Hz. Peygamber ve yapıcı muhalefetPeygamber
ve muhalefet…İlk bakışta birbirine zıt iki kavram gibi duruyor. Eğer
“muhalefetten” kasıt peygamberin misyonuna, getirdiği ilahi mesaja ve o
mesajdan çıkardığı hükümlere muhalefet ise, muhalefetin peygamberlikle
zıt köşelerde olduğu doğru.
Zaten bu sayılan hususlarda bir peygambere
muhalefet eden Allah'a muhalefet etmiş olur. Zira elçiye zeval olmaz.
Elçi'ye muhalefet elçiyi gönderene muhalefettir. Adı “teslimiyet” olan
bir dinin buna izin vermesi de beklenemez.
Fakat “muhalefet” ile “yapıcı muhalefet” kastediliyorsa, o başka.
Hz. Peygamber'in kişisel içtihatları söz konusu olduğunda, onun kutlu arkadaşları hiç muhalefet ederler miydi?
Bu önemli soruya “evet” cevabı verecek
olursak, bu kez de karşımıza bir o kadar önemli ikinci soru çıkıyor:
Hz. Peygamber'in görüşünün kişisel içtihat mı yoksa vahiy mi olduğunu
nasıl ayırt ederlerdi?
Nur suresinin 62. ayeti, bizce işte bu suale cevap veriyor:
“Gerçek mü'minler, ancak Allah ve Rasulüne
yürekten inanıp güvenenler; ve cemaatle ilgili bir mesele
görüşüldüğünde ondan izin istemeden farklı bir görüş
geliştirmeyenlerdir. Elbet senden izin alan kimseler var ya; işte Allah
ve Rasulüne yürekten inanıp güvenen kimseler onlardır. Artık sen de
önemli işlerinde izin istedikleri zaman, içlerinden uygun gördüğün
kimselere istediği izni ver; onlar için de Allah'tan bağışlanma dile:
Çünkü Allah limitsiz bağışlar, sınırsız mağfiret eder.”
Ayetteki “lem yezhebû hattâ yeste'zinûhu”
ibaresine, klasik tefsir genellikle “izin istemeden toplantıdan ayrılıp
gitmezler” manası vermiş. Bu takdirde ayetin bize söyleyeceği pek bir
şey yok.
Fakat “zehebe” fiilinin sadece mekansal
anlamda “bir yeri terk etti” anlamına değil “mezhep”den de anlaşılacağı
gibi “bir görüşe vardı” anlamına da geldiği bilindiğinde, ayet
canlanıyor ve tüm zamanlara hitap etmeye başlıyor. “Hatta” edatıyla
birlikte düşünüldüğünde anlamın “bir görüşten ayrılıp bir başka görüşe
varmak” olduğu ayan beyan ortaya çıkıyor.
Durumu özetleyelim: İslam cemaatiyle ilgili
sosyal meselelere ilişkin hayati kararlar alınıyor: Savaş ve barış
kararları, anlaşma ve sözleşmeler, güvenlik ve vatandaşlık hak ve
sorumlulukları… Karar alma mekanizmasının başında Hz. Peygamber
bulunuyor. O hem bir peygamber, hem insan. Hem risalet misyonu var, hem
devlet başkanı. Hem vahiyden besleniyor, hem bilgi, tecrübe ve
birikiminden.
Tecrübe ve birikiminden yola çıkarak vardığı
sonuçlarda bazen isabet ediyor, bazen edemiyor. Edemediği durumları
görünce bunu tereddütsüz kabul ediyor. Hamile annelerin çocuk
emzirmesini önce emen bebeğe zarar verir gerekçesiyle yasaklayıp, bunun
böyle olmadığını tecrübeyle öğrenince yasağı kaldırması gibi. Yine
hurma aşılamayı ağaçlara zarar verir endişesiyle yasaklayıp, aksine
meyveyi cinsleştirdiğini görünce serbest kılması gibi.
Onun vahiyden değil de bilgi, birikim ve
tecrübesinden yola çıkarak vardığı sonuçlara muhalif görüş beyan
edenler olmuş mu, olmuşsa hangi usul ve üslupla olmuş?
Evet, olmuş. Mesela Bedir savaşında olmuş. Hz.
Peygamber İslam ordusu için bir savaş alanı tesbit etmiş. Orduda
bulunan Hubâb b. Münzir bu seçimin isabetsiz olduğunu düşünmüş. Muhalif
bir görüş beyan etmek için tam da ayette dile gelen nezaketli üslupla
sormuş:
“-Ya Rasulallah! Bu mevziyi seçmeniz vahyin emri mi, yoksa sizin kendi düşünceniz mi?”
Bu soruda üç şey gizli:
1) Vahye itaatte zerrece kusur yok.
2) Allah Rasulü'ne nezaket ve saygıda titizlik var.
3) Doğru bildiğini söyleme hususunda özgüven ve akla hürmet var.
Sonuçta bunun bir vahiy değil içtihat olduğu
ortaya çıkıyor. Muhalif görüş geliştiren, görüşünün daha isabetli
olduğunu isbat edince, Hz. Peygamber bunu mesele yapmadan kendi
görüşünü terk etmekte zerrece tereddüt etmiyor. Sonuç malum.
Aynı şey Berire isimli bir gelinin kocasından
boşanmak istemesi üzerine gerçekleşiyor. Eşini kendisine dönmesi için
ikna etmesini isteyen kocayı kıramayan Allah Rasulü Berire'ye ricada
bulununca, genç kadın vahyin inşa bir akılla şu soruyu soruyor:
“-Ya Rasullah! Kocama dönme ricasının arkasında vahiy mi var, yoksa ona şefaatçi mi çıkıyorsun?”
Berire, Rasulullah'ın bu talebinde vahyin
değil ayrılmak istediği kocasının ricasının rol oynadığını öğrenince,
“Ben kararımı verdim ya Rasulallah!” diyor ve Allah Rasulü'nün
mukabelesi ise, sadece genç kadının ardından şefkatli bir tebessüm
oluyor.
Sözün özü: Vahye hakkı olan itaati gösteren
şahsiyetler, akla hak ettiği hürmeti de gösterirler. Aklının
sınırlarını vahye çizdirmeyen bireyler ise, içgüdülerine vahiy
muamelesi yaparlar.