Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.
Yunus Suresi 105
Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.
Enam Suresi 79
İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.
Ali İmran Suresi 67
Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.
Nahl Suresi 123
De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.
Ali İmran Suresi 95
Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.
İslâm öncesi Araplarının ahlâk zihniyeti hakkındaki en
önemli kaynaklar Câhiliye şiiri, atasözleri (emsal) ve hitâbet
örnekleriyle Kur;an, hadisler ve ilk döneme ait diğer İslâmî
belgeler; Roma, Bizans, İran gibi ya-bancı kaynaklardır.
Özellikle
Câhiliye şiiri, atasözleri ve hitâbet örneklerinden edinilen bilgilere
göre Câhiliye edebiyatında ahlâk ve bu kelimenin tekili olan hulk
nâdiren kullanılmıştır. Kabileci Arap toplum yapı-sında hayatta kalma
mücadelesi, aşiret insanının herhal-de en temel meşguliyetiydi; bu da
büyük ölçüde kabilenin insan ve mal gücü yanında mânevî gücüne ve
saygınlığına bağlı bulunduğu için özellikle şeref, cesaret ve
cömert-lik Câhiliye ahlâkında bütün erdemlerin en üstünde yer alıyordu;
bu erdemler de genellikle mürüvvet (mürûe) kavramıyla ifade ediliyordu.
Bununla bağlantılı başka bir kavram da asabiyettir.
a) Mürüvvet,
geniş anlamıyla yiğitlik ve mertliğin en ileri düzeyi olarak
algılanıyordu. Kısaca övülmeye de-ğer her şey demek olan bu kavramın
Romadaki summum bonum (hayırların hayırı) tabirinin dengi olduğu
düşünü-lebilir. Câhiliye Araplarının anlayışında mürüvvet, başta hilim
olmak üzere sabır, bağışlama, misafirperver-lik, yoksullara yardım, iyi
komşuluk, zayıfları koruma gibi erdemleri kapsamaktaydı. Ancak diğer
birçok kavram-da olduğu gibi mürüvvette de hayret verici bir anlam
sapması olmuş; bu kavram, kandan başka hiçbir şeyin gi-deremeyeceği
azap verici bir susuzluk ve delilik diye anlatılabilecek bir şeref
hastalığı halini almıştı (bk. İzutsu, Kuranda Dînî ve Ahlâkî
Kavramlar, s. 101).
Câhiliye dönemi ahlâk zihniyetini içeren
literatürde, mürüvvet gibi onunla az çok ilgisi bulunan hayır, mâruf,
hak, şecaat, kerem, sehâ, cûd, vefâ vb. ahlâkî muhteva taşıyan
kavramlar ve bunların zıtlarının kullanımı da oldukça yaygındı. Ancak
bütün bu kavramlar ve terimler, yüksek ve evrensel bir ahlâk anlayışını
ifade etmekten geniş ölçüde uzak olup dünyevî ve kabileci bir karakter
taşımaktaydı.
b) Asabiyet, kısaca kabile üyeleri arasında
kayıtsız şartsız dayanışma yasasını ifade etmekte ve Arapın ha-yatına
yön veren, ahlâkî zihniyet ve değerlerine hâkim olan Câhiliye ruhunu
yansıtmaktaydı.
Kişi ve kabile şerefi, dönemin ahlâk
zihniyetini be-lirleyen etkenlerden biriydi. Bir kısmına yukarıda
işa-ret edilen erdemlerin temel amacı da kişi ve kabile şe-refini
arttırmak, insanların hayranlık ve saygısını ka-zanmaktı. Bu dönemde
iyilik için iyilik değil, onur ka-zanmak için iyilik anlayışı hâkimdi.
Bu yüzden, çoğun-lukla fahr ve tefâhur kelimeleriyle ifade edilen
kibir, gurur, soyluluk ve üstünlük yarışı, Kurân-ı Kerîmde de
eleştirici bir sûrede (Tekâsür sûresi) bildirildiği üzere onlara zaman
zaman kabirlere gidip mezar taşla-rıyla övünmek gibi saçmalıklar bile
yaptırırdı. Edebiya-tın başlıca temalarından birinin medih ve zem
olması da o dönem ahlâkının egoist karakterini yansıtması bakı-mından
dikkat çekicidir. İşte asabiyet, Câhiliye ahlâkının, en geniş sınırı
kabileyi aşmayan bu egoist ka-rakterini ifade eder.
Dine fazla
bir ilgi duymayan, hatta dönemin hayat an-layışı, inanç ve düşüncesi
hakkında en temel kaynak olan şiirde dine ve dinî konulara meselâ
kadın, aşk ve şarap gibi hafif mevzularla medih, zem ve tefâhur gibi
egoist ve duygusal konulardan daha az yer veren Câhiliye Arap-larında
yine de bir Allah inancı vardı. Bununla birlik-te koyu putperestlik,
onların Allaha göstermeleri bek-lenen saygı ve ilgilerini öldürmüş
olup bu durum, dinin insanlarda bıraktığı derunî ve ahlâkî tesirden
Câhiliye Araplarını mahrum etmişti.
Hürriyet bilinci veya
duygusu da Câhiliye Arapla-rının başlıca özelliklerindendir. Bazı
araştırmacılar, Câhiliye döneminde kabileyi aşan siyasî birlikler
kuru-lamayışını, onlardaki bu hürriyet ruhuna bağlamışlardır. Ancak
onlardaki bu, bencil ve ilkel bir hürriyet idi. İlkel hürriyetin en
temel niteliği ise otorite tanıma-maktır. Nitekim Câhiliye Arapları
böyle bir otorite dü-zenini her zaman reddetmişlerdir.
Sonuç
olarak Câhiliye döneminin bütün ahlâkî erdemle-rinin arkasında kişinin
veya kabilenin gururu (fahr), şeref (mecd) ve öfke (gazap, hamiyye)
duygularını tatmin etme; asalet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret
kazanma, saygı görme, başka kabileler karşısında hem korku hem de
hayranlık duygusu uyandırma arsuzu yatmaktaydı. Esasen bu dönemin, fert
ve kabile gururu, kibir ve serkeşlik nitelikleri dolayısıyla câhiliye
diye anıldığı, başka birçok delil yanında, Amr b. Külsûmün
Muallakasından da açıkça anlaşılmaktadır:
Sakın biri bize karşı bir câhillik yapmaya kalkışmasın!
Sonra biz câhillikte bütün câhillerden baskın çıkarız!
alıntıdır...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Bilinmesi gerekir ki, cahiliye devri insanları inanış ve düşünce
bakımından çeşit çeşittirler. Cahiliye toplumunda hiçbir dine inanmayan
ateist kimselerle karşılaşacağımız gibi semavi kaynaklı bir dine iman
ettiğini iddia eden kimselerle de karşılaşmak mümkündür. Bununla
beraber cahiliye ehlinin büyük bir kısmı ise rasullerin bi�setine
(Allah tarafından gönderildiğine), kıyamet gününe ve o günde ceza ve
mükafaat verileceğine inanmaktadırlar. Bunun en somut örneğini
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem�in gönderildiği Mekke toplumunda
görmek mümkündür. Zira öncelikle Mekke toplumu Hz. İsmail�in dini
üzerinde idiler. Ancak Amr b. Luhay�ın Şam�dan bir takım putlar
(suretler) getirmesi ile dinlerinden sapmışlar ve putperest bir yaşam
tarzı sergilemeye başlamışlardır.
Bu
noktada bilinmesi gereken önemli husus ise Mekke ehli direkt olarak
ibadet ettikleri putlarının gökyüzünü ve yeryüzünü yaratann, her şeye
malik bir ilah olduğunu iddia etmemişler bilakis bu suret şeklindeki
putlarının Allah�a çok yakın veli kullardan olduklarına inanmakta
idiler. Bundan dolayı da Allah�tan bir şey isteyecekleri zaman bu
putlarını vesile edinmekteydiler. Mekke�li müşriklerin bu iddialarını
Allahu Tealâ Kur�an�ı Kerim�de şu şekilde ifade etmektedir:
�Biz onlara (putlara) ancak bizi Allah�a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.� (39 Zümer/3)
Cahiliye Ehlinde Hanif Dininin Kalıntıları
Cahiliyye
ehlinin büyük bir çoğunluğu Allah�ın varlığına inanan kimselerden
oluşmaktadır. Cahiliye ehli, yaratılış konusunda Allah�ın ortağı
olmadığına ve kadere, ahiret gününe, o günde ceza ve mükafaat
verileceğine inanırlar, insanların kulluk yapmakla mükellef
olduklarını, yaptıkları amellerden sorgulanacaklarını, hayır
yapmışlarsa hayır, şer yapmışlarsa şer ile cezalandırılacaklarını
bilirlerdi. Melekleri �Hameletu�l Arş�, �Hafeze� ve �Mukarrabin� olmak
üzere kısımlara ayırıyorlardı. Kulların Allah�a karşı ibadet etmekle
mükellef oldukları inançlarına binaen abdest ve gusül alırlar ve namaz
kılarlardı. Ebu Zerr ve Kıs bin. Saide el-Eyadi�nin cahiliye döneminde
namaz kıldıkları sabittir. Misafirperverlik yapıp, fakirlere sahip
çıkarlar, sılai rahimde (akraba ziyaretlerinde) bulunurlardı. Güneşin
doğuşundan batışına kadar oruç tutuyorlardı. Aşure günlerinde oruç
tutmak adetleriydi. Zekat verip, itikafa girerlerdi. Hatta Hz. Ömer�in
(radıyallahu anhu) cahiliyye döneminde nezir yaptığı itikafı hakkında
nasıl bir tutum sergileyeceğini Resulullah�a sormuştur.
alıntıdır..
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Cahiliye
arapları hac ibadetini yerine getirirler, haram ayların hürmetine
inanırlardı. Kısas yaparlar, diyet verirlerdi. Zina ve hırsızlık gibi
suçlara gereken cezaları uygularlardı. Hatta hırsızlık yapanların
ellerini kesiyorlardı. Kişinin kendi annesiyle, kızıyla, halasıyla,
teyzesiyle evlenmesini haram görüyorlardı. Üç talakla boşanıyorlar,
ihrama girip hac ve umre ibadetini yaptıktan sonra safa ile merve
arasında yedi kere say yapıyorlardı. Ölülerini yıkayıp kefenliyorlar,
üzerlerine cenaze namazı kılıp öyle defnediyorlardı. Misvak
kullanıyorlar, koltuk altı ve diğer temizliklerini yerine getiriyorlar,
Hz. İbrahim’in sünnetini ihya etme adına çocuklarını sünnet
ettiriyorlardı.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
İslâmdan önceki Arapların dinleri hakkındaki bilgiler
esas itibariyle Kuzey ve Güney Arabistan kitabeleri ile arkeolojik
verilere dayanmaktadır. Ancak bu belgelerde yer alan malzemeler; inanç
esasları ibadet ve dua gibi temel dinî konularda izahlar getirmekten ziyade Tanrı ve put adları konusunda bilgi vermektedirler. İslâm öncesi Arapların dinleri hakkında kitabeler ve arkeolojik eserlerin yanı sıra Asur İbrani
Yunan ve Latin kaynakları ile İslâm öncesi Arap toplumu hakkında
doğrudan malumat sunan Câhiliye şiiri ve atasözlerinden de istifade
etmek mümkündür. Bu çeşitli ve kısıtlı kaynaklar dışında özellikle İslâmın doğuşunun hemen öncesinde ve İslâmın doğduğu ilk dönemdeki müşrik Arapların dinleri hakkında Kurân-ı Kerim başta olmak üzere tefsir hadis siyer ve tarih sahasında yazılmış eserlerde de oldukça güvenilir ve ayrıntılı bilgilere rastlanmaktadır. Putperestlik
İslâmdan önceki Araplar arasında her ne kadar Yahudilik Hıristiyanlık Mecûsîlik Sâbîlik ve Hanîflik gibi farklı dinî inanışlara rastlansa da en yaygın dinî inanç hiç şüphe yok ki putperestliktir. Özellikle bedevîlerin itikat esasını oluşturan bu inanç Sâmîlere has inanışın en eski ve iptidaî şeklini temsil eder. Esasında putperestliğin Araplara girişinin sonradan gerçekleştiği Arapların başlangıçta yaratıcının varlığını inkâr etmedikleri ancak zaman içinde heybetinden ürktükleri Tanrıya yalnızca aracılarla ulaşabileceklerini düşünerek putlar edindikleri dolayısıyla putperestliğin Araplara girişinin yabancı kaynaklı olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu iddia
Mekke halkının esasında Hz. İbrahimin Kâbeyi inşâ etmesiyle tevhid
inancı ile tanıştığı; ancak İbrahim ve oğlu İsmâil neslinin
zaman içinde ihtiyaçlarına cevap veremeyen Mekke şehrinden ayrılırken
yanlarında Kâbeden kopardıkları küçük taş parçalarını da götürdükleri
ve gittikleri yerlerde kutsal kabul ettikleri bu taşlara tazim
göstererek bu inançtan bir uzaklaşma yaşadıkları aaai üzerine
dayandırılmıştır.
Taşlara gösterilen bu tazimin tapınma şeklini alışı Mekke ve Kâbenin Huzâa kabilesinin hâkimiyeti altına girdiği milâdî üçüncü asra tekabül etmektedir. Rivayete göre bu kabilenin liderlerinden Amr b. Luhay
ticaret amacıyla gittiği Şamdan aldığı Hübel adlı putu Mekkeye
getirerek Kâbenin avlusuna dikmiş ve halkı buna tapınmaya davet
etmiştir. Yarımadaya bu şekilde giren putatapıcılık zaman içinde
yaygınlaşmış ve çok geçmeden de yarımada halkının hâkim inancı haline
gelmiştir. Kâbeye getirilen put sayısı zamanla büyük artış göstermiş;
öyle ki her kabilenin hatta her ailenin kendisine ait bir putu olmuştur. İslâmın bölgede ortaya çıktığı dönemde Kâbedeki put sayısının 360a ulaştığı bilinmektedir. Bunlar içinde en meşhurları Hübel İsaf ve Nâile Ved ve Hicazda Allahın kızları sayılan üç ilahe Lât Menât ve Uzzâdır. Bunlardan Mekkeye getirilen ilk put olma özelliği taşıyan ve Mekkenin en itibar gören putu sayılan Hübel insan suretinde olup
kırmızı akikten yapılmıştı. Arap kabilelerinin tümü tarafından ilah
kabul edilen bu putun Suriyeden getirilişi sırasında eli kırılmış;
bunun üzerine Kureyş müşrikleri tarafından altın bir el takılmıştır.
Safâdaki Îsâf ile Mervedeki Nâile ise Kâbede zina yapan iki insanı temsil ediyordu. Ved Huzaa kabilesinin putu olup iri cüsseli bir erkek heykeldi. Arapların en eski mabutlarından olan ve güneşi temsil ettiğine inanılan bir tanrıça sayılan Lât kalıntılarda bazen güneşin bir parçası bazen çıplak bir kadın bazen de bir at olarak tasvir edilmiştir. Hicazın yanı sıra Irak Şam Nabat ve Safâ gibi bölgelerde de tapınılan Uzzâ ise
Kureyşin en büyük putlarındandı. Kureyşin yanı sıra başka pek çok
kabilenin daha takdis ettiği deniz kıyısında bir tapınağı bulunan kader
tanrıçası Menâta gelince
özellikle Hicâz bölgesinin en ilgi çeken tanrıçalarından biri olarak
kabul ediliyordu. Kâbenin çevresindeki putların sayısı ve onlara
atfedilen önem kabileden kabileye değişmekle birlikte söz konusu putların bütün kabileler nezdinde belli bir saygınlığı vardı.
Câhiliye Arapları her ne kadar esas itibariyle putlara tapsalar da
yaratıcı tanrıyı ifade etmek üzere Allah diye çağrılan üstün bir
Tanrının varlığını da kabul ediyorlardı. Nitekim bölgede Hz. İbrahim
peygamberin dini olan Hanifliği benimsemiş kimselerin bulunması
tevhid inancının Arap yarımadası için yabancı olmadığının delili kabul
edilmiştir. Milattan sonraki yıllarda özellikle Güney Arabistanda var
olduğu bilinen ve muhtemelen ticaret yoluyla Mekkeye de taşınmış olan
bu inancın Câhiliye şiirinde de yer alması dikkat çekicidir. Zira Câhiliye şiirinde geçen ve Allahı ifade etmek üzere kullanılan rahman kelimesinin Câhiliye döneminde çoğulunun bulunmaması bu kelimenin bir tek tanrıyı ifade ettiği şeklinde yorumlanmıştır.
Kurân-ı Kerimin de işaret ettiği üzere (ez-Zümer 39/3) Müşrik Araplar putlara yalnızca kendilerini Allaha yaklaştırmaları amacıyla tapıyorlardı. Öyle ki onlar yeryüzünü sulayıp ekinleri yetiştiren sürüleri çoğaltıp insanın emrine veren Allahın her şeyin yaratıcısıyeryüzünün rabbigöklerin ve yerin sahibi olduğunu biliyorlar ve sıkıntılı zamanlarında Ona yalvarıyor
en büyük yeminlerini Onun adına ediyorlardı. Hatta ürünlerinin bir
kısmını dahi Onun adına ayırıyorlardı. Tehlike anında dua ediyorlar;
ancak tehlikeden kurtulunca Onun varlığını unutuyorlardı. Putlara
kurban kesiyorlar; ama aynı zamanda Allah'a ibadet ediyorlardı. Bütün
bunlar
Câhiliye Araplarında Allah inancının oldukça muğlâk olduğunu ve bir
inanç bunalım ve kargaşasının yaşandığını göstermektedir. Her ne kadar
bilinç düzeyinde aracı olarak görülseler de günlük yaşam içinde putlar hayatın bütün alanlarını kuşatmış ve hâkim inanç alanı oluşturmuş durumdaydı.
Câhiliye Araplarının putlar için kullandığı en yaygın ve şümullü ifadeler sanem ve vesen kelimeleriydi. Heykelin karşılığı olarak kullanılan sanem Allahtan başka tapılan şey anlamına gelmekteyken Dikili taş anlamına gelen Nasbın daha ziyade taştan yapılmış mabutlar için kullanıldığı sanılmaktadır.
Putperestliğin tabii sonucu olarak Câhiliye dönemi Arabistanında bir
put veya tapınak edinmek oldukça önemliydi. Hemen her evde tapınılacak
bir putun yer aldığı Câhiliye Arabistanında ayrıca Kâbe veya tapınak önlerine de taş dikilirdi. İbadetlerin toplu olarak yapıldığı yerler çok sayıda putun yer aldığı tapınaklar olup
ibadetler tavaf eder gibi taşın çevresini dolaşmak suretiyle
gerçekleştirilirdi. Göçebelerin tapınak ihtiyacını karşılamak için de
konaklanılan yerlerde kurulan çadırlardan biri tahsis edilirdi. Araplar
nezdinde büyük saygınlığı olan bu tapınaklar çoğunlukla beyt adıyla
anılsa da küp şeklinde olanlarına kâbe denmekteydi. Yemenin Sana bölgesindeki Riyâm tapınağı Câhiliye döneminin en tanınmış tapınakları arasında yer almaktaydı.
Câhiliye dönemi Arap inanışında ibadetlerin başlıca gayesi dünyevî bir takım hedeflere ulaşmak olup ibadet biçimi put evlerinde yapılan dua secde ve tavafın yanı sıra kurban kesmek ve sadaka vermek şeklinde gerçekleştirilirdi. Genellikle sağlık zenginlik zafer ve evlat sahibi olma gibi isteklerin dile getirildiği duaların kabulü için putlardan yardım ve şefaat talep edilirdi. Hayatın ana gayesini dünya zevklerinden olabildiğince istifade etmek üzerine temellendirmiş olan Câhiliye inanışında ahiret inancı yer almasa da bunun da Allah inancı gibi muğlâk olduğunu görürüz. Zira ölünün yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaç maddeleriyle mezara konması
keza mezarın başına aç-susuz bırakılarak ölüme terk edilen ve ölüye
mahşere giderken bineklik yapacağına inanılan bir hayvanın bırakılması bilinçaltında ölüm sonrasında ikinci bir hayatın var olduğuna dair bir telakkinin yattığını gösterir.
Câhiliye dönemi Arap dini inanışının ana mahalli hiç şüphe yok ki Kâbe ve çevresidir. Nitekim hac ibadetinin
Câhiliye döneminin en yaygın ve düzenli ibadet şekli olduğu
bilinmektedir. Savaşın yasak olduğu ve kabileler arası çatışmanın sona
erdirildiği hac mevsiminde
her kabile Kâbeyi tavaf eder; tavaf sırasında kendi putları önüne
geldiklerinde de saygıyla eğilip dua eder ve telbiye getirirlerdi.
Günahlardan arınmayı sembolize etmek üzere tavaf umumiyetle çıplak olarak gerçekleştirilirdi. Bir bayram coşkusu içinde algılanan haccın esasını tavaf teşkil etse de hac ibadeti
Kâbe dışındaki putların yer aldığı bölgedeki diğer tapınakların da
ziyaretini kapsardı. Tanrının varlığının izini taşıdığına inanılan ve
bu nedenle kutsal sayılan tapınaklar dâhilinde hiçbir canlı varlık yok
edilemezdi. Bu bakımdan bu gibi mekânlar
kabile taassubunun hışmına uğramış ve can güvenliğinden endişe edenler
için ideal bir sığınaktı. Söz konusu tapınaklardaki Tanrılara muhtelif
armağanlar ve güzel kokular sunan adaklar adayıp hayvanlar kurban eden Câhiliye Araplarının Yahudi ve Hıristiyanlar gibi oruç tuttukları
keza çocuklarını sünnet ettirdikleri bilinmektedir. Gusül ve ölülerin
yıkanıp kefenlenmesi gibi uygulamaların da var olduğu bilinse de yaygınlık dereceleri hakkında net bir kanaat yoktur.
Önemli işlerinin halli konusunda putlardan yardım dileyen
onlar önünde çektikleri fal okları ile problemlerine çözüm arayan ve
bütün bunları dinî bir vecibe haline getiren Müşrik Araplar kuşların uçuşuna
ya da hayvanların yönüne bakarak kehanette bulunurlar; nazardan
korunmak için de muska ve tılsımlara başvururlardı. Eşyalarının yanı
sıra çanak çömlekle gömülen ölüleri için de adakta bulunurlar;
mezarlarına da heykel veya taşlar dikerlerdi. Haniflik
İslâmın ortaya çıkmasından hemen önce hem Kureyş putperestliğine karşı gösterdikleri dirençle hem de kitap ehli Hristiyanlık ve Yahudiliğe karşı koydukları mesafeli tutumla dikkatleri üzerlerine çekmiş olan Hanifler
tevhid inancının bütün yarımada boyunca yayılmasında ve İslâmın ortaya
çıkmasında hazırlayıcı bir rol oynamışlardır. Sayılarının azlığına ve
zühdü temsil eden münzevi ve münferit yaşamlarına rağmen hem sürdükleri sade hayat biçimiyle hem de soy bilgi ve kültür bakımından temsil ettikleri değerlerle Câhiliye döneminin öne çıkan unsurları olmayı başarmışlardır. Kurânın da övgüyle andığı (el-Hac 22/30-1) bu zümre tevhid esasına dayandığını söyledikleri Hz. İbrahim dininin muhtelif coğrafyalara taşınmasında önemli rol oynamıştır. Yahudilik
İslâm öncesi Arap toplumu içinde kitabî iki dinden biri olan
Yahudiliğin Yemen ve Yesrib bölgeleri dışında fazla bir müntesip
bulmadığı görülmektedir. Söz konusu bölgelerin Yahudilikle tanışması bir yandan M.Ö. VI. yüzyılda Kudüsün işgal edilmesi
diğer yandan da Romanın Suriye ve Filistin bölgelerinde sıkı takibat
yapması sonucunda Hicaz'ın bu bölgelerden gelen Yahudilerin göç alanı
haline gelmesi sırasında gerçekleşmiştir. Daha ziyade Medine Hayber Fedek
Teyma ve Vâdiülkurâ gibi bölgelere yerleşen söz konusu Yahudilerle
milâdi II. veya III. yüzyılda aynı bölgeye göç eden Yemen asıllı Evs ve
Hazrec kabileleri arasında yaşanan gerginlik
Yahudiliğin bu bölge Arapları üzerinde kayda değer bir etki bırakmasını
önlemiştir. Her ne kadar gerek bölgede faaliyet gösteren Yahudi
tüccarın etkisiyle gerekse Yemen'in Himyerî hükümdarı Zû Nüvâs'ın Yahudi olmasıyla Yahudilik Arap yarımadasının güney batısında genişleme imkânı bulmuşsa da bu dinin milli bir din kabul edilmesi Yahudilerin kendilerini diğer din mensuplarından üstün görmeleri Yahudi ahkâmının bedevi yaşam tarzına uygun olmaması gibi nedenlerle bu din Araplar üzerinde fazla rağbet görmemiştir. Hristiyanlık
Yahudiliğin İslâm öncesindeki Arap toplumu üzerinde bu nedenlerle sınırlı bir etki yaptığından bahsederken Hıristiyanlığın çok daha etkin bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Hıristiyanlığın Arap yarımadasına girişi milâdi IV. asırdan itibaren kuzeyde Suriye güneyde ise Habeşistan yoluyla gerçekleşmiştir. Suriye bölgesinden gelen Hıristiyanlar
doğu kiliseleri arasındaki mezhep ihtilafları nedeniyle Bizans
topraklarında barınamayan muhalif gruplardan oluşmaktaydı. Bunlar
başlangıçta Kuzey Arabistan'daki Gassânî ve Hire Arapları arasında
etkili olmuşlarsa da zamanla birçok Arap kabilesinin daha
Hıristiyanlaşmasına yol açmışlardır.
Güney Arabistan'da Hıristiyanlığın yayılması ise daha ziyade Habeşliler
eliyle gerçekleşmiştir. Necran'ı bu dinin Arabistan topraklarındaki
önemli merkezlerinden biri yapmaya çalışan Habeşliler dışında
Sâsânîler karşısında bölgede üstünlük kurmak isteyen Roma
İmparatorluğu'nun verdiği desteğin de Hıristiyanlığın gelişmesinde
etkili olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle Himyerî Kralı Zû Nüvâs'ın
Yahudiliği seçmesiyle başlayan bölgenin Yahudileştirilmesi sürecinde Hıristiyanlık Güney Arabistan'da büyük güç kaybına uğramışsa da
gerek Bizans İmparatorluğu'nun gerekse Habeşistan Krallığı'nın devreye
girmesiyle bölgenin yeniden Hıristiyanlaştırılması sağlanmıştır. Hatta
Güney Arabistan'da hedeflerine ulaşan Habeşistan kuvvetleri valileri Ebrehe vasıtasıyla Hicaz bölgesine kadar ilerlemişlerse de başarılı olamamışlardır.
Hıristiyanlığın Arap yarımadasında kolay yayılmasında
bu dinin putperestliğin iptidai ve sade yapısına nispetle çok daha
gösterişli bir görünüm arz etmesinin de etkili olduğu üzerinde
durulmuş; Hıristiyan kültürünün ayinleri dinî kıyafetleri görkemli mabetleri
heykelleri ve ikonaları ile Araplar üzerinde belli bir cazibe
oluşturduğu dile getirilmiştir. Nitekim Araplar arasında
Hıristiyanlığın şeklî cazibesini anlatan şiirlerin kaleme alınması da
bunu teyit etmektedir. Bunda Hıristiyan misyoner ve rahiplerinin yoğun
propagandalarının da önemli bir etkisi olmuştur. Ana yayılma alanı
Kuzey Arabistan olan ancak yarımadanın sahil bölgeleri ile Yemende de etkisini gösteren Hıristiyanlığın kabul gördüğü Arap kabileleri arasında Kudâa Gassan Lahm Tağlib Bekr Behrâ Âmile Süleyh ve İyâd'ı saymak mümkündür.
Ayrıca Yemen ve Irak dolaylarında sayıları az da olsa yıldızlara ve diğer gök cisimlerine tapanlara rastlandığı gibi Bahreyn civarında da ateşe tapan Mecusiler bulunmaktaydı.
alıntıdır...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
D- CAHİLİYE DEVRİ ARAP HUKUKU:
Giriş:
Medenî ve yerleşik milletlere nisbeten farklı, yabanî karakter ve
davranışları olduğu veya gerçek ve bir Allah inancından uzak oldukları,
yahut da ilm-u irfan ile alâkaları bulunmadığı için İslâm'dan önceki
araplara "câhiliye devri arapları" denmiştir. Bu millet iki ana koldan
gelmiştir. Kahtâniler ve Adnânîler. Birincisi Arabistan yarımadasının
güneyinde, ikincisi ise kuzeyinde yaşamış ve bir çok kollara
ayrılmıştır.(21)
İslâm ile muhâtap olan câhiliyye devri Araplarının ictimâî durumlarına
göz atılınca bedevîlik, kabilecilik ve gezginciliğin hâkim olduğu
görülür. Bu vasıflar onların büyük millet olmalarını önlemiştir. Bir
soya bağlı kabîle diğer kabîlelere karşı kendini üstün görmüş, dar bir
tesânüd içinde kabile ferdleri yekdiğerine bağlanmış, hakta ve batılda
birbirini desteklemişlerdir. Bu, ardı arkası kesilmez kabîle
savaşlarına, baskın ve yağmalara yol açmıştır.
Devamlı savaş ve taşınma, güçlü kuvvetli erkeklere ihtiyaç gösterdiği
için kız evlât horlanmış, yine ictimâî iktisâdî ve coğrâfî şartlar
sebebiyle ziraat, ticaret ve zenaatla meşgul olunmamıştır.
Bedevî arapların bu durumlarına karşılık yerleşik araplar "daha çok
güneydekiler" şehirlere yerleşmiş, ziraat, ticaret ve çeşitli
zenaatlerde bir hayli ilerlemişlerdir.
Câhiliyye devri araplarının ahde vefa, misâfire ikram, izzet-i nefis,
yiğitlik ve yüreklilik, doğruluk, komşuluğa riâyet, af gibi güzel
huyları ve davranış kuralları da vardır.
Hülâsa etmeye çalıştığımız bu ictimâî, iktisadî ve siyâsî durum
şüphesiz İslâm öncesi arapların hukukî hayatlarına da tesir etmiştir.
İnsan için cemiyet, cemiyet için hukuk nizamı, kanun zarûrîdir. Bu
zaruret istisna tanımaz. Ancak hukuk her zaman yazılı, düzenlenmiş
kanunlara dayanmaz. Bazen örf, âdet ve gelenekler kanunların yerini
alır. İşte câhiliye devrinde de durum böyledir.
Arapların umûmî bir hükûmetleri olmadığı gibi teşrî ve kazâ mercii de
yoktur. Aralarında anlaşmazlık çıktığı zaman kabile başkanı veya kâhine
baş vurulur.
Bunlar âdet ve an'aneye göre hükmederler. Fakat hükmün icrası için
muayyen bir usûl de mevcut değildir. Hükmü veren veya hak sahibinin
manevî nüfuzu burada rol oynamaktadır.(22)
İslâm câhiliye âdet ve hukukunu ele almış; bunlardan bir kısmını bazı
kayıt ve şartlara bağlayarak bırakmış, bir kısmını da ilgâ etmiş,
kaldırmıştır.
Kur'ân-ı Kerim, hadis, edebiyat ve tarih kitaplarının bize kadar
naklettiği bilgilerden faydalanarak câhiliye devri hukukunu şöylece
özetlemek mümkündür:
A- AİLE:
1- Evliliğin Çeşitleri:
Câhiliyye devrinde çeşitli evlenme şekillerine rastlanmaktadır:
a) İslâm'ın bazı kayıt ve şartlarla devam ettirdiği evlilik (nikâh).
Buna göre bir erkek, veli veya babasından kızı ister, muayyen bir
meblâğ (mehir) verir ve onunla evlenirdi.(23)
b) Trampa şeklinde evlilik: İki kişi kızlarını veya velisi bulundukları
kadınları veya kızları mehirsiz değişir ve evlenirlerdi. (Nikâh'u
şigâr). İslâm'da hadisle menedilmiştir.(24)
c) Analıkla evlenmek: Ölen kişinin başka kadından olan en büyük oğlu
analığını melirsiz almak, yahut onu mehri mukabilinde başkasına vermek,
yahut da ölünceye kadar evlenmesine mâni olup mirasına konmak hakkına
sahip idi. (Nikâhu'l-makt). İslâm bu çirkin âdeti de kaldırmıştır.(25)
d) İki kız kardeşle birden evlenmek ve sınırsız olarak birden fazla
kadınla evlenmek mümkün idi. İslâm birincisini menetmiş,(26) ikincisini
kayıt ve şartlara bağlayarak, en çok dört ile sınırlamıştır.(27)
2- Evlenme Mânileri:
Yakın akraba ile evlenmek memnû idi. Ezcümle analar, kızlar, hala ve
teyzelerle evlenilmez. Ayrıca evlâtlık da gerçek evlâd gibi telâkki
edilirdi. Evlâtlık hariç diğer hısımlarla evlenmeyi İslâm da
menetmiştir.(28)
3- Mehir:
Veli veya babası, evlendi
rdiği kız yahut kadının mehrini kendileri alır, kızlara bir şey vermezlerdi.
İslâm bunu menetmiş, mehrin kadına ait bir hak olduğunu bildirmiştir.(29)
4- Evliliğin Sona Ermesi:
Evliliği sona erdiren, karıyla kocayı ayıran sebebler vardır:
a) Talâk (boşama):
Erkek karısını tatlik eder, boşar ve reddederdi; bunun bir sınırı
yoktu. Meselâ on kere boşamak ve her defasında bundan vazgeçerek
evliliğe avdet etmek mümkün idi. Bunu karısına sormadan koca yapardı.
İslâm boşamayı -buna ihtiyaç ve zarûret bulunmak şartıyle- üçe indirmiştir.(30)
b) Hulü':
Kadın veya velisi, muayyen bir meblâğ vererek kocanın boşamasını temin
eder. Para karşılığında boşama iki tarafın pazarlık ve anlaşmalarına
bağlıdır.
İslâm bunu prensip olarak kabul etmiş, fakat kayıt ve şartlara bağlamıştır.(31)
c) İlâ:
İlâ kelimesinin lüğat mânası yemindir. Koca, karısına yaklaşmamak üzere
yemin eder, bir veya iki yıl hitamında -yaklaşmazsa- onu boşamış
sayılırdı.
İslâm bekleme süresini dört aya indirmiş, süre sona erince kocanın, bir
bâin veya ric'î tâlâk ile boşamış olacağına hükmetmiştir.(32)
d) Zıhâr:
"Zahr" sırt, "zıhâr" ise sırt üzerine yemindir; karıya karşı: "Sen bana
anamın sırtı gibisin" denmek suretiyle icrâ edilir ve kadın boşanmış
sayılırdı.(33)
İslâm zıhârı boşama saymamış, ancak keffâreti gerektiren bir yemin
telâkki etmiş, "bir köle azat etmek, gücü yetmezse iki ay oruç tutmak,
bunu da yapamazsa altmış fakiri doyurmak"tan ibaret olan keffâreti
ödemedikçe kadına yaklaşmayı menetmiştir.(34)
e) İddet:
Boşanan veya kocası ölen kadının rahminin boş olduğunu kesin olarak
anlama sebebine dayanan iddet, kadının bir müddet beklemesi, bu müddet
içinde evlenmemesi demektir. Câhiliyyet devrinde kocası ölen bir kadın
bir yıl beklerdi ve âdeta işkence çekerdi.
İslâm bunu kaldırmış, iddeti makul ölçüler içinde tutmuştur.
5- Vasiyyet ve Miras:
a) Vasiyyet:
Vasiyyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bununla muayyen bir mal bir
kimseye temlik edilir. Câhiliye devrinde araplar -vâris olsun başkaları
olsun- herkese, istenildiği kadar malın vasiyet edilebileceğini kabul
etmişlerdi.
İslâm bunu, sadece mirascıların dışındaki kimselere ve terikenin üçte
birine tahsis etti. Üçte birden fazla vasiyyetin ifası vârislerin
rızasına bağlıdır. Vârise vasiyyet yoktur.
b) Mirâs:
Ölünün malının başkalarına intikali iki sebep ve bağa istinad ediyordu:
aa) Kan hısımlığı:
Ölünün büyük erkek çocukları vâris olurdu. Kadınlar, kızlar ve silâh
taşıyamıyan çocuklar vâris olamazdı. Eğer büyük oğul yoksa kardeş, amca
gibi diğer erkek kan hısımlarına intikal ederdi.
ab) Anlaşma ve akid:
Evlâd edinme, kardeş olma veya miras mukavelesi yapmak suretiyle de kişilerin yekdiğerine vâris olmaları mümkün idi.
İslâm, miras üzerinde büyük değişiklikler getirmiştir.
B- MUÂMELÂT (Borçlar ve Eşya) HUKUKU:
İslâmdan önce araplar şirket, alış-veriş gibi bazı hukukî akit ve muâmele şekillerini tanımışlardır:
1- Şirket Akdi:
Hz. Peygamber ve sahâbenin hayat hikâyelerinde, İslâm'dan önce ortaklık
akdinin bilindiğini gösteren ifadeler vardır. Hz. Peygamber (a.s.)
nübüvvetten önce es-Sâib b. Ebî's-Sâib ile ortaklık etmiştir. Mekke'nin
fethinde ortağı kendisine gelince Rasûlullah ona şöyle hitab etmiştir:
"Benim ortağım idin; hem de ne iyi ortak! Ne anlaşmazlık çıkarırdın ne
de münâkaşa!"(35)
2- Mudârabe veya Kırâz Akdi:
Bir taraftan sermaye, diğer taraftan iş ve ticaretin meydana getirdiği
bir nevi ortaklıktır. Sermaye sahibi kârın bir miktarını alır. Araplar
arasında yaygın olan bu muâmeleyi İslâm ıslâh ederek benimsemiştir.(36)
3- Selem Akdi:
Peşin para ile sonradan teslim edilecek, hali hazırda mevcut olmayan bir malı satın almaktır.
Hz. Peygamber Medine'ye geldiği zaman, bir iki yıllığına bu akdi
yaptıklarını görmüş "ölçü ve zaman belli olsun" buyurmuşlar,(37) küçük
değişiklikler ile devam ettirmişlerdir.
4- Borçlanma ve Fâiz:
Paraya ihtiyacı olanlar, paralı kimselerden ödünç alır, muayyen zaman
sonunda faiziyle öderlerdi. Ödeme, zaman geldiği halde yapılmazsa
alacaklı borçluya "ya öde, ya artır" derdi. Borçlu "şu kadar zaman
sonra şu kadar fazlasıyle ödeyeyim" der ve böylece faiz katlanarak
devam ederdi.(38)
İslâm faizin bütün nevilerini kaldırmıştır.
5- Rehin:
Borcun ödenmesini garanti altına almak maksadıyle alacaklı borçludan
rehin alırdı. Borç ödenmediği takdirde rehin olarak bırakılan mal
alacaklının olurdu.
İslâm rehnin bu şekilde maledilmesini menetmiştir.(39)
6- Alış-veriş Şekilleri:
Çeşitli alış-veriş şekilleri vardır. İslâm bunlardan bir kısmını
(karşılıklı rızâya dayanmayan, mechul bir unsur ihtiva edenlerini...)
menetmiştir:
a) Münâbeze, mülâmese ve hasât bey'i:
Satılacak şeye elbisesini atmak, eli ile dokunmak veya üzerine çakıl
taşı atmak suretiyle -aldım, sattım sözleri kullanılmadan- alış-veriş
yapılırdı.
İslâm bunları mentemiştir.(40)
b) Hileli arttırma (necş):
Alma niyeti olmadığı halde mal arttırılır, müşterinin daha çok para vermesi temin edilirdi.
Bu da menedilmiştir.(41)
c) Borçlunun satılması:
Roma hukukunda gördüğümüz gibi burada da borcunu ödemiyen kimsenin satılması âdeti vardı. İslâm bunu da yasaklamıştır.(42)
C- CEZÂ HUKUKU:
1- Kısas:
Araplar "ölümü en iyi ölüm yok eder" derler, bununla kısası
kastederlerdi. Ancak onların anlayış ve tatbikatına göre sadece katil
değil, onun bütün yakınları sorumlu sayılır, intikam için kısasa dahil
edilir, kısas şahsî öç alma şeklinde uygulanırdı.
İslâm, "kimse, kimsenin günahını yüklenmez" prensibini getirmiş,(43)
kısasın hükme bağlanması ve infâzını ilgili hâkimin selâhiyetine dahil
etmiştir.
2- Diyet:
Taammüden ve kasten olmayıp hatâ yoluyla meydana gelen katil
hadiselerinde diyet tatbik edilir ve katilin kan hısımları da ödemeye
iştirak ederlerdi.
İslâm bunu ibka ettiği gibi, amden (kasten) öldürme olayında da -maktûlün velisi razı olursa- diyeti getirmiştir.
D- MUHÂKEME USÛLÜ:
1- Kasâme:
Katili mechul cinayetlerde maktûlûn bulunduğu köy veya mahalle
ahâlisinden 50 kişinin "Öldürmedik ve öldüreni de görmedik" diye yemin
etmelerine "kasâme" denir. Bunu taleb etmek, maktûl velisinin hakkıdır.
İslâm bu usûlü kabul etmiştir.(44)
2- İsbat:
Dâvacı iddiâsını şahid (beyyine) ile isbata çalışır, bunu yapamadığı takdirde dâvalıya yemin teklif ederdi.
İslâm da prensip olarak bu usulü benimsemiş,(45) ayrıca muhâkeme
usûlünü adâletin kısa sürede gerçekleşmesini sağlayacak şekilde
geliştirmiştir.
21. C. Zeydân, age., C. I, s. 8 vd.
22. age, s. 18 vd.
23. eş-Şevkânî, Neylü'l-evtâr, c. VI, s. 168 (Buharî'den).
24. en-San'ânî, Sübülü's-selâm, c. III, s. 161.
25. en-Nisâ: 4/19, 32.
26. en-Nisâ: 4/23.
27. es-Sân'ânî, age., C. III, s. 175, eş-Şevkânî, age., C. IV, s. 178. en-Nisâ: 4/3.
28. en-Nisâ: 4/23.
29. en-Nisâ: 4/4. el-Hudârî, Târihu't-teşrî, s. 78.
30. el-Bakara: 2/230, 232.
31. Mukayeseli İslâm Hukuku, s. 311 vd.
32. eş-Şevkânî, age., C. VI, s. 271; H. K., age, s. 321 vd.
33. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.III, s. 418.
34. el-Mücâdile: 58/2-4.
35. Ebû Dâvûd, el-Edeb, bâb: 17; İbn Mâce, et-Ticârât, bâb: 63; İbn Hanbel, Müsned, C. III, s. 425.
36. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 278 vd.
37. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 239 vd.
38. el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, C.I, s. 464.
39. el-Cessâs, age., C. I, s. 528.
40. Age, 530; eş-Şevkânî, Neylü'l-evtâr, C. V, s. 159.
41. eş-Şevkânî, age., C. V, s. 175.
42. Dr. Abdulkerim Zeydân, el-Medhal li-dirâseti'ş-şerî'a, s. 36.
43. el-En'âm: 6/164.
44. eş-Şevkânî, age., C. VII, s. 37.
45. Age, s. 42. Bu konuda (Câhiliye Hukuku) için -dipnotlarda geçen
kaynaklardan başka- bak. Ahmed Emin, Fecr'ul-İslâm, s. 225-227; M.
Yûsüf Mûsa, el-Emvâl, s. 13-18, Şah Veliyyullah, Huccetüllâhi'l-bâliğa,
s. 262-271.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Cahiliye denilen İslam Öncesi Dönemde insanların çoğu putperest müşrik
olmalarına rağmen İslamın da kabul edeceği itikadi, ameli bir çok
güzellikleri de devam ettirmişlerdir. İslamın zuhuru sırasında bu
müsbet yaşantıyı sergileyen bir çok insan vardı. Peygamberimizin (a.s.)
annesi, babası ve özellikle kendisi ne ile amel ediyordu. Bir inanç ve
ibadet hayatı var mıydı? gibi konulara açıklık getirmesi bakımından bu
konunun açıklanması gerekli olacaktır.
Hanîf kelimesinin menşei ve anlamı hakkında değişik görüşler
bulunmaktadır. Menşeinin Arapça, İbranice, Süryanice ve Habeşce bir
kökten geldiği hususunda farklı anlayışların olduğu görülmektedir.
Mesudi, Arapçalaşmış Süryanice bir kelime olduğunu ve bununla
Sabiilerin kastedildiğini , Yakubi ise bu kelimeyi, Hz. Davud (a.s.)’ın
savaştığı Filistinliler için kullanmakta ve onların yıldızlara
taptıklarını belirtmektedir . Ancak Arapça sözlüklerde, kelime menşei
hakkında bir bilgiye rastlanmadığı halde, manâsının hanefe kökünden
“meyletmek, yönelmek” manâsına geldiğini anlamaktayız. Hz. İbrahim
(a.s.)’ın kavmine, putperestliğe iltifat etmeyip, Allah’ın dinine
İslam’a döndüğü için Hanif denilmiştir. Ebu Amr da Hanîf kelimesini,
hayırdan şerre veya şerden hayıra meyleden diye açıklasa da, sözlük
manasında ve İslami literatürde mutlak bir manada bir meyletmek değil,
“dalaletten istikamete, diğer dinlerden hak dine dönmek” anlamında
kullanılmış, haktan batıla yönelmek ise “cnf” köküyle ifade edilmiştir
. Şu halde Hanif kavramı, eğriliği bırakıp doğrusuna gideni ifade etmiş
ve Hz. İbrahim (a.s.)’ın milletine ad olmuştur ki, başka dinlerden ve
batıl mabutlardan çekinip, yalnız bir Allah’a yönelen muvahhid için
kullanılmıştır .
Cahiliye devrinde, sünnet olduktan sonra Kabe’yi ziyaret eden kimseye
hanîf denilirdi. Zira bu güzellikler Hz. İbrahim ( a.s.) dininden
geriye kalanlardan bazılarıydı.
Kur’an-ı Kerim’de hanif kelimesi 10 yerde, çoğulu hunefa ise iki yerde
geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda hanifliğin müşriklikten farklı
ve onun karşıtı olduğu belirtilmekte, aynı zamanda sekiz yerde de Hz.
İbrahim ( a.s.)’ın imanını ifade etmekte, bu sekiz yerin birisinde de
din manâsına gelen millet kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz.
İbrahim (a.s.)’ın kendini hanif diye nitelemektedir.
Hanif kelimesi Kur’an-ı Kerim’de bir taraftan Hz. İbrahim (a.s.) ın
imanını ifade etmek için ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken,
diğer taraftan Hz. İbrahim (a.s.) ın Hıristiyan ve Yahudi olmadığı ,
bilakis ehl-i kitabın hanifler olarak Allah’a kulluk etmekle
emrolunduğu vurgulanmaktadır.
Hanifliği, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta aramanın gereği yoktur. Hepsi
bir Allah’ın dinidir. Zamanla bazı bozulmalar olmuş, İslam bütün
bozulma ve eğrilikleri düzelterek, güzelliklerin devam etmesine müsaade
etmiş, yanlışlıkları ise tashih etmiştir. Yoksa Hanifliği Yahudi ve
Hıristiyanlığın devamı gibi görmek hatalı olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim,
“Ey ehli kitap İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat
ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz?
İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı, fakat o bir hanif ve müslümandı,
müşriklerden de değildi.” buyurarak hem hanifliğin Yahudi ve
Hıristiyanlıktan önce olduğunu kesin bir dille ifade eder, hem de Hz.
İbrahim (a.s.)’ın yerini belirler.
İslam ve din-i kayyım’lıkla eş anlamlı olan hanifliğin, Araplardan
putlara tapmayan, bir tek ilahın varlığına inanan ve O’na kulluk eden
bir cemaate işaret ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunlar hunefa
veya ahnef diye de bilinirler ve bizatihi kendileri Yahudi ve
Hıristiyan olmadıklarını, Hz. İbrahim (a.s.)’ın dinini takip
ettiklerini ve Allah’a şirk koşmadıklarını ifade ederler.
Hanif kelimesinin, Kur’an’daki anlamıyla hadislerde de geçtiğini
görmekteyiz. Hz. Peygamber (a.s.) “Allah katında hangi din daha
makbuldür?” diye sorulduğunda “kolaylaştırılmış haniflik” diye cevap
vermiştir. Buhari’de geçen başka bir rivayete göre , Zeyd b. Amr b.
Nüfeyl, hakiki dini aramak amacıyla Şam’a gitmiş, rast geldiği bir
Yahudi ve Hıristiyan alimlerine dinlerini sorup, beklediği cevabı
alamayınca kendilerine hangi dini önerdiklerini sormuş, onlar da
hanifliği tavsiye etmişler, hanifliğin ise İbrahim (a.s.)’ın dini
olduğunu, O’nun Hıristiyan ve Yahudi olmadığını, sadece Allah’a kulluk
ettiğini belirtmişlerdir.
Peygamberimizin (a.s.), “Allah, kullarımın hepsini hanif olarak
yarattım, buyurdu” ifadesi ile “Ben Yahudilik ve Hıristiyanlık ile
değil, kolaylaştırılmış haniflikle gönderildim” sözü beraber
düşünüldüğünde, hanifliğin, bütün peygamberlerin tebliğinde ortak olan
ilkeleri içine aldığı ve İslamın da bu ilke ve esasları yaşatan bir din
olduğu ve Hz. İbrahim (a.s.) gibi Hz. Peygamber (a.s.)’ın da aynı dini
tebliğ ettiği sonucuna varılabilir.
Netice olarak, cahilî dönemdeki haniflik hakkında farklı görüşler ileri
sürülmüşse de , yukarıda ifade edilen rivayet ve izahlar ışığında,
bunların Cahiliye toplumu içinde yaşayan muvahhid, Yahudilik ve
Hıristiyanlıktan değil de, Hz. İbrahim (a.s.) dininden geriye kalan
bazı güzellikleri, kendi çapında yaşamaya çalışanlara verilmiş genel
bir isim olduğu anlaşılmaktadır.
Haniflerin inanç esasları ile ilgili olarak, daha çok dini kaynaklarda
bilgilere rastlamaktayız. Cahiliye Arapları nazarında, sünnet olan,
Kabe’yi tavaf eden herkes haniftir . Ancak Taberi, bu iki özelliğin
yeterli olmadığını, zira bazı müşriklerin de bunu yaptıklarını ifade
eder. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de haniflik, müşrikliğin zıddı olarak
gösterilmektedir. Öyleyse hanifliğin birinci şartının tevhid ehlinden
olmak olduğunu belirtir. Bazı kaynaklar ise bu şartlara, putlardan uzak
olmayı, cünüplükten dolayı yıkanmayı da eklemişlerdir .
Haniflerin putlar adına kesilen daha geniş ifadesiyle, Allah’tan
başkası için kesilen kurbanların etlerinden yemedikleri, içki
içmedikleri nakledilmekte , genel olarak haniflik vasfının, haccetmek,
hakka tabi olmak, Hz. İbrahim(a.s.)’ın getirdiği şeriata uymak ve
sadece Allah’a kulluk etmek olduğu ifade edilmiştir.
Bu dönem haniflerinin temel özelliklerinden biri Yahudi ve
Hıristiyanlığa iltilaf etmeyip, çevrelerindeki putlardan ve
putperestlerden yüz çevirip, İbrahim (a.s.)’ın ilahı olan bir Allah’a
ibadet etmeleridir. Zeyd b. Amr b. Nufeyl gibi bazıları İbrahim
(a.s.)’ın dini olan gerçek dini aramaya çıkmış, bir kısmı halkı
putlardan uzaklaştırmaya çalışmış, bazıları da teemmül ve tefekkür için
inzivaya çekilmiştir. Tarihçilerin ifadesine göre, bunların bazıları
okur yazar oldukları gibi, bazı dilleri bilirler ve seyahate çıktıkları
için de oldukça kültürlü sayılırlardı.
O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri
geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b.
Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr
el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi,
Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu
Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb
el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis
b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi,
Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır.
Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin
hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris,
Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün
içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir .
Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi . Peygamber
(a.s.)’a onun durumu sorulmuş, O’da, “onu üzerinde halis bir ince ipek
elbise olduğu halde Cennet’in ortasında yürüdüğünü gördüm” buyurarak
güzel yaşantısının akibetini haber vermiştir.
Süveyd b. Amir el-Mustalaki’nin şiirlerinden muvahhid, olduğu ve
İbrahim (a.s.)’ın dinine meylettiği anlaşılmakta, Ebu Kerb b. Es’ad
el-Himyeri ise, Hz Peygamber (a.s.)’dan çok önce onun geleceğini haber
vermiş ve iman ettiğini ifade etmiştir. Veki’ b. Seleme “Sıddik” olarak
bilinmekte, İslam’dan önce vefat eden Umeyr b. Cündeb, ise tevhid
inancını benimseyenlerdendi. Yine Adi b. Zeyd el-İbadi de putlardan
uzaklaşıp, İbrahim (a.s.)’ın Rabbine ibadet edenlerdendi. Bilahare
Medine’de müslüman olmuştur. Seyf b. Züyezen de, Varaka b. Nevfel gibi
Hz. Peygamber (a.s.)’ın geleceğini müjdelemiş ve onun zamanına
yetişirse O’nunla beraber Medine’ye gideceğini bildirmiştir.
Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:
Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin
yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan
kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından
kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı
düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları,
sayfaları ve Zebur’u okuduklarını, bir çoğunun Hz. İbrahim’in dini
üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu
uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını,
rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak
aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hıristiyanlığa
girmediklerini, İbrahim (a.s.)ın dinine inanmış olarak öldüklerini
bildirmektedir.
alıntıdır...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Cahiliye “chl” kökünden türemiş bir kelimedir. Lisanul Arab’a göre kısaca “bilgisizlik” anlamına gelir.
Ragıp el-İsfahani e- Müfredat’ında üç değişik ve geçerli anlamının olduğunu aktarır. Bunlar:
- Nefsin bilgiden yoksun olması,
- Herhangi bir konuda doğru olanın tersine inanma,
- Herhangi bir konuda yapılması gerekenin tersini yapma.
Cücani Tarifat’ında bu kelimenin terim anlamını şöyle açıklar:
“İslamdan önceki devir. Bu devir, İslamın yasak ettiği, putperestlik,
kan davası, haydutluk, yağmacılık, fuhuş, kız çocuklarının diri diri
gömülmesi gibi kötülükler devri.”[2]
Cahiliye dönemi denilince kişinin aklına şunlar gelir. Bedeviliğin
hakim olduğu, çevredeki diğer toplumlara nazaran medeniyetin geri
olduğu, bilgisizlik ve gaflet içerisinde kalmış, yazılı tarihleri
olmayan, göçebe, azgınlıklarını önleyici hiçbir yazılı bir kanuna sahip
olmayan ve putlara tapan insanların oluşturduğu İslam öncesi çağa
verilen isimdir.
b) Kur’anda Cahiliye:
Kur’an’da cahiliye dönemini anlatan dört ayet yer almaktadır. Bu
ayetlerin hepsi de Medine’de inmiştir. Mekke’de Cahiliye hakkında
hiçbir ayetin inmemesinin nedeni daha o dönemde Cahiliye huylarından
vazgeçmemiş olmalarıdır.
“Kederden sonra, bir takımınızı kendinden geçirecek şekilde size
huzur ve emniyet indirdi; oysa bir takımınız da kendi dertlerine
düşmüşlerdi. Haksız yere Allah hakkında, cahiliyye devrinde olduğu gibi
inanıyorlar. «Bu işte bizim bir fikrimiz var mı?» diyorlardı; De ki:
«Buyruğun hepsi Allah’ındır». Sana açmadıklarını içlerinde gizliyorlar.
«Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı, burada öldürülmezdik» diyorlar. De
ki: «Evlerinizde olsaydınız, haklarında ölüm yazılı olan kimseler, yine
de devrilecekleri yere varırlardı». Bu, Allah’ın içinde olanı denemesi,
kalplerinizde olanı arıtması içindir. Allah gönüllerde olanı bilir.”
“Evlerinizde oturun; eski Cahiliyye’de olduğu gibi açılıp
saçılmayın; namazı kılın; zekatı verin; Allah’a ve peygamberine itaat
edin. Ey peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip
sizi tertemiz yapmak ister.”
“İnkar edenler, gönüllerindeki cahiliyye çağının asabiyet ateşini
ateşlendirdiklerinde, Allah, peygamberine ve inananlara huzur indirdi;
onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Onlar, bu söze layık ve ehil
kimselerdi. Allah her şeyi bilmektedir.”
Bu dört ayette dört farklı ibare kullanılmaktadır. Bu ifadeler
şunladır; ظَنَّ الْجَاهِ 04;ِيَّةِ , حُكْمَ الْجَاهِ 04;ِيَّةِ , تَبَرُّجَ
الْجَاهِ 04;ِيَّةِ ve حَمِيَّة 14; الْجَاهِ 04;ِيَّةِ ifadeleridir. Bu
tabirlerin hepsi de cahiliye adetlerini yermek için kullanılmıştır.
2- CAHİLİYE DÖNEMİNDE TANRI ANLAYIŞI
Cahiliye döneminde insanlar birden çok tanrı olması gerektiğine
inanıyorlardı. Onlar bütün bu karmaşık işleri evrenin yaratılmasını ve
yönetilmesini bir kişinin yapamayacağı anlayışı içerisindeydiler. Bunun
için bir çok putperest toplum gibi birden çok tanrı icat ederek Tanrı
olgusunu zihinde basit işleyişte daha karmaşık bir yapıya dönüştürmeye
çalışıyorlardı. Zira bir tek tanrı olması insanların davranışlarını
kısıtlar. Her zaman o bizi görüyor anlayışına sebep olur. Bu onların
fiziksel bir tanrı icat etme zorunluluğuna itmiştir.
Cahiliye döneminde ilk putun Mekke’ye getirilişinin şöyle olduğu
rivayet edilir. Mekke ileri gelenlerinde Amr b. Luhay bir deri
hastalığına tutulur ve iyileşmesi için Belka denilen bir yere şifalı
sulardan sıhhat bulmaya gider. Orada kaldığı süre içerisinde insanların
yakuttan yapılmış bir heykele tapl-tıklarını görür. Bunun ne olduğunu
sorduğunda onlar bu heykelin kendilerine yağmur yağdırdığını söylerler.
Bu Amr’ın çok hoşuna gider ve bundan Mekke’de çok para kazanabileceğini
düşünür ve bir tane bu puttan satın alır. Bu putun adı Hübeldir.
Mekkeliler önceleri buna pek inanmasalar da zamanla bu heykele
tapınmaya başlarlar. Artık Mekkelilerin bir putu vardır. Bundan sonra
hem Mekkede hem de çevre bölgelerde her iş için bir put icat edilir.
Kurana göre Cahiliye Arapları aslında tek yaratıcı olarak Allah’ı görürler[7] Ancak diğer bütün putların tamamı onlar için birer şefaatçidir.[8] Aynı zamanda bundan vazgeçememelerinin nedeni olarak da babalarını bu yolda bulmalarını da bahane ederler.[9]
Mekke ve çevresinde bulunan bazı putlar şunlardır: Lât, uzza, Menat,
Zülhalasa, Fels, Riam, Ruda, Nesr, İsaf, Naile, Ved, Suva, Yauk. Son
üçünün Hz. Nuh’un kavminden mümin kimseler olduğu rivayet edilir.
İslamdan önce Arab yarımadasında haniflik de vardı.
İnsanların çoğu bu inancı bilir ve bu inanışa sahip olan insanları
sever ve sayarlardı. Peygamberler ve geçmişle ilgili bazı meseleleri
onlara danışırlardı. Bunun bir örneğini bir ilk vahiy geldiğinde
Hatice’nin mesleyi Varaka b. Nevfel adlı hanife sormayı uygun
görmeleridir.
Bilinen bazı hanifler şunlardır. Varaka b. Nevfel, Osman b.
Huveyris, Ubeydullah b. Cahş, Zeyd b. Amr, Kuss b. Saide, Ümeyye b.
Ebissalt.
3- CAHİLİYE DÖNEMİNDE DOĞAÜSTÜ ÇABALAR
İslam öncesi dönemde en yaygın davranış biçimleri büyü, falcılık ve
kahinliktir. Bunların hepsi de doğaüstü varlıklarla ilişki içerine
girme çabasıyla ilgilidir.
a) Falcılık:
Cahiliye döneminde fal çok yaygındı. Bu faaliyetlerden en yaygını Ezlam
adı verdikleri faaliyettir. Ezlam “zlm” kökünden türemiş bir kelimedir.
Kesmek , inceltmek ve düzeltmek gibi anlamlara gelir. Ezlam ise ucunda
demir parçası olmayan oka verilen isimdir.
Cahiliye Araplarının yolculuğa çıkma, çocuk sahibi olma, evlenme,
ticaret yapma, su kuyusu açma, kumar oynama gibi riskli işlere
başlamadan önce başvurdukları bir fal türüdür.
Bu falda, okların ucunda yap, yapma gibi ifadeler yer alır. Rastgele bir çekim yaparlar ve çıkan sonuca göre hareket ederler.
Tarihçiler iki tür ezlamdan söz ederler.
Fal Okları: Bu da iki türdür. Üçlü ve yedili.
Kumar Okları: On oktan oluşur. Üçü boştur. Diğerlerinde hisseler
yazılıdır. Herkes çekim yapar ve hissesine düşene razı olur. Buna
“meysir” de denir.
“Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.”
Fal gelecek hakkında yani gayb için bilgi edinme çabası olarak da
görülebilir. İslam önce si Araplarda bu faaliyetin çok yaygın olduğunu
daha önce söylemiştik. Çok yaygın olmasından ötürü fal için birçok
kelimeler de vazedilmiştir. Bu tabirlerin en yaygınları şunlardır:
- Tefe’ul: Gelecek hakkında iyimser sonuçlar elde etmek için başvurulan bir yöntemdir.
- Teşe’um: Gelecek hakkında kötümser sonuçlar elde etmek için başvurulan yöntemdir.
- Tıyare: Herhangi bir şeyde uğursuzluk var mı diye araştırma yapmadır.
Bu çalışmaların hepsi de gayb hakkına bilgi edinme amacı
gütmektedir. Bu Araplarda çok ilgi duyulan bir meseledir. Çünkü onlar
tamamen günlük yaşamayı adet edinmiştir.
Cahiliye çağında bir çok fal yöntemi ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
- Hattu’r Reml: Toprak üzerine bir takım çizgiler çizerek bakılan fal türüdür.
- Zecr, Tıyare, Iyafe: Hayvan ve insanların hareketlerine bakılarak bakılır.
- Irafe: Su dolu bir kaba bakılarak yapılır. Bu işi yapanlara Arrâf denir.
- İhtilac: İnsan vücudundaki kasların seğirmelerine bakılarak yapılan bir faldır.
- Tark: Çakıl taşları, bakla, nohut, fasulye gibi şeylerle bakılan fala denir.
- Firaset: İnsanların fizyolojik özelliklerine bakılarak yapılan faldır.
Kurana göre gayb hakkında hiçbir kimse bilgi edinemez. Peygamberler
dahi gaybı bilemezler. Bu bilgi sadece Allaha mahsustur. Kuranda gayb
çok yerde geçmektedir. Ancak biz bir iki örnek vermekle yetineceğiz.
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir, kıyamet saatinin kopuşu bir
göz kırpması kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz
Allah her şeye Kadir’dir.”
” Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttalı kılmaz.”
4- SONUÇ
Kısaca sonuç için şunları söyleyebiliriz. İslam öncesi dönem
kuralların pek olmadığı, güçlülerin hayatı her yönüyle idare ettikleri,
günlük yaşmayı adet edinmiş insanlardan oluşur. İslam bu dönemin üstüne
geldiğinde Mekke döneminde sadece Tevhid anlayışını tekrar ihdas etmeye
çalışmıştır. Tekrar diyorum çünkü Cahiliyede Allah anlayışı yok
değildi. Sadece bozulmuş bir tanrı anlayışı vardı. İslam bu anlayışı
tekrar düzenledi.
İslamın bazı konularda ise metodu farklı olmuştur. Fal, büyü, ezlam gibi Cahiliye döneminin ritüelleri tamamen kaldırılmıştır.
Günlük hayattaki uygulamaların da bazıları aynen kabul edilmiş ve uygulanmasında herhangi bir beis görülmemiştir.
Buna göre İslam Cahiliye dönemine karşı üç tür yaklaşım
sergilemiştir. Birincisi; o dönemle ilgili bazı şeyleri tamamen
kaldırmaktır ki buna örnek olarak fal ve kadınlara karşı yapılan aşırı
haksızlıklar gösterilebilir. İkincisi; Cahiliye adetlerini kısmen
değiştirerek kabul etmesidir. Buna da tevhit anlayışı örneklik teşkil
eder. Üçüncü ve yaklaşımda da Cahiliye ile ilgili bazı konularda hiç
değişikliğe gitmemesidir. Buna örnek evlenme merasimleri gösterilebilir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki İslam sanıldığının ve iddia edildiğinin
aksine Cahiliye dönemini tamamen silip atmamıştır. Zaten buna gerek de
yoktur. Eğer böyle bir anlayışa girmiş olsaydı sosyal yaşamda bir çok
güçlüklerle karşılaşılabilir ve İslamın benimsenmesinde yavaş
kalınabilirdi.
Not: Yazıyı hazırlayan Y. Lisans dönemimden bir arkadaş ama kimden
aldığımı hatırlamadığım için ismini veremiyorum.. Dönem arkadaşlarımdan
kim hazırlamışsa kendisine teşekkür ediyor, Hakkını helal etmesini
istirham ediyorum… Şayet ben tesbit etemden yazan arkadaş kimse yazının
kendia ait olduğunu ifade ederse ismini ekleyeceğimi ifade ederim…
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Eyyâm'ul-Arab,
umumiyetle sürü hayvanları, otlaklar yahut su kaynaklan üzerinde çıkan
ihtilâflardan doğmuş Kabileler arası kıtal ve düşmanlıklardır. Onlar
baskın ve yağma maksadıyla birçok fırsatlar ihdas etmişlerdir;
gayeleri, savaş halinde bulunan kabilelerin en büyük savaşçıları
arasında teke tek vuruşma (mubâreze) flar şeklinde kahramanlık
gösterilerinin hâsıl olması ve çatışan tarafların hatipleri ve şâirleri
tarafından acı ve sert hicivlerin karşılıklı serde-dilmesine vesile
olmasıydı. Bedevi herzaman çarpışmaya hazır olmakla beraber mutlaka
ölüme susamış da değildir. Bu bakımdan onun karşılaştığı hasımlar, bir
kimsenin sandığı kadar kan dökücü değillerdi. Mamafih bu Eyyam denen
vuruşmalar, Bedevi'lerin yaşadığı topraklarda muhtemel bir nüfûs
fazlası meydana gelmesine karşı bir boşaltma musluğu vazifesi
görüyordu. Bu topraklar ahâlisi umumiyetle iktisâden geri durumdaydılar
ve bunlar için çatışma ve kıtal, devamlı bir şuur haline gelmişti. Bu
yüzden kan dâvası, kan gütme, Bedevi'ler arasında dini - içtimâi en
kuvvetli müesseselerden biri haline gelmişti.
Bize nakledilmiş
olanlara bakacak olursak bu Eyyam vakalarının herbirinde hâdiselerin
ortaya çıkışı, aşağı yukarı aynı sebeb ve temele dayanmaktadır. Önce
bir kaç kimse bir sınır ihtilâfı yahut bir hakaret sonucu birbirleriyle
vuruşmaktadır. Birkaç kişi arasında çıkan bu mesele nihayet herkesin
işi ve dâvası haline gelmektedir. Bitaraf herhangi bir kimse veya
kabilenin müdâhalesi üzerine nihayet sulh ve salâh tesis edilmektedir.
Vuruşmadan daha az zayiatla çıkmış olan kabile, hasmının fazla olan
insan zayiatı nisbetinde kan diyeti öder. Halkın hafızasında, hayatta
kalan harp kahramanlarının başından geçenler uzun asırlar saklanır.
Yevm'ul-Bu'âs175
vak'asında da böyle olmuştur: Bu vuruşma, Hz. Peygamber ve
arkadaşlarının Medine'ye Hicretlerinden bir müddet evvel bu şehirde
yani evvelki adıyla Yes r i b 'de yaşayan iki akraba kabile olan Hazrec
ve Evs arasında çıkmıştı. Her nevî vuruşmaların yasaklandığı Eşhur'ul-H
u r u m yani mukaddes bilinen aylara isabet etmesi dplayı-siyle
Eyâm'ul-Ficâr (kudsiyete tecâvüz harbi) adıyla anılmış olan vuruşmalar,
bir tarafta Hz. Peygamberin ailesinin mensub bulunduğu K u r ey ş ve
müttefikleri Kinane ile, karşı tarafta H e v â z i n arasında çıkmış
çatışmalardır. Bu çatışmalardan olan dört karşılaşmadan birine,
delikanlılık çağında iken Hz. Muhammed de iştirak etmişti176.
alıntı
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Takriben Milâdî 525'den 622'ye
kadar devam eden Câhiliyye Devri boyunca, Arap edebiyatının bu
kahramanlık çağından bize kadar gelen birkaç atasözü, bazı halk
efsâneleri ve bilhassa oldukça bol miktarda nazım eserleridir; bütün
bunlar sonraki tslâmî çağda toplanmış ve kitap haline getirilmişlerdir.
Sihir, nucûmiyyât ve hekimlikle ilgili bir kaç formül'den başka, müsbet
ilimlerle ilgili bir yazılı vesika mevcut değildir. Atasözleri, halk
mantığı ve hayat tecrübeleri için pek açık bir işaret teşkil ederler,
ister bir Habeşistanlı, ister bir İbranî olsun, Lokman Hekimin ağzından
aklı selîm ile ilgili an'aneye dayanan bir çok hakimane sözler çıkar.
Kaynaklarda Câhiliyye Devrinden gelen bir çok kadın ve erkek hakimin
ismi bize kadar nakledilmiş bulunuyor: Aksem'ubn Sayfî, Hâcib'ubn
Zurâ-re ve Huss'un kızı Hind; el - Meydân! (öl. 1124) tarafından telif
edilen M e c m a' u 1 - E m s â 1Ml ve el - Mufaddal ed - Dabbî (öl.
786) 'nin E m s â T u 1 - A r a b!82 adlı eserlerde İslam öncesi
edebiyatta geçen birçok hakimane sözün örneklerini bulabilmekteyiz. Herhangi
bir yazı sistemi tam mânasiyle tekâmül edip gelişmemiş bulunduğundan
Câhiliyye edebiyatında nesir pek iyi değerlendirilemezdi. Bununla
beraber en eski devirlerden geldiği anlaşılan Islâmî devrede meydana
getirilmiş birkaç parça eser elimize "kadar gelmiş bulunmaktadır.
Bunlar daha çok e n s â b ilmi, ve yukarda bahsi geçen Eyyâm'ul-'Arab,
yani kabileler arası savaşlarla ilgilidir. İslam öncesinde neseb ilmi
ile uğraşan Arabistanlı bir kimse, bu ilmin kardeşi sayılan tarihle
uğraşan kimse gibi, bir horror vacui (boşluk korkusu) duygusuna sahipti
ve onun muhayyilesi aradaki boşlukları doldurmak ve kesiklikleri
tamamlamak hususunda bir güçlüğe uğramamıştır. Bu suretle o, birçok
hallerde Hz. Âdem'den ve daha mütevazi bir derecede Hz. İbrahim'den ve
Hz. İsmail'den gelen kesiksiz ve aralıksız tarihî malûmatı bize
nakledebilmiştir. İbn Dureyd'in Kitâb'ul-îştikaak 'ı183 ve K i t â b '
u 1 Ağânî (yani Şarkılar Kitabı) adını taşıyan Ebû'l - Ferec'il
-İsbehânî (yahut Isfahâni, öl. 967 M.) nın ansiklopedik eseri,
ne-sebler ve şecereler konusunda en değerli bilgileri ihtiva etmek
tedir. İslam öncesi kâhinlerine atfedilen s e c î 'li ve kafiye'-li
nesir parçaları aynı şekilde zamanımıza kadar gelmiştir. Şiir San'atı
Sadece
vezinli - kafiyeli söz söyleme san'atındadır ki Araplar İslam öncesi
devrede ileri gitmişlerdi. Onların ince zevkle ilgili kabiliyet ve
melekeleri bu alanda gelişmişti. Bedevi'lerin bu şiir tutkusu onların
kültürel bir servetidir. Edebiyatların çoğunda olduğu gibi, Arap
edebiyatı da bir şiir patlamasıyla mevcudiyet alanına çıkmıştır. Fakat
diğer bir çoğundan farklı olarak bu şiir, öyle anlaşılıyor ki tam bir
gelişmişlik içinde ortaya çıkmıştır. Elde mevcut en eski nazım
parçaları, Hicretten yüz otuz sene kadar evvel, e 1 - B a s û s Savaşı
ile alâkalı olarak düzülmüştür; fakat bu kasideler, usul ve
kaidelerindeki sertliğe bakacak olursak, ifâde san'atının işlenip
geliştirilmesinde uzun bir inkişaf devrinin mevcudiyetini ve bu dilin
sonradan hâsıl olan değil, ancak fıtrî (doğuştan, ezelden beri gelen)
kabiliyet ve vasıflarını bize düşündürmektedir. Altıncı asrın
ortalarından gelen şâirlerin önüne asla kimse geçememiştir. İlk
Müslüman şâirler ve aynı zamanda sonraki ve hattâ bu günün nazımcıları,
bu eski parçalara, yaklaşılması imkânsız mükemmellikte şiir örnekleri
olarak bakmışlar ve öyle bakmaktadırlar. Bu ilk şiir parçaları,
hafızalara nakşedilmiş ve kulaktan kulağa nakledilerek nihayet Islâmî
devrede Hicretten sonra kaleme alınabilmişlerdir. Günümüz tenkid ilmi
göstermektedir ki bunları Islamın ruhu ile hem ahenk hâle getirebilmek
için söylendiğine göre bir takım gözden geçirmeler, tadilat gibi
ameliyeler (*) sonradan ika edilmiştir1*4.
Kâhin '1er ve
şâirler tarafından kullanılan seçili şiirler, nazım tarzının
inkişâfında ilk merhale olarak mülâhaza olunabilir. Kur'an bu şekli
yani seçili üslûbu kullanmaktadır. Deve sürücüsünün şarkısı (Huda')
ikinci merhaledir. Şiirin doğduğu kaynağı izaha çalışan Arapların bunu,
deve adımlarının ritmik ve ölçülü hareketleri esnasında deve
sürücüsünün şarkı söylemeye başlamasıyla izah etmelerinde bir gerçek
payı bulunabilir. Deve yürüyüşündeki ritmik hareketleri söylediği
şarkıda kullanan sâdi, s â' i k deve sürücüsü ile eş anlamdadır.
Dört
yahut altı tefile'den ibaret Recez, seçili nesirden gelişip tekâmül
etmiştir ki en eski ve en sâde bir ölçüdür (ya ni bahir 'dir).
Arapçadaki bir tarif i «bu (recez vezni), nazmın ilk oğludur» der ve
«seçili nesir (sec'l bunun babası, şarkı ise anasıdır» şeklinde devam
eder.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Aşağıda 2500 sayfalık Arap (islam) Tarihi Ansiklopedisinden verilen bir
kaç bölümde: Musevi dini ve islam öncesi "cahiliye" döneminde kureyş'li
Arap'ların, Mekke'li Bedevi'lerin gelenek ve göreneklerini, dini
inanç'larını, yahudi'lerle ve diğer millet'lerle olan münasebetleri
hakkında tarihi bilgilere ulaşabilir ve bugünlere kadar süre gelen dini
inaçların kaynakları hakkında fikir edinebilirsiniz.
Araplarla ilgili tarih, kaba hatlarla üç ana bölüme taksim olunabilir:
1. Sebe'-Himyer Devri ki Milâdi altıncı asrın başlarında sona erer (geçen sahifelerde tetkik edildi),
2.
Câhiliyye Devri ki bir mânada bu, «Âdem'in yaratılışından Hz.
Peygamberin tebliğ vazifesine başlamasına» kadar olan devri kaplar.
Fakat bizim burada hususiyle kasdettiğimiz mâna, Islamm doğuşuna
tekaddüm eden asır mânasındadır.
3. I s l â m i Devir ki günümüze kadar uzanıp gelen İslam Tarihi bölümüdür.
Câhiliyye Devri
Câhiliyye terimi
umumiyetle «bilgisizlik, cahillik» devri yahut «atılganlık, barbarlık»
işaret için kullanılır, ancak gerçekte bu, Yarımadada ilâhî kanunların,
Allahdan vahiy alan bir Peygamberin ve vahye dayanan bir mukaddes
kitabın bulunmadığı devre mânasına kullanılmaktadır. Çünkü
«bilgisizlik» ve «barbarlık», Yarımadanın Güneyinde oturan Araplar
tarafından geliştirilmiş, kültür ve edebiyatı, olan bir cemiyet için
hiç bir zaman mevzu bahis olamaz. Bu kelime, Kur'anı Kerîm'de de çok
sayıda geçmektedir: (K. 3/154, 5/50, 33/33, 48/26). İslâm öncesine ait
dinî itikat ve inanışlardan, hassaten putperestlik ve şirkten insanları
vazgeçirmek hususunda kuvvetli bir arzu ve hırs duyan koyu bir
vahdâniyetçi Peygamber Hz. Muhammed, kendinden evvel mevzu bahis olan
bu gibi inanışları getirdiği dinin tamamen ortadan kaldırdığını,
bunlara bir son verdiğini tebliğ ediyordu. Daha sonraları, onun bu
tutumu, bütün islam öncesi fikir ve ideallerin yasaklanması şeklinde
tefsir edilmiştir. Fakat umumiyetle fikir ve düşüncelerin tamamen
ortadan kaldırılmaları çok zordur; bir kimsenin çıkıp geçmişte olup
bitenleri bir veto ile bir anda toptan ortadan kaldırması hayli
zorluklar taşıyan bir husustur .
Güney Araplanndan farklı
olarak, Hicaz ve Necd de dahil Kuzey Arabistan ahâlisinin büyük
ekseriyeti göçebe hayatı sürüyorlardı. Bedevilerin tarihi, esas
itibariyle, Eyyam-ul-Arab (islam öncesi Arap Tarihi) diye adlandırılan
mahalli savaşlar ile ilgili malûmat yığımndan ibarettir ki bunda mevzu
bahis olan, pek az kan akıtılacak şekilde akınlar tertiplemek ve
yağmacılık yapmaktır. Hicaz ve Necd'in yerleşik ahâlisi ise kendisine
has bir eski kültür geliştirmemiştir. Onlar bu konuda komşuları ve
soydaşları Nabatîler, Palmyra'lılar, Gassani'ler ve Lahmî'lerden farklı
bir durumdaydılar. Na-batfler ve daha geniş bir surette de
Palmyra-lılar kısmen Ârâ-mîleşmişlerdi. Gassani'ler ve Lahmiler ise,
Suriye - Bizans ve Suriye - Iran kültürü arasına sıkışmış Güney
Arabistanlı müs-temlekecilerdi (Suriye ve Irak'a göçüp buralara
yerleşmiş kimselerdi). Bu sebebden bizim Câhiliyye Devri hakkında
vereceği miz malûmat, ilk olarak kuzey bedevi kabileleri arasmda Hic
ret
hadisesinin öncesine raslayan asırda çıkmış savaşlar ve ikinci olarak
Islamın doğuşuna yakın bir devrede Hicaz'da yaşayanlar arasında
mevzubahis kültür hayatı ve dış kültür tesirleri çerçevesi dahilinde
kalacaktır.
Sahih ve güvenilir kaynakların ışığı, Câhiliyye
çağını pek az aydınlatmaktadır. Kuzey Araplarının bir yazı sistemine
sahip olmadıkları bu devir hakkında kaynaklarımız sadece tarihî
nakillere, efsânelere, atasözlerine ve her şeyin üstünde şiirlere
dayanırlar ki bunlar tamamen Islamdan sonraki senelerde kaleme alınmış
vaziyettedirler. Bir takım tarihi nakiller ve efsâneler şeklinde de
olsa bu malûmat tarihi bir değer taşımaktadır; zira, yanlış veya gerçek
dışı da olsa bir milletin doğruluğuna inandığı şeyler, sanki
doğruymuşlar gibi onların hayatları üzerinde aynı tesiri husule
getirecektir. Hemen hemen Hz. Peygamber zamanına kadar Kuzey Arapları
herhangi bir yazı sistemi geliştirmiş değillerdi (*). Bulunan (en -
Namâ-ra'da M. 328 senesinden kalma) îmru'ui - Kays'm eski arapça mezar
kitabesi, Halep'in güney doğusunda (M. 512 yılından kalma) Zebed, (M.
568'den kalma) e I - L a c a 'daki Harran ve aynı asırdan kalma
umm'uI-Cimâl kitabeleri olmak üzere sadece üç kitabe, İslam öncesi
devirden günümüze kadar intikal edebilmiş tarihi vesikalardır.
«Arabistanlılar»
terimi, evvelce de izah edildiği gibi geniş mânada, henüz İslam iktidar
ve kudretinin zuhuruna kadar milletler arası meselelerde kendini
gösterememiş Yarımadanın bütün yerlilerini içine almaktadır. «Arapça»
ise, aynı şekilde güneydeki Himyer-Sebe'lilerinkini olduğu kadar,
Hicaz'ın kuzey lehçesini de ifâde etmektedir ki bu sonuncusu Islamın
mukaddes dili haline gelmesi sonucu Yemen'deki güney lehçelerini
bastırmış ve üstün tutulan ve hâkim arapça haline gelmiştir. Bu sebeble
bundan sonraki sahifelerde şayet «Arabistanlı» yahut «arapça»
terimlerini kullanacak olursak bunlarla «kuzey ara-bistanlı halk» ve
«Kur'anda geçen arapça»yı kasdedeceğiz.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme Sizin yetkiniz yok forumda konu silme Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme Sizin yetkiniz yok forumda anket açma Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma