Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Her kitap bir doğumdur. Kimisinin sancısı kısa, kimisininki uzun sürer. Kimisinin bedeli küçük kimisininki büyük olur. Üç Muhammed'in sancısı biraz uzun sürdü, ama sonunda o da doğdu.
Üç Muhammed'i kaleme almama neden olan olay herkesin her zaman duyduğu klişe bir hitaptı:
"Allahımız bir!
Kitabımız bir!
Peygamberimiz bir!"
İşte tam burada durmuştum. Bu duruş hayli uzun sürdü. Üzerinden yedi yıl geçti.
O ses hâlâ kulaklarımda çınlıyor: "Peygamberimiz bir!.."
Bu ne güzel temenni, fakat şu soruların cevabı hiç de bu temenni kadar iç açıcı değil: Bir, bu temenni yaşanan gerçeğe tekabül ediyor muydu? Bunun aktüel karşılığı var mıydı? Sahi, gerçekten bir miydi peygamberimiz?
Sorular bunlarla sınırlı değildi: Müslümanların tümü aynı peygambere mi inanıyorlardı? Farz-ı muhal, inandıkları peygamber kabrinden kalkıp gelse, "peygamberimiz bir" diyenler ona karşı kaç tür tavır ortaya koyardı? Bir tel alabilmek için saçına sakalına hücum edenlerin yüzdesi, bir parça koparabilmek için elbisesine üşüşenlerin oranı ne kadar olurdu?
Ya hiç tanımayacak olanların yüzdesi? Yoksa, "Benim zihnimde oluşturduğum imaj aslından daha iyi" deyip, gerçeğine sırt mı dönerlerdi? Peygamberlerini taşlayarak öldüren İsrailoğulları gibi taşlayanlar da çıkar mıydı?
Her şey için geçerlidir: Bir şeyin gerçeği kaybolunca, imajı oluşturulur. Oluşturulan imaja "tasavvur" denir. Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?
Melek peygamber?
Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep "Kaf Dağı"nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber...
Ya da "vahiy postacısı"?
Kur'an'ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber... Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.
İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu: hayattan dışlamak... Ne ki, birincisi bu sonucu yüceltme adına gerçekleştirirken, ikincisi indirgeme adına gerçekleştiriyor.
Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa'yı yücelteceğim derken yarı-ilah haline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.
Şu bir gerçek ki, bir peygamber iki tür yaşar: Birincisi fiziki varlığıyla, ikincisi misyonuyla. Bir peygamber iki kez öldürülebilir: Birincisi fiziki varlığını ortadan kaldırarak, ikincisi misyonunu ortadan kaldırarak.
Eğer peygamberin fiziki varlığı ortadan kaldırılmış fakat misyonu yaşıyorsa, o gerçekte yaşıyor demektir. Çünkü peygamberi peygamber yapan bedeni değil mesajıdır. Fakat, eğer ortadan kaldırılan misyonu ise, işte peygamber asıl o zaman ölmüş ve öldürülmüş demektir.
Tarihsel süreç içerisinde, bir de İslami disiplinlerin kendilerine özgü peygamber portreleri oluşmuştu Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı, Fıkıhçıların, Hz. Peygamber'in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları formel aklın kodlayıcı peygamber anlayışı; ve Mistisizmin peygamberi adeta buharlaştırıp bir "enerji bedene" dönüştüren "Nur-u Muhammedi" felsefesine dayalı irfanî peygamber anlayışı...
Bu problemli tasavvurların sağlamasını neyle, nasıl yapacaktık? Yani, doğru bir peygamber anlayışına nasıl ulaşacaktık?
Elbette Kur'an'la!
Çünkü, nasıl Kur'an'ı onunla tanıdıksa, onu da Kur'an'la tanıyabilirdik. O nasıl Kur'an'ın aynasıysa, Kur'an da onun aynasıydı. Allah'ın gör dediği yerden bakanlar, onu Kur'an'da Kur'an'ı onda görürlerdi.
Kur'an onu "tarihsel bir değer" olarak değil, aktüel bir değer olarak tanıtır ve her müminin "şimdi ve burada"sına taşır. Kur'an'a göre o aktif, kurucu ve inşa edici bir öznedir. Kur'an onu bir 'iletişim aleti" gibi, ya da "melekleştirilmiş bir efsane varlık" gibi gören anlayışı dışlar.
