Cemal ÇAĞLAK
Asr-ı saadetten sonra Kur'an'ın hükümleri ve hikmeti, Yusuf’un kuyuya atılışını yaşadı. Bu terk ediş, kendisini en bariz şekliyle yaşama ve anlama noktasında gösterdi. Kendimize farz kıldığımız eylemler ise anlamadan okumak ve dinlemek şeklinde tezahür etti ve etmeye de devam etmektedir. Asırlar sonrasına gelindiğinde elimizde öz mecrasından uzaklaştırılmış ve bir çok yabancı anlayışların tazyiki altında kalmış bir din oluştu. İnsanlar, sahiplendikleri değerleri İslam'a göre yönlendirecekleri yerde, Tevhid dinini kendi arzularına kurban ettiler. Uygulama açısından risk sayılabilecek hükümleri arkalarına atarak Müslümanım diyenin de, gavurun da ses çıkarmayacağı iki yüzlü bir model oluşturdular. Bu yeni dine uygun hale getirdikleri akidelerine de bağlandılar.
Medine'nin devletleşmesinden ve İslam ordularının arka arkaya zaferler kazanmasından sonra, yeni dine katılımlar fazlalaştı. Ancak zamanla insanlık için numune sayılabilecek Bedir ashabının safiyeti ve samimiyeti ortadan kalktı. Yalnızca aynı kaynaktan beslenen bu güzide insanlar baskı, işkence, hicret, açlık gibi muamele ve şartlara maruz kalmalarına rağmen kovuldukları Mekke'ye aynı itikatla döndüler ve ayrılığa düşecekleri hiçbir nokta olmadı. Ancak zamanla katılımların fazlalaşması yeni sorunları ortaya çıkardı. Özellikle Resulullah’ın vefatından sonra taşınan kültürlerin etkisi daha da arttı. Ömer ve Ebubekir zamanında yönetimin dirayetli tavırları bu ateşi küllerin altından çıkartmamıştı. Osman zamanındaki devlet zaafiyeti ve Ali dönemindeki karışıklıklar bozguncuların hilelerini tekrar ortaya çıkarmasına fırsat verdi. Özellikle yönlenmeye aşırı müsait karakterli sahabelerin bu işlerde paravan olarak kullanılması daha sonraki dönemlerde açmazların artmasına sebep oldu. Bu açıdan verilebilecek örneklerden birisi de Kabu'l Ahbar'ın, hurafelerini Ebu Hureyre'nin ağzından söyletmesidir. Dün Peygamberin ve Ashab-ı Suffa'nın yanında yer alan şahıs, saltanatın timsali olan Muaviye'nin zamanında onu övücü ifadeler kullanacaktır. Muaviye'nin iktidarında Ali ve yakınlarına yapılan hakaretlerden sonra değerlerin nasıl kurban edildiği görülmüştür.
Zaman daha sonraları kendisine mezhep kapılarını araladı. İmamların değerli görüşleri akide haline getirildi. Onların muamelata ilişkin görüşleri de nass kabul edildi. Görüşlere, helal ve haram sınırını belirleyici esaslar olarak bakıldı. Bir tarafa çekilip insafla bakacak olursak Müslümanların mezheplerden önceki hayatlarının mezhepler sonrası durumlarından daha istikrarlı olduğu pürüzsüz görülebilir. Fırkalaşmalar bununla da kalmadı. Hilafetin saltanatlaşmasından sonra oluşan diktacı yönetimler adalete davet edenleri ortadan kaldırdılar. Bilgi ya susturuldu ya da satın alındı. Kurumlaşan baskı ortamlarında artık düşüncesini ifade edemeyen ve kurdukları eko sistemde kapalı havza hayatı yaşayan gruplar oluştu. Yani İslam bir şekilde manastır kültürüyle tanıştı. Arkasından şeyhlerinin önderliğinde de bir lokma, bir hırkaya talip olan Müslümanların, Ömer ve Ebuzer Gıfari'yi unutarak insanların mallarını haksız yolla toplayan tekelci idarecilere karşı nasıl boyun eğdikleri ortaya çıktı. Bu gruplar arasında öyle fikirler gelişti ki Allah Resulü'nün hayatında, ne söylediği ne de yaşadığına dair izi bulunması mümkün olmayan eylemler, din ve takva adına müritlere emredilir oldu. Ancak müsaade edildiğinde konuşabilen, düşünebilen ve harekete geçebilen bu kabile mensupları, Ümeyye'nin elindeki Bilal kadar köleleştiler. Artık yeni oluşan akide, üstad ya da Şeyh'in eylemlerindeki yanlış ya da doğrulara kayıtsız şartsız teslimiyetti. Daha üç asır geçmeden Bedir neslinin mirasını üstlendiğini söyleyenlerin durumu bu hale geldi. Genişleyen İslam nüfuzu yeni kültürleri, geçen asırlar ise başka fikirleri Müslüman coğrafyalarla tanıştırdı. Bu fikirlerin yönlendirdiği liderler devletleri yönetti. Özden uzaklaşan Müslümanlar dinin hükümlerini belirli alanlara indirgeyerek bu yöneticilere boyun eğdiler. Bu zulmün süregelen hakimiyeti de Resulullah’a atfedilen uydurma hadislerle "zalim sultana itaat etmek" şeklinde amel haline geldi. Her ne zaman öze dönerek peygamberini ve onun güzide ashabını örnek alıp baş kaldıran Müslümanlar çıktıysa da, o zamanki rejimlerden önce mevcut din uluları ve onlara bağlı cemaatler ağızları ve yayın organları ile müminleri fitneyi uyandıranlar olarak suçladılar. Oysa fitne hiç uyumadı ama Müslümanım diyenler uykularından hiç uyanmadılar.
Yukarıda bahsedilen süreç Müslümanların tarihinde yüzlerce yıldan beri yaşanıp gitmektedir. Ancak iyice incelersek bu tahribat hiçbir zaman dışarıdan gelmemiştir. Nihayetinde dışarıdan gelecek saldırı, fikri ve kültürel etkisinden önce ok ve mızraklarını, günümüzde ise tank ve tüfeklerini göstermektedir. Böyle bir durum her toplumda tepki oluşturur. Öyle ise yapılması gereken kurbağayı kaynar suya atmak yerine onu soğuk suya koyarak altına ateş yakmaktır. Böylece sıçrayıp kaçması engellenebilir. Rahmetli Ercüment Özkan'ın dediği gibi şirk İslam’dan öcünü Hıristiyanlık, Musevilik ya da ateistlik yolu ile almadı. Tasavvuf yolu ile aldı. İslam'ı az önce saydığımız dinler ile birlikte birçok gelenek ve fikrin boyunduruğu altına soktu. Bu yeni yapılanma ise karşımıza İslam olarak çıkarıldı. Bu karma din kendi içinde feraseti ve basireti o kadar iyi (!) gelişmiş alimler yetiştirdi ki gündüz gözünün önünde diz çöküp emir eri gibi bekleyen müritlerin gece yatak odalarına kadar sirayet edebilenlerini üretti.
Görülmesi gerekir ki zarar dışarıdan gelmedi. Ben bugün köyüme gitsem ve Ali Amca'nın kolundan tutarak ona yirmi sene Hıristiyanlığı, Museviliği yada ateistliği anlatsam yahut da Darwin’in teranelerini bilim adına aktarsam, canım çıksa da bana inanmaz. Onun bana mukavemeti en az Osmanlının haçlı ordusuna direnişi kadar aziz ve cesur; ama tepesindeki saltanatı hilafet sanacak kadar cahilane olur. Ancak elindekini asla bırakmaz. İyi de elindeki nedir? Ama Ali amcanın yanına piyasadan, din adına konuşan, dili dönen birisi gelse, abdest ve namaz faslından sonra onu laik ve demokratik devletin başkanına ulü'l-emr niyetine biat ettirir. Arkasından gelecek ehl-i tarik bir sufi de Enveru'l- Aşikin'den okuduğu birkaç sayfa da firavunun sakalının dokuz, boyununsa sekiz karış olduğunu anlatarak gözyaşı döktürür. Lakin Musa kimdir? Zalim yönetime nasıl baş kaldırmıştır? Bunlardan musalla taşına gidene kadar haberi bile olmaz.
Öte yandan çağdaş ve laik bir Müslüman olduğunu söyleyen zata Kur'an'dan biraz bahsetseniz size gelişen dünyanın değerlerini ve anasının haciye babasının da hoca hacı takımından olduğunu anlatır. Fikirleriniz onun için düzen bozucu ve yıkıcıdır. Oysa İslam’ın kardeşlik dini olduğu, "sövene dilsiz ve elsiz gerek" sözleriyle Yunus dinine çağrı yapar. Ayrıca firavunun çağdaş büyücülerinin statükocu, sömürücü ve özden uzaklaştırıcı sözlerini İslam zannederek onlarla biraz tedrisat yapmanızı söyler. Ne değirmen ama... Eline Kur'an'ı alan ve davet eden Müslümanın, geleneğin ve modernizmin bu değirmen taşları arasında öğütülmekten başka yolu var mıdır?
Bu sözlerin hiçbirisi havralardan ve kiliselerden çıkmamaktadır. Ben Müslümanım diyen insanların dillerinden dökülür. İslam, başkaları tarafından değil, Müslümanım iddiasında bulunanlar tarafından örtülmekte çukura gömülmektedir. Yusuf'u kuyuya atanlar başka ailelerin ya da ülkelerin insanları değildirler. Yusuf kendi kardeşlerinin yoldan çıkmışlıkları neticesinde kuyuya atıldı. Nübüvvetin yeryüzünden gizlenmesidir bu. Yakup gibi bir insana yakın olmak tehlikelidir. Onlar vahye çağırırlar; bu ise hevalarına uyanların kinlerini arttırmaktan başka bir şey yapmaz. Zamanımızda ise Muhammed'in davet ettiği kitap,Yusuf gibi kuyuya atılmıştır. Bize geri getirilenler ise Yakub'a götürülen yalan kan sürülmüş gömlek gibi hurafelerin karıştırıldığı İslam'dır. O gömlek nasıl Yakup’u kör ettiyse Muhammed’in yolu niyetine bize öğretilen hurafeler kör olmamızdan başka bir işe yaramadı. Artık gerçekleri görmek yerine kulaklarımıza fısıldananlarla yetinmek zorunda kaldık. Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerin benzerleri, Muhammed’in yolunu tahrif ettikten sonra, hilebaz kardeşler adetince hezeyanlarını bu dinin içine soktular. Bu değerlerden uzak tutulmuş günümüz insanı Yusuf’u tanıyamadı. Kervancıların sattığı Yusuf olmak yerine, insanları satılan köleler yaptılar. Fuhuştan kaçmak yerine onun peşine takıldılar. Allah'a davet yerine her azgın şeytanın yoluna uydular. Kıtlık zamanında stokçu oldu. Bolluk zamanında ise hortumcu. İktidara geldiğinde ise adaletle hükmetmek yerine zalim oldu. Kendisine sıkıntı çıkaranları affetmek yerine kelle avcılığına soyundu.
Toplum Muhammed’in bıraktığı mirası sahiplenmek yerine onu kuyulara, ona inananları da zindanlara koydu. Onun yolunda olduğunu söyleyen sözde takipçileri ise davet adına yaptıkları eylemlerde uyanış yerine uyuşmayı, basiret yerine körlüğü getirdiler. Kimileri gözünün önündeki okullardan kovulan başörtülü öğrencileri görmezken İngiltere'deki Stewan Hawking'in Dabbetü'l Arz olduğunu tescilleyiverdi. Bu muazzam keşfi sayesinde Müslümanların yıllarca çözemedikleri sorunu da ortadan kaldırdı! Fakat hiçbir zaman tepemizde debelenen dabbeleri ve tepelenen dabbezedeleri göremedi, görmek istemedi. Din konum ve makama feda edildi.
Bilgi o kadar çığırından çıkarıldı ki birileri nübüvveti kuyulara hapis ederken kendisini frenleyemeyen kalem ehli ise Zülkarneyn'i uzay yolculuğuna çıkardı. Şu peygamberlerin sözleri ne zaman yeryüzünde dinlenecekti acaba? Galakside Ye'cüc ve Me'cüc arayanların sokaklarda akan insan seline, haberlere, gazetelere bakmaları yeterlidir. Tevhidin duvarlarını yıkanların her türlü pislik selini insanlığın önüne akıttıklarını görmek için rasathaneye gerek var mı?
İnsanları, vahiyle mükellef edilen asıl noktalardan tali meselelere çekmek, affedilmesi mümkün olmayan bir yanlıştır. Tevhidle tanışmamış ve bu yüzden şirkten ve bunun doğal sonucu olarak da kölelik ve cehaletten kurtulamayan insanın, itikadi yanlışlarından önce ameli kusurlarını ortadan kaldırma çabaları Mekke'yi yaşamadan Medine devletini kurmak gibi olur. Hiçbir hareket davet dönemini yaşamadan devlet dönemini oluşturamaz. Peygamberler her zaman bu şekilde yönlendirilmiş, kimileri davet dönemini tamamlayabilmiş kimileri de bu noktadan sonra devlet dönemine geçmiştir. İşte Kur'an'daki hikmet budur. Vahyin peyderpey inişi, yürüyüşün sağlamlaşması içindir.
Mekke, tevhid, risalet ve ahiret inancının bilinçleri şekillendirdiği dönemdir. Öyleyse o zamanlar yapılan çağrıda uygulanan yöntem günümüzde uygulanan modelin aksine işlemektedir. Bugün kitabın tamamı elinde olduğu halde zulümle sessiz ve barışık yaşayanların, Mekke'de inmiş olan henüz birkaç sayfalık ayetlerin aralamış olduğu acımasız dönemleri iyice düşünmeleri gerekmektedir. Üstelik bu dönemde henüz muamelat ile ilgili hükümler gelmemiştir ki bizler bugün itikadi alan yerine tartışmalara bu sahadan başlamaktayız. Sahabenin kızları okullara başörtülü gidiyorlardı da bu zalimler çileden mi çıkıyordu? Cevap hayırdır. Çünkü o ayetler henüz hüküm alanında değildi. Namaz mı emredilmişti ki kılınması onlara ağır geliyordu? O da değil. Oruç?..Medine'de farz oldu. İçki, faiz gibi haramlar da devlet döneminde emredilen yasaklardır. Öyleyse müşriklerin müminlere saldırılarının kaynağı neydi? Sümeyye hangi ilimleri tahsil etmiş ve eyleme dökmüştü ki acımasız müşrikler onu katledecek kadar ileri gitmişlerdi. Bütün bu zulümlerin kaynağı hükmetme esaslarının doğduğu kaynakla ilgiliydi. Yaratma noktasında en az müminler kadar Allah'a teslim olan müşrikler hüküm koyma sorunu gündeme geldiğinde kendi kanun ve kurallarını koyarak ilahlığa soyunuyorlardı. Mekke Allah'ın hükümlerine göre şekillenecek olursa bugüne kadar ekonomik, siyasi, askeri alanlarda elde edilmiş makam ve mevkiler Kureyş ulularının tekeli olmaktan çıkabilirdi. Hele hele Allah'tan vahiy aldığını iddia eden bir çobanın eline teslim edilmemeliydi. İlahi hükümler bir yana kendilerine karşı koyanın muhatap kabul edilme şartı bile mal, makam ve soyluluğa bağlı olmalıydı. Ne yazık ki müşriklerin görüntü tercihleri bugün Müslümanım diyen insanların da kronik bir hastalığı olarak devam etmektedir. Kendilerini ayetlere çağıranlarda aradıkları hususlar bilginin doğruluğu ve faydası yerine nerelerden icazetli olduğuna dairdir. Görüldüğü gibi ipler tercih noktasında kopmaktadır. Hayatı yönlendirecek ve hükmedecek olanın kaynağı kavganın temel sebebidir. Tercih noktasını gereği gibi belirleyemeyen insanı ameli sorumluluklara davet etmek, sırtına gereksiz yük yüklemekten başka bir şey değildir.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi sorun dışarıdan kaynaklanmamakta bilakis kendi içimizdeki cehaletimiz ve kör teslimiyetimizden doğmaktadır. Cehalet kavramı ne yazık ki sadece okuma ve yazmadan mahrum kalma sorunu gibi telakki edilmektedir. Oysa Kur'an bu kavramı küfürle eş tutmuşken bir Müslümanın müşriklere ait bu sıfatı taşıyor olması olacak iş değildir. Bu kusuru görmemiz gerekirken insanları Allah'ın kitabına davet edenleri de olmadık iftiralarla suçlamaktayız. Bu iftiralarla onları kimi zaman Vehhabi kimi zamanda Harici yaptık. Yetinmedik. Ayetleri takdim edenleri peygamberi dışlayanlar olarak lanse ettik. Peygamber de insanların gündemine vahyi takdim etmiyor muydu? Bu kör-cahil yaşantımız devam ettiği müddetçe her defasında Yusuf’un bir kuyudan bir kuyuya atılışını yaşamamız kaçınılmazdır. Bu taktirde her kapitalist ve zalim kervancının bizi demokratik, sosyalist ve hümanist pazarlarda köle niyetine satmasına karşın hiçbir şey yapamayacağız. Ne zaman kuyuya atılmış Yusuf/vahiy değerimize sahip çıkarsak, gözlerimiz açılacak, adaletin ikamesiyle kanlı gömleklerin altında boğulan Müslüman coğrafyalar kurtuluşa erişecektir.
Bugünün tarihi dünyayı, hayatı, insanlığı, insanlık değerlerini yıkarak, yakarak, yok ederek ilerliyor. Daha doğru bir ifade ile tarih ilerlemiyor, geriye doğru gidiyor. Tarihsel zorbalık karşısında insanlık, küresel bir kâbus, küresel bir umutsuzluk, küresel bir çöküntü ve küresel düş kırıklıkları yaşıyor, insanlık küresel bir cezalandırma tehdidine tanıklık ediyor, ABD’nin ve İngiltere'nin özel çıkarları, insanlığın genel çıkarlarından çok daha üstün tutuluyor.
Propaganda araçlarına egemen olanlar, çıkarlarına uyurun tanımlar, yorumlar yapıyor ve bu temelsiz, kuşkulu, müphem, tek yanlı tanımları, yorumları bütün bir insanlığa dayatıyor. Bugün daha da güncel ve sansasyonel bir biçime sokulmuş bulunan "terörizm" tanımı da egemenlerin çıkarlarına hizmet edebilecek şekilde tanımlanıyor. ABD kendisine yönelik "terörist" saldırıları hem iç hem de dış politikada çok büyük ve çok verimli bir çıkar malzemesi olarak keyfi bir şekilde kullanıyor. Küresel propagandanın hiç bir anlamda çözümlemeleri yok, yalnızca sloganları var. Afganistan'a yönelik savaşın amacı, ABD ve İngiltere'nin emperyalist vasfını ve özelliğini tahkim etmek değil de; gerçekten terörizmle savaş olsaydı; bu takdirde öncelikle, kurulduğu tarihten itibaren sistematik bir biçimde Filistin halkına karşı terörist operasyonlar ve etnik soykırım uygulayan İsrail'e savaş açmak gerekirdi.
İslam Dünyası toplumları asla hak edilmemiş bir dışlanma ve eşitsizlik durumuyla, adil olmayan kısıtlamalar ve baskılarla karşı karşıya bulunuyor. İnsanlık propaganda yoluyla yönlendiriliyor. İdeolojik/politik kategoriler, klişeler ve propaganda insanı gerçeklikten uzaklaştırıyor; düşünemez, üretemez, direnemez, hareket edemez hale getiriyor. İdeolojik/politik egemen dil, ahlakdışı sınırlamalar ve tanımlamalar üreterek düşünsel, kültürel, siyasal hayatı kirletiyor, çölleştiriyor. İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak eleştiriler, sorgulamalar, karalamalar, aşağılamalar emperyalist iradenin ve propagandanın istediği yönde yoğunlaştırılıyor. Emperyalist iradenin uydusu olan çevreler, ideolojik kategorilere ve formüllere kölece boyun eğiyor, hiç bir şekilde bakımsız bir düşünceye ve yoruma sahip olamıyor.
Sınırsız teknolojik büyüme ve tahakküm bütün insani alanları, anlamları küçültüyor, barbarlıkları yüreklendiriyor, çoğaltıyor. Küresel tahakkümün, fiziksel şiddet dışında hiç bir dayanağı yok, Teknolojik gelişmeler, daha çok ölüm, daha fazla ölümleri kolaylaştırıyor. İnsani, ahlaki, manevi kesinlikler kayboluyor. Egemen propaganda sistemi aracılığıyla insan bir şekilde kişiliksizleştiriliyor, tutsaklaştırılıyor, bir kurbana dönüştürülüyor.
Küresel propaganda yoluyla gerçekler yasaklanıyor, bastırılıyor, zorlanıyor, sansür ediliyor, gizleniyor, örtülüyor ve insanlık yalnızca ABD’nin tercihlerini kabule mahkum bırakılıyor. Günümüzde insanlık, tek uygarlık ve tek kültür dayatması ile karşı karşıya bulunuyor. İnsanlık tarihi boyunca, uygarlıklar tarihi boyunca, insanlığın sahip olduğu en büyük ve değerli kazanımların, uygarlıklar arası etkileşimler vesilesiyle saklanmış olduğu gerçeği unutuluyor. ABD, farklı inanç, kültür ve uygarlık geleneklerini, birikimlerini, kültürlerin, uygarlıkların çeşitliliğini reddederek kendi ölçütlerini, evrensel ölçütlermiş gibi askeri yöntemlerle dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. İnsanlık dünyasına yalnızca korku ve endişe veren küresel faşizm ve militarizm, insanlığı ABD etiketi taşıyan bir sürüye dönüştürmek için küresel bir kuşatma yürütüyor. Militarist koalisyon, ideolojik karşıtlıklar temelinde, bütün bir insanlığı baskı altına alarak, tek taraflı politikalarını ve kendi doğrularını dünya gündeminde tutmaya çalışıyor. Militarist koalisyon dışında kalanlar "öteki" muamelesine tabi tutuluyor. Hayatımıza, varoluşumuza, anlam, derinlik, zenginlik kapandıran inançlarımız, değerlerimiz, kültürümüz, uygarlığımız küresel baskı ve egemenlik yapıları tarafından dışlanıyor.
İslam Dünyası yeni bir sömürgecilik serüveni ile karşı karşıyadır. Afganistan'a yönelik küresel ideolojik/politik/askeri kıyametin amacı, "terörizm"i yok etmek değil; Asya kıtası ölçeğinde siyasal, askeri ekonomik, kültürel gelişmeleri denetlemek, yönlendirmek, küresel tüketim için hayati önem arzeden enerji kaynaklarına vaziyet etmek, stratejik önemi olan Hazar havzasına ve Afganistan'a nüfuz etmek, Afganistan'da ABD ve Batı'nın çıkarlarını koruyup gözetecek Batı yanlısı bir rejim kurmak, dünya pazarlarında belirleyici anlamda egemen olmaktır.
Nasıl yaşayacağımıza; neyi, kimi, nasıl seçeceğimize; kimin yanında, kimin karşısında olacağımıza; neyi, nasıl tercih edeceğimize, küresel faşizm/militarizm karar veriyor. Bu durum çok alçaltıcı bir durumdur. Kültürel, geleneksel farklılıklar, çoğulculuklar kuşatılıyor. Halkların/toplumların, bir inancı, bir kültürü ve uygarlığı özgürce tercihi, seçimi, temsili açıkça engelleniyor. Postmodern kültürün de seçici bir moda, bir fantezi olduğu, lüks bir kültür olduğu görülüyor. Postmodern kültür Müslümanları, zayıfları, güçsüzleri, yoksulları, mahrumları kapsamıyor, Bugünün dünyasında farklılıkların eşit temsiline imkan kalmamıştır.
Her alanda nihai ve kesin tercihler yapmakla yükümlü olduğumuz bir dönemdeyiz. Tarihsel sorumluluklarımızı yerine getirebilmek için bilincimizi köklü bir şekilde dönüştürebilmeliyiz. Bilinç düzeyinde bir zenginleşme, bir yükselme sağlanamazsa, statükolar de-ğiştirilemez. Abartılı, ölçüsüz, gerçekleştirilmesi güç Öneriler, taahhütler ve vaatlerde bulunmak; sansasyonel ve duygusal davranışları seçmek; yalanlarla, masallarla, menkıbelerle avunmak ve avutmak yerine; tarihe müdahale edebilecek bir iradeye ve bilince sahip olabilmek için çok çaba harcamalıyız.
Uluslararası-uluslarüstü konjonktürün ve zamanın aleyhimizde olduğu; barbarlığın, anlamsızlığın küreselleştiği; insani niteliklerin yerini hayvani niteliklerin aldığı, bütün değerlerin sarsıldığı; akla, iyiye, doğruya inancın zayıfladığı; berbat bir suskunluk, moralsizlik ve boğucu bir durağanlık mevsiminden geçiyoruz. Karşılaştırma, ölçme, değerlendirme, mukayese etme ilkeleri, kriterleri yok oluyor. Bütün dünya basmakalıp yargılara dayalı sistem merkezli açıklamaları tüketiyor.
Yanılgılar tarihimizin temelinde yüksek düzeyde taşıdığımız ve bağlandığımız duygusallıklar yatıyor. Sorumluluklarımızı bir kenara bırakarak, kabusumuza çekilerek, kapalı yaşamayı seçmek asla bir çözüm olamaz.
Sorumlulukları ertelemek, umutları ertelemektir.
Umutlar sorumluluklarla başlar, sorumluluklarla büyür.
Küresel faşizmin/militarizmin yönlendirdiği tarihi onaylamak, bu tarihe kayıtsız kalmak; zulmü, adaletsizliği ve barbarlığı onaylamaktır.
Kalbimiz, ruhumuz, bilincimiz; kaynağını, yönünü, istikametini yitirmemişse eğer, henüz umutlar tükenmemişti. İyi, güzel, doğru şeyler yapma; iyi, doğru, güzel inşalara yönelme yeteneğimiz, azmimiz, birikimimiz varsa eğer; umutlar da var demektir.
Hayatımız, inançlarımız üzerine kuruludur.
İnançlarımıza sadakatsizlik ederek, hayatımızı yok edemeyiz. |