Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
Bu makale Mübhemâtu’l-Kur’an’a (belirsiz anlatımlar) sözlü dil
bağlamında yeni bir yaklaşım önermektedir. Kur’an-ı Kerim’de
mübhemlerin (Mübhemâtu’l-Kur’an) varolması Kur’an’ın sözlü dil
ortamında oluşmasının bir sonucudur. Kur’an’ın nüzulune muhatap olan
insanlar Kur’an metninde mübhem bırakılan şahıs ve yer isimlerini
bilmekteydiler. Bütün bunlar esasen konuşma dilinin yapısından
kaynaklanan ve hitabı yazılı metinden okumak zorunda kalanlar için bir anlam ifade eden sorunlardır. Kur’an’ı dinleyenler için varid olmayan fakat yazılı metinle yüz yüze gelen insanların karşılaştıkları anlatım özeliklerdir. Vahyin tabîi
bağlamında belirsiz olarak aktarılan yer isimleri, şahıs isimleri,
mekan isimleri hitap ortamında olanlar için (mübhem) belirsiz
kategorisine girmez. Sözün tabi bağlamından hem zaman hem de mekan
bakımında uzakta bulunan insanlar için belirsiz anlatımlar ortaya
çı-kar. Çünkü sözlü dil kullanımında anlam ‘bir şimdi’ içerisinde
ortaya çıkar ve dilin göndergeleri belirgindir.
nüveforumdan alıtıdır...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
l.Giriş
Günümüz Türkiye’sinde Kur’an’ı anlama ve yorumlama faaliyetlerinde yeni
yöntem arayışlarının yaygınlık kazandığını görmekteyiz. Bu yöntem
arayışlarında ise önceliği, sözlü dil ve sözlü geleneğe ilişkin
açıklamalar oluşturmaktadır.1 Biz de bu makalede mübhemât (belirsiz
anlatım)
olarak bilinen Ulumu’l-Kur’an’a ait bir konuyu sözlü dil kullanımı bağlamın-da irdelemek istiyoruz.
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim uzun bir süreçte nuzûlü tamamlanan,
toplumun ilgi ve ihtiyaçlarına göre vahyedilen bir kitaptır. Peygamber
döneminde Kur’an’ın açıklanması ve anlaşılmasıyla ilgili herhangi bir
sorun insanları fazla meşgul etmemiştir. Çünkü Kur’an’a muhatap olan
insanlar Kur’an’ın tabîi bağlamını ve anlamını oluşturmuşlardı. Hz.
Peygamberin (otorite yorumcu) vefatıyla birlikte Kur’an’ın yorumlanması
ve açıklanma-sıyla ilgili birtakım problemler ortaya çıkmaya
başlamıştır.
Kur'an-ı Kerim yazılı kültüre mensup olmayan, sözlü gelenek ve düşünüş
tarzına alışık olan bir topluma vahyedilmiştir. Burada sözlü kültüre
alışkın bir toplumdan kastımız yazı yazmasını bilmeyenler anlamında
ol-mayıp, yazılı kültür alışkanlıklarına sahip olmayanlar anlamında
kullanıl-maktadır. Bunun en büyük delili Kur'an-ı Kerim inmeye
başladığı zaman vahyin Peygamberin kalbinde ve hafızların belleğinde
korunmasıdır2. Çünkü sözlü dil kullanımının yaygın olduğu toplumlarda
bellek bilginin korunma araçlarından birisi olmasından dolayı
olağanüstü öneme sahiptir. Ayrı-ca konuşulan sözün kaydedilmemesinden
dolayı, yokluğa karışması belle-ğe önemli bir görev yüklemektedir.3
Kur’an’ın Arapça olarak ve toplumun dilsel alışkanlıklarına göre
vahyediliyor olması konuşulan dil ve dilsel yapıyla vahyin anlamı
arasında bir çelişki ve aykırılığın olmaması anlamına gelmektedir.
Dilin bir anlamda kültürün içinde saklı olması ve birbirini
şekillendirmesi dilsel yapılarda da etkili olmaktadır. Vahyin Arapça
Kur'an4 şeklinde nitelenmesi hiç kuşkusuz onun sadece Arap diliyle
ifade edilmesinin ötesinde bir anlam taşımaktadır. Kur’an dilinin
kelimeleri ifadeleri ve üslubu peygamber döneminde kullanı-lan İslam
öncesi Araplar tarafından anlaşılan ve bilinen bir dildi. Bunun göz
önünde bulundurulması Kur’an ifadelerinin doğru biçimde anlaşılmasına
katkıda bulunur. Kur’an, diline aşina olan ve onu anlayan Araplara
hitap etmiştir.5 Dolayısıyla Arapça hitap etmenin anlamı o günün
Arapça’sıyla ve sözlü dil kuralları içinde gerçekleşmesi anlamına
gelmektedir.