En iyisi onu Kur'an'dan öğrenmek. Nasıl ki Kur'an'ı en iyi o anlatmışsa, onu da en iyi Kur'an anlatmıştır.
O veda hutbelerinde "büyük şahit" olmanın endişesiyle kendisini dinleyen kalabalıklara önce "Tebliğ ettim mi?" diye soruyor, ardından aldığı cevabı Allah'a arz ederek "Şahid ol Yarab!" diyordu.
Ondan 14 asır sonra dünyaya gelen sıradan bir kulun şahadetinin onun nezdinde bir değeri varsa, ben de şahidim ki o, Risalet görevini bihakkın yerine getirmiştir. Bu kitap, şahadetimin bir belgesi sayılırsa, işlevini ifa etmiş olacaktır.
Bu, üzerinde aheste aheste yol aldığım bir kitap çalışmasının ismi. Klasik musannifler tarafından bağımsız birer disiplin gibi değerlendirilen siyer, meğazi, şemail, hilye, mucizat, hasais gibi hepsi de Hz. Peygamber'in hayatını ya da bir boyutunu ele alan edebiyata, usul açısından eleştirel bir yaklaşımı önceliyor bu çalışma.
"Üç Muhammed de kim?" diye soracak olanlara sıralayalım:
1. Olağanüstüleştirilip melekleştirilerek hayattan dışlanan Muhammed (a)
2. Aşağılanarak, Allah'la insan arasında postacı seviyesinde -özürle- bir 'ara kablosu' gibi algılanan Muhammed (a).
3. Bunların dışında ve karşısında yer alan Kur'an'ın tanıttığı ve kendisinde ahlaka dönüştüğü, sözcüğün en mükemmel çağrışımlarıyla 'insan' ve 'elçi' Muhammed (a).
Bu kategoriden ayrı olarak bir de İslami disiplinlerin Hz. Peygamber'i tek boyutlu algılayışları var:
1. Muhaddislerin hiç susmamacasına hep konuşan, hayatı söz söylemekten müteşekkil olan peygamber anlayışı.
2. Sufilerin, biraz münzevi, biraz seçkinci, bir parça sermest, ama hep 'esrara' gark olmuş ve illa ki 'olağanüstü' peygamber tasavvuru.
3. Fakihlerin, sürekli kural koyan, en insani durumlardan dahi hukuki kurallar çıkaran, hayata salt hayatı kodlamak için gelmiş izlenimi veren ya da her haline 'kodifikasyon malzemesi' olarak bakılan peygamber tasavvuru..
Ve bütün bu farklı yaklaşım ve tasavvurlar arasında kaynayıp giden 'örneklik misyonu.'
Hem nasıl örnek alınsın ki?
Ama Kur'an onu ahlaki davranış alanında örnek göstermedi mi, diyeceksiniz.
Kesinlikle haklısınız. Zaten örnek olarak sunmak, örnek objesinin 'üretilebilmesiyle' mümkündür. Kur'an örnek alınması mümkün olmayan birini örnek göstermez. Eğer örnek göstermişse bu, "örnek gösterilenin", örneklik alanlarında insanlar tarafından yeniden üretilebileceği, her zamana ve zemine taşınabileceği anlamına gelir.
İnsanlar sesi herkesten gür çıkan, boyu herkesten uzun görünen, teni misk ü amber kokan, küçük abdesti şifa olan, büyük abdesti tahir olan, erkekliği kırk erkek gücüne denk olan bir peygamberi örnek alamazlar. Böyle bir peygamber tasavvurunun amacı insanlara "örnek göstermek" değildir; sadece ıslık çaldırmak ve Peygamber'i insan elinin ulaşamayacağı bir yüksekliğe (!) sürgün etmektir.
Böyle bir tasavvurun sahibi, "hayran" olur ama "örnek almaz"; belki "kurban olur" ama onu "hayata taşıyamaz." Zaten böyle bir peygamber tasavvuru ancak uğruna ölmeye yarar, onu ölü çağlara hayat veren bir âbıhayat gibi taşımaya, yaşamaya, yaşatmaya değil.
Aşağılayan ve onu paranteze alma cüreti gösteren karşı sapma, yukarıdaki ifrat davranışa bir tepki olarak palazlanmıştır. Bu sapma, peygambersiz bir vahyin olamayacağı yasasını yok sayarcasına, dinin kitabi kaynağına tutunma adı altında dinin hayati kaynağını görmezden gelmeyi teklif etmektedir. Haricilerle başlayıp Hind-İslam Modernizmi'yle sistemli bir söyleme kavuşan ve bugünlere gelen "Kur'ancılık" akımı, işte bu yanlışın farklı nedenler ve ortamlarda ortaya çıkan savunucularıdır.
Aslında bu iki dengesizlik, sonuçları açısından aynı gözede buluşmaktadırlar: Peygamber'i hayattan dışlamak. Amiyane tabirle bu sonuca 'topu taca atmak' da diyebiliriz. Ne var ki, peygamberi hayattan dışlama işini biri 'yüceltme' tavrı altında icra ederken diğeri 'indirme ve indirgeme' tavrı altında yapmaktadır. Neticede iki tavır da aynı kapıya çıkmaktadır.
Oysa ki Kur'an, Hz. Peygamber'in "örnek insanlığına" vurgu yaparak bu tavırların ikisine de daha baştan set çekmiştir. Bu mesajı Hz. Peygamber de içselleştirerek şu ölümsüz uyarıyı yapmıştır: "Meryem Oğlu'nu olağanüstüleştirdikleri gibi beni de olağanüstüleştirmeyin. Ben yalnızca bir kulum. Deyin ki: O Allah'ın kulu ve elçisidir."
Bu uyarı, Hz. Peygamber'in ümmetine "Hıristiyanlaşmayın, Yahudileşmeyin!" uyarısıdır.
Çünkü Hıristiyanlar peygamberlerini yüceltme adına tanrılaştırdılar ve sevgiyi cinayete dönüştürdüler: Allah'ın kulu ve güzel peygamberi İsa, asıl tanrılaşınca öldü. Onu öldürenler onu tanrılaştıranların ta kendileridir. Çünkü insan putlaştırılınca örnek olarak hayatın içinde yaşama imkanını yitirir. Yahudiler ise tam tersi bir tavırla kendi peygamberlerini aşağıladılar, taşladılar, öldürdüler. Birincilerin yaptığıyla ikincilerin yaptığı aynı kapıya çıktı.
Şair ne güzel söylemiş:
Muhammedun beşerun la ke'l-beşer Bel huve ke'l-yakûti beyne'l-hacer
Muhammed bir insandır, sıradan bir insan değildir ama Taşlar arasında mücevher neyse, odur onun konumu da odur.
Muhammed, muhabbetin müebbet timsalidir. Ona ümmet olma onuru, tüm diğer beşeri mensubiyetlerin vereceği onurdan kat kat üstündür. Fakat bu onuru taşıyanlar, onu kutsayıp göklere çıkararak ya da yoksayıp yerin altına kapatarak hayattan dışlayanlar değil, onun ışığını izleyerek hayatı yolculuk, dünyayı yol, insanı yolcu, imanı yol azığı bilip gösterdiği istikamette yola revan olanlardır.
Katılma Tarihi: 06 haziran 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 3
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Size Hz. Ali'nin Hariciye'ye dediğini demekten başka cevap bulamıyorum. "Sözünüz doğru, kastınız batıl."
__________________ " Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." (Haşr-7)
Mustafa İslamoğlu' nun bu iki yazısındaki -batıl bir anlayışa neden olan/olabilecek kısımları- gösterir misin? Bu iki yazının ana temasının neden ve neye göre bizleri batıl bir inanca götürebileceğini de açıklar mısın?
Katılma Tarihi: 06 haziran 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 3
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Bu sitenin dolayısı ile sizlerin tek amacı insanlara İslamın Tek kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu, Peygamberin Sünneti diye bir şey olmadığını hatta bunun Şeytanın İslam Ümmeti Üzerindeki en büyük tuzağı olduğunu ve bir gün mutlaka bu sünnet belasının(!) İslamın başından def edileceği gibi bir fikri anlatmak ve isbat etmeye çalışmak değilmi?
İşte bu batılın taa kendisidir.
Nahl-44'te Peygamberimiz içi "Kendilerine indirilenin açıklanması" diye bir yükümlülükten bahsediliyor, Kıyame-19'da "Sonra onu açıklamak da bize aittir." deniliyor. Peki Kuran açıklanmadan tek başına yeterli bir kaynak olacak idiyse neden peygamberimize böyle bir görev verilmiş ve neden Allah (cc) açıklama görevinden ayrıca bahsetmiş. Açıklama eyleminin kitap harici olduğu ilk ayettende ikinci ayettende kesin olarak çıkıyor. O'nun açıklaması kendi içindedir denmiyor, bilakis "Sonra onu açıklamak da bize aittir" deniliyor. Yani önce ayet inzal ediliyor. Sonra Peygambere ayet açıklanıyor.
Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki Ayetlerin açıklanması Peygamber tarafından yapılmış dolayısıyla Kurandan başka kaynak kabul etmediğimiz zaman "dinin bir kısmına inanır bir kısmını inkar eder" olmuş olmaz mıyız? Eğer dinden olanın korunması garantisi varsa bu açıklamalarında korunmuş olması gerekmez mi?
Bir de şunu sorayım, forumun neresinde okuduğumu hatırlamıyorum ama namazla ilgili olarak "Önceki ümmetlerde de bilinen bir şeydi, araplar yabancı değildi, zaten biliyorlardı onun için Kuranda detaylı açıklama yapılmamıştır" gibi bir manada yazılar vardı. Peki önceki ümmetlerin namazını insanlara nasıl olsa biliyorlar gibi bir mazeretle Kuran emrediyorsa o namazın bugüne değin nakledilmesi gerekmez miydi? Eğer İslamın aslındaki namaz veya diğer uygulamalar sizin tarif ettiğiniz şekilde ise en azından İslamın Merkezi ve kaynağı olan Mekke ve Medine'de Allah'ın sizin anlattığınız dini yaşayan kullarından bir cemaat olması ve oralarda hakim olması gerekmez miydi?
Allah'ın hidayetine nail olabilmek için halis bir niyetle dua etmek ve gözyaşlarıyla inandığımızı değil gerçeği istememiz lazım. Rabbim bizleri hidayete erdirdiklerinin yolunda birleştirsin. Amin
__________________ " Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." (Haşr-7)
Bu sitenin dolayısı ile sizlerin tek amacı insanlara İslamın Tek kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu, Peygamberin Sünneti diye bir şey olmadığını hatta bunun Şeytanın İslam Ümmeti Üzerindeki en büyük tuzağı olduğunu ve bir gün mutlaka bu sünnet belasının(!) İslamın başından def edileceği gibi bir fikri anlatmak ve isbat etmeye çalışmak değilmi?
Hayır değil sevgili kardeşim. Bizim böyle bir derdimiz hiçbir zaman olmadı, olamaz da. Çünkü Hz. Muhammed’de bizim için güzel örneklikler vardır. Bu güzel örneklik de Kur’anda anlatılmaktadır. Rabbimiz en doğru/sahih bir şekilde Sevgili Peygamberimizin ahlakını, karakterini ve tavırlarını bize anlatmaktadır. Hz. Muhammed’in sünneti Kur’anda yazıyor, Onun sünnetini bize Allah anlatıyor. Bizler Hz. Muhammed’in sünneti diyerek birkaç yüzyıl sonra kaleme alınmış, kulaktan kulağa oyununun ürünü hadisleri ortaya sürenlere ve bu fikriyata karşıyız. Hz. Muhammed’in sünneti çok çok önemlidir ve mutlaka dikkalice öğrenilip uygulanmalıdır. Ve bu sünnet=yol,usul,tarz,tavır,adet bize Allah tarafından tek sahih kaynakta bildirilmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed’in sünnetine uymak sünnet değil farzdır.
Rabbimiz Kur’anda Hz. İbrahim’de de bizim için güzel bir örneklik olduğunu söyler. İbrahim peygamberimizin Sünnetine uymak da bizim için şarttır. Pekala biz Hz. İbrahim’in sünnetini nereden öğreneceğiz? Onun da hadisleri mi var ki onlara bakalım? Hayır bizler O kutlu elçimizin sünnetini de Kur’andan öğreneceğiz.
