ibrahimim Uzman Uye
Katılma Tarihi: 17 ekim 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 506
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
R. İhsan Eliaçık / Kur'an'ın kullandığı dil nasıl bir dildir? Bu soru
oldukça önemlidir, çünkü bir çok dini anlayış Kur'an'ın nasıl bir dil
kullandığını tam olarak anlayamadığından vahim yanlışlıklar yapmaktadır.
Kur'an'ı okuyanlar sıklıkla "Kafirlerin kalblerini mühürleriz,
kulaklarına, gözlerine ve kalplerine perde çekeriz", "Hidayete
erdiren de, delalete düşüren de biziz", "Dilediğimizin rızkını
daraltır dilediğimizi artırız", "Rüzgarı estirir, yağmuru
yağdırırız", "Zulmedenleri sayha ( zelzele, tufan vs.) helak
ederiz" türünden ifadelere rastlarlar.
Öyle anlaşılıyor ki Kur'an'ın genelinde Allah'a izafeten "biz"
(inna) sigasının kullanıldığı "Allah-merkezli" bir dil
kullanılmaktadır. Bütün oluş ve akış "biz" (inna) ifadesiyle
anlamlandırılmakta, Allah'ın dışındaki diğer tüm varlıklar ikincil duruma
indirgenmektedir.
Haliyle böylesi bir dil şu tip soruları da beraberinde getirmektedir.
"Madem Allah kafirlerin kalplerini mühürlüyor, sonra neden kafir oldukları
için onları cehenneme atıyor?", "Cezanın cehennemde verileceği
söylendiği halde neden daha bu dünyada iken günah işlediler diye insanları
helak ediyor, cezalandırıyor?", "Neden sefalet içinde açlıktan
ölenlere yardım edip onları zengin etmiyor; Çeçenistan'a, Filistin'e el
atmıyor, zulüm içinde ölüp gitmelerine göz yumuyor?", "Bu tür
ifadeler, Allah'ın iradesi karşısında insanın rüzgarın önündeki yaprak gibi
savrulup durduğu izlenimi veriyor; demek ne yazılmışsa başımıza gelecek, geriye
yapılacak hiçbir şey kalmıyor? vs...
Peki Kur'an neden böyle bir dil kullanıyor?
Öyle görünüyor ki Kur'an'da oluş ve akışın "biz" (inna)
ifadesiyle anlatılarak, "Allah" merkezli bir dil kullanılması,
Allah'ın evrenin ruhu olduğunu göstermektedir. Nitekim Kur'an yerleri ve
gökleri Allah'ın nuru olarak tasvir etmektedir. Yerler ve gökler Allah'tır
dememekte, bilakis yerlere ve göklere Allah'ın "nurunu" izafe
etmektedir. Şu halde evrenin tüm zerresinde devaran eden canlılık ve potansiyel
enerji "nur"dur. Bedenin canlılığını sağlayan enerji ruh olduğu gibi
evrenin canlılığını sağlayan enerji de Allah'ın nuru (ruhu, enerjisi,
canlılığı)dır.
Tabiat ilahsız olmadığı gibi ilah da tabiatsız değildir. Bunları
birbirinden koparmak "deizm" olacağı gibi, birbirinin aynısı görmek
de "panteizm" olacaktır. Keza tanrıyı bütün her şeyin belirleyicisi
olarak görüp insana ve tabiata hiçbir etkinlik alanı bırakmamak da klasik
"teizm"dir. İkbal'in de üzerinde çalıştığı, batıda Hartshoren ve
Whitehaead gibi düşünürler tarafından da geliştirilmeye çalışan "pan-enteizm",
tanrı-evren veya tanrı-insan "birlikteliğini" öngördüğü için
Kur'an'ın Allah-alem yaklaşımına büyük oranda yaklaşmaktadır. Buna göre tanrı
ile evrenin "birliği" veya "ayrılığı" değil
"birlikteliği" söz konusudur. Allah ile alem kozmik bir yolculuk halindedir.
Molla Sadra'nın tabirleriyle aslolan "Allah ile" yolculuktur,
"Allah'a" veya "Allah'ta" yolculuk değil...
