Yazanlarda |
|
celebi Uzman Uye
Katılma Tarihi: 30 nisan 2005 Gönderilenler: 167
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
HER DOĞAN ÇOCUK İSLAM FITRATIYLA, HANİF FITRATIYLA DOĞAR. SONRA ANNESİ-BABASI ONU YAHUDİ, MECUSİ, PUTPEREST YAPAR.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: "Her doğan çocuk İslâm fıtratıyla, hanif fıtratıyla doğar; sonra annesi, babası onu Yahudi, mecusi, putperest yapar." Resulullah'ın, bu hadis-i şerifle, bizlere ulaştırmak istediği mesajı Kur'ân-ı Kerim âyetleriyle açıklayalım; Yüce Rabb'imiz, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz'e buyuruyor ki: "Baban İbrâhîm'in dinine tâbî ol." Allahû Teâlâ bizler için de,"Babanız İbrâhîm'in dinine tâbî olun." emrini Nahl Suresinin 123. âyet-i kerimesinde vermektedir. Babamız Hz. İbrâhîm (A.S)'ın dini hanifti. Acaba hanif dini nedir? ENAM-76,77,78: "Felemmâ cenne aleyhilleylü reâ kevkebâ, kaâle hâzâ rabbiy, felemmâ efele kaâle lâ uhibbül'âfiliyn, felemmâ re'elkamere bâzigan kaâle hâzâ rabbiy, felemmâ efele kaâle lein lem yehdiniy rabbiy le'ekûnenne minelkavmiddâlliyn, felemmâ re'eşşemse bâzigaten kaâle hâzâ rabbiy hâzâ ekber, felemmâ afelet kaâle yâ kavmiy inniy beriy'ün mimmâ tüşrikûn." İbrâhîm üzerine gece basınca bir yıldız gördü. "Budur benim Rabbim" dedi. Fakat yıldız batınca, "Ben batanları sevmem" dedi. Sonra, Ay'ı doğarken görünce, "Budur benim Rabbim" dedi. Fakat batıp gidince,"Eğer Rabb'im bana hidayet etmemiş olsaydı, muhakkak ki sapıklardan olurdum" dedi. Daha sonra Güneş'i doğar halde görünce, "Budur benim Rabb'im, bu hepsinden daha büyük" dedi. O da batınca, "Ey kavmim! Gördüğünüz gibi, bunların hepsi yok olan varlıklardır. Ben sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan berîyim" dedi. İşte hanif dininin esas mesajı, şirkten berî olmaktır ve yüce Rabb'imiz En'am Suresinin 79. âyet-i kerimesinde bunu ifade ediyor: "İnniy veccehtü vechiye lilleziy fetaressemâvâti vel'arda haniyfen ve mâ ene minelmüşrikiyn." Şüphesiz ben, hanif olarak vechimi gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan değilim. İşte, hanif dininin aslı budur. Tek Allah'a îmân etmek ve dünya hayatını yaşarken Allah'a ulaşmayı dilemek. Allahû Teâlâ Hz. İbrâhîm Aleyhisselamı seçmiş ve Hz. İbrâhîm Aleyhisselam babasına: "Sen putları niye ilâh ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, milletini de apaçık bir dalâlette görüyorum." diyor. MÜMTEHİNE-4: "Kad kânet leküm üsvetün hasenetün fiy ibrâhiyme velleziyne ma'ah, iz kaâlû likavmihim innâ büreâü minküm ve mimmâ ta'büdûne min dûnillâhi kefernâ biküm, ve bedâ beynenâ ve beynekümül'adâvetü velbağdâü ebeden hattâ tü'minû billâhi vahdeh, illâ kavle ibrâhiyme liebiyhi le'estagfirenne leke." Gerçekten İbrâhîm ve onunla birlikte olanların sözlerinde sizin için güzel bir örnek vardır. Onlar vaktiyle kavimlerine: "Biz sizlerden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Siz, tek Allah'a îmân edinceye kadar aramızda ebedi bir düşmanlık ve öfke başgöstermiştir" dediler. Ancak İbrâhîm'in babasına şöyle demesi müstesna olmuştur: "Elbette senin için Rabb'imden mağfiret dileyeceğim." O halde görülüyor ki, Allahû Teâlâ Hz. İbrâhîm (A.S)'ı bu istikamette bizler için örnek tayin ediyor. Acaba Hz. İbrâhîm (A.S)'ın örnek seçilmesinin hikmeti ne? EN'AM-75:"Ve kezalike nüriy ibrâhiyme melekûtessemâvâti vel'ardı ve liyekûne minelmûkıniyn." Biz İbrâhîm'e yerin, göğün melekûtunu gösteriyorduk ki, yakîn sahibi olsun. BAKARA-124: "Ve izibtela ibrahiyme rabbühu bikelimatin feetemmehünn kale inniy ca'ılüke linnasi imam." Rabb'i, İbrâhîm'i birtakım kelimelerle imtihan etti. O bunları tamamen yerine getirdi ve Rabb'i "Ben seni muhakkak ki insanlara imam kılacağım" buyurdu. BAKARA-131: "İz kale lehu rabbühu eslim kale eslemtü lirabbil'alemiyn." Rabb'i O'na: "Ya İbrâhîm, âlemlerin Rabb'ine teslim ol" deyince, "Ben âlemlerin Rabb'ine teslim oldum" dedi. İşte hanif dini, İslâm dini tek Allah'a îmân etmeyi ve o ilâh'a teslim olmayı ifade ediyor. Bu evrensel dini, kayyım dini, ezeli ve ebedi tek dini Hz. İbrâhîm Aleyhisselam ve Yakup Aleyhisselam evlatlarına miras bırakıyor. BAKARA-132: "Ve vassa biha ibrahiymü beniyhi ve ya'kub ya beniyye innallahestafa lekümüddiyne felâ temutünne illâ ve entüm müslimun." Hz. İbrâhîm Aleyhisselam oğlu Yakup Aleyhisselam evlatlarına dedi ki: "Şüphesiz Allah sizin için hanif dinini, İslâm dinini seçti. Artık siz Allah'a teslim olmadan evvel ölmeyin." (Yâni ölmeden evvel Allah'a kesinlikle teslim olun.) Her doğan çocuk tek Allah'a îmân etmenin ve tek Allah'a teslim olmanın yetenekleriyle doğuyor. Daha sonra annesi, babası onu Yahudi, mecusi, putperest yapıyor. Allah'ın Resûl'ü hadis-i şerifiyle acaba neyi kastediyor? Hz. İbrâhîm (A.S)'ı Allahû Tealâ seçiyor ve yakîn sahibi kılarak onu Sıratı Müstakiym üzerinde imam tayin ediyor. Sırat-ı Müstakiym üzerinde Allahû Teâlâ'nın vazifeli kıldığı imamlar açısından baktığımızda, Âdem (A.S)'dan Kıyamet gününe kadar imamlar arasında bir fetret döneminin söz konusu olmadığını görürüz. Sırat-ı Müstakiym üzerine seçilen imam, ya Allah'ın nebîsidir veya Allah'ın velîsidir. Bu sebeple, imamlık müessesesi açısından bir fetret dönemine rastlamak mümkün değildir. Elbette ki, her doğan çocuk İslâm fıtratıyla, hanif fıtratıyla doğacaktır. Çünkü, Sırat-ı Müstakiym üzerinde vazifeli olan zamanin imamı Allah'a davet etmektedir. FUSSILET-33 "Ve men ahsenü kavlen mimmen de'â ilallahi ve amile sâlihan ve kaâle inneniy minelmüslimiyn." Ben teslim olanlardanım deyip salih amel işleyerek Allah'ın Zatı'na çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Allah'a davet etmekle kalmayıp, aynı zamanda Sırat-ı Müstakiym üzerinde de vazifeli olan imam, insanların ruhlarını Allah'a teslim etmektedir, onları hidayete erdirmektedir. İşte, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in; "Her doğan çocuk hanif fıtratıyla, İslâm fıtratıyla doğar." mesajı bunun açıklamasıdır. Ama eğer doğan çocuğunk, zamanın imamı'nın davetine uyması ve zamanın imamı'na tâbî olması gerekirken, annesine ve babasına tâbî olursa o zaman buradaki durum nasıldır? İşte, bunun için Allahû Teâlâ birçok âyet-i kerime vaz'etmiştir. Bunlardan bir tanesi de Maide Suresinin 104. âyet-i kerimesi. Allahû Teâlâ buyuruyor ki: "Ve izâ kıyle lehüm te'âlev ilâ mâ enzelallahü ve ilerresûli kaâlû hasbünâ mâ vecednâ aleyhi âbâenâ, evelev kâne abaühüm lâ ya'lemûne şey'en ve lâ yehtedûn." Onlara: "Gelin, Allah'ın indirdiğine ve resulün açıklamalarına tâbî olun" denildiği zaman, "atalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter" dediler. Allahû Tealâ cevap verir: "Ataları (Allah'a ulaşmamışsa), hidayete ermemişse ve (Allah'ın ilminden) birşey bilmiyorsa da mı?" Zamanın imamı'nın görevlerini Allahû Teâlâ âyet-i kerimede net olarak açıklıyor: AL-İ İMRAN-164 "Yetlû aleyküm âyâtihi ve yüzekkiyhim." O size âyetlerimizi okur ve sizin nefsinizi tezkiye eder. Zamanın imamı'nın lisanıyla âyetlerin kendisine açıklandığı kişi, bu âyetlere îmân ederse, ilim sahibi olur ve zamanın imamı'na tâbî olduğu takdirde de hidayete erer. Kişi, zamanın imamı'nın yerine, annesini, babasını geçirirse, zamanın imamı'na tâbî olmaz ve anne - baba da Allah'ın âyetlerinden birşey bilmiyorsa, o kişi hidayete eremez. O halde, her doğan çocuk, İslâm fıtratıyla doğar, demekten murad; her doğan çocuğun ömür sermayesi içerisinde zamanın imamı'nın davetine muhatap olduğu olması ve bu daveti kabul ederek zamanın imamı'na tâbî olması halinde, muhakkak hidayete ereceği, Allah'a vâsıl olacağıdır. Eğer, zamanın imamı'nın yerine anne-baba geçerse ve anne-baba Allah'ın âyetlerinden bir ilmin sahibi değilse, (Zamanın imamı'na tâbî olmadıkları için) hidayete ermemişlerse o zaman o kişi de şirkin içerisinde kalır. Sonuçta onun annesi, babası onu Yahudi, mecusi, putperest yapar. Buradaki Yahudi'nin temel özelliği, dünyaya haris olmaları, dünyaya herkesten fazla rağbet etmeleridir. Mecusi ise, ateşe tapanlar olarak Kur'ân-ı Kerim'de açıklanmaktadır. Putperestler, yine şirk içinde olan, puta tapan insanlardır. O halde kişi Allah'ın davetine uymadığı takdirde, zamanın imamı'na tâbî olmadığı takdirde, kesinlikle şirkin içinde kalmaktadır. Allahû Teâlâ Bakara Suresinin 170 ve 171. âyet-i kerimelerinde buyuruyor ki: "Ve izâ kıyle lehümüttebi'û mâ enzelallahü kaâlû bel nettebi'u mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ, evelev kâne âbâühüm lâ ya'kılûne şey'en ve lâ yehtedûn ve meselülleziyne keferû kemeselilleziy yen'ıku bima lâ yesma'u illâ du'âen ve nidâ', sümmün bükmün umyün fehüm lâ ya'kılûn." Onlara "Allah'ın indirdiğine (Kur'ân'a) uyun" dendiğinde, "hayır, biz atalarımızın tuttuğu yoldan yürürüz, atalarımıza tâbî oluruz" derler. Ya ataları akletmemişse ve hidayete ermemişse de mi? Allahû Teâlâ'nın davetçisinin davetine uymayan insanlar, küfür ehli misali o kâfirler çobanlarının sözünü anlamayan, ancak onun bağırıp çağırmasını işiten hayvanlara benzerler. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Onlar Kur'ân-ı Kerim'i işitip anlayamazlar. İşte, tek Allah'a iman edip Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerin hali bu noktadadır. Ama, farklı bir durum da söz konusu olabilir. Hz. Lokman (A.S)'ın evladına nasihatlerinde olduğu gibi: LOKMAN-12 "Ve lekad âteynâ lokmânelhikmete enişkür lillâh, ve men yeşkür feinnemâ yeşkürü linefsih, ve men kefere feinnallahe ganiyyün hamiyd." Andolsun ki biz Lokman'a Allah'a şükret diye ilim ve hikmet verdik. Kim Allah'a şükrederse ancak kendi faydası için şükreder. Kim de nankörlük ederse şüphesiz ki Allah ondan müstağnidir. Allahû Tealâ'nın, Lokman (A.S)'a hikmet verdiğini ve Hz. Lokman'ın da bu hikmetin şükrünü, hamdini eda etme babında çevresindeki insanlara nasihat ettiğini görüyoruz. En yakın çevresi elbette ki evladüiyalidir, ailesidir. LOKMAN-13 "Ve iz kaâle lokmânü libnihi ve hüve ya'ızuhü yâ büneyye lâ tüşrik billâh, inneşşirke lezulmün azıym." Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: "Oğulcağızım, Allah'a şirk koşma, şirk en büyük zulümdür." Görülüyor ki, Allahû Teâlâ'nın Sırat-ı Müstakiym üzerinde vazifeli kıldığı imam, evladına evvel emirde Allah'a şirk koşmamayı öğüt veriyor. Yâni nehyi anil münkerle hitap ediyor. "Allah'a şirk koşma, şirk en büyük zulümdür." Yine Allahû Teâlâ Lokman Suresinin 15. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki: "Ve in câhedâke alâ en tüşrike biy mâ leyse leke bihi ilmün felâ tütı'hümâ ve sahıbhümâ fiyddünyâ mağrûfen vettebi' sebiyle men enâbe ileyy." Bununla beraber annen, baban bilmediğin birşeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve Bana ulaşanın yoluna tâbî ol. Bu âyet-i kerime, hadis-i şerifin açıklamak istediğimiz nirengi noktasını ifade ediyor. Çocuğun anne-babası, bilmedikleri birşeyi Allah'a şirk koşarlarsa, o çocuğun onlara itaat etmemesini Allahû Teâlâ bize öğütlüyor. Ama itaat etmemekle birlikte, dünya hayatında onlarla iyi geçinmemiz isteniyor. Allahû Teâlâ hangi yola tâbî olmamızı emir buyuruyor? "Vettebi' sebiyle men enâbe ileyye." "Bana ulaşanın yoluna tâbî ol (velîlerin yoluna tâbî ol)" Çünkü, Allah'a ulaşan kişi, Allah'ın velîsidir. Allah'a ulaşan kişi, hidayete ermiş kişidir. Öyleyse, Lokman Suresinin 15. âyet-i kerimesiyle Allahû Teâlâ, hidayete eren, Allah'ın Zat'ına ulaşan velîlerin yoluna tâbî olunmasını bizlere emrediyor ve anne-baba Allah'ın ilminden birşeye sahip değilse, hidayete ermemişse, o cahil olan anne-babanın, Allah'a bilmeden birşeyi ortak koşmayı çocuklarına emretmelerini ve o emre itaat edilmesini Allahû Teâlâ istemiyor. O zaman, Allah'ın Zat'ına ulaşana itaat etmemizi emir buyuruyor. Evliyalık açısından meseleye bakıldığında bir fetret dönemine rastlamak mümkün değildir. Çünkü, hangi zaman parçasını incelerseniz inceleyin mutlaka o kavimlerde Allah'ın Zatı'na ulaşan Allah'ın velîleri vardır ve Allahû Tealâ, "velî olarak, hidayete ermiş olarak "Bana ulaşanın yoluna tâbî ol." buyurmuştur. Hz. Lokman, zamanın imamı olarak en yakın çevresi olan evladına nasihatta bulunuyor ve özellikle tek Allah'a îmân etmesini ve mutlaka Allah'ın kendisi için tayin ettiği mürşide tâbî olmasını, öneriyor. LOKMAN-14:"Ve vassaynel'insâne bivâlideyh, hamelethü ümmühü vehnen alâ vehnin ve fisâlühü fiy âmeyni enişkürliy ve livâlideyk, ileyyelmasıyr." Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını, ihsanla davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle karnında taşımıştı. Sütten kesilmesi iki yıl sürer. Bana, anne-babana şükret, dönüşün Bana'dır. LOKMAN-16 "Yâ büneyye innehâ in tekü miskaâle habbetin min hardelin fetekün fiy sahretin ev fiyssemâvâti ev fiyl'ardı ye'ti bihallah." Oğulcuğum, işlediğin şey bir hardal tanesi kadar olsa, bir kaya içinde veya göklerde veya yerin dibinde gizlense dahi Allah onu muhakkak ki çıkaracaktır. LOKMAN-17: "Yâ büneyye ekımıssalâte ve'mür bilmağrûfi venhe anilmünkeri vasbır alâ mâ esâbek, inne zâlike min azmil'ümûr." Namaz kıl ve marufla emret ve münkerden sakındır. Sana isabet eden musibetlere sabırlı ol. Bu, kesinlikle azim sahibi olan işlerdendir. LOKMAN-18: "Ve lâ tüsa'ır haddeke linnâsi ve lâ temşi fiyl'ardı merehâ, innallahe lâ yuhıbbü külle muhtâlin fahûr." İnsanlardan yüzünü çevirerek yeryüzünde çalımla yürüme. Zira Allah kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez. LOKMAN-19:"Vaksıd fiy meşyike vagdud min savtik, inne enkerel'asvâti lesavtülhamiyr." Yürüyüşünde mütevazi ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir. LOKMAN-21:"Ve izâ kıyle lehümüttebi'u mâ enzelallahü kaâlû bel nettebi'u mâ vecednâ aleyhi âbâenâ, evelev kâneşşeytânü yed'ûhüm ilâ azâbissa'ıyr." Onlara, "Allah'ın indirdiğine tâbî olun, denildiği zaman: "Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola, dine uyarız" dediler. Allahû Teâlâ cevap veriyor: "Ya şeytan onları cehennem azabına çağırıyorsa?" O halde görülüyor ki, Allah'ın indirdiğine tâbî olmayan kişi, şirk içinde olan bir küfür ehline tâbî oluyor. O şirk içinde olan kişiye vahyeden ise iblistir. Allahû Teâlâ bu sebeple âyet-i kerimede "Şeytan onları cehenneme çağırıyorsa da mı?" diyor ve 22. âyet-i kerimede noktayı koyuyor: LOKMAN-22:"Ve men yüslim vechehü ilallahi ve hüve muhsinün fekadistemseke bil'urvetilvüskaâ, ve ilallahi âkıbetül'ümûr." Kim vechini Allah'a, (tek ilâh'a) teslim ederse ve Muhsin'lerden olursa (veya kim İhlas sahibi olarak kendisini Allah'a teslim ederse), o en sağlam kulp olan mürşidin eline sarılır. (Çünkü, urvetilvüska mürşidin elidir.) BAKARA-256 "Lâ ikrâhe fiyddiyni kad tebeyyenerrüşdü minelgayy, femen yekfür bittâguûti ve yü'min billâh, fekadistemseke bil'urvetilvüskaâ lenfisâme lehâ." Dinde zorlama yoktur, irşad yolu ile gayy yolu kesinlikle birbirinden ayrılmış, açıklanmıştır. Kim tağutu inkâr eder, (Sırat-ı Cehiym'i terkeder ve) Allah'a îmân ederse, o (Sırat-ı Müstakiym üzerinde olan) urvetilvüskaya, (Allah'tan kopması mümkün olmayan zamanın imam'ının eline, mürşide) sarılır. Evliyanın düstur haline getirdiği temel mesaj şudur: "El ele, El Hakk'a." Mürşidin elini, zamanın imamının elini tuttuğumuz zaman, zamanın imamının diğer eli Hakk'ın eli olduğu için Hakk'ın elini tutmuş oluruz. Kısacası, Allahû Teâlâ bu mesajla herkesin hanif fıtratıyla, İslâm fıtratıyla doğduğunu ve İslâm standartları içerisinde yaşamasını emir buyuruyor. Ancak bu doğan çocuk İslâm fıtratıyla, hanif fıtratıyla doğmasına rağmen şirk içinde olan anne ve babasına uyarak putperest olabiliyor. Dileyen herkesin Kur'ân'daki İslâm'ı Allahû Teâlâ'nın emrettiği biçimde evvela Allah'ın davetine uyarak, daha sonra bu daveti gerçekleştirmek üzere Sırat-ı Müstakiym üzerinde vazifeli olan zamanın imam'ına tâbî olarak Allah'ın kendisine yaşamayı nasip kılması dileklerimizle...
.....Devam edecek
Mihircilere ait mutlulugunsirri\hanifdini.htm sitesinden alinmitir.
celebi
__________________ Dabbetciler icin buraya: Bu Allah'in Dabbeti: www.hansvonaiberg.org
Iskenderciciler icin buraya: Buda Allah'in Mehdisiymis! www.iskenderalimihr.com bakabilirsiniz
|
Yukarı dön |
|
|
celebi Uzman Uye
Katılma Tarihi: 30 nisan 2005 Gönderilenler: 167
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ALLAH'IN EVLİYASINA TÂBÎ OLANLAR, ŞÂKİLERDEN OLMAZLAR.
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimizin bir hadis-i şerifini açıklamak istiyorum inşallah. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz şöyle buyuruyor: "Allah'ın evliyasıyla beraber olanlar, şâkilerden olmazlar." Allah'ın evliyası kimdir? Kur'ân-ı Kerim'in standartları içerisinde düşündüğümüz zaman, Allah'a giden yaklaşım basamaklarının 21.sinde kişinin ruhu Allah'a vasıl oluyor ve Allah'a vasıl olan kişi Allah'a dost oluyor. 223. basamakta Beka'ya ulaştığı zaman Allah da ona dost oluyor. Kulun Allah'a dost olması, Allah'ın kula dost olmasının karşılıklı olarak gerçekleşmesi Kur'ân-ı Kerim'de bir çok ayet-i kerimede açıklanmış. Yüce Rabbimiz: YUNUS-62, 63 "Elâ inne evliyâallâhi lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn, elleziyne âmenû ve kânû yettekuûn. lehümül büşra fiy hayatüddünya ve fiyl ahireti." Bilin ki Allah'ın evliyası için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar. Onlar mümin olup takvaya ulaşanlardır. Onlar için ahiret hayatında da dünya hayatında da müjde vardır. Kur'ân-ı Kerim'e göre bir insanın mü'min olabilmesi için, mutlaka Allahû Teâlâ'nın kendisi için tayin ettiği bir mürşide ulaşması lâzım. O halde hadis-i şerifte de beyan buyurulan "Allah'ın evliyasıyla beraber olanlar şakilerden olmazlar" yâni cehenneme gitmezler. Kur'ân-ı Kerim'de Allahû Teâlâ'nın "şâki" ismiyle adlandırdığı kişiler, Kıyamet gününden sonra ahiret hayatında cehenneme giden kişilerdir. Yâni cehennem azabıyla azaplananın, Kur'ân-ı Kerim'deki ismi, "şâki". Buna karşılık ahiret hayatında cennet hayatını yaşayan insanların Kur'ân-ı Kerim'deki ismi "said". Bu hadis-i şerifteki beraberlik elbetteki bir tâbîiiyeti, bir bağlılığı ifade ediyor. Evvel emirde cehennem azabından kurtulabilmenin ön şartı îmân sahibi olmaktır. Ama kişinin kalbine îmânın yazılması ancak ve ancak bu dünya hayatında Allah'ın kendisi için tayin ettiği velî mürşide tâbî olmakla eşdeğerdir. Nitekim 14 asır evvel Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz'e bir Bedevi soruyor: "Ya Resulullah biz dinimizi senden öğrendik. Ama bizden sonraki insanlar dinlerini kimden öğrenecekler?" deyince, Peygamber Efendimiz: "Evliyadan" diyor. O halde sahabe dinini nebîden öğrendi. Son nebî olan Peygamber Efendimiz'den öğrendi. Ama o günden bu güne kadar kurtuluşa ulaşan bütün insanlar dinlerini kesinlikle evliyadan öğrendi. Çünkü Allahû Teâlâ'nın insanı Eşref-i Mahlûkat kılmasındaki temel faktörlerden bir tanesi de, dünya hayatını yaşarken ruhen Allah'a ulaşma yetkisidir. Bu dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'ın Zat'ına ulaşması ya velâyet yoluyla gerçekleşir veya nübüvvet yoluyla gerçekleşir. Ölmeden evvel insan ruhunun Allah'ın Zat'ına ulaşması, nebîlerin eliyle gerçekleşiyorsa, bu olay nübüvvetle gerçekleşen bir olaydır. Ama ölmeden evvel insan ruhunun Allah'ın Zat'ına ulaşması, bir velî mürşidin himmetiyle gerçekleşiyorsa, bu olay da velâyet yoluyla gerçekleşen bir vuslattır. Ve kesinlikle îmânın kalbimize yazılmasını, mutlaka ve mutlaka ona ulaşmamızı, onunla birlikte olmamızı Allahû Teâlâ emrediyor. Kur'ân-ı Kerim'de bir çok âyet-i kerimede Yüce Rabbimiz buyuruyor ki; "Sabırlılarla beraber olun, Allah sabırlılarla beraberdir. Allah sabırlıları sever; Allah muttakilerle beraberdir;Allah muttakileri sever." Kimdir sabırlı olan kişi? Allah'ın velî mürşidleridir. Çünkü bir insan nefsini 7 kademede tezkiye ve tasfiye ederse, 27. basamakta İhlas'a ulaştığı zaman nefsinin manevi kalbindeki hastalıkların yerine ruhtaki hasletlerin gelip yerleştiğini ve sabırsızlık afeti yerine, o kişinin nefsinde sabır hasletinin fazilet adı altında yerleştiğini görüyoruz. Böyle bir insan sabrın sahibi midir? Evet. Böyle bir insanla Allahû Teâlâ kimin beraber bulunabileceğini beyan ediyor? Kendisinin. Allahû Teâlâ; "Vallahu meal muttekiyn." diye bir çok âyet-i kerimede bu temel mesajların varlığını görüyoruz. Allah takva sahipleriyle beraberdir. Allah muttakilerle beraberdir.Tabii takva sahibi deyince bu işin başlangıcı da var, bu işin en üst noktadaki durumu da var. Ön Ttakva sahibi olmak Allaha ulaşmayı dilemekle, sonrada mürşide tâbî olmakla başlıyor, ama takvanın en üst noktası olan üçüncü takva, takva elbisesi giydiğimiz İhlas noktasıdır. Kim nefsini Allah'a teslim etmişse, o kişi takva elbisesini giymiştir ve o kişi Allahû Teâlâ'nın Muttaki'lerindendir. Ve Yüce Rabbimiz buyuruyor ki, "Allah takva sahipleriyle beraberdir." O halde Yüce Rabbimizin sabır sahipleriyle beraber olması, takva sahipleriyle beraber olması boşuna bir olay değil. Allahû Teâlâ onlara kesinlikle yetki vermiştir. Bu yetki muvacehesinde kim onlarla beraber olursa Allahû Teâlâ, o evliyanın yüzü suyu hürmetine onu da kurtuluşa ulaştırıyor. İşte hadis-i şerifteki mesajlardan birincisi bu. "Allahû Teâlâ'nın velîleriyle beraber olanlar kıyamet gününde ahiret hayatında şâkilerden olmazlar." Şâkilerin kimler olduğunun temel şartı, velîlerle beraber olmayanlar. Çünkü gerçekten Kur'ân-ı Kerim'i incelediğimiz zaman tam 10 tane âyet-i kerime, kim Allahû Teâlâ'nın kendisi için tayin ettiği mürşide tâbî olmazsa dalâlette kalacağını beyan ediyor. İşte 1. âyet-i kerime: TAHA-123 "Kaâlehbitâ minhâ cemiy'an ba'duküm liba'dın adüvv, feimmâ ye'tiyenneküm minniy hüden femenittebe'a hüdâye felâ yadıllu ve lâ yeşkaâ." Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Benden size hidayet ve hidayetçiler gelecek. (Hidayetçi kimdir? Allahû Tealâ'nın evliyasıdır.) Kim onlara tâbî olursa (yani kim onlarla beraber olursa), onlar dalalette kalmazlar. Şâki de olmazlar. Dalâlette kalmak, şâkilerden olmayı ifade ediyor. Dalâlette kalmamak ise, ahiret hayatında şâkilerden olmamayı ifade ediyor. Zaten, "Felâ yadıllu ve lâ yeşkaâ" bu mesajı ifade ediyor. Onlar dalâlette kalmaz ve şakilerden olmazlar. Dünya hayatını yaşarken bir insanın dalâlette kalmaması ve şâkilerden olmaması neyi, o kişinin Allahû Teâlâ'nın evliyasıyla beraber olmasını, ifade ediyor. 