Evet Allah’ın vahyi Kur’anda yazdığı için tek kutsal kitabımız Kur’an bu kısım doğru. Peygamberin sünneti diye bir şey yoktur, bu en büyük beladır,def edilmesi gerekir falan demiyoruz, bu yanlış. Biz diyoruz ki Sevgili peygamberimiz Yasin Suresinde belirtildiği gibi Allah’ın indirdiği üzereydi yani o canlı Kur’andı. Onun sünneti, ahlakı Kur’anda bize Allah tarafından anlatılmaktadır. Onu bize Allah’tan daha sahih olarak anlatacak kimdir? Birkaç yüzyıl sonra yaşayan ve kitap hazırlayan kişiler mi? Sevgili Peygamberimizin bize Din adına anlattıkları Kur’anda yazmaktadır. İnancımız budur. O din adına kendisine vahyedilmiş olan Kur’an ayetlerini tebliğ etmiştir ve onları yaşayarak örnek olmuştur. Peygamberimizin sünnetine uymak isteyen Kur’ana uymalıdır.
Şimdi gelelim Nahl Suresindeki Ayete
Nahl 44. Açık delillerle, kitaplarla gönderdik. Sana da bu zikiri/Kur'an'ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanlara açık-seçik bildiresin de derin derin düşünebilsinler.
Ayet gayet açık. Sevgili Resulümüz kendisine indirilen zikri/kur’anı insanlara aktarmakla yükümlüdür. Bu aktarım açık-seçik olmalıdır. Kendisinden bir ekleme yada çıkartma olmadan direkt-olduğu gibi o apaçık kur’an ayetlerini insanlara sunmalıdır.
Bu ayette Allah resulüne “Ey Resulüm bu ayetlerin tefsirini yap” denilmiyor. Sadece “açık-seçik sun bu aktardıklarımı” deniliyor.
Zira Hz. Muhammed’e düşen sadece apaçık bir tebliğdir. O din adına insanlara Kur’an ayetlerini okuyor sadece. Ve bu ayetlere uyuyor ve çağırıyor.
Şimdi şu ayetleri dikkatlice okuyalım.
Ayetlerimiz onlara açık-seçik parçalar halinde okunduğu zaman, bize ulaşmayı ummayanlar şöyle dediler: "Bundan başka bir Kur'an getir yahut bunu değiştir." De k: "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkuya düşerim." (Yunus 15)
Ayette görüldüğü gibi Hz. Muhammed sadece kendisine vahyedilene uyuyor. Onun sünneti ayetlere uymaktır.
Ey resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, küfre batmış topluluğa kılavuzluk etmez. (Maide 67)
Peygamberin görevi kendisine vahyolunan ayetleri insanlara tebliğ etmektir. Senin görevin ayetlerin detaylarını açıklamak, tefsir işine girişmektir diye belirtilmiyor ayette. Ayetler yaşanacak ve anlatılacak yegane görev bu. Bu gerçek şu ayetlerde de bildirilmektedir.
İşte bu, onunla uyarılsınlar, Allah'tan başka ilah olmadığını bilsinler, aklı ve gönlü işleyenler de ibret alsınlar diye, insanlara yöneltilmiş bir tebliğdir. (İbrahim 52)
Dedi: "İlim, ancak Allah katındadır. Ben size, bana vahyedileni tebliğ ediyorum. Fakat sizin, cahillik edip duran bir toplum olduğunuzu görüyorum.(Ahkaf 23)
Onlara bir ayet getirmediğinde, "onu da şurdan burdan derleseydin ya," diye konuşurlar. De ki: "Ben sadece Rabbimden bana vahyedilene uyuyorum. Bu, Rabbinizden gelen gönül gözleridir, doğruya kılavuzdur, iman eden bir toplum için rahmettir." (Araf 203)
Hz. Muhammed kendisinden bir ekleme yada çıkartma olmadan direkt-olduğu gibi o apaçık kur’an ayetlerini insanlara sunmalıdır. Yoksa Allah’ın ihtarı açık ve kesindir.
Âlemlerin Rabbi'nden bir indiriştir o.
Eğer bazı lafları bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi,
Yemin olsun, ondan sağ elini koparırdık.
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.
Gerçek şu ki o, sakınanlar için tam bir uyarıcı ve düşündürücüdür. (Hakka 43-48)
Hakka Suresindeki bu ayetlerden anlıyoruz ki Peygamberimiz “Bu da Allah katındandır” diyerek Kur’an harici hiçbir şeyi ortaya süremez. Vahiy tek bir formatta gelmiştir ve tek bir kitaptadır. Aksi iddia hakka Suresindeki bu ayetlere terstir.
Katılma Tarihi: 06 haziran 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 3
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Ene Mehmed Yazdı:
Nahl-44'te Peygamberimiz içi "Kendilerine indirilenin açıklanması" diye bir yükümlülükten bahsediliyor, Kıyame-19'da "Sonra onu açıklamak da bize aittir." deniliyor. Peki Kuran açıklanmadan tek başına yeterli bir kaynak olacak idiyse neden peygamberimize böyle bir görev verilmiş ve neden Allah (cc) açıklama görevinden ayrıca bahsetmiş. Açıklama eyleminin kitap harici olduğu ilk ayettende ikinci ayettende kesin olarak çıkıyor. O'nun açıklaması kendi içindedir denmiyor, bilakis "Sonra onu açıklamak da bize aittir" deniliyor. Yani önce ayet inzal ediliyor. Sonra Peygambere ayet açıklanıyor.
Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki Ayetlerin açıklanması Peygamber tarafından yapılmış dolayısıyla Kurandan başka kaynak kabul etmediğimiz zaman "dinin bir kısmına inanır bir kısmını inkar eder" olmuş olmaz mıyız? Eğer dinden olanın korunması garantisi varsa bu açıklamalarında korunmuş olması gerekmez mi?
Peki Kitabın indirilmesinden sonra olacak açıklama nerede?.
Yazdıkların bizim iman ettiğimiz şeyler, bunda kesinlikle şüphe edemeyiz ama aramızda KORUNAN ŞEYLER'in veya İNDİRİLEN ŞEYLER'in neler olduğu husunda bir ihtilaf var. Sahabenin yazdığı bir çok hadisi şerif nüshasının olduğu inkar edilemeyecek kadar çok kaynakla tespit edilmiş durumda ve bu kaynaklarda geçen hadisi şeriflerin de günümüze ulaşan kitaplarda çeşitli senetlerle rivayetleri var. Ebu Hureyrenin öğrencisi Hemmam bin Münebbih'in naklettiği Sahife-i Sahiha ise Muhammed Hamidullah tarafından gün yüzüne çıkarılmıştır ve elimizdedir. Üzerinde peygamberimizden nakledilen 138 tane Hadisi şerif vardır. Bu hadisi şeriflerin tamamı Ahmed İbn-i Hanbel'in Sünen'inde bir kısmıda Buharinin Sahih'inde geçmektedir. Bunlar şüpheye mahal bırakmayacak kadar sağlam, "Peygamberin açıklaması" olan hadisler. Şİmdi bunları ne yapacağız Kuranda övülmüş Ashabın kaleme aldığı nüshaları da yalanmı sayacağız.
Yani anlatmak istediğim Hadisler 200-300 sene sonra değil daha sahabe devrinde iken yazılmaya başlanmıştır, yazma yasağının ise Peygamber hayatta iken bizzat kendisi tarafından kaldırıldığı, yazmak için izin isteyen herkese izin verdiği, hatta duyduğu hadisleri unuttuğundan şikayet eden birine "elinden yardım iste" yani yaz demek suretiyle teşvik ettiği, ....... ibni Amr'ın (Abdullah ibni Amr olması lazım fakat emin değilim) peygamberimizden her duyduğunu yazdığı, Ashabın ise böyle yapma bazen sinirli kızgın olduğu da oluyor gibi bir itirazda bulunduğu, Amr'ın bunu Peygamberimize ilettiği, O'nun ise "Hepsini yaz, benden haktan başka bir şey duyamazsın" diyerek izin verdiği, Hatta ebu Hureyre'nin "Sahabenin içerisinde benden fazla hadis bilen sadece Amr vardır, Çünkü ben yazmazdım o ise yazardı" dediği ve daha nice rivayetler var ve bunlardan kimisi tarih kitaplarında kimisi hadis kitaplarında geçiyor. Bu konuda size yakında uzun bir araştırma yazısı sunacağım inşaallah. Yasaklama Hadisini kullanıyorsunuz da neden onun aksine olarak önceki emri nesheden rivayetleri görmezden geliyorsunuz.