Önü açık bir geleceğe doğru Allah'ın bütün diğer varlıklarla birlikte
gerçekleştirdiği bu kozmik yolculuk, İkbal'in deyimi ile Allah'ın insanla
birlikte gerçekleştirdiği tarihsel yürüyüşün adı olan kader, birlikte varoluşun
dinamik temposu ile gerçekleşmektedir. Bu varoluşsal tempoya zerresine kadar
bütün varlıklar kendi ontik karakterleriyle katılmaktadır. Birliktelik böylece
sorumluluk getirmekte, bu birliktelikte en büyük sorumluk da Allah'a
düşmektedir. Çünkü büyük güçle birlikte büyük sorumluluk gelmektedir. Nitekim
Kur'an'da "Rahmeti üzerine yazmıştır" buyuran Allah'ın bir ismi de
"el-adl"dır (adalet). Rahmet ve adalet ile hareket eden Allah diğer
varlıklara karşı rahman ve rahim sıfatlarıyla muamele etmektedir. İslam
düşüncesinde Mutezile'nin savunduğu gibi adalet ile muamele Allah için
zorunludur (vaciptir). Bu zorunluluk bizim ona yüklediğimiz bir görev değil,
O'nun kendi kendini sınırlamasıdır. Bu ise özgürlüğün ta kendisidir. Zira
özgürlük dışardan dayatılan bir mecburiyet değil, aksini yapmaya muktedir
olduğu halde kendi kendini sorumlulukla yüklemektir...
Kur'an'ın "biz" (inna) merkezli dilini bu çerçevede anlamak
gerekmektedir. Öyle görünüyor ki "Allah" kavramı, tarih boyunca,
erdemli ve dürüst insanların "vicdani arayışında" ifadesini
bulmaktadır. Allah, somut olarak kendini göstermemekte ve fakat kendisinin
arayıp bulunmasını vicdani arayışlara bırakmaktadır. Böylece O'nun iradesi,
dünyada, insanlığın çektiği acılara ve ızdıraplara çareler arayan erdemli ve
dürüst (el-emin) bir insanın vicdanından fışkıran söz olarak görünmekte,
insanlığa bu vicdani kanaldan girerek seslenmektedir. Bu anlamıyla
Fazlurrahman'ın dediği gibi vahiy hem peygambere hem de tümüyle Allah'a ait bir
kelamdır. Tabiri caizse, Kur'an, aşağıdan yukarıya Abdullah'ın oğlu Mekkeli
Muhammed'in (s.a.v.) vicdani arayışının bir "inkışafı", yukarıdan
aşağıya ise Allah'ın bu arayışlara bigane kalmadığının bir göstergesi, birlikte
varoluşun dinamik temposuna "inzal" yoluyla katılımdır. Birlikteliğin
sorumluluğuna "ses" vererek, acılara ortak olarak iştiraktir.
Allah'ın iradesinin söze (kelama) dönüşmüş, kelimelere dökülerek makulat
alanına girmiş şekli olan Kur'an'ın dili, bu nedenle, " varlığın
dili" dediğimiz bir uslupladır. Kur'an insanla vahiy yoluyla konuştuğu
gibi, birlikteliğe katılan diğer varlıkları da sanki canlı bir insan gibi
konuşturmaktadır. Kur'an'da dağlar, taşlar, yerler, gökler, sular, zelzeleler,
karıncalar, kuşlar vs. dile gelmekte, ilahi kelam olarak "ses"
vermektedirler; "Dağlara dedik ki ister itaat ederek ister isyan ederek
gelin, dediler ki itaat ederek geliyoruz", " "Yere dedik ki
suyunu çek, su çekildi, gemi karaya oturdu", "Ateşe serin ol dedik,
ateş gül bahçesi oluverdi", "Asanı suya vur dedik, deniz ikiye
yarıldı" vs. ifadelerinde hep " varlığın dili" uslubunu
görüyoruz. Hatta öyle ki inkarcıların küfrü bile "Kalblerini mühürledik,
uyarsan da uyarmasan da iman etmezler" şeklinde açıklanmaktadır. Keza
İsrailoğullarının Babil sürgünü anlatırken "Yeryüzünde iki defa fitne
çıkaracaksınız, ilkinde güçlü kuvvetli kullarımızı üzerinize salıp sizi
yurdunuzdan çıkardığımız zaman..." denilerek, İsrailoğullarını
Filistin'den çıkaran putpereset Babil ordularına "güçlü kuvvetli
kullarımız" denmektedir.
Bütün bunlar gösteriyor ki Kur'an'ın dili " varlığın dili" ile
konuşan bir dildir. Allah, oluş ve akışı tümüyle sahiplenmekte ve
"biz" ifadesi ile açıklamaktadır. Zira İkbal'in dediği gibi evrenin
kozmik akışı Allah'ın davranışıdır. Bize görünen, "fiil" olarak
boyuna yenilenen yaratmadır (halk-ı cedid). Bize bu yaratmaya
"katılma" iradesi verilmiştir. İnsan özgür iradesi ile bu varoluşsal
tempoyu yakaladığı zaman, Allah ile birlikte çıktığı yolculuğun farkına varacak,
O'nunla dinamik bir ilişkiye girmenin muhteşem heyacanını yaşayacaktır.
Kur'an, insana, varoluşun dinamik temposunu yakalamasını sağlayacak
varlıkların diliyle seslenmektedir. Öyle görünüyor ki bu dilin amacı insanda
"Allah" şuuru uyandırmaktır. Oluş ve akışa tepki verdirterek
insanların vicdanını kıpırdatmaktır. Vicdanı kıpırdayan insan "birlikte
yolculuğun" farkına varacak, Allah dahil birlikteliğe katılan tüm
varlıklara karşı sorumluluğunun bilincine varacaktır. Birlikteliğin ahlak ve
adaletle ayakta durduğunu görecek, böylece kendisini ahlak ve adaletle
sınırlandıracaktır. Bunu içten gelen bir sorumluluk bilinciyle (takva)
yapacaktır.
Birlikteliğe katılan varlıklardan, özellikle özgürlük ve yaratıcılıktan
kendisine pay verilmiş olan kimi insanlar, Allah'ın varlığını görmezden
gelmekte, hatta onu yok saymaktadırlar. Böylece büyük bir sorumsuzluk örneği
sergilemektedirler. Birliktelik sürecinde evrenin zerresindeki bir karıncanın
bile kimliğini ve kişiliğini yok saymak, çiğneyip geçmek sorumsuzluk olarak
görülürken, bütün evrenin sahibini yok saymak gerçekten büyük bir
sorumsuzluktur. İşte Kur'an bu tür insan varlıklarının (hem de çok sayıda)
bulunduğunu bildiği için, onlardaki unutkanlık ve inkarı gidermek amacıyla oluş
ve akışı anlatırken boyuna "Allah" kavramını öne çıkarmaktadır. Bu
amaçla olsa gerek Kur'an tümüyle "Allah" merkezli bir dil ile
örülmüştür; Her şeyi yapıp eden odur, her nereye dönülse O'nun
"vechi" ile karşılaşırız. Yağmuru yağdıran, suları akıtan, canlıları
yaratan, güneşi, ayı, yıldızları döndüren, gece ve gündüzü birbiri ardınca
çeviren, hidayet veren, delalet düşüren, rızkı daraltan, genişleten vs. hep
O'dur. Allah'ı unutarak veya inkar ederek büyük bir sorumsuzluk örneği
sergileyen bu nankör insanlar görmeli ve bilmeli ki bu evrenin bir sahibi
vardır. O'nu unutarak veya inkar ederek büyük bir haksızlık yapmakta, hadlerini
aşmaktadırlar. Bir an önce bu yanlışlıktan vazgeçmeli, Mutlak Varlık'ın
"Her nereye dönseniz oradayım" diyen sesine kulak vermelidirler. Bunu
anlamak için sayılıp dökülen enfusi ve afaki deliller üzerinde düşünmelidirler.
Aksi halde unutkanlık ve inkar içinde ölüp gitmeleri büyük bir hüsran
olacaktır.
Görülüyor ki ilahi hitabın tabiatı, muhatabını unutkan ve nankör bir
varlık olarak gören bir önbakışa sahiptir. O bilmektedir ki insanların büyük
çoğunluğu gaflet ve delalet içindedir. Bu nedenle biteviye "Allah"
kavramını gözlerinin içine içine sokmaktadır.
Öyle görünüyor ki Kur'an, eğer insanlar varlıklar içinde, örneğin
karıncanın varlığını unutsalar veya inkar etselerdi "karınca
merkezli" bir dil kullanarak, butün oluş ve akışı karınca merkezli
açıklayacaktı. Birlikteliğe katılan diğer varlıklar ikincil duruma
indirgenecekti. Şu halde insanlarda "Allah" şuuru uyandırma amacında
olan Kur'an'ın dili "Allah" kavramı etrafında örülmüştür. Nitekim
Kur'an'da en çok geçen kelime Allah kelimesidir. Allah kavramı öne çıkarılarak
diğer varlıklar ikincil duruma indirgenmiştir. Bu, onların özerk benliklerini
ve bağımsız varlıklarını yok saymak anlamında değil, Mutlak Varlık'ın oluş
süreci içindeki "zorunlu" fonksiyonunu kavratmak içindir.
Basit bir örnek verecek olursak, örneğin Galatasaray futbol takımının
UEFA şampiyonu olmasında Fatih Terim'in varlığını unutan veya inkar eden
birisine hitaben konuşan bir dil, Fatih Terim gerçeğini öne çıkaran,
diğerlerini ikincil duruma düşüren, hatta yer yer yok sayar gibi görünen bir
dil kullanacaktır. Bütün her şey sanki Fatih Terim'den ibaretmiş, ondan başkası
yokmuş gibi konuşacaktır. Olayda Fatih Terim'in yaptıkları, önemi, etkisi,
katkısı vs. bir bir sıralanacak ve "Hala onu yok mu sayıyorsunuz"
diye soracaktır. Burada amaç olayın rasyonel izahını yapmak değil, olaydaki
Fatih Terim gerçeğini muhatabına kavratmak, onu yaptığı haksızlıktan ve
sorumsuzluktan vazgeçirmektir.
İşte Kur'an bu dille kozmik oluş ve akıştaki "Allah" gerçeğini
unutan veya inkar edenlere seslenmektedir. Nankörün vicdanında "şuur"
uyandırmak istemekte, uyanan şuurun da devamlı ve kalıcı olmasını murat
etmektedir. Buna, Allah'a inandığı halde zaman zaman dürtülerinin ve batıl
bağımlılıkların etkisinde kalarak, O'nu unutan, yer yer hayatından çıkaran
Müslümanlar da dahildir. Maksat önce şuuru uyandırmak, sonra da uyanan şuurun
sönmemesini, kalıcı olmasını sağlamaktır. Bunu sağlayacak olan insani eylemler
ise tefekkür, düşünme, akletme, nimete şükür, içtenlik (ihlas), sorumluluk
bilinci (takva), erdem ve dürüstlük yolunda (sırat-ı müstakim) sebat, yanlışı
itiraf (tevbe) ve özür dileyerek bağışlanma dileme (istiğfar), birlikteliğe
saygı (ahlak ve adalet), ortak iyiliklere (maruf) hizmet, ortak kötülüklerle
(münker) mücadele vb. davranışlardır. Bütün bu ve benzeri davranışlar şuurun
uyanması, devam etmesi ve birlikteliğin zarar görmemesi için gereklidir...
Kur'an'ın "biz" (inna) ifadesinde odaklanan "varlığın diliyle"
konuşan uslubunu anlamak, bizi lafzilik, şekilcilik ve yüzeysel okuyuşlardan
kurtaracak, Kur'an'ın deruni boyutuyla dinamik bir ilişki içine girmemizi
sağlayacaktır...
Haber10
__________________ Ey inananlar, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allâh büyük lutuf sâhibidir
|