2. âyet-i kerime: 28/ KASAS-50 : Fein lem yesteciybû leke fa'lem ennemâ yettebi'ûne ehvâehüm, ve men edallü mimmenittebe'a hevâhü bigayri hüden minallah, innallahe lâ yehdiylkavmezzâlimiyn Eğer sana (senin hidayete erdirme davetine) icabet etmezlerse (uymazlarsa), o zaman bil ki onlar hevalarına (nefslerine) tâbî olmuşlardır. Allah'tan (Allah'ın tayin ettiği) hidayetçiye değil de hevasına (nefsine) tâbî olan kişiden daha çok dalâlette olan kim vardır? Muhakkak ki Allah zalim kavimleri hidayete erdirmez. KASAS-50 "Fein lem yesteciybû leke." Eğer senin davetine icabet etmezlerse. Bu âyet-i kerimede sözü geçen Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz'dir. Ama O'nun olmadığı dönemlerde O'nun varisleri olan velî mürşidlerdir. Bu gün hayatta olup da Allahû Teâlâ'nın irşadla vazifeli kıldığı velî mürşidlerin davetine icabet etmeyenler, onlar heva ve heveslerine tâbî oluyorlar. Onlar Allah'tan bir hidayetçiye tâbî olmadıkları takdirde, apaçık bir dalâlet içinde kalacaklarını Allahû Teâlâ bu âyet-i kerimede ifade ediyor. 3. âyet-i kerime, velî mürşidlerin Allah'ın davetiyle beraber insanlara geldiklerini Allah beyan ediyor: AHKAF-32 "Ve men lâ yücib dâ'ıyallahi feleyse bimu'cizin fiyl'ardı ve leyse lehü min dûnihi evliyâ', ülâike fiy dalâlin mübiyn." Kim Allah'ın davetçisinin davetine icabet etmezse, (kim Allah'ın velî mürşidlerinin getirdiği davete icabet etmezse) onlar Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamazlar onların Allahû Teâlâ'dan başka velîleri de yoktur, onlar apaçık bir dalâlet içerisinde kalırlar. Apaçık bir dalâlet içerisinde kalmak, ahret hayatında şakilerden olmayı ifade ediyor. Bu âyet-i kerimede Allahû Teâlâ bir kere daha ispat ediyor ki, velî mürşidle beraber olmayan kişinin ahret hayatında gideceği yer cehennemdir yani şakilerden olacaktır. 4. âyet-i kerime: ARAF-186 "Men yudlilillâhü felâ hâdiye leh, ve yezerühüm fiy tuğyânihim ya'mehûn." Allah kimi dalalette bırakırsa, onun için hidayet söz konusu değildir. Allah onu nefsinin şaşkınlığı içinde bırakır. Allah kimi dalâlette bırakmışsa demek, o kişinin kendi mürşidine bağlı olmaması demektir. Kendi mürşidiyle beraber olması halinde hidayete erecekti. Ama o kişi velî mürşidine ulaşmamıştır, o kişi dalâlette kalmıştır ve Allahû Teâlâ buyuruyor ki, "o kişiyi ben, nefsinin şaşkınlığı içerisinde bırakırım." 5. âyet-i kerime: KEHF-17 "Ve men yudlil felen tecide lehü velîyyen mürşidâ." Allah kimi dalalette bırakırsa, onun için bir velî mürşid bulunmaz. Demek ki bir velî bulunmaz diyen kişiise, velî mürşidle dünya hayatında beraber olmayacak olan insan dalâlette kalacaktır., 8 tane âyet-i kerime grubu, dalâlette olan insanların ahiret hayatında cehenneme gitmiş gidecek olmaları hasebiyle, şâkilerden olmaktır. Bu âyet-i kerime de bize, bu hadis-i şerifi kesinlikle teyid ediyor. 6. âyet-i kerime: ZÜMER-23 "Ve men yudlilillâhü femâ lehü min hâd." Allah kimi dalalette bırakırsa onun için bir hadi (hidayetçi) yoktur. Yâni o kişi Allah'ın kendisi için tayin ettiği velî mürşidle beraber olmadığı için o dalalette kalacaktır. Yani şâkilerden olacaktır. 7. âyet-i kerime: CASİYE-23 "Efere'eyte menittehaze ilâhehü hevâhü ve edallehullahü alâ ilmin ve hateme alâ sem'ıhî ve kalbihî ve ce'ale alâ basarihî gışâveh." O nefslerini ilâh edinenleri görmüyor musun, Ey Resûl'üm. Allah onları bir ilim üzere dalâlette bırakmıştır. Kalplerini ve kalp kulaklarını mühürlemiştir. Kalp gözleri üzerine de gışavet adlı bir perde yerleştirmiştir. Bunlar nefslerini ilâh edinenler; bunlar Allahû Teâlâ'nın kendileri için tayin ettiği mürşide tâbî olmayanlar, heveslerine tâbî olan insanlardır. 8. âyet-i kerimesinde, dünya hayatında kendi velî mürşidleriyle beraber olan insanların durumunu açıklıyor: NAHL-36 "Ve lekad be'asnâ fiy külli ümmetin resûlen eni'büdullahe vectenibûttâguût, feminhüm men hedallahü ve minhüm men hakkat aleyhiddalâleh." Biz bütün ümmetlerin içinde taguttan insanları içtinab ettirsinler ve Allah'a abd olsunlar diye, biz Resûl'ler ba's ettik. (Yani velî mürşidler ba's ettik). Onlardan bir kısmı Allah'a hidayete erdiulaştı, bir kısmının ise üzerine dalâlet hak oldu. Bu âyet-i kerimede sözü geçen Resûl, Allahû Teâlâ'nın velî mürşididir. Kim o velî mürşide tâbî olursa, onunla beraber bulunursa, onun üzerine hidayet gerçekleşmiştir. Kim de ondan ayrılırsa dalâlet onun üzerine hak oluyor. Bir insanın üzerine dalâletin hak olması demek, Kıyamet gününden sonraki ahiret hayatında o kişinin şâkilerden olması ve sonucunda da o kişinin cehenneme gitmesi demektir. 9. âyet-i kerimesinde ifade edilen resul de aynı mürşid resuldür. Allahû Tealâ buyuruyor ki: AL-İ İMRAN-164 "Lekad mennallahü alelmü'miniyne iz be'ase fiyhim resûlen min enfüsihim yetlû aleyhim âyâtihi ve yüzekkiyhim ve yü'allimühümülkitâbe velhikmeh, ve in kânû min kablü lefiy dalâlin mübiyn." Biz bütün müminlerein üzerine (başının üzerine) nimet olmak üzere yaşadıkları zaman parçası içerisinde kendi içlerinden bir Resûl, bir velî-mürşid baea's ettik. O Allah'ın evliyası onlara Allah'ın âyetlerini tilavet ediyor, açıklıyor, onların nefsini tezkiye ediyor, onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Onlar Allahû Teâlâ'nın resulüne yani velî mürşidine tâbî olmadan evvel apaçık bir dalâlet içerisindeydiler. Bütün bu dokuz tane âyet-i kerime bize bir temel gerçeği ifade ediyor ki, Allahû Tealâ'nın kendisi için tayin ettiği velî mürşidle beraber olmayan insan, ahiret hayatında şâkilerden olacaktır ve gideceği yer cehennemdir. Tövbe Suresinin 119. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz buyuruyor ki, "sadıklarla beraber olunuz." Kimdir sadıklar? Sadıkların kim olduğunu bilmek istiyorsak, Al-i İmran Suresinin 17. âyet-i kerimesine bakmamız lâzım. AL-İ İMRAN-17: "Essâbiriyn, vessâdıkıyn, velkaânitiyne velmünfikiyn, velmüstagfiriyne bil'eshâr." Sabırlılar, sadıklar, teslim olanlar, infak edenler, seher vaktinde istiğfar edenler. Bu âyet-i kerimesiyle seher vaktinde bu vasfa sahip olan insanların Tövbe-i Nasuh'la tövbe ettiklerini ve Salâh'a ulaştıklarını ifade ediyor. O halde, "Sadıklarla beraber olunuz." dediği zaman, evet en alt seviyede yeminini yerine getiren bir insan da sadıktır, fizik vücudunu teslim eden insan da sadıktır. Ama üçüncü sadakatini ispat eden nefsini Allah'a teslim eden ve bir seher vaktinde Allah'ın Tövbe-i Nasuh davetiyle tövbe edip, Salâh'a ulaşan bir insan sadıktır. Allahû Teâlâ, Tövbe Suresinin 119. âyet-i kerimesinde, "Sadıklarla beraber olunuz." mesajını verirken bu tip Salâh'ta olan sadıklarla beraber olmamızı bize öğütlüyor. Bu beraberlik bizim Allah'ın evliyasıyla beraber olmamızı ifade ediyor. Bu da bizi ahiret hayatında kesinlikle kurtuluşa ulaştırıyor. Daha bu meyanda bir çok âyet-i kerime bize kesinlikle Allahû Teâlâ'nın velî mürşidine tâbî olmamızı farz kılıyor. Mürşidi aramanın, onunla beraber olmanın işaretlerini Allahû Teâlâ üç grup âyet-i kerimede veriyor. Maide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki Rabbimiz: "Vebteguû ileyhilvesiylete." Sizi Allah'a ulaştırmaya kim vesile olacaksa, o vesileyi Allah'tan isteyin. Cin Suresinin 14. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki: "Ve ennâ minelmüslimûne ve minelkaâsitûn, femen esleme feülâike teharrev reşedâ." Bizden Allah'a teslim olanlarda var ve bizden kalbi kasitun olan insanlar da var. Teslim olmak isteyen mürşidini arar. Ve üçüncü âyet-i kerime Nahl Suresinin 9. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki: "Ve alallahi kasdüssebiyli ve minhâ cair, ve lev şâe lehedâküm ecma'ıyn." Allah'a ulaştıran sebiylin, yolun tayini Allah'a aittir. Bir kısım yollar vardır eğridir. Allah dileseydi hepinizi hidayete ulaştırırdı. Allah, Allah'a ulaşmayı dileyen, Allah'ın hidayetini dileyen kişi için hidayeti diliyor. Allahû Teâlâ, bir kişinin hidayetini dilerse onu Allah'ın evliyasıyla beraber kılar. Nitekim Allahû Tealâ Mümin Suresinin 38. âyet-i kerimesinde: "Ve kaâlelleziy âmene yâ kavmittebi'ûni ehdiküm sebiylerreşâd." İrşadla Allah'ın vazifeli kıldığı kişi Allahû Tealâ'nın Zat'ına insanları davet ederken, bana tâbî olun ki Sebilür Reşada ben sizi ulaştırayım diyor. O halde bir Allah'ın evliyasına tâbî olmak, onunla beraber olmak, aynı zamanda Sebilür Reşadın üzerinde bulunmayı ifade ediyor. Nitekim iki grup âyet-i kerime bize kesinlikle bu mesajı ifade ediyor. Ayet-i kerimelerden bir tanesini ifade etmek istiyorum. Şura Suresinin 46. âyet-i kerimesinin son kısmında Allah şöyle buyuruyor: "Ve men yudlillâhü femâ lehü min sebiyl." Allah kimi dalalette bırakırsa onun için bir sebil bulunmaz. Bunu Kehf Suresinin 17. âyet-i kerimesiyle birleştirirsek; "Ve men yudlil felen tecide lehü velîyyen mürşidâ." İki âyet-i kerimenin birinci kısımları birbirine eşit olduğu için ikinci kısımlarının da sonuç itibarıyla eşdeğer olması lâzım. Velî mürşid = Allah'a ulaştıran bir yol. Allahû Tealâ, "Allah'a ulaştıran yolun, sebiylin tayini Allah'a aittir." buyuruyor. O zaman Allah'ın üzerinedir, mürşidin tayini. Hangi mürşidle beraber olmamız gerektiğini Allahû Teâlâ bize öğütlüyor. O tayin edeceğini beyan ediyor. O halde gerçekten Allah'ın tayin ettiği velî mürşidle beraber olmak kesinlikle bizi kurtuluşa ulaştırıyor. Bu açıdan da kesinlikle velî mürşide tâbî olmamızı Allahû Teâlâ bize farz kılıyor. Kimlerdir velî mürşidlerine tâbî olan insanlar? Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz hadis-i Şerifinde buyuruyor ki: "Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. 72 tanesi ateşe gidecek yani onlar şeytana tâbî olacak". 72 tanesinin ateşe gitmesi şeytana tâbî olması, bu 72 fırkanın küfürde kalmasını ifade ediyor. Çünkü Allahû Tealâ Bakara Suresinin 257. âyet-i kerimesinde bu temel gerçeği şöyle ifade ediyor: "Allahü veliyyülleziyne âmenû yuhricühüm minezzulümâti ilennûr, velleziyne keferû evliyâühümüttâguûtü yuhricûnehüm minen nûri ilezzulümât." Allah müminlerin velîsidir onları zulmetten nura çıkartır, kâfirlerin dostları taguttur onları nurdan zulmete götürür. Şeytana tâbi olan insanlar kâfirlerdir. Şeytana tâbi olan insanların evliyası velîsi şeytandır. O halde bir insan Allah'ın kendisi için tayin ettiği velî ile beraber olmazsa o kişinin velîsi şeytandır. Allahû Tealâ bunu Kur'ân-ı Kerim'de net olarak kesinlikle ispat etmiştir. O halde bir kere daha bu açıdan da meseleyi irdelediğimiz zaman, Allah'ın evliyasıyla beraber olmak bizler için kesinlikle bir kurtuluş senedidir. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz bu hadis-i Şerifine denk gelen iki ayet-i kerime grubu var. Bunlardan bir tanesi Enam Suresinin 153. âyet-i kerimesi, ikincisi ise Sebe 20, 21. Sebe 20,21'de Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki: "Ve lekad saddaka aleyhim ibliysü zannehü fettebe'ûhü illâ feriykan minelmü'miniyn." İblisin zannı onlar üzerinde gerçekleşti.
Neydi iblisin zannı? "Yarabbim kıyamet gününe kadar beni serbest bırakırsan, göreceksin ki senin Sırat-ı Müstakiym'in üzerine oturacağım. Önlerinden, arkalarından sağlarından, sollarından gireceğim hepsini saptıracağım. İhlas sahibi kulların müstesna." İşte, "İlla feriykan minelmü'miniyn" dediği zaman, bir tek müminler fırkası hariç hepsi şeytana tâbî oldu. O halde 73 fırkadan 72 tanesinin şeytana tâbî olması, bir tek fırkanın kurtuluşa ulaşması ki, bu fırka müminler fırkasıdır. Bu müminler fırkasının bir başka işaretini Allahû Tealâ Enam Suresinin 153. âyet-i kerimesinde veriyor: "Ve enne hâzâ sırâtıymüstekıymen fettebiûh, ve lâ tettebi'ûssübüle feteferreka biküm an sebiylih." İşte bu Sırat-ı Müstakiym'dir. Allah'a ulaştıran yoldur. Hepiniz ona tâbî olun. O Sırat-ı Müstakiym'den sizi ayıran yollara tâbî olmayın. Tâbî olmayın ki kesinlikle dalâlette kalırsınız. Bu müminler fırkası veya bir başka deyimle Sırat-ı Müstakiym üzerinde bulunan insanlar kimlerdir? İşte hadis-i şerifi açıklamak noktasından konuyu dile getirmek istiyorum. Kim Allahû Tealâ'nın evliyasıyla beraberse, kim Allah'ın kendisi için tayin ettiği velî mürşide tâbî ise o, Sırat-ı Müstakiym üzerindedir. Onun kalbine Allah imanı yazmıştır. O, fırka-ı naciyenin içerisinde yer almıştır. O halde doğal bir sonuç olarak Resulullah'ın hadis-i şerifini teyid eden bu ayetlerden de onu görüyoruz ki, Allah'ın evliyasıyla beraber olanlar, ahret hayatında kesinlikle şakilerden olmazlar. Bu konu açısından da kesin bir temel gerçekle karşı karşıyayız. Öte yandan Araf Suresinin 27. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor: "İnnâ ce'alneşşeyâtıyne evliyâe lilleziyne lâ yü'minûn." Biz şeytanı mümin olmayanlara dost kıldık. Demek ki kalbine îmân yazılmayan kişilerin dostu şeytandır. Mücadele Suresinin 22. âyet-i kerimesi gereğince Allah'ın evliyasıyla beraber olanların kalbine Allahû Tealâ "îmân" yazacaksa, onlar kurtuluşa ulaşanlardır. Ama Allah'ın evliyasıyla beraber olmayanların Allah'ın kalplerine îmânı yazmaması hasebiyle küfürde kalacaklar. Allahû Teâlâ onları şeytanlarla beraber kılıyor. 2/BAKARA-257: "Velleziyne keferû evliyâühümüttâğuûtü." O kâfirlerin dostları taguttur.