Size iki yane yazı sunacağım biri Edward Said ve Ignaz Goldziher'le alakalı diğeri ise Ebu Hureyre ile ilgili umarım okursunuz. burada kalabalık yapmamak için sadece linklerini veriyorum.
__________________ " Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." (Haşr-7)
Katılma Tarihi: 31 mart 2005 Yer: Germany Gönderilenler: 380
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Nahl-44'te Peygamberimiz içi "Kendilerine indirilenin açıklanması" diye bir yükümlülükten bahsediliyor, Kıyame-19'da "Sonra onu açıklamak da bize aittir." deniliyor. Peki Kuran açıklanmadan tek başına yeterli bir kaynak olacak idiyse neden peygamberimize böyle bir görev verilmiş ve neden Allah (cc) açıklama görevinden ayrıca bahsetmiş. Açıklama eyleminin kitap harici olduğu ilk ayettende ikinci ayettende kesin olarak çıkıyor. O'nun açıklaması kendi içindedir denmiyor, bilakis "Sonra onu açıklamak da bize aittir" deniliyor. Yani önce ayet inzal ediliyor. Sonra Peygambere ayet açıklanıyor. (Ene Mehmed)
Selam
Mehmed kardeş
Nahl 44 te Peygambere verien açıkla (beyyene) emri sana göre kurana ek ilave hükümler getirmekmidir, yani hadislermidir
Kalk
; denildiği zaman bu ifadeden ellerin üstünde amuda kalkmak ta anlaşılabilir.Ancak oturmakalk denilmişse, bu ifadeden ayağa kalkmak,tan başka bir anlam çıkarmak, sözü tahrif etmekten başka bir şey değildir değilmi?
Bu örnek; her kavram
ın zıddı için geçerlidir.Şimdi bakalım Rabbimiz beyyene fiilinin zıddı olan hangi kavramı kullanmaktadır
Bakara 159
İndirdiðimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri, insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra (min ba,di beyyennahu linnasi) gizleyenler var ya! (innelezine yektumune) mutlaka onlara Allah lanet eder"
Aliimran 187 Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara aç
ıklayacaksınız(le tubeyyinunennehu), onu gizlemiyeceksiniz.( ve la yektumune)" diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştirdiler"
Bu ayetlerde görüldü
ğü gibi açıklama (beyyene) fiilinin zıddı olan gizleme (keteme) fiili kullanılmıştır.
Dolayısıyla nahl 44 te peygambere emredilen ALLAH'tan aldığı vahiyleri gizlemeden bildirmesinden ibarettir
Allah Resulüde elbette hiç bir vahyi gizlemeden insanlara ulaştırmıştır ki ben buna şahadet ederim
Şimdi senin mantığına göre (aslında şafinin) nisa 187 ye göre ehli kitabın sünnetine, hadislerinedemi uymamız gerekir.Zira Allah c.c. bu emri sadece Peygambere değil,Ehli kitabada vermiş.
Hadi buyur ne dersin, ehli kitabın hadislerinedemi uyalım
Katılma Tarihi: 31 mart 2005 Yer: Germany Gönderilenler: 380
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
Kısa bir ılave daha
Aynı durum kıyamet suresinde de şöz konusu
16- Onu hemen okumak için dilini depretme.
17- Kuşkusuz onu derleyip toplamak bize aittir.
18- O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et.
19- Sonra onu açıklamak da bize aittir.
Ayetlerin bütününü göz önünde tuttuğumuzda,Allah Resulü,nün kendine gelen vahiyleri unuturum endişesiyle,bir takım gereksiz çabalar içinde olduğu anlaşılıyor.
Allah Teala ise Resulünü teskin etmek için '' vahiyleri unuturum, kaybederim endişesiyle gereksiy yere telaşa kapılma, biz onları tek tek sana açıklarız, anlamımnda''
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma