim
durumda olan kutsal muhacir ve Peygamber’in büyük ashabının karşısında
dikkatli davranan ve kendi sıkıntıları ve onların bozulmalarına
tahammül eden mahrumlar cesaretlenmişlerdi. Osman tehlikeyi hissetti.
Ne yapmalı? Medine’de hâlâ Peygamber’in hatırası var ve halk Ebuzer’i
tanıyor. Onu Şam’a, Muaviye’nin yanına sürdü. Şam halkı İslam’ı Beni
Ümeyye’yle tanımıştı. Muaviye Ebuzer’e karşı daha rahat davranabilirdi.
Muaviye Şam’da Romalıları taklit ederek Osman’dan daha seçkin bir yaşam
sürüyordu. Ayrımcılık, kirlilik, zulüm, İslam sisteminin yok edilmesi,
burada daha net ve daha küstahçaydı. Bugünlerde Muaviye Romalı ve
İranlı mimarların yardımıyla “Yeşil Saray”ını yapıyordu. Bu, saltanatın
ilk sarayıydı. Görkemli ve güzeldi. Muaviye bu sarayın inşasını o kadar
önemsiyordu ki, çoğunlukla işçilerin ve mimarların başında bekliyordu.
Ebuzer de her gün oraya gelip haykırıyordu:
“Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan, israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!”
Muaviye tecrübeli ve çok iyi siyasetçiydi. Tahammül ediyor, bir yol bulmak için düşünüp duruyordu.
Bir
gün Ebuzer’i evine davet etti. Haddinden fazla saygı ve iltifatta
bulunmasına rağmen Ebuzer öfkeli ve sinirli çehresini azıcık olsun
değiştirmeyince işi tehdide vardırdı:
“Ey
Ebuzer! Eğer Osman’ın izni olmadan bir peygamber sahabisini öldürecek
olsaydım, bu sen olurdun. Ancak seni öldürmek için Osman’dan izin
almalıyım, Ebuzer bu iş benimle senin aramızı açıyor, sen yoksul ve alt
tabakadaki insanları bize karşı ayaklandırıyorsun.”
Ebuzer cevap verdi:
“Allah
Resulü’nün sünnetine uygun davranırsan, seninle bir sorunum olmaz.
Yoksa hayatımın son nefesini de Peygamber’in bir hadisini zikretmek
için harcayacağım!”
Ebuzer’in
propagandası yayıldı. İslam’ı da kendilerine daha önce hakim olan Roma
rejimi gibi tasavvur eden Şam halkı, yavaş yavaş İslam’ın gerçek
çehresiyle tanıştı. Adalet ve özgürlük dini, kalplerde imanın yanında
ayaklanıyordu. Fakirlik ve mahrumiyeti dinle açıklayan mahrumlar, ilk
kez Ebuzer’den şunu öğreniyorlardı:
“Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse, din başka bir kapıdan çıkıp gider!”
Mescid
henüz Allah’ın, halkın ve Ebuzerlerin evi ve mücadele karargâhıydı.
Muaviye’nin orada hükmü yoktu. Mescitlerin Allah ve Allah’ın ailesinden
–halk- boşalıp halifenin karargâhı ve onun mollasının mekanı olması
Ali’nin ölümünden sonradır. Mahrumlar şevk ve ümitle etrafında
toplanıyorlar ve o insanlara “hak”la ikiz olan “hakikati”, “adalet”le
yoldaş olan “İslam’ı ve ekmeği de düşünen Allah’ı öğretiyor, uyuşturmak
yerine tahrik ediyor Yeşil Sarayı daha bitmeden viranelikle tehdit
ediyordu.
Muaviye
onu Kıbrıs cihadına gönderdi. Eğer fetih gerçekleşirse Muaviye’nin
gururu ve “İslam’ın izzetidir!”, eğer Ebuzer öldürülürse, elini onun
kanına bulamadan zararından kurtulmuş olur.[6] Ancak Ebuzer sağlam döndü. Gecikmeden cepheden mescide gitti ve işine tekrar başladı!
Muaviye
Ebuzer’in, kölelerin hürriyeti ve açların doyurulmasını ne kadar
istediğini biliyordu. Bir köleye: “Eğer bu altın kesesini Ebuzer’e
vermeyi başarırsan özgürsün!” Köle, Ebuzer’e gitti. Ebuzer kabul
etmedi. Köle ne kadar ısrar edip yalvardıysa da Ebuzer bir tek cevap
verdi: Hayır! Sonunda köle şöyle dedi: “Ey Ebuzer! Allah seni
bağışlasın, bu parayı al, çünkü benim özgürlüğüm sana bu parayı
vermektedir.” Ebuzer cevapladı: “Evet ama benim de köleliğim bu parayı
almaktadır!”
Hiçbir
hile bu inatçı, cesur, zahit ve uyanık adama işlemedi. Sadece zor
kullanmak kaldı. Muaviye Osman’a yazdı. Eğer Şam’a ihtiyacın varsa,
Ebuzer’i buradan götür. Çünkü o yarayı eşeliyor. Patlama yakındır.
Osman Ebuzer’i Medine’ye göndermesini emretti.
Onu
tahta eğerli bir deveye bindirip birkaç vahşi köle gözetiminde
Medine’ye gönderdiler. Muaviye yol esnasında –Şam’dan Medine’ye kadar-
hiçbir yerde duraksamamaları emrini vermişti!
Medine’ye
yaklaşıyordu. Yorgun ve yaralıydı. Şehrin kenarında Sel Dağı’nın
eteğinde Ali’yi gördü. Yanında Osman ve birkaç kişi daha vardı. Ebuzer
haykırmaya başladı:
“Medine’yi büyük ve sonsuz ayaklanmayla müjdeleyin!”
Halife
hiç kimsenin Ebuzer’den fetva sormaması emrini verdi; ancak Ebuzer’in
fetvaları peşpeşe geliyordu. Şam’da gördükleri onu daha kızgın ve
mücadelede daha cesur kılmıştı. Ömer’in hilafet şurasının lideri
Abdurrahman bin Avf öldü ve altın ve gümüşten müteşekkil mirasını
Osman’ın karşısına yığdılar. Ebuzer Osman’ın şöyle dediğini duydu:
“Allah Abdurrahman’ı bağışlamıştır. İyi yaşadı ve öldüğünde arkasında
tüm bu serveti bıraktı!”
Ebuzer
öfkeyle Osman’ın evine yöneldi. Yolda gördüğü deve kemiğini kapıp yola
devam etti. Osman’ın başına dikilip haykırdı: Sen, ardında bu kadar
miras bırakan adama, Allah rahmet etmiştir mi diyorsun?
Osman
yumuşakça cevap verdi: Ebuzer, zekatını vermiş birisinin boynunda başka
sorumluluk var mıdır? Ebuzer mal biriktirenler ayetini okuyup şöyle
dedi: Burada söylenen şey, zekat değildir. Altın ve gümüşü biriktirip
Allah yolunda infak etmeyenlerden bahsediliyor.
Kab’ul
Ahbar –eski yahudi din adamı- Osman’ın yanındaydı, şöyle dedi: “Bu ayet
Müslümanlarla değil, ehli kitapla [yahudilik ve hristiyanlık]
ilgilidir”.
Ebuzer bağırdı: Yahudizade! Bizim dinimizi bize mi öğreteceksin? Annen yasını tutsun!
Osman:
Eğer bir adam zekatını vermişse, kerpiçlerinin biri altından, biri
gümüşten olan saray bile yapsa, hakkıdır. Ardından Kab’a dönüp onun
fikrini sordu. Kab: Evet efendim, öyledir! Ebuzer ona saldırdı. Kab,
korkudan Osman’ın arkasına gizlendi. Halifeye sığındı. Sahne tamamdır!
Tüm tarihin gösteri sahnesi! Bir tarafta altın, zorba ve hakim din,
Abdurrahman, Osman ve Kab’ul Ahbar ve ne kadar net! Temel altın! Zorba
hami, din zorbanın sığınağında yönlendirici ve karşısında Ebuzer;
sömürü ve istibdad kurbanı, tarihteki mahkum din ve mazlum sınıfın
tecellisi, Allah ve halk!
Ebuzer
yalnız, silahsızlandırılmış ve mazlum. Ama yine de saldırgan. Kab’ı
zorbanın sığınağında yakaladı ve deve kemiğiyle başına öyle bir vurdu
ki, kan aktı.
Osman: Ey Ebuzer, bize çektirdiklerin ne kadar da arttı, buradan git!
Ebuzer sordu: Ben de seni görmekten nefret ediyorum. Nereye gideyim?
- Rebeze’ye!
Peygamber’in
sürgün ettiği Mervan b. Hakem, Ebuzer’in sürgünüyle görevlendirildi.
Ali olayı duyunca inledi; Hasan, Hüseyin ve Akil’i alıp Ebuzer’e
yoldaşlığa gitti. Mervan Ali’yi engellemeye çalıştı: “Halife Ebuzer’le
yoldaşlığı yasaklamıştır.” Ali kırbacıyla Mervan’ın isteğini reddetti
ve Ebuzer’le Rebeze’ye kadar gitti. Rebeze, yakıcı çöl, susuz ve
yerleşkesiz. Hacıların yolu üstündedir. Hac mevsimi dışında kimse
oradan geçmezdi. Orada bir çadır kurdu ve birkaç hayvanla yaşamını
sürdürdü.
Aylar
geçti. Yoksulluk arttı, açlık daha da küstahlaştı. Hayvanları tek tek
telef oldu ve Ebuzer’le ailesi çölün yalnızlığında ölümle yüzyüze geldi.
Kızı
öldü, sabretti ve “Allah yolunda saydı.” Bir süre sonra açlık kurdu
oğluna saldırdı. Sorumluluk duygusuna kapıldı. Medine’ye geldi.
Osman’dan kestiği maaşını talep etti. Osman cevap vermedi. Eli boş
döndü. Oğlunun cenazesi soğumuştu. Onu elleriyle defnetti.
Ebuzer ve Ümmüzer yalnız kaldılar!
Yoksulluk, açlık ve yaşlılık Ebuzer’i çok zayıflatmıştı. Bir gün artık son anlarını yaşadığını hissetti.
Açlık
zorluyordu. Ümmüzer’e: Kalk, çölde dolaşalım, biraz ot bulup açlığımızı
gideririz. Karı-koca ne kadar aradılarsa da bir şey bulamadılar.
Dönüşte Ebuzer tüm gücünü yitirdi. Ölümün gölgesi çehresine inmişti.
Ümmüzer ona seslendi:
- Sana neler oluyor Ebuzer?
- Ayrılık yakındır! Cenazemi yolun kenarına bırak ve yoldan geçenlerden defin işinde sana yardım etmelerini iste.
- Hacılar gitti. Kimse yoldan geçmez.
- Olsun! Kalk ve şu tepeye çık, benim ölümümde birileri hazır olacak.
Ümmüzer tepeden üç kişinin uzaktan geçtiğini gördü. İşaret verdi. Yaklaştılar.
- Allah sizi bağışlasın, burada bir adam ölüyor. Onu defnetmekte bana yardımcı olun ve karşılığını Allah’tan alın!
- O kimdir?
- Ebuzer!
- Peygamber’in dostu Ebuzer mi?
- Evet!
- Anne babamız sana feda olsun ey Ebuzer!
Başına
geldiler. Hâlâ yaşıyordu. Onlardan şunu istedi: Hanginiz devlet adamı,
casus ya da askerse, beni gömmesin. Eğer benim ya da karımın bir parça
kumaşı olsaydı, onunla kefenlenirdim.
Sadece
Ensar’dan bir genç serbest meslek sahibiydi. Şöyle dedi: Şu yanımdaki
kumaşı annem örmüştür. Ebuzer ona dua etti ve o parçayla kendisini
kefenlemesini istedi.
İçi
rahatladı. Her şey sona ermişti. Gözlerini yumdu ve bir daha açmadı.
Yoldan geçenler Rebeze çölünün sıcağında onu defnettiler. Ensarlı genç,
mezarı başında durdu ve dudak altından söylendi:
Allah Resulü doğru söyledi.
“Yalnız yol alır,
yalnız ölür
ve yalnız yerinden kaldırılır!”
Ali Şeriati.