Yâni kâfir kimdir? Allahû Tealâ'nın kalbine Mücadele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre îmânı yazmadığı kişidir. Mümin kimdir? Allahû Teâlâ'nın tayin ettiği evliya ile beraber olup, kalbine îmânı yazdığı kişilerdir. O halde bir kere daha bu işaretlerden sonuca gidersek, kimdir ahret hayatında şâkilerden olmayan? Allah'ın evliyasıyla beraber olup, Allah'ın kalplerine îmânı yazdığı kişilerdir. Bunlar ahiret hayatında şâkilerden olmazlar. O halde görülüyor ki, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimizden kaynaklanan sağlam hadisler, A'dan Z'ye kadar Kur'ân-ı Kerim'in bütün âyet-i kerimelerine uygundur. Her âyet-i kerime açısından meseleyi incelediğimiz zaman kesin aynı sonuca bizi ulaştırıyor. Bundan da ulaşmak istediğimiz temel gerçek o ki, mutlaka ve mutlaka ahiret hayatındaki kurtuluşa ulaşmak isteyenler, Allah'ın kendileri için tayin ettiği mürşide tâbî olmayı yerine getirenlerdir. Tâbîiiyet dinimizde farzdır. Her ne kadar bu gün tâbîiiyeti insanlar dejenere etmişseler de, kesinlikle Kur'ân'daki İslâm'ı yaşayabilmenin yegâne ölçüsü tâbîiiyeti gerçekleştirmektir.
Yine ayni yerden alinmitir
devam edecek
__________________ Dabbetciler icin buraya: Bu Allah'in Dabbeti: www.hansvonaiberg.org
Iskenderciciler icin buraya: Buda Allah'in Mehdisiymis! www.iskenderalimihr.com bakabilirsiniz
|
Yukarı dön |
|
|
celebi Uzman Uye
Katılma Tarihi: 30 nisan 2005 Gönderilenler: 167
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
"KADERE İMAN EDEN, KEDERDEN EMİN OLUR."
"Men amene bil kaderi, emine bil kederi." "Kadere iman eden, kederden emin olur." KADER, bizim cüz'î irademizin katkısı olmadan, ilâhî iradenin veya Allah'ın müsaade verip, başka bir cüz'î iradenin bize tesir ettiği olayların bütününe denir. Kur'ân-ı Kerim ayetleriyle bu konu incelendiğinde, ilâhî iradenin vücuda getirdiği kader, "Takdir-i ilâhî" olarak ifade ediliyor. Cüz-î irademizin katkısı olmadan, içinde yaşadığımız toplumun fertlerinden serbest irade sahibi birisinin, serbest iradesiyle vücuda getirdiği olaydan bizim etkilenmemizle oluşan ikinci bir kader var ki, buna "Müsaadeli Kader" diyoruz. İster ilâhî kader, ister müsaadeli kader olsun, her halûkârda bizim cüz'î irademizin burada bir fonksiyonu yoktur. Cüz-î irademizin katkısı olmadan, bu sebeple oluşa gelen olaylara kader ismini veriyoruz. KAZA ise, kendi cüz-î irademizle işlediğimiz olaylara verilen addır. Allahû Teâlâ, Kamer Suresi'nin 49. âyet-i kerimesinde; "İnnâ külle şey'in halaknâhü bikader." Biz her şeyi bir kaderle yarattık, böylece olayları tezekkür edersiniz. Bu âyet-i kerimeden de anlıyoruz ki, serbest irademizle oluşturduğumuz, kazada da yine bir kader unsuru vardır. Serbest irademizle oluşturduğumuz olaylardaki kader, nasip şeklinde devreye girer. İlâhî iradenin vücuda getirip, bize tesir eden olaylardan sadece hayır gelebilir veya hayır ulaşabilir. İlâhî iradenin, kuluna zulmetmesi söz konusu değildir. Allahû Teâlâ, daimî olarak kullarına hayrı ulaştırmaktadır. Bu nedenle, ilâhî iradenin vücuda getirip, bize tesir eden kader unsurundan dolayı hiç kimsenin bir derecat kaybetmesi ve cehenneme gitmesi mümkün değildir. O halde, "Benim kaderimde cehenneme gitmek varsa, ben ne diye bu amelleri işleyeyim" demek, temelden yanlıştır. İnsanlar cehennemi hak ederler. Ama cennete, Allah'ın fazl-û keremiyle ulaşılabilir. Çünkü üç emanetle, serbest irade ve aklın standartları içinde yaratılan bir insanın, Allah'ın yardımının kendisine ulaşmaması halinde kurtuluşa ulaşması mümkün değildir. Eğer biz insanlar, kurtuluşa ulaşabiliyorsak bu, Rabbimizin biz insanlar için vazifeli kıldığı Allah'ın Resûl'leri ve bu Resûl'lerin bizlere açıkladığı Allah'ın âyet-i kerimeleri sayesinde gerçekleşiyor. Bu iki kaynak olmadan, kurtuluşun en alt basamağı olan dünya hayatını yaşarken Allah'ın Zat'ına ulaşma talebi, hiç kimsenin kendi aklı ile bulabileceği bir sonuç, bir davet değildir. Eğer bugün kurtuluşun en alt basamağında Allah'a ulaşmayı dileyen, Allah'ın kurtuluşuna ulaşanlar varsa, mutlaka Allah'ın fazl-û keremi sayesinde gerçekleşmiştir. Allahû Tealâ'nın fazlı, Kur'ân-ı Kerim'dir; Allah'ın ikramı, Allah'ın Resûl'leridir ve bunlarla bizler, bu davetin sahibi oluyoruz. Bu davete uyan herkes için kurtuluş, Allah tarafından garanti edilmiştir. O halde diyoruz ki, cennete Allah'ın fazl-û keremiyle girilebiliyor. Cehennemi ise, insanlar kendileri hak ediyorlar. Çünkü şer fiillerde Allah'ın bir yardımı yoktur. Allahû Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de şerr fiillere verdiği cezayı, bire-birlik standart içerisinde gerçekleştirdiğini ifade ediyor. En'am Suresi'nin 160. âyet-i kerimesinde: "Men câe bisseyyieti felâ yüczâ illâ mislehâ." Kim bir seyyiat işlerse, misliyle cezalanır. Cehennem, akıl ve baliğ olduğumuz noktadan ölüme kadar geçen ömür sermayesi içerisinde, yapmış olduğumuz seyyiatlerden dolayı ceza çekilen bir yer ise, o zaman kesinlikle cehenneme biz kendi elimizle kendimizi mahkûm ediyoruz demek lâzımdır. Efendi Hazretleri bir olay anlatır: "Allah'ın bir adalet kılıcı var. Gökten yeryüzüne uzanıyor. Ama bu kılıç hiçbir zaman hareket halinde değil. Adalet kılıcı hareket halinde olmamasına rağmen, insanlar kendi serbest iradeleri ile vücuda getirdikleri şerr4 fiiller sebebi ile, her gün biraz daha o kılıca yaklaşırlar. Ve öyle bir gün gelir ki, kılıca ulaşıp boynunu o kılıca vururlar. Adeta kendi elleriyle kendilerini cezalandırırlar." O halde insanlar, cehennemi hak ederler. Ama cennete, Allah'ın fazl-û keremiyle girerler. Müsaadeli kader ve ilâhî kaderin bizde oluşturduğu olaylarda, bizler için bir kayıp söz konusu değildir. Müsaadeli kader açısından konuyu incelersek, dışımızdaki bir insan, kendi serbest iradesi ile dört şekilde davranış gösterebilir: 1) Kötülüğe karşı hayırla mukabele edebilir. 2) Yapmış olduğumuz davranışın karşısında o kişi, serbest iradesiyle bizi affedebilir. 3) Kısası tatbik edebilir. 4) Serbest iradesiyle zulüm işleyebilir, bize zulmedebilir. İşte kötülüğe karşı hayırla mukabele etmek, affetmek ve kısası tatbik etmek, yâni kısacası Allahû Tealâ'nın ölçüleri dahilinde o kişinin bize ulaştırdığı olaydan bizler, sadece ve sadece fayda alıyoruz. O kişi, hayrı işliyor. Ne zaman o kişi, bize serbest iradesiyle zulmederse, o zaman bizler hayrın sahibi oluyoruz. Kısas ancak, daha evvel işlemiş olduğumuz bir fiilin bize ödettirilmesi olabilir. Bu da bizler için bir hayırdır, kefârettir. O halde eğer genelleştirmek gerekirse, müsaadeli kader tahtında bize ulaşan olaylar iki türlü olabiliyor: Ya bir fayda, ya bir hayır. Hayır olabilmesi için, karşı tarafın bize zulmetmesi lâzım. Fayda olabilmesi için de, karşı tarafın, serbest iradesiyle Allah'ın ölçüleri içerisinde kalmak suretiyle bize bir hayır ulaştırması lâzım. İlâhî iradenin bize ulaştırdığı olaylarda zulüm faktörü yoktur. Kur'ân-ı Kerim'deki pek çok âyet-i kerimede "Allah kullarına zulmedici değildir," buyruğu mevcuttur. İlâhî irade, Zat'ına karşı yapmış olduğumuz negatif davranışlarda değişik şekilde davranabilir, kötülüğe karşı hayırla mukabele edebilir, bizi affedebilir veya azap edebilir. Ama her halûkârda kesinlikle Allah'tan bize ulaşan, sadece ve sadece hayırdır. Nahl Suresi'nin 30. âyet-i kerimesinde takva sahibi kullara: "Ve kıyle lilleziynettekav mâ zâ enzele rabbüküm, kaâlû hayrâ." "Allah size neyi indirdi?" diye sorulunca, "Rabbim bize hayrı indirdi" diye cevap verirler. Kulların, diğer başka kullara karşı işlediği zulümlerde Allahû Teâlâ, adaleti yerine getirir. Adaleti yerine getirirken A'nın B'ye tatbik ettiği zulümde Allahû Teâlâ, sadece kısası yerine getirir ve o kişinin yapmış olduğu daha evvelki zulümden dolayı o kişiye kefaret hüviyetinde cezayı verebiliyor. Ancak ilâhî iradenin bize zulmetmesi asla söz konusu değildir. Şimdi eğer kaderden bize sadece fayda veya hayır gelecekse, o zaman kader sebebiyle cehenneme gitme korkusu yaşayanların korkusu boşunadır, beyhudedir. Birçok insan şunu söylüyor: "Allah cennetlikleri biliyor, cehennemlikleri de biliyor. O halde Allah, benim cennetlik veya cehennemlik olduğumu biliyorsa, ben ne diye amel işleyeyim.?" Gerçekten Allahû Teâlâ biliyor. Âdem (A.S)'dan Kıyamet Günü'ne kadar, O'nun zürriyeti olarak dünya hayatına gelen âkil ve baliğ olan, cehenneme giden herkesin kitabını Sicciyn'e koymuş. Cennete giden bütün kişilerin kitabını İlliyyin'e koymuş. Allahû Teâlâ, cehennemliklerin kitabını Sicciyn'e koymakla cehennemlikleri, cennetliklerin kitabını İlliyyin'e koymakla cennetlikleri biliyor. Ama Allah'ın bilmesi, bizim dünya hayatında Allah'a ruhen ulaşmayı dileyerek salih amel işlememize mani olan bir durum değildir. Çünkü Allahû Teâlâ, zamanı ve mekânı kullanmıyor. Allahû Tealâ, zamandan ve mekândan münezzehtir. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allahû Tealâ, biz insanların bu dünya hayatını ezelde kiramen kâtibiyn melekleriyle filme almış. Adem (A.S)'dan Kıyamet Günü'ne kadar gelebilecek bütün insanlar için, onların hayat filmini almış ve zamanın en son noktasına kadar yaşattırmışfilm devam etmiş. Ondan sonra onların filmini geriye almak suretiylezaman geriye giderek başlangıca ulaştığında kader hücrelerine yerleştirmiş. Cehennemliklerin hayat filmini, Sicciyn'e yerleştirmiş. Cennetliklerin hayat filmini ise İlliyyin'e yerleştirmiş. Bizler ise, Allah'a göre bilinen bu olayı, buraya yaşamaya geldik. Ve bizler, kitabımızı yazmaya geldik. Kendi kitabımızı, hayat filmimizi, kendi serbest irademizle vücuda getiriyoruz. Ama bu hayat filminde sadece serbest iradenin vücuda getirdiği kazalar yok. Hayat filmimizde, serbest irademizle oluşan kazaların hepsi mevcut olduğu gibi, serbest irademizin dışında müsaadeli kader veya ilâhî kader olarak da bize tesir eden olayların hepsinin muhasalası rakamsal olarak bu hayat filmlerinde mevcuttur. O halde bizler kader sebebiyle asla ve asla cehenneme gitmeyiz. Olsa olsa Allah'ın fazl-û keremiyle bizlere hayır ulaşır ve bizler kader sebebiyle ancak cennete gidebiliriz. İnsanı cehenneme ve cennete götüren temel unsur kişinin kendi talebidir. Cennete gitmek isteyen dünya hayatında Allah'a ulaşmayı dileyendir. Allah'a dünya hayatında ulaşmayı kerih gören kişi kendi talebiyle kendini cehenneme mahkûm ediyor demektir. Resulullah (S.A.V) Efendimiz'e isteyen cennete gidergirer, istemeyen girmez diye buyurunca, Ebu Hureyre; -Ya Resulullah kim cennete gitmeyi istemez ki? der. Resulullah: -Beni istemeyen cenneti istememiştir. Evet, Resulullah'ı (mürşidi) isteyen elbette Allah'ı dilemiştir. Bu kişiyi Allah Rahmetiyle cennetine koyacaktır. Talep, kişinin serbest iradesinden kaynaklanıyorsa, hiç kimseyi bu noktada suçlaması mümkün değil. Allahû Teâlâ, serbest irade sahibi bütün insanlara davetini ulaştırıyor. Allahû Teâlâ, serbest irade sahibi insana, "Davetimi kabul etmen halinde, ben seni mutlaka cennetime alacağım. Davetimi kabul etmemen halinde, ki bu da kişinin serbest iradesiyle oluşan bir olaydır, sen kendi elinle kendini cehenneme mahkûm edeceksin." diye daima uyarı göndermiştir. O halde insanoğlu için iki alternatif var: Allah'ın davetini kabul etmek ki; bu onu cennete ulaştıracaktır. Daveti kabul etmediği takdirde, kişinin gidebileceği yerin cehennemden başka bir yer olamayacağını âyet-i kerimeler bildirmektedir. İşte Yüce Rabbimiz, bu açıdan kaderden emin olmamızı, kadere îmân etmemizi bizden istiyor. Kadere îmân edersek, Allah'ın izniyle kederden, üzüntüden emin oluruz. Çünkü geri kalan, bizleri cezaya çarptıran bütün olaylar, kendi serbest irademizin tecellisidir. O halde bizler eğer serbest irademizi Allah'ın emrettiği tarzda kullanabilirsek, sadece Allah'ın bizler için dilediğini dileyerek, ona göre amel edersek, elbetteki bunun sonucunda üzüntüden, kederden kesinlikle emin olacağız demektir. Allahû Teâlâ'nın bir başka açıdan da bizlerin hayatının sonucunu bilmesi, yine söylediğim gibi, sonsuz hızın sahibi olmasından kaynaklanıyor. Hiçbir şey yokken Allah vardı ve Yoklukta vardı. Allah, her şeyi yarattı; yine Allah Yoklukta. Şu anda da Allah Yoklukta ve gelecekte de Allah kâinatı tamamen yok ettiği zaman Allah yine Yoklukta olacak. Ama Allahû Teâlâ, her zaman herkesle beraber. Bu olay şu şekilde insanlara ifade edilebilir: Diyelim ki Yoklukta olan Rabbimiz, A şahsıyla beraber olmak istedi. Yokluktan A'ya gelene kadar "t1" zaman aralığı geçsin. Ve onunla beraber olduktan sonra tekrar yerine döndüğünde "t2" zaman aralığı geçsin. Bir ikinci B şahsıyla beraber olmak istediğinde, bu sefer geçen zaman, "t3". Ve tekrar yerine döndüğünde "t4". Bunları çoğaltabiliriz. Sonsuz yapabiliriz. Kısacası şunu ifade etmek istiyorum, Allahû Tealâ Yokluktan, B ile olana kadar geçen zaman aralığı, t1+t2+t3+t4. Ama Allah'ın sonsuz hıza sahip olması sebebiyle bütün bu "t"ler Allah için sıfırdır. Allahû Tealâ herkesle beraberdir. Ama hiçbir zaman herkesle beraber olmasına rağmen onları mekân olarak kullanmıyor. Yine Yokluktadır. Kâinatı yarattığında Yokluktaydı, şimdi de Allah Yokluktadır. Bundan sonra da, kâinatı yok ettiği zaman da yine Allahû Tealâ, daima Yoklukta olacaktır. O halde, bunu hayat filmimiz için söz konusu edersek, zamanın başında Allahû Tealâ bizi yaratıyor. Zaman ilerledikçe bizler hayata geliyoruz ve nihayetinde Kıyamet Günü'nde, parçalara verilen kinetik enerjinin sıfırlanması ile zaman duruyor. Zamanın tersine çalışması noktasında, o güne kadar hayatımızın bütün filmini Allahû Teâlâ almış oluyor. İşte alınan bu hayat filmleri İlliyyin'e ve Sicciyn'e bu şekilde yerleştiriliyor. Fakat biz, kendimize ait zaman parçasında hayatımızı yaşıyoruz, filmimizi tab ediyoruz. Allahû Teâlâ, zamanı kullanmadığı için, Allah için zamanın başı ile sonu çakışık vaziyette. İşte zamanın başı ve sonunun çakışık olması evvel ve ahirin, Allah için bir olması, hasebiyle, Allahû Teâlâ elbette ki hayatımızın sonucunu biliyor, yani cennetlik veya cehennemlik olacağımızı biliyor. Ama Allahû Teâlâ'nın bilmesi, bizleri cehenneme veya cennete kendi ilâhî iradesi ile (zorlaması) sokması anlamına gelmiyor. Cennet ve cehenneme, Rabbimiz'in bizlere vermiş olduğu serbest iradenin kararları içerisinde ulaştığımızı idrak etmeniz lâzım. Serbest iradenizle Allah'ın davetini kabul ederseniz ve ona göre bir amel işlerseniz. Allah'ın izniyle gideceğiniz yer cennet, aksine davranışla serbest iradenizle Allah'ın davetini kabul etmediğiniz takdirde kendi yapmış olduğunuz fiiller sebebiyle kendinizi cehenneme mahkûm edersiniz. Allah sadece bu dünya hayatında kullar için ahiret saadetini ve dünya saadetini diliyor. Dünya hayatında Allah'ın davetine tâbî olan hiç kimse için, (eğer bu olaylar bu sistem üzere idrak edilebilirse,) keder ve üzüntü söz konusu değildir. Üzüntü, keder sadece serbest irademizle işlediğimiz, nefsimize tâbî olarak işlediğimiz, olaylardan, kazadan kaynaklanır. Kaderden bizlere, sadece bir fayda veya bir hayır ulaşmaktadır. Kader sebebiyle, hiç kimsenin cehenneme gitmesi Kur'ân-ı Kerim'e göre sözkonusu mümkün değildir. O halde "Madem ki Allahû Tealâ, benim cehennemlik ya da cennetlik olduğumu biliyor, ne diye amel işleyeyim." sözü, aslında tamamen şeytanın bir tuzağı, insanların yanlış bir görüşüdür. 14 asır evvel Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimiz'e sahabe soruyor: -Ya Resulullah! Allah bizim cehenneme ya da cennete gideceğimizi biliyor mu? -Biliyor. -Cehennemlikler, cennete gidebilir mi? Allah'ın Resulü: -Hayır, diyor. -Cennetlikler cehenneme gidebilir mi? diye soruyorlar. -Hayır, diyor. -O zaman biz niye buradayız?, diyorlar ve Resulullah'tan ayrılıyorlar. Ama sabah namazında o ayrılanların hepsi, geri geliyor ve Resulullah'a tâbî olmak suretiyle namaz kılıyorlar. Resulullah diyor ki: -Size ne oldu, niye geri döndünüz? -Bizi bir güç buraya getirdi, diyorlar. Resulullah'a verilen cevap sadece bu. İşte bu cennetliklerin iç dünyasından sadece hangi talebin geçtiğinin örneğidir. Bu talep Allah'a ulaşma talebi, Resulullah'la beraber olma talebidir. Siz, iç dünyanızdan gelen talebi yaşarsınız. İç dünyanızdaki talep, mürşidle beraber olmak istikametinde ise, bütün insanlar bir araya gelse dahi, sizi cehennemlik yapamaz. Nitekim burada da onların başına gelen bu olay, kesin bunun bir ispatı ve senedidir. Yâni kendileri ayrılmışlar, demişler ki, "Madem biz değiştiremeyiz." hakikaten öyle, Allahû Teâlâ, zaten sonucu bildiği için o hayat filmini oraya koymuş, fakat sabah namazında bir araya gelmeleri kalplerinde oluşan niyetden kaynaklanmıştır. Bu ise serbest iradeleri ile verdikleri karardır. O halde herkes, kendi serbest iradesiyle hayat filmini vücuda getiriyor. Serbest irademizle oluşan hayat filminde sadece kaza yoktur, KADER de vardır. Ancak kaderde faydanın ve hayırın ikisi de mevcuttur. Kaza, kader unsuruyla, nasip unsuruyla bağlı olmasına rağmen burada bizim için bir kayıp veya bir kazanç söz konusudur. Diyelim ki, serbest irademizle kazayı işliyoruz. Ama Rabbimiz'den hayır diliyoruz. O zaman Allahû Teâlâ da bize hayrı nasip kılıyor. Biz derecat kazanıyoruz. Serbest irademizle biz, Rabbimiz'den şerr diliyoruz. Allah da buna müsaade ediyor. Yâni şer nasip oluyor. Ama burada Allahû Tealâ bize şerri nasip kıldığı için bizim derecat kaybımıza mani değil. Allah nasip etmeseydi ne hayrı işleyebilirdik, ne şerri işleyebilirdik. İşte serbest irade yine kaderle bağımlı, ama buradaki serbest iradenin kader unsuru, nasip şeklinde devreye giriyor. Fakat nasip olarak devreye girse dahi bizler için kazada kayıp da vardır, kazanç da vardır. Kazada kayıplarımızın dereceleri toplamı kazançlarımızdan fazla ise gideceğimiz yer cehennem oluyor. O halde, "Ben cehennemlik mi, cennetlik miyim? Bunu değişteremeyeceksem niye amel yapayım" şeklindeki bir yanlış düşünceye kişinin saplanması doğru değil. Aksine, kesinlikle Allah'a sığınarak Allah'ın emrettiğini yerine getirmesi doğru olandır. İşte bu açıdan da kesinlikle kul olarak bize düşen, sonuç üzerinde kafa yormak değil, aksine her saniye her an, anı yaşayayarak Rabbimizin bize bahşettiği zamanı Allah'a hasrederek, bizlere bahşettiği malı Allah'ın yolunda sarfederek ve bize bahşettiği fizik bedeni ve üç emaneti Allah'a teslim ederek hayatımızı idame ettirmemizdir. Bunu yapabilirsek, yukarıda ifade ettiğimiz gibi; "Men amene bil kaderi emine bil kederi." Kadere iman eden kederden kesinlikle (Allah'ın izniyle) emin olur. Sonucuna inşaallah ulaşırız.
DR.İSKENDER ALİ MİHR
__________________ Dabbetciler icin buraya: Bu Allah'in Dabbeti: www.hansvonaiberg.org
Iskenderciciler icin buraya: Buda Allah'in Mehdisiymis! www.iskenderalimihr.com bakabilirsiniz
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Haniflik teoride Allah’ı birlemek fakat pratikte Allah ile birlenmek… Bu durumda bilmenin hatta çok şey bilmenin ne önemi kalıyor?
Ve onlar, yapmayacakları şeyleri söyleyip dururlar. (Şuara 226)
Ey iman sahipleri! yapmayacağınız şeyi neden söylüyorsunuz? (Saf 2)
yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük bir günahtır.(saf 3)
Söylediği şeyi yapmamak büyük günahtır ama ya söylediği şeyin tam tersini yapmak nasıl bir günahtır?
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
tardu-kaan Uzman Uye
Katılma Tarihi: 15 haziran 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 231
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Mihrcilerin din anlayışı aslında ilginç :
Kur'ana göre pek çok tasnif vardır : Mü'min, müslim, hanif, mürşik, münafık, kafir, fasık vb.
Ama Mihr'cilere göre insanlar iki sınıf :
1. amenu olanlar : yani Allah'a ulaşmayı dileyenler.
2. Dilemeyenler.
Dolayısıyla MİHR'ci olmayan hangi dine inanırsa inansın fark etmiyor. Dalalette. E dolayısıyla da gayle kuyusunda.....
Haberiniz olsun.
|
Yukarı dön |
|
|
nuri72 Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 nisan 2005 Yer: ABD Gönderilenler: 311
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
tardu-kaan Yazdı:
Mihrcilerin din anlayışı aslında ilginç :
Kur'ana göre pek çok tasnif vardır : Mü'min, müslim, hanif, mürşik, münafık, kafir, fasık vb.
Ama Mihr'cilere göre insanlar iki sınıf :
1. amenu olanlar : yani Allah'a ulaşmayı dileyenler.
2. Dilemeyenler.
Dolayısıyla MİHR'ci olmayan hangi dine inanırsa inansın fark etmiyor. Dalalette. E dolayısıyla da gayle kuyusunda.....
Haberiniz olsun.
|
|
|
aynen oyle Mihire inanmadin mi Abbas Yolcu. Mihr hanifligi bile parentezli ayetleri ile carpitmis. Yukaridaki yazinin alindigi siteye baktim. Adamcagiz ne okuduysa yoga etc katmis dine.
Budismin Nirvanaya ulasma fikri bize tasavufcular tarafindan ENEL HAK diye cevrilmis, isknderde Nirvanayi alip Allah ulsamka diye adapde etmis. Mutulul Sitelerindeki detaylara bakarsan hepsi orda.
nuri
|
Yukarı dön |
|
|
|
|