Bu bağlamda dil olgusu zannedildiği gibi bir dizgeden ya da bir sözcük
topluluğundan ibaret değildir. Bilakis dil başlı başına bir anlam
evrenidir. Bir toplumun kainata bakışı onu kavrama biçimi, bu kavrayış
sonucunda oluşan adetler ve yaşantılar bu dilde somutlaşır. Yine ayrıca
bir halkın tüm hayatı, düşünce yapıları, dünya görüşleri, estetik ve
ahlaki değerleri yani bütün kültürel unsurları konuşulan dilde
saklıdır.6 Dolayısıyla dil toplumun kültürel, sosyal ve düşünce
yapılarını yansıtan bir araçtır. Bu anlamda Kur’an’ın indiği toplumda
kullanılan dili herhangi bir sorgulamaya tabîi tutmaksızın olduğu gibi
kullanmasından söz debiliriz.7
Arap toplumunda her ne kadar okuma yazma bilenler varsa da yazılı dil
alışkınlığına sahip olmayanların ve geleneksel olarak sözlü toplum ve
dil alışkanlıklarına sahip olan bir toplum olduğu tarihen sabittir.
Dolayısıyla Arap toplumunun ve kullanılan dilin sözlü dil üzerine
şekillendiğini söyleyebiliriz.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
2.Sözlü ve Yazılı dil
Dilbilimciler yazı dili ve konuşma dili arasında ayrımlar yaparak
konuşma dilinin yazı dilinden daha önemli olduğu ve onu öncelediği
görüşündedirler. Onlara göre insan ırkı yazmadan çok önceleri konuşmaya
başlamıştır ve günümüzde hala yazılı formu bulunmayan pek çok dil ve
toplum mevcuttur. Çocuk yazmayı öğrenmeden konuşmaya başlar ve dil
yapısı konuşma dili üzerine şekillenir. Yazı dili konuşma diline hiçbir
kayıp olmadan aktarılmasına rağmen konuşma dili için bu mümkün
değildir. Konuşma dilinde sadece konuşma olayının kendisi değil bir
anlamda konuşmanın resmi çizilebilmektedir8.
Konuşma dili, yazı dilinde kolay kolay gösterilemeyecek olan çok daha
çarpıcı özelliklere sahiptir. Özellikle dilbilimde kullanılan bürünsel
(prosodik) yapı; yani ifadelerin vezni, seslerin uzunluk kısalık ve
vurgu-suyla ilgili olan ve paralinguistik özellikler olarak bilinen ses
iniş çıkışı ve vurgu kategorileri konuşma diline ait olan yazı dilinde
bulunmayan özellik-lerdir9. Bu anlamda sözlü dilin daha dinamik yazı
dilinin ise edilgen bir özelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yazı
diliyle konuşma dili arasındaki farklardan birisi konuşurken dilsel
olmayan pek çok süreçler kullanırız. Dolayısıyla sözlü dil kullanımında
konuşan -konuşulan veya buna bağlı olarak dinleyenler doğrudan bir
iletişim ortamı oluştururlar.
Ayrıca karşılıklı konuşma biçimindeki ya da yazılı bildirişimlerin
kendine özgü kolaylıkları ve zorluklarından söz edilebilir. İletişimin
sözlü ya da yazılı yapılmasına göre dilsel yapılar farklılık gösterir
ve her iki anlatım biçiminin anlatımında değişiklikler olur.10
Sözlü bir anlatımı anlamak için, göndergelerini anlamak gerekir. Yani
kim nerede ve ne zaman bu bildiriyi üretti soruları sözlü bir
bildirinin anlaşılması için gerekli olabilir. Okurun bildiri dışında
bir hareket noktası olmayacağından verici bildirisinin göndergesel
dayanaklarını açık seçik belirler. Tek bir bildiride anlaşılmayan eksik
tümceler olabilir ya da duruma göre bildirinin tamamı anlaşılmayabilir.
Ancak bir süreç olarak devam eden karşılıklı konuşmada bir çok durum
konuşma bağlamı içinde anlaşılabile-cektir.11 Yazılı söylemin, metnin
bir özelliği de kendisini tüm görünür göndermelerden kurtarması
görünmez göndermelere yol açmasıdır.12
Modern dilbilimin verilerden öğrendiğimize göre sözlü hitap veya dilde
yazılı olmayan pek çok unsurla mesela ses- el kol hareketleri vb.
karşı-laşmaktayız. Bu anlamda yazı durağan ve ağır başlı olmasına
karşın söz dinamik ve o anda olup biten bir şeydir. Bu anlamda sözlü
düşünüş bir şimdi içerisinde ortaya çıkan ve bağlamın şimdi içerisinde
oluştuğu bir dil ortamıdır. Yazıda ise tam tersi bir hareketle sözün
oluştuğu bağlamın bilinmesini söz ortamının canlı tasvirini
gerektirmektedir. Bu anlamda söz veya sözlü söylem konuşulduğu andan
itibaren yokluğa karışır. Yazılı söylem bunun tam aksine yazının kamuya
mal edilmesi ve sözün resminin çizildiği dil ortamıdır.
Ayrıca sözlü söylemde hep görünür bir dünyaya gönderme yapılır. Yani
betimlenmek anlatılmak, temsil edilmek istenen sınırları belirli bir
dünya vardır. Bu, sözlü söylemde diyaloga katılan muhatapların
katıldığı ortak bir konumun bulunması anlamına gelir. Yazılı metinde
ise nasıl metnin anlamı yazarın niyetinden ve metnin bağlamından
bağımsızlaşmışsa, görünmeyen göndermelerin kurduğu gerçek görünür dünya
dan farklı, sınırsız bir dünyadan söz edebiliriz.13
Sözlü söylem zorunlu olarak söylem anındaki kişiyi ya da kişileri
muhatap kabul ederken yazılı söylemin muhatapları, diyalog durumunun
eşit koşullarında yer almayan okuyuculardır. Bu haliyle yazılı söylem
diyalog olayının anlık sınırlarını ve konuşmadaki yüz yüze olmanın
kısıtlıklarını aşarak evrensel bir nitelik kazanmış bilinmeyen,
görünmeyen bir okuyucu kitlesi söylemin aralıksız muhatabı haline
gelmiştir.14
Dolayısıyla sözlü ve yazılı olarak üretilen metinlerin kendilerine ait
birtakım dilsel kalıplarının olması ve yorumlama sürecinde metin
türünün göz önünde bulundurulması bu metinlerin anlaşılmasında önemli
olmakta-dır.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
3.Kur’an ve Sözlü Dil
Tenkitçilerin üzerinde durdukları konulardan birisi yazıya geçirilen
metinlerin arkasında sözlü bir geleneğin bulunduğu hakikatidir. Sözlü
edebiyatın yazılı olana şekilsel bir etkisi olduğunu ve onun farklı
anlatımların ve farklı metinlerin sebebi olduğunu ortaya koymaktadır.15
Buna göre her anlatım hayat içinde farklı bir yere sahiptir. Bu
bakımdan kimin konuştuğu dinleyicilerin kim olduğu, ne söylediği,
nerede söylendiği amacın ne olduğu soruları sürekli sorulur. Bu sorular
ile metnin ortaya çıktığı siyak ve sibak ortaya konur. Bilindiği gibi
Kur'an yirmi küsur yıl içerisinde toplumsal talep ve ihtiyaçlara göre
nazil olmuş olan bir kitaptır. Her ne kadar vahyin kaynağı ilahi olsa
da kullandığı dil ve konuştuğu toplum beşeri düzlemde olan ve o
toplumun dilsel kalıp ve düşünüş tarzlarıyla şekillendiği bir dildir.
Yani bir anlamda vahiy Arap toplumunun dil yapısı ve düşünüş biçimiyle
oluştu-rulmuştur. Arap toplumunda her ne kadar yazı yazma bilenler
varsa da genellikle sözlü dil geleneği ve düşünüş yapısı toplumda hakim
faktördü. Bu yüzden Kur'an’ı yüzeysel anlamda okuyan birisi bile bir
çırpıda O’nun üslup ve muhtevasının farklı olduğu sonucuna
varacaktır.16 Sözlü düşünüş ve sözlü dil yapısı, Kur'an’ın üslup ve
muhtevasına etki etmesi bir zorunluluk olarak kendisini göstermektedir.
Bu anlamda Kur'an’ın dil yapısı nihayetinde Allah'ın tarihe müdahalesi
ve toplumla ilişkiye geçmesi sonucu oluşmuştur. Çünkü vahiyler hiçbir
zaman boşlukta durmaz ve boşluğa inmemiştir. Bu anlamda vahyin dil
yapısının ilişkiye girdiği toplumun dil yapısıyla yakın bir ilişkisinin
olmasının zorunluluğundan söz edebiliriz.
Kur’an tarihin belli bir döneminde, o dönemin somut tarihi ve toplumsal
gerçekliğine atıfta bulunan mesajlar bütünü şeklinde Arapça olarak
inmiştir. Somut tarihe ve toplumsal gerçekliklere yapılan bu
göndermeler salt zihni veya teorik düzeyde olmayıp muhataplarının
hayatlarını değiş-tirmeyi hedefleyen iletiler bütünüdür.17 Bu somut
tarihe ve toplumsal gerçekliklere yapılan göndermeler canlı söz
niteliğinde ve muhataplarının belli olduğu bir dil dizgesi içerisinde
gerçekleşmiştir.
Kur’an-ı Kerim her ne kadar ilahi bir vahiy olsa da bu bağlamda
toplumsal kalıp ve düşüncelerle şekil kazandığı ortadadır. Kur’an-ı
Kerim’in yakından incelenmesi böyle bir çıkarımın varlığını
gerektirmektedir. Kur’an gerek üslup, gerekse muhteva açısından sözlü
dilin özelliklerini yansıttığı malumdur. Kur’an-ı Kerim bu açıdan sözlü
bir metindir, bu bakımdan ifadelerinde konuşma dilinin özelliklerine
ağırlık vermesi son derece doğaldır; çünkü karşısında, hayatlarını
değiştirmeyi amaçladığı muhatapları bulun-maktadır. Bu muhataplar da
Kur’anı kendilerine bildiren peygambere karşılık vermektedirler, bu
bağlamda Kur’an-ı Kerim karşılıklı konuşma üslubun özelliklerini
yansıttığı bir vakıadır.18 Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in oluşum
döneminde kullanılan sözlü dil ve gelenek yapısı Kur’an’ın gerek
muh-tevasına gerekse üslubuna yansımıştır. Mevdudi, tefsirinin
girişinde Kur’an’ın oluşum tarihinde sözlü dil kullanımının farkına
vararak sözlü hitap ve dil kullanımının tercüme ve yorumlama
faaliyetlerinde kullanılması gerektiğini; zira konuşma diline göre
oluşturulan bir metin yazılı bir metin gibi algılandığı vakit metinde
birtakım eksikliklerin doğal olduğunu vurgu-lamıştır. Bunun ise
Kur’an’ın oluşumunda sözlü hitap dilinin etkili olmasın-dan
kaynaklandığını ifade eder. Aşağıda alıntılayacağımız metin Mevdudi’nin
görüşlerini özetler mahiyettedir:
“Motamot tercümenin taşıdığı zaaflardan en önemlisi, Kur'an'ın
üslûbunun, yazılı metin uslûbu olmayıp, bir hitabet biçimi olduğunu
dikkate al-mayışıdır. Kur'an'ın söz konusu hitabet biçimi, yazıya
dökülürken, bu özelliği dikkate alınmaksızın kelime kelime tercüme
edilirse şayet, ifadede bir kopukluk meydana gelir. Kur'an'ın
başlangıçta bir risale şeklinde yayınlanmadığı herkesin malumudur.
Kur'an İslam davetinin gelişim süreci içerisinde, muhtelif zamanlarda
Hz. Peygamber'e (s.a) hitabet parçaları şeklinde tedricen nazil olmuş,
Hz. Peygamber de (s.a) hemen oracıkta bunları muhataplarına okumuştur
(İletmiştir). Yazı dili ile konuşma dili arasında çok önemli bir fark
vardır. Sözgelimi bir meseleyi yazarak izah edeceksek, önce sorunu
ortaya koyar, sonra izah etmeye geçeriz. Oysa hitabette, zaten
sözkonusu meseleyi ortaya atanlar hazır bulunduğundan, muhaliflerin her
dediğini beyan etmeye her zaman gerek duyulmaz. Ancak konuşmacı, sözün
gelişi içerisinde bir cümleyle onların dediklerine değinir. Yazarken
başka bir hususa değinilmek istenildiğinde, sözün akışının bozulmaması
için, bu husus ara bir cümleyle ele alınır. Fakat konuşmacı ses tonunu
kullanarak birçok ara cümleler kullanabilir ve buna rağmen sözün
akışında bir kopukluk meydana gelmez. Yine bir konu yazılarak ifade
edilecekse, konunun geçtiği ortamı hiç değilse bir iki cümleyle ayrıca
aktarmaya gerek duyulur. Oysa konuşma esnasında ortam ile konuşma doğal
olarak bağıntılıdır ve konuşmacı çevreye işaret etmeye gerek
duymaksızın konuşsa dahi, konuşmada bir kopukluk ortaya çık-maz.
Konuşmacı mütekellim ve muhatap sigalarını (birinci ve ikinci tekil
kipler) sürekli değiştirerek kullanabilir. Konuşma yeteneğine göre,
konuşmacı yer ve zaman unsurlarını dikkate alarak, karşısında hazır
duran topluluğa, bazan gaip sigasıyla (üçüncü tekil), bazan muhatap
sigasıyla, bazan tekil, bazan çoğul olarak, bazan kendi adına, bazan
ilahî bir kuvvet adına, bazan ilahî kuvvetin kendisinden naklen
konuşabilir. Ve tüm bunlar bir konuşmanın en güzel yönleri olarak
takdir toplar. Fakat aynı uslûp yazı yazılırken kullanılırsa bir
irtibatsızlık, bir kopukluk meydana gelir.”19
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Kur’an’ın yorumlanması ve tercüme faaliyetlerinde içine düşülen
hatalardan birisi Kur’anın nasıl bir metin olduğu sorusuna doğru dürüst
bir cevap verilmeden yorumlama çabasına girişilmesidir. Bu ise maalesef
bir takım yanlış yorumlama ve anlama anlayışlarını ortaya
çıkarmaktadır. Bu anlam yanlışlarının ortaya çıkması Kur’an’ın metin
türünün ortaya konul-mamasından kaynaklandığını düşünmekteyiz.
Dolayısıyla Kur’an bir metin-se önce metnin ne anlamda kullandığımızı
ortaya koyma zorunluluğu var-dır. Metin belirli bir bildirişim
bağlamında bir ya da birden çok kişi tarafın-dan sözlü ya da yazılı
olarak üretilen bir dil dizgesi bütünüdür. Bir başka deyişle bildirişim
değeri taşıyan eyleme yönelik devingen bir bütündür. Bildirişim işlevi
olamayan yazılı ve sözlü bir belge metin değildir.20 Dolayısıyla bir
şeyin metin olabilmesi için bildirişim işlevi görmesi ve sözlü ya da
yazılı bir metin olması şarttır. Bildirişim işlevi olmayan bir şey
anlaşılama-yan ve bir şey söylemeyen anlamsız bir yapıdır. Bildirişim
işlevi gören an-lamlı eylemler göz kırpmak gülümsemek vb. bunlar da bir
metindir fakat yazılı ve sözlü bir metin gibi anlaşılmaları gerekmez.
Ayrıca karşılıklı konuşma biçiminde ya da yazılı türdeki
bildirişimlerin kendine özgü kolaylık-ları ve zorluklarından söz
edilebilir. İletişimin sözlü veya yazılı yapılmasına göre dilsel
yapılar değişiklik gösterir ve anlatım yapısı kullanılan dile göre
şekillenir.21
Ayrıca, daha önce bahsettiğimiz gibi yazıya geçirilen metinlerin
ar-kasında sözlü bir geleneğin bulunduğu, sözlü edebiyat ve geleneğin
sonraki yazılı metinlere şekilsel etkisi olduğunu söyleyebiliriz.22
Özellikle bu yöntem batı dünyasında kutsal kitapların anlaşılmasında
bir yöntem olarak benimsenmekte ve form tenkiti olarak kendi kutsal
kitaplarının yorumlan-masında kullanılmaktadır. Diğer yandan bir metnin
türünün bilinmemesi metnin yanlış anlaşılmasına ve yorumlanmasına yol
açabilir. Çünkü bir sözcüğün anlamı bir tümce içinde, bir tümcenin
anlamı paragraf içinde, paragrafın da kitabın kendi edebi geleneği
içinde anlamı ortaya çıkmakta-dır.23 Dolayısıyla metinlerin ne türden
bir bildirişime ve hangi metin türüne ait olduğunun saptanması
metinlerin doğru ve kendi edebi bütünlüğü içerisinde anlaşılmasına
yardımcı olmaktadır.
Kur'an uzun sürede metinleşmesi Kur'an-ı Kerim’in metin gibi
algı-lanması ve okunması bizi bir takım sorunlara götürmektedir. Bu
sorunları şöyle özetleyebiliriz. Kur'an metninde tekrarlar mevcuttur,
sure içi bütünlük yoktur, sistematik bir tertip yoktur, iç bütünlüğe
sahip olmaktan uzak bir metindir, cevabı vardır fakat sorusu ortada
yoktur, şahıs zamirleri sürekli yer değiştirir,24 somut ve hayata yakın
bir dil kullanımı vardır, bu saydığımız özellikler Kur'an metninin
yazılı metin formuna uymadığının göstergeleridir. Bu saydıklarımız
Kur’an için bir zaaf değil, tamamen Kur’an’ın oluşum süreci ve sözlü
dil kullanımından kaynaklanan sorunlar-dır. Dolayısıyla Kur'an metninin
anlaşılabilmesi için söz dışı bağlamın bilinmesi ve metnin sözlü dil
açısından kurgulanmış olduğu gerçeğinin göz önünde bulundurulması
gerekmektedir.
Hepsinin bütünsüzlük’e indirgenmesi mümkün olan bu özellikler, bir
metin için kusur kabul edilebilecek niteliklerdir.25 Buradaki sorun
Kur’an’ın metin türünün çeviri ve yorumlarında göz önünde
bulundurulmaması yazarın dikkat çektiği sorunlara bizi götürmektedir.
Dolayısıyla Kur’an’ın sözlü metin olma özelliği Kur’an’ın doğru
anlaşılması açısından göz önünde bu-lundurulması gereken çok önemli bir
özelliktir.26
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
4.Sözlü Dil Bağlamında Mübhemâtu’l-Kur’an/Belirsiz Anlatımlar Peygamber döneminde ve sahabe döneminde Kur’an ilimlerinin telifine gerek duyulmamıştır; çünkü nüzulu müşahade edenler bizzat peygamberin tedrisatından geçmişler ve Kur’an’ın tabîi bağlamını oluşturmuş-lardı. Sahabe döneminin sonlarına doğru İslam topraklarının genişlemesiy-le birlikte Kur’an’ın anlaşılması, yeni gelen nesle açıklanması ve aktarılma-sı sorununun ortaya çıkmasıyla birlikte İslam’a ve Kur’an’a ilişkin pek çok tedvin yapılmıştır.27 Sözlü dil ve geleneklere alışkın olan bir toplumdan yazılı kültüre geçişle birlikte bilginin sistemli bir şekilde aktarılması ve öğrenilmesi ihtiya-cından dolayı birtakım telifler yapılmıştır.(çünkü yazılı dil ve kültür daha sıkı bir dil dizgesi ve buna bağlı olarak bilginin sistemli şekilde düzenlenmesini beraberinde getirir) Kur’an’ın tabîi bağlamını oluşturan insanların vefatlarıyla birlikte Kur’an’ın anlaşılması ve daha sonraki nesle iletilmesi sorunu baş göstermeye başladı. Dolayısıyla bu durum Kur’an’ın açıklanma-sı ve yorumlanmasına ilişkin birtakım dilsel ve metinsel kuralların ortaya konmasını gerektiriyordu Kur’an ilimlerinin gayelerinden birisi az önce bahsettiğimiz durumla yakından ilintilidir. Kur’an ilimlerinden Esbab-ı Nüzul, Mübhemâtu'l-Kur’an, Mekki ve Medeni vb. konularını bu çabaların ürünü olarak sayabiliriz. Dolayısıyla Mübhemâtu’l-Kur’an konusu da öteden beri Müslüman alimlerin dikkatini çekmiş ve bu konuda birtakım telifler yapılmıştır. Kur’an’ın kendine has ifade özelliklerinden biriside kıssaların sunuluşunda ve diğer anlatım özelliklerinde yer, zaman ve şahıs isimlerini fazlaca ön plan çıkarmamasıdır. Kur’an böylesi durumlarda ism-i işaret, ism-i mevsul ve zamirleri kullanmaktadır.28 Mübhemâtu’l-Kur’an da Kur’an'da geçen bu anlatım tarzını kendisine konu edinmiş ve belirsiz anlatım olarak geçen ayet ve kelimelerin medlullerini bulmaya çalışmıştır. Mübhem kelimesi lügatte anlaşılması ve algılanması zor olan ayırıcı bir özelliği olmayan ifade, kendisinden maksadın ne olduğunun açık seçik olmayan söz ve ifadeler anlamına gelmektedir. Kısaca Kur’anda, kendisinden ne kastedildiği kesin olarak tayin edilmemiş kelimeler olduğunu söyleyebiliriz.29 Ayrıca Kur’an’da geçen zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları, belirsiz mekan zarfları, ism-i mevsuller ve ism-i işaretlerde mübhem kategorisine girmektedir.30 Bizim amacımız bunları açıklamak ve Kur’an’daki kullanımlarını tespit etmek olmayıp Kur’an da bizim açımızdan niçin böyle belirsiz anlatımların ve ifade biçimlerin olduğunu ortaya koy-maktır. Ayrıca bu anlatım biçiminin Kur’an’ın kullandığı dilsel yapıdan kay-naklandığını ve bu dilsel yapının ise ağırlıklı olarak sözlü hitap çerçevesinde şekillendiğini düşünüyoruz. Belirsiz anlatımlar Ulumu’l Kur’an’da bazı gerekçelerle açıklanmış-tır.Bu gerekçeleri şöyle özetleyebiliriz. 1. Kur’an’ın başka bir yerinde tekrar zikredilerek anlatımda zenginlik sağlanması. Bu konuda Fatiha suresinin 7. ayeti olan “kendilerine nimet verdiklerinin” şeklinde belirsiz bırakılan kimseler Nisa suresinin 69. ayetiy-le açıklanmıştır. “… Allahın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdir…” bu ayetle nimet verilenler belirtilmiştir. 2. Mübhem bırakılmasının bir diğer sebebini Ulumu’l Kuran müellifleri mübhemin herkes tarafından bilinmesine ve meşhur olmasına bağlamış-lardır. Bakara suresinin 35. ayetinde “…sen ve zevcen cennette otur…” ayetinde Adem’in eşinin zikredilmemesinin sebebini herkes tarafından bilinmesiyle açıklamışlar ve Havva olarak belirtilmesinin gereksiz bir açık-lama olarak değerlendirmişlerdir. 3. Müphemin belirtilmesinde fazla bir yarar olmamasından dolayı. Bakara suresinin 259, Araf suresinin 163. ayetlerinde geçen karye kelimesi bu konuda örnek verilebilir. Buradaki kasabanın ismi Beytu’l-Makdistir. “Onlara deniz kıyısında bulunan kent halkının durumunu sor…”.31 4. Mübhem olarak belirtilmesinin daha beliğ olacağı düşüncesiyle. Bakara suresi 204.ayeti şöyledir. “İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatı-na dair sözü, senin hoşuna gider. Kalbinde olan a Allahı şahit tutar. Oysa o, hasımların en yamanıdır.” Rivayetlerden öğrendiğimize göre buradaki kişi Ahnes b. Şeriktir. Daha sonra bu şahsın iyi bir Müslüman olduğu rivayet olunmuştur.32 Bu konuda eser yazanlardan birisi de İbn Cumâa’dır. Mübhemle ilgili birtakım rivayetlere yer vermiştir. Mesela Bakara suresinde “işte bu kitap” şeklinde geçen kitabın Kur’an olduğunu bildirir.33 Bakara suresinin 14. ayetinde geçen “ iman eden insanlar gibi …” ayetinde insanların Ebu Bekr, Ömer ve Ali olduğunu rivayetlerden aktarır.34 Yine aynı şekilde Kehf suresinde geçen kehf ashabının isimleri vermektedir.35 Yine Zuhruf suresinin 4.ayetinin geçen Ummu’l-Kitap (Kitapların Anası) ifadesinin Levh-i Mahfuz olduğunu aktarır.36 İnşikak suresinin 6.ayetinde geçen kat kat ifadesini bir durumdan başka duruma geçiş şeklinde açıklanmıştır.37 Bakara suresinin 189. ayetinde “…sana yeni doğan aydan sorarlar…” rivayetlerden anlamaktayız ki yeni doğan ayları soranlar arasında Muaz b. Cebel ve Salebe b. Ganem zikredilir.38 Muhatapların belli olmasından dolayı buradaki bizim açımızdan belirsiz olan kişiler ilk muhataplar için mübhem değildir. Çünkü karşılıklı konuşma veya canlı söz ortamında bu kişiler baş-kaları tarafından bilinir ve anlamın tabîi bağlamını oluştururlar. Muhammed Abduh mübhemât konusunda Kur’an tarafından açık-lanmayan bir ifadenin açıklanmaya çalışılmaması gerektiğini vurgular. Mesela Bakara suresinin (2/58)39 ayetinde hangi kente gönderme yaptığı belirtilmemiştir. Müfessirler bu şehrin Kudüs veya Filistinde’ki Eriha kenti olduğunu düşünürler. Abduh buradaki tavrını şöyle açıklar. “Kur’an-ı Kerim buradaki şehir hakkında sustuğu gibi bizde bu konuda susarız”40 Mübhem anlatımla ilgili bir örnek daha vermek gerekirse Enbiya suresinin 91. ayetini verebiliriz. Ayet şöyledir. “O ırzını korumuş olanı da an; ona ruhumuzdan bir çocuk üflemiş, kendisini ve oğlunu alemlere ibret yapmıştık”. Kur’an burada Hz. Meryem’in ismini zikretmeksizin ism-i mevsulle anlatmıştır. Eğer Kur’an’ın indiği toplumda Hz.Meryem tanınmasa veya ismi duyulmasa bu şekilde bir anlatım belirsiz kalacaktır ve muhataplar “ırzını koruyan kim” sorusunu peygambere yöneltebileceklerdi. Dolayısıyla ilk muhataplar tarafından tanındığı için ism-i mevsulle bir anlatım yolu seçilmiştir. Bu ise tamamen dilin sözlü hitap çerçevesinde ve konuş-ma dili üzerine şekillendiğini gösterir. Zaten Kur’an’ın başka bir yerinde (Tahrim 66/12) İmran’ın kızı Meryem şeklinde nitelendirilmektedir.41 Burada vermiş olduğumuz örnekler bizim açımızdan mübhem olan durumlardır. Çünkü Kur’an’ın inzal sürecinde vahye muhatap olanlar bir kelime veya kişi olsun bununla neyin kastedildiğini anlamaları gerekir. Çünkü vahyin bağlamını oluşturmaları, karşılıklı konuşma biçiminde ve canlı söz ortamında bildirişim gerçekleşmesi bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla bizim açımızdan belirsiz olan anlatımlar vahyin ilk muhatapları açısından mübhem olmayan anlatımlardır. Bu ise dilin kullanımından kaynaklanan bir durumdur. Sözlü söylemde belirli göndergelere atıf yapılır, yuka-rıda açıkladığımız gibi yazılı dil belirsiz göndermelere yol açar ve anlam tabîi bağlamını yitirir. Dolayısıyla sözlü anlatımı anlamak için, göndergelerini anlamak gerekir. Yani kim nerede ve ne zaman bu bildiriyi üretti soruları sözlü bir bildirinin anlaşılması için gerekli olabilir. Okurun bildiri dışında bir hareket noktası olmayacağından verici bildirisinin göndergesel dayanaklarını açık seçik belirler. Tek bir bildiride anlaşılmayan eksik tümceler olabilir ya da duruma göre bildirinin tamamı anlaşılmayabilir. Ancak bir süreç olarak devam eden karşılıklı konuşma da bir çok durum konuşma bağlamı içinde anlaşılabilecektir.42 Çünkü konuşma veya hitap ortamında konuşulan sözün arkasında bilinen bir şeyler her zaman mevcuttur. Diyelim ki iki kişi birbirleriyle bir şeyler konuşuyor ve konuşulan konu bir arkadaş çevresinden veya yaşadığı toplumun kültürel, geleneksel veya güncel bir olayı hakkın-da olsun, Bunlar üzerinde konuşurken bir anlama sorunu doğmaz zira ikisi konuşmanın tabîi bağlamını oluşturur. Fakat ikisi arasında geçen konuşma yazıya geçirilse ve bu konuşmadan haberi olmayan birisine (çünkü metni okuyan kişi hem zaman hem de mekan bakımından olaydan uzaklaşmış ve anlam tabiî bağlamından artık kopmuştur.) okutulsa bir takım anlam sorunları baş gösterecektir. Mesela Türkçe olarak “1960 ruhu” diye bir ifade kullansak bu ifadeye yabancı olan birisi açısından anlam sorunu ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla yazıya geçirilen metinler sözün kendisini değil, sözün resmini bize vermektedirler. Vahyin tabîi bağlamında belirsiz olarak aktarılan yer isimleri, şahıs isimleri, mekan isimleri hitap ortamında olanlar için mübhem belirsiz kategorisine girmez çünkü sözlü söylemde söylemin konuşan özneye yaptığı bu gönderme bir şimdi-buradalık özelliği gösterir. Konuşan öznenin öznel niyeti ile söylemin anlamı öyle bir örtüşür ki konuşmacının ne demek istediği ile söylemin ne anlama geldiğini anlamak aynı şey olur. ‘Ne demek istiyorsun’ ifadesi ile ‘bu ne demek’ sözleri aynı anlama gelmektedir.43 Çünkü söylem anında anlamın delaleti açıktır ve kapalı olsa bile açımlanma imkanı hala mevcuttur. (peygamberin vahyin içeriğinde kapalı göndermeleri açıklama görevinin olduğuna dikkat edilmelidir). Gönderme yapılan şahıslar yer isimleri vb. vahyin ilk muhatapları tarafından bilinen ve Kur’an’ın dolaylı muhatapları (bizim) açımızdan ise belirsiz kalacak ifadelerdir. Ayrıca sözlü söylemdeki gönderme görünür bir göndermedir.44 Bu anlatım tarzına Kur’an’da Allah az sözle çok anlam ifade etme gibi muciz bir anlatım seçmiş ve bu cümleden olmak üzere çoğunlukla yer, zaman, kişi adlarını açıkça zikretmek yerine ism-i işaret, ismi mevsul vb. kullanmak suretiyle mübhem bırakmış45 şeklinde yaklaşmak sözlü dil özelliklerinin dikkate alınmamasından kaynaklanmaktadır.
Sonuç Bütün bunlar esasen konuşma dilinin yapısından kaynaklanan ve hi-tabı yazılı metinden okumak zorunda kalanlar için bir anlam ifade eden sorunlardır. Kur’an’ı dinleyenler için varid olmayan fakat yazılı metinle yüz yüze gelen insanların karşılaştıkları anlatım özeliklerdir. Kur’an’da kullanı-lan mübhemât bizim açımızdan belirsiz olan fakat Kur’an ortamında yaşayan ve bağlamını oluşturanlar açısından mübhem olmayan anlatımlardır. Çünkü dilin canlı konuşma ortamlarında göndergeleri belirgindir. Sözlü dil kullanımında anlamda kapalı yerler varsa açıklanma imkanı vardır ve anlam bir şimdi-buradalık özelliği gösterir.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
"Bu makale Mübhemâtu’l-Kur’an’a (belirsiz anlatımlar) sözlü dil bağlamında yeni bir yaklaşım önermektedir. Kur’an-ı Kerim’de mübhemlerin (Mübhemâtu’l-Kur’an) varolması Kur’an’ın sözlü dil ortamında oluşmasının bir sonucudur. Kur’an’ın nüzulune muhatap olan insanlar Kur’an metninde mübhem bırakılan şahıs ve yer isimlerini bilmekteydiler. Bütün bunlar esasen konuşma dilinin yapısından kaynaklanan ve hitabı yazılı metinden okumak zorunda kalanlar için bir anlam ifade eden sorunlardır. Kur’an’ı dinleyenler için varid olmayan fakat yazılı metinle yüz yüze gelen insanların karşılaştıkları anlatım özeliklerdir. Vahyin tabîi bağlamında belirsiz olarak aktarılan yer isimleri, şahıs isimleri, mekan isimleri hitap ortamında olanlar için (mübhem) belirsiz kategorisine girmez. Sözün tabi bağlamından hem zaman hem de mekan bakımında uzakta bulunan insanlar için belirsiz anlatımlar ortaya çı-kar. Çünkü sözlü dil kullanımında anlam ‘bir şimdi’ içerisinde ortaya çıkar ve dilin göndergeleri belirgindir.
nüveforumdan alıtıdır..."
Nedense, ben Kuran'ı okurken, anlamaya çalışırken, isim, yer belirtmeyen ayetleri ÇOK DAHA RAHAT kendi üstüme alıyor ve UYGULAMANIN yollarını arıyorum.
Peygamberler kıssalarındakiler, peygamberleri, yahudiler ile başlayan ayetler, yahudileri, diğerleri diğerlerini bağlar, çok şükürki!!! bana pek bir şey kalmadı, 5 tane şart islam için, 6 tane de iman için, yaşasın İSLAM, gelsin CENNET!!!!
Neymiş, isimsiz, mekansız anlatımlar O DÖNEMKİ toplumu bağlar, biz Allah'ın direk cennet için yarattığı İNSANLARMIYIZ!!!
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma