Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
İslam'ı Anlama ve Anlatma Metodu Akıl/İlim Kaynağı
Prof. Dr. Hüseyin ATAY Yüce
Allah insanı yarattı ve ona bir bilgi kaynağı verdi. İnsan bu bilgi
kaynağına göre bilgi elde edecek, bilmediğini onunla öğrenecek, bilgi
üretecek ve sonra ona göre hareket edecek, iş görecek ve işlerini
yürütecektir. Bu bilgi üretme kaynağı akıldır. Yalnız insan akıldan
ibaret olmayıp birçok değişik güçlerden bileşik bir yapıya sahiptir.
Akıl bütün bu güçlerin üstünde yönetici bir konuma sahiptir. Onlar akla
izlenimler getirir, akıl onları ilme çevirir ve hüküm kaynağı yapar,
insana faydalı ve zararlı şeyleri gösterir. İRADEFakat;
aklın yaptırım gücü yoktur. Yaptırım gücü iradeye aittir. İrade ise bir
sürü gücün etkisi altındadır. Bundan dolayı diğer güçlerin etkisi
altında olan irade, aklı doğru bildiğini ve hüküm verdiğini yapamaz ve
zararlı gördüğü şeyden kaçamaz durumda bırakabilir. Aklın doğru
düşünmesine karşılık, doğruyu yaptırmasına başka güçler irade
vasıtasıyla engel olabilir. Bu hususta, iradeyi etkisi altına alan,
başkaları tarafından zihne gönderilen izlenimler ve bilgilerdir. Bunlar
tarihten, çevreden, öğreticiden ve toplumdan gelmektedir. Bunlar o
kadar etkili olurlar ki aklı bile bazen yanlış hükme varacak kadar
şaşırtırlar. Aklın sağlam düşünebilmesi için, onu etki altına alan
iradeyi bu izlenim ve bilgilerden kurtarıp kendi başına ve özüne göre
hüküm vermesini, başka bir deyişle aklın saf ve arı olarak düşünmesini
sağlamak lazımdır. Böyle düşünen akla aklı selim ve sağduyu
denmektedir. Bu tür akıl, bütün insanlarda bulunur, insanı şaşırtmaz ve
ona ancak doğruyu gösterir. Mesela, babasını öldüren katili, öldürmeyi
akıl uygun bulmaz. Çünkü bilir ki kendisi katili öldürürse karşılığında
kendisi de öldürülecektir. Sosyal tecrübe de budur. Ama yine sosyal ve
diğer etkenler iradeyi bırakmaz mutlaka öldür-meye, karar vermeye
zorlar. İrade de aklı hüküm vermeye icbar eder, akıl onun yanlış
olduğunu söyleyerek çekilir. İrade o yanlışı yaptırır ve akıl işlem
dışına itilmiş olur. AKIL – VAHİYHz.
Muhammed de 610 yılında kendisine Yüce Allahtan vahiy gelene kadar
sağduyusu ve aklı selimine göre hareket etti, iş yaptı ve yaptırdı.
Kendisine gelen vahiy bilgisi, aklı selim bilgisinin dışında yeni bir
bilgi kaynağı getirmiş ve aklı selimin bilgisini de desteklemeyi
amaçlamıştır. Böylece insan iki bilgi kaynağına sahip olmuş olur. Biri
tabii bilgi kaynağı olan akıl, diğeri sözlü bilgi kaynağı olan vahiy.
Akıl genel bilgi kaynağı, vahiy ise özel bilgi kaynağıdır. Akıl her
insana doğrudan verilmiş, vahiy ise özel kişiler tarafından
bildirilmiştir. Bu noktada akıl ile vahiy arasında sorumluluk
bakımından şu farklılık bulunmaktadır. İnsan doğuştan zorunlu olarak
akla göre sorumludur. Vahye göre sorumlu olmak, doğuştan değil, irade
hürriyetine bağlıdır. Buradaki sorumluluğu irade hürriyetini
kullanmasına bağlıdır. Vahiy bilgisinin bütün gücü ve görevi aklı
desteklemek ve aklı yan etkilerden kurtarıp saf, özüne göre hareket
etmesini ve hüküm vermesini sağlamaya yöneltmektir. Vahiy saf aklın
doğru dediğine doğru, yanlış dediğine de yanlış diyerek onu destekler.
Böylece vahiy bir yandan aklın hükümlerinde sebat etmesini sağlar,
diğer yandan da iradeyi yönlendirerek iman gücüyle eyleme geçmeye
sevkeder. Vahiy, iradeyi yönlendirir ama ona baskı yapmaz. HZ. MUHAMMED'İN İKİ BİLGİ KAYNAĞI Hz.Muhammed’e
vahiy gelmeye başladıktan sonra da akıl işlevini yitirmemiş, daha hür
ve baskısız bir alanda eylemde bulunmaya başlamıştır. Çünkü; vahiy,
aklın önüne konan engelleri aşmasında ona yol ve yöntem göstermeye
gelmiştir; yoksa onu insana yol göstermekten alıkoymamıştır. Vahiy
gelince akıl iki iş yüklenmiştir. Biri vahyi anlamak ve diğeri de
vahyin dışında kalan hususlarda yol bulmaya devam etmektir. Akıl nasıl
ki beş duyu ile elde ettiği bilgilerden ve deneylerden istifade etmiş
ise, vahiyden de üç şey kazanmıştır. Bilgi kaynağı olarak yeni bir
bilgi, yöntem ve amaç. Kur'an, bilgi verirken onun amacını ve kullanım
tarzını, yolunu da göstermektedir. KUR'AN'IN MEVSUKİYETi Yüce
Allah, tarih boyunca insanoğluna bu iki bilgi kaynağını esirgemeden
vermiştir. Ne var ki, İnsanoğlu tarih boyunca kendisine verilen vahiy
bilgisini olduğu gibi muhafaza ederek nesilden nesile aktarma imkanına
sahip olamaması, gerçek vahyin kaybolmasına sebep olmuştur. Yüce
Allah insanoğlunun kendisine verilen bu ilahi mesajı koruyamadığını
insanın tarihi tecrübesiyle insanoğluna gösterdikten sonra, Hz.
Muhammed'e indirdiği ve tüm tarihi vahyin özeti olan Kur'an'ı korumayı
üzerine almıştır. Hz. Muhammed bundan dolayı son ilahi tebliğci ve
Kur'an da Allahın yeryüzüne son mesajı olmuştur. Bilgi kaynağı olarak
insanoğluna verilmesi gereken tabii vahiy olan akıl ve sözlü vahiy olan
Kur'an insana yol, yordam göstermeye yeterli görülmüştür. AKIL- VAHİY ELELE Hz.
Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra, İslam dini iki kaynağa:-akıl
ve vahiy-dayanarak oluşmaya başlıyor.Bu, Hz. Muhammed’in ölümüne kadar
böyle ikili kaynak beraberce kolkola yardımlaşarak yürüyorlar.
Bunlardan birisini diğerinden daha üstün ve daha kutsal tutmak,
İslam'ın temeline dinamit koymakla aynıdır. Ancak şu vardır ki birinin
tıkandığı yerde öteki ona yardım etmiştir. Bunun için hiçbir zaman biri
önder durumunda olmamış, biri sıkışınca ötekine başvurmuştur. Çünkü her
ikisi de Allah vergisidir. Birbirlerini bütünlerler. Kuran'ın akla çok
değer verdiğini yine akıl ortaya koyar ve anlar. Vahyin dışında
Hz.Muhammed’in bütün işleri ve hareketleri akıl tarafından tanzim
edilmiştir. Demek ki, Hz. Peygamber zamanında (632 M.) İslam dininin
bilgi ve hüküm kaynağı akıl ve vahiydir. Hz. Peygamberin vefatından Hz.
Alinin ölümüne kadar (660 M.) olan süre içinde bilgi kaynağı akıl ve
vahiy idi. Akıl Kur’anı-ı yorumluyor ve bu noktada Kuran'a bağlı
kalıyor ve Kuran'ın amacına uygun olarak Kuran'ın hüküm vermeyip de boş
bıraktığı alanları dolduruyordu. Hem Peygamber hem sahabe herşeyi
genellikle Kuran'a dayandırıyor ve Kuran'ın dışında kalan hususlarda
ictihad ediyor yani aklını kullanıyordu. SÜNNET HAKEM Muaviye’nin
iktidarından (30 H 660 M.) Ömer b. Abdülaziz’in sonuna kadar olan
dönemde (101H. /719 m.) bilgi ve hüküm kaynağı Kur'an ve Sünnet olmuş
ise de sünnet Kur'an’a hakem durumuna yükselmiş, akıl bir kenara
itiImiştir. Sünnet hakem olup Kur'an’dan da öteye geçince bu dönemde
hadis revaçta olmuş, bu düşüncenin aşağı tabakalarda da kabul
görmesiyle hadis uydurmalar başlamıştır.Bu durumun din için tehlikeli
olduğunu gören ileri gelen düşünürlerden biri olan Omer .b. Abdülaziz
yazılmasına resmen emir çıkarmış, böylece uydurma hadisin önüne
geçilmeye çalışılmıştır. AKIL - VAHİY - SÜNNET Ömer
b. Abdülaziz'in zamanından Ahmed b. Hanbel'in (241 H.855) zamanına
kadar geçen süre içinde büyük insanlar ve müctehitler yetişmiştir.
Hz.Peygamber zamanındaki mevkiine koymaya çalışmışlar ve bır dereceye
göstermişlerdir. Bu dönemde bu müctehitlerin uyguladıkları metod
aslında iki kaynağa dayanıyordu. Nas yani vahiy ve akıı ki ictihad
anlamındadır. Boylece Hz.peygamberin ve dört halifenin metoduna göre
hareket etmış ve ıçtıhatlarını ortaya koymuşlardı. Hadisi, Kuran'ın
temel hükümleri dışındaki feri hükümlerin açıklamasında kullanmışlar
ancak hakem Kur'an ve akıı idi. Bu dönemde yetişen büyük müctehıtlerın
fikirleri İslamın ilke ve esaslarına göre ileri sürülmüş ve üretilmiş
olduğu düşünürlerce genel kabul görmüştür. Bununla beraber, aralarında
içtihat ve fikir ayrılıkları hür düşüncenin ve aklın anlayışının doğal
sonucudur. Buna göre de zıt fikir ve içtihatlardan birisinin yanlış
olması mantikı düşünmenin gereği olduğu gibi ittifak ettikleri fikir ve
içtihatlarda da yanlış yapmış olabileceklerini düşünmek ılmın ve
duşunce gereği olarak kabul edilmelidir. İCTİHATLAR NASS OLUYORAhmed
b. Hanbel’in ölümü (241 HJ855 M.) ile İbn Kemal Paşa'nın (941 H./1534
M.) arasındaki döneme tarihi, kültürel, ilmi ve düşünsel açılardan
donuklaşma dönemi demek doğrudur. Aslında buna geleneksel deyimiyle
taklid dönemi denmektedir. Bu dönemde imam müctehitlerin sözleri,
içtihatları esas bilgi ve hüküm kabul edilmiş, Kur'an ve Hadise ancak
bunları meşrulaştırmak ve desteklemek için gidilmiştir. Böylece Kur'an
ve Hadis devreden, doğruluk kriteri olmaktan çıkmış ve akıl da sadece
destek için alet olarak kullanılmıştır. İnsanlar bu mezhep imamlarının
taraftarları tarafından sahiplenilerek bölünmüşler ve mezhepler aşılmaz
çelik çitlerle çevrilmişlerdir. Halkın mezhep değiştirmesi resmi
sicillerle yapılır hale gelmiştir. TARİHİ İKİ TESBİT Bu
dönemde şunu tesbit etmiş bulunmaktayım. Bu dönemde Kur'an ve Hadisle
dönüp mezhep müctehitlerinin yanlış olan bir fikri düzeltilmemiştir.
Dediğimiz gibi insanların sözleri ve hükümleri değişmez ve yanılmaz
kabul edilmiştir. Kur'an ve hadis karşısında yanlış oldukları açıkça
görülen ve sabit olan hükümler te'vil edilerek meşrulaştırılmıştır.
Bize göre bir yanlışı te'vil etmek onun yanlışlığını kabul etmemek ve
ona yanlış hükmünü vermekten kaçınmaktır. İkinci tesbitim şudur:
Mezhep alimleri de diğer mezhepleri de okumuş, öğrenmişlerse de hiçbiri
kendi mezhebindeki yanlış bir hükmü diğer mezhepteki doğru bir hükümle
düzeltme cihetine gitmemiştir. Eğer bu iki tesbitime aykırı olarak
hüküm verenler olmuşsa onları istisna etmeye hazırım. Burada İbn
Teymiyeyi dışarda tutmak istiyorum. İbn. Hazmda bazı fer'i meselelerde
istisna edilebilir. Oysa bu dönemde daha geniş bilgi birikimlerini
fikri bir üretime gitmeden kendi mezhepleri içinde tekrarlayıp
durmuşlardır. Ayrıca mezhepler arasındaki ihtilaflar mezhepçilik
gayretiyle birbirlerini yoldan Çıkmak, sapmak, şaşkın olmak ve hatta
cehennemlik olmakla ilham etmekten çekinmemişlerdir. MEZHEPÇİLERİN İMAMLARINA MUHALEFETİ Diğer
ilmi bir müşahedem de şudur: Fıkıh kitaplarını gözden geçirdiğiniz
zaman, ozellikle Hanefilerin en meşhur kitabı olan el Hidaye'ye bakınca
imamların sözleri tartışılır ve bir imamın ictihadı ötekinin lehine
veya aleyhine delil getirilir.Bu temelinden Islamın temelıne, Kuran a
ve felsefesine aykırıdır. Kimse bunun farkında değildir,farkında
olanlar da seslerini çıkarmamaktadırlar. Bu aynı zamanda imamların
tutum yöntemlerine de aykırıdır. Bu aslında imamların sözlerini ve
içtihatlarını seviyesine çıkarıp ve onlar gibi kutsal metin saymaktan
başka bir şey, doğru metod ve tutum insanların-müctehitlerin sözlerini
değil, delillerini tartışmak olmalıdır. Ancak bazan delilleri de
tartıştıkları davamızı red ve inkara yetmez.Çünkü; bunları imamların
sozlerini desteklemek için yardımcı olarak zikretmektedirler. DÜŞÜNCEDE DURAKLAMA Bu
döneme taklit, mezhepçilik ve duraklama dönemi denmektedir. Bu taklid
kelimesine kısa da olsa bir açıklık getirmek gerekmektedir. Taklidin
sözlük manası boyuna tasma takmak, hamail, gerdanlık takmak, birinin
fiil ve hareketinin aynısını yapmaya, ona benzetmeye veya benzemeye
çalışmaktır. (1) Bu kökten Kur'anda, mekalid(anahtarlar,hazineler)ve
‘’kalaid’’,(gerdanlıklar.ta smalar,takmalar)kullanılmıştır.(2)Türkçedeki
kilit(aslında kılid olmalıdır)in bu kökten geldiğine
kaniyiz.(3)Arapçada bu kökten türemiş bulunan iklid(çoğulu
ekalid,eklad)anahtar,miftah anlamında yalnız kapalı şeyi açmak
anlamında değil,açık kapıyı,hazineyi kilitlemek,kapamak,korumak
anlamından gelmektedir.Türkçedeki baştaki(i)düşmüş ve kilid,olmuştur.(4) Taklidin
terim olarak İslam Hukuk Felsefesi yani Usulu’l-Fıkıh ilmine göre
anlamı şudur:Delilsiz olarak başkasını sözüne göre iş yapmaktır.Sözü
delil olmadan delil sayılmayanın sözüne göre hareket etmektir;neye
dayanarak söylediği bilinmeyenin sözünü kabul etmektir,hepsinden daha
uygun görülen tanım ise;delile dayanmayanın sözünü kabul etmektir.(5) TAKLİT Bu
tanıma göre müctehid imamların sözlerini Kur’an’a ve hadise dayanmadan
kabul etmek taklittir.Delilsiz mezhep imamlarının sözlerine uyana
mukallit denir.Bu taklit kelimesinin sözlük anlamında olan şu manaya
göre bu şu demek olur: Falan imamı taklit eden onun sözüne sırf onun
sözü olduğu için uymak, dinde yasaklanmıştır. Böyle mukallid olduğunu
iddia ve kabul eden kimse taklit ettiği imamın, müctehitin fikrini
boynuna bir tasma gibi takmış anlamında mukallit olur. Şüphesiz
buradaki tasma kurbanlık hayvanlara takılan maddi bir tasma olmayıp
daha ağır ve kötü anlamda zihne vurulmuş bir bukağı ve takılan bir
takıdır. Bir insan bunu nasıl kabul eder. Evet şaşılacak şey, ama onbir
asırlık sürdürülen mezhepçilik bundan başka bir şey değildir. İCTİHAT FARZDIR İlim
adamlarından bir cemaat fer'i(fıkhi) meselelerde bile taklidin asla
caiz olmadığını söylemelerinden başka Karafi'de İmam Malik gibi
alimlerin içtihadın farz, taklidin de batıl (saçma) olduğunu
söylediklerini, naklediyor. İbn Hazm ise taklidin yasak olduğunda
ittifak (icma) olduğunu ileri sürmüştür. Dört imam insanları hem
kendilerini hem de başkalarını taklit etmekten menetmişlerdir.(6) FAKİH Fıkıh
kitaplarına bakıldığı zaman tabi oldukları mezhep imamlarından daha
geniş kültüre ve ihatalı bilgiye sahip fıkıh yazarları görülmektedir.
Şimdi bunlara fakih denmeyeceğini usul ilmine sahip birinden öğrenmek,
gerçekten durumu değerlendirmek ve geniş malumat sahibi bu zatlara ne
sıfat verileceğini tayin etmek zor olmaktadır. Eğer bu zatlar
kendilerine fakın diyorlarsa müctehit o]duklarını ve mukallit
olmadıklarını söylemiş oluyorlar. Eğer kendilerini mukallit
sayıyorlarsa o zaman onlara fakih denmeyeceğini şöyle açıklamışlardır:
Amelı Şeri hükümleri tafsilatlı delillerine göre emek verilen bir
şekilde bilmeğe fıkıh, denir. "Tafsilatlı" sözü ile mukallidin fıkhi
meseleleri bilmesine fıkıh denmeyip taklit deneceğini anlatmaktır.
Çünkü fukaha fakihin çoğulu olup fakih, fıkıh kendisinde meleke halinde
bulunana denir. Yoksa fıkıh kitaplarını anlayana fakih (anlayan) denir.
(7) Fıkhın şu tanımı esas kabul edilebilir: Ayrı ayrı delillerinden
giderek elde edilen şen feri hükümleri bilmeye fıkıh, denir (8). Fakih
müctehit anlamında olarak hüküm üreten, istinbat eden, hüküm ortaya
koyan kimsedir. Müctehit imamların dışında Kur'ana ve akla dayanarak
içtihat eden kimselere de fakih denmesi doğrudur. Bu iki kaynağa değil
de imamların sözlerine dayanarak fikir ileri sürenlere fakih
denmemektedir. Çünkü imamların içtihatları şen delil sayılmazlar.
Maalesef fakıh olmayanlar tarafından delil sayılmaktadır ve bunun için
şeri delil yerine konarak Kur'an ve hadisi arka plana itmişlerdir.
Herhangi bir kimsenin müçtehit olmasına veya olmamasına başkası hüküm
verme hakkına sahip değildir. Böyle bir hürriyet aslında bir tür
içtihat sayılır. Bu noktadan bakılınca imamların dışında fukaha
dediğimiz zatlara, kendi mezheplerinin imamlarının içtihatlarını başka
imamların fikirlerine tercih etme hürriyetlerini kullanmalarında,
onlara bir tür müçtehit denebilmesinin iki şartı olduğu kabul
edilmektedir. Biri, diğer imamların içtihatlarını iyi bilmek, kavramak,
diğeri de seçme hürriyetinde tarafgir olmamak,hakka ihlaslı olmaktır.
Böyle olanlara mezhebin içinde ve mezhebin imamının fikirlerine
açıklama getirme anlamında mezhepte müctehid değil, mezhepler arası
müctehit denebilir. Ama böyle mezheplerden mezhep beğenene de pek az
raslanabilir. Aslında bunu yapabilecek zat, ancak içtihatların
kaynaklarına indiği zaman bu niteliği alır ki, o zaman da müctehit
ünvanına hak kazanır. DÜŞÜNCEDE GERİLEME Yedi
asır (241-934) süren bu mezhepçilik, taklit, duraklama de alimler kendi
imamlarının içtihatları ve başka imamların fikirlerini de
anlamış,tartışmış ve yorumlamışlardır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi
birbirlerinden istifade ederek kendi mezheplerindeki bir hükmü
değiştirme yönüne gidememişlerdir. Mezhepçilik bu kadar sağlam aşılmaz
surlarla ve kırılmaz çemberlerle çevrilmiştir. Bugün hala bu
dava sürdürülmekte ve müslümanlar bu kalelerin içinde sıkışıp
kalmaktadır. Kalelere temiz hava alma delikleri açmak isteyenlere
sanki düşmana aralıyor olarak ve düşmanca bakılmakta ve engellenmeye
çalışılmaktadır. FİKRÎ VE BEDENÎ TEMBELLİĞİN SEBEBİBu
duraklama, taklit ve mezhepçilik döneminin bu kadar uzun göre iki
sebebe dayandırılması mümkündür: Birinci sebep bu yedi asır içinde
bütün dünya coğrafyasında İslam milletlerinden daha güçlü veya onlarla
boy ölçüşecek güçlü siyasi bir otoritenin olmamasıdır. Bu tarih
süresi içinde Müslüman]ar hem doğuya hem de batıya hakim idiler. Kendi
kendilerine yeter olmalarının yanında dış ve yabancı milletlere de hem
teknik ve iim,hem de idare bakımından üstün durumda bulunmaktaydılar.
Yeni bir şey icad etmeye ve üretmeye ihtiyaç duymuyor1ardı.İcatlar ve
keşifler ise bir ihtiyaçtan doğar. Daha ileri gitmede en büyük etken,
üstün olma ihtiyacıdır. SİYASETİN İLME HÜKMETMESİ İkinci
sebep, siyasetin ilme hükmetmesidir. Siyaset yeni bir fikrin ortaya
atılmasına ve yeni sorunlara veya devam eden problemlere yeni bir çözüm
getirmeye karşı çıkıyordu. Bugün de İslam dünyasında siyasetin ilme
tasallutu devam etmektedir. Aslında bu uzun mezhepçilik döneminde
temelden değişmeye ve çözüme muhtaç olan kurallar mevcuttu. Onlar
çözüm bekliyorlardı. Dediğimiz gibi siyasi otorite buna izin
vermiyordu. Yeniden yapılanma fikıine sahip olanlar etkilerine göre
cezaya çarptırılıyor, hapse atılıyor, kovuluyorlardı. Şimdi de olduğu
gibi dört; daha baskıcı zihniyetin sıkıntısını müslüman siyasetçi
değil, Müslüman alimler çekiyor.Eskiler gibi şimdikiler dini de ilim
adamını da istekleri doğrultusunda kullanıp istediklerini devre dışı
bırakabiliyorlar. İLİMDE-DİNDE-SİYASETTE ÇÖKÜŞ İslam
dünyasının ilmen çöküş dönemi İbn Kemal Paşadan (941 H./1534 M.)başlar
ve zamanımızda da (1993 M./14]3 H.) devam eder. Burada bir noktaya
açıklık getirmek gerekmektedir. İbn Kemal Paşa zamanından 1774 yılına
kadar ilim adamı medreselerde yetişti. Burada kastedilen yalnız din
adamı değil, zamanında okutulan bütün ilimler medreselerde okutulduğu
için 1774 yılına kadar ilim adamı denince her bilim dalına ait ilim
adamını kapsar (İlahiyatçı, hukukçu (fakıh), astronom, fizikçi vs.) İbn
Kemal Paşadan sonra ilim çöküşe geçti, demekle medreselerdeki öğretimin
gevşediğini, bozulduğunu, bilgi seviyesinin düştüğünü kastediyoruz.
Bundan önceki döneme duraklama, taklit ve mezhepçilik diyoruz. Yani
duraklama dönemi ile çöküş dönemi arasındaki fark duraklama döneminde
yetişen alimler okuduklarını anlıyorlar ve bazen da ince eleştiriler ve
cüzı yorumlar-kendi mezhepleri içinde ortaya koyabiliyorlardı. Çöküş
döneminde ise okuduğunu anlamıyor daha öncekilerin sözlük manalarını
aşamıyor, düşünce seviyesi düşüyor ve artık medreseden şikayetler
gittikçe yoğunluk kazanıyordu MEDRESENİN YIKILIŞ SEBEPLERİa)
Altı yaşındaki çocukları müderris (Profesör doktor) ünvanı ile tayin
ederek maaşa geçiriyorlardı. Fen ve felsefe, kelam ilimIeri medrese
programlarından çıkarıldığı için 1774 yılında medresenin dışında Deniz
Mühendis Okulu açılmıştı. Oysa bunu medrese kendi bünyesinde kendisinin
açması gerekirdi. Çünkü yegane öğretim kurumu medrese idi. Burada şuna
dikkat çekmek istiyorum: Siyaset ilme tasallut ede ede ilmi yıktığı
gibi sonunda kendini de yıkmıştır. Ama artık dünya siyaseti değişmeye
başlamış ve Osmanlı İmparatorluğu tek güç olmaktan çıkmanın ötesinde
yenilgiden yenilgiye uğramaya başlayınca dış düşmanların başarılarını
teknik ilmine sahip olmalarına dayandığı ortaya çıkınca siyaset
medreseyi ıslah edemeyeceğini bildiği için, medreseyi bir kenara iterek
kendisi teknik eğitim yapmak üzere teknik okullar açmaya başlamıştır.
On dokuzuncu asırda medresenin dışında yeni ilimleri tahsil eden
okullar çoğaldı. Medresenin bel kemiğini teşkil eden fıkıh öğretiminde
de medrese yetersiz görüldüğünden hakimleri yetiştiren Nüvvab ve Kudat
(Kadılar) okulları sırayla açıldı. Medresedeki tahsil böylece
geriledikçe geriledi, ilim ve din anlayışı bu gerilemeye paralel olarak
geriledi. Medrese 1914'de kendini ıslah etmeye yöneldi ise de geç
kalmıştı, kervana yetişemedi ve kaldırıldı. b)
Medrese 1774'de'l önce fen ve hikmet, felsefe ve kelam ilimlerini
dışlayarak kendini yalnız fıkha vermiş ve fıkıh anlayışı da
zayıflayarak geriledi. Medreselerin ıslah edilmesiyle (1914)
ulaştırılmak istendiği noktaya ulaşamadan kapandığı için 1774'de
medresenin ilim ve din anlayışı medrese varisleri tarafından olduğu
gibi korunmaya alınmış ve hala bu ilim ve din zihniyeti daha kötü bir
durumda olarak devam etmektedir. İslam toplumlarındaki bu çökmüş
geleneksel ilim ve din anlayışını yaşatmaya çalışan resmi ve gayr-i
resmi kurumlar bulunmaktadır. Medreseli zihniyetin en çok direttiği
fıkıh alanıdır. Tarihsel fıkhı mezhepçilik eski fıkıh anlayışının
yerine yeni bir fıkıh anlayışı getirmenin şiddetli karşısındadır. Çünkü
bunu yapacak müçtehidin yetişmesine ihtiyaç bulunmaktadır. İslam
toplumu o kadar cahil bırakılmıştır ki islamdan önceki dönemlerde olan
din dışı akıl dışı, ilim dışı ve ahlak dışı hurafeler toplumun alt ve
yüksek sosyetesinde din olarak yayılmaktadır.
c)
1774'den bu yana yapılmakta olan teknik öğretim amacına ulaşamamıştır.
O zamandan beri, resmen din ilimleri devreden çıkarılmış bulunmaktadır.
Teknik ilimler sözde ve fiilen bunca emek ve servet akıtıldığı halde
neden amacına ulaşamadığını kimse sorgulamıyor ve sorgulama cesaretini
gösteremiyor. Biz sorguluyoruz.
ÇÖKÜŞÜN TEK SEBEBİ DİNÎ ZİHNİYET
İki
asırdan beri teknikte ve modern ilimlerde kalkmamamızın sel ilim diğer
deyişle din ilmi zihniyetinde bulmak istiyorum. On yedinci asırda
çöküşe geçen din ve din ilmi zihniyeti hem dindar kesimde hem fikren
dine kar öyle etkili bir şekilde sürüyor ki sadece bu iki kutup insanın
değil, bütün hareketlerinde, davranış ve fiillerinde açıkça ortaya
çıkıyor.
Bu zihniyetin
mahiyetini ve amacını iyi teşhis edip belirlemek olarak ortada
durmaktadır. Bu hususta belirli nitelikleri tesbit etmeye çalışalım:
a) çok düşük seviyede taklitçidir. Taklitte bile maharet göstermeyi önemsenmez. Doğu ve batı taklitcileri aynıdır. b)
İnsana değer vermez. İnsanı köle gibi kullanmaya çalışır. O yaşadığı
hayat tarzının altında bir yaşam sürmesini ister. Ve her an kendisine
muhtaç olmasına dikkat eder. Doğucular ve batıcılar arasında fark
yoktur bu hususta.
c)
Şahsiyet düşmanıdırlar, her sahada bilgiçlik taslarlar ve u
başkalarının fazla bilmesine tahammül edemezler, şahsiyetleri incinir.
d) Muhaliflerine azılı düşman muamelesi yapar ve hayat hakkı tanımazlar
e) Bildikleri şeyleri kaset gibi tekrarlayıp dururlar. İlmi överler ama düşmanlık yaparlar. f) Sözlerinde durmaz ve verdikleri sözleri yerine getirmezler. Sözleriyle işleri çelişiktir.
g) Menfaatlerine göre ahlaklarını, hareket ve davranışlarını ayarlar.
h) Kabahatleri hep başkalarına atarlar, beceriksizliklerini hep muhaliflerine yüklerler.
i)
Dinin, milletin, devletin menfaatlerini kendi menfaatleri içinde
görürler kendilerine ne kadar çok şahsı fayda sağlayacaklarsa devlet
işine o kadar önem verirler.
j) Bunların dindarlıklarına da dinsizliklerine de güvenilmez. İşte
toplumu idare eden zihniyet asırlar boyunca böyle olmuştur.Günümüzde
vurgunculuk o kadar ileri gitmiştir ki, normal halkın zihni bile felç
düşüneceğini bilmiyor. Aslında bu kadar olumsuzluklar, hedefsiz yokluğa
uçuruma(nihilizm) koşuş her sahada beceriksizliklerle hız almaktadır.
Biz
bunların baş ve biricik sebebini dini anlayış ve zihniyettel ortaya
koymak istiyoruz. Bütün bunlar ancak din ile düzelir ve yolum dört asır
önce çöküşe geçen fukahanın dinine göre değil, Kur'anın getire önem
vermekle olacağına inancımız tamdır.
Fukahanın
anlattığı ve on bir asır islam dünyasını yönettiği din ve İslam
milletleri hala sarılmakla günümüzün genç müslümanlarını tedirgin
etmekte onları bunalıma sokmaktadırlar. Bu zihniyete teknikle karşı
çıkılmak istenmiş ise de iki asırlık bir başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Çünkü bu yapılırken insanı ve onun ruhunu mutlu kılan
din ihmal edilmiştir. Tekniğe teknik, felsefeye felsefe, ilim, dine din
ile karşı çıkılırsa ve ıslaha gidilirse gerçekliği ve geçerliliği
ölçüsünde başarı sağlanabilir. Şimdi bu çöküşe geçen fukahanın din
anlayışına alternatif gerçekçi ve geçerli bir din anlayışı ile karşı
çıkılıp düzeltilirse, din, insanlara müsbet yönde hizmet etmeye devam
eder ve insanları bu dünyada huzura kavuşturur. Biz burada fukahanın
di-ninde günlük, haftalık, yıllık ve ömürlük meselelerden
düzeltilmesinde acele edilmesini gerekli gördüğümüz ve bulduğumuz bir
kaç meseleye temas etmeden önce usul hakkında bir iki kaideye yine usul
yönünden dokunmak istiyorum. ÇIKIŞ YOLU 1-
Birinci usul kaidesi şu tutum olmalıdır: Mezhep imamlarının usul metod
kaideleri ve ilkeleri olduğu gibi kabul edilmeyip tekrar geçerlilikleri
ve gerçeklilikleri gözden geçirilmelidir. 2- Hz.Peygamber’in sünneti ve hadisleri tekrar sınıflanmalı ve hiç bir zaman Kur'an’a ilave yapmak için ona eş tutulmamalıdır.
a) İmam-ı Şafii'nin şu görüşü iyi incelenip anlaşılmalıdır: "Hz.Peygamber’in her dediği şey ancak Kur'an’dan anladığıdır" (9).
b)
Hz.Peygamber’in siyasi ve idareci olarak, kadı olarak ve bir insan
olarak söylediği sözler arasındaki değerlendirme yeniden ele
alınmalıdır.
c)
Hz.Peygamber’in sözleri ve sünnetleri arasındaki ihtilaf ve tenakuzlara
neshi sokmadan her birini bulunduğu şartlar içinde ayrı ayrı
değerlendirmelidir ve her biri için topluma veya toplumun bir durumuna
cevap vereceği düşünülmelidir.
d)
Hz.Peygamber’in sözleri ve sünnetleri bulundukları şartlar içinde
değerlendirilip kendilerini aynen örnek almayıp amaçlarının tahkik
edilerek benzer ihtimallere gitmeye cevaz verilmelidir.
e)
Hz.Peygamber’in sözleri ve sünnetlerine dayanarak imamların verdikleri
hükümleri ve yaptıkları değerlendirmeleri yeniden değerlendirmeye
almalı ve başka hükümleri çıkarmaya gayret etmeli ve fikir üretmelidir.
f)
Hz.Peygamber’in sözlerinde yanıldığını sahabe ortaya koymakla ne sahabe
dinden çıkmış sayılmış ne de Hz.Peygamber’in peygamberliğine bir
eksiklik gelmiştir. Sahabenin döneminde yanlış olduğu ortaya konamamış
olan bir hadisin sonradan yanlışlığının anlaşılması ile insanın dinden
çıkması gerekmeyeceği gibi Hz.Peygamber’in de peygamberliğine bir
eksikliğin gelmesinin kabulüne gidilmemelidir.
3-
Sahabenin sözlerinin hiç bir surette Hz.Peygamberin sözleriyle denk
tutulmaması gerektiği gibi, bunu mutlaka peygamberden duymuş
olabileceği gibi yanlış bir te'vile de asla gidilmemelidir.
4-
Rivayetlerdeki ihtilafa önem vermeli ve ihtimal olan yerde istidlale
gidilemiyeceği kaidesi yürütülerek hadisin doğruluğu ve sağlamlığı
şüphe ile karşılanmalıdır.
5-
Hadis alimlerinin ve fukahanın hadislere çok müsamahalı baktıklarını
mevzu olan hadise çoğu kez zayıf demekle onu sahih olmaya yaklaştırıp
ona bir nebze de olsa meşruluk tanıdıklarını göz önüne almalıdır.
6-
Her ravinin ideolojisi, siyasi tutumu, anlayış ve tahsil durumu ve
çevresi incelenerek ona göre rivayetini ele almalıdır. Her sahih
denilen hadis sahih olmayabilir,kaidesini unutmamalıdır. islam en büyük
sıkıntıyı hadisten çekti, hala da çekmektedir.
7- İmamların sözlerine değil, delillerine bakılmalı ve delilleri de vurulmalıdır.
8- Yeni usul kaideleri koyma yönüne gidilmesi düşünülmeli ve buna iyi niyetle cesaret edilmelidir.
Şimdi değişmesi gereken bir kaç fıkhi meseleden örnekler verelim:
1-
Günde beş vakit farzların önünde ve sonunda bulunan önceleri da sünneti
müekkede denilen artık, fazla namazların yerlerini değiştirmeli ve
bunların nafile olduğu, nafilenin de zamanı, mekanı ve sayısı
olmadığını ortaya koymalıdır. Nafile namazın hiçbir işi, gücü olmayan,
yaşlı insanları meşgul etme oldukları açık açık anlatılmalıdır.
Vazifeye, derse, otobüse, dükkana, işe zamanında gitmenin farz namazdan
daha çok farz olduğu, gecikildiği dakikaya tekabül eden haksız kazanç
olduğu vurgulanmalıdır. 2-
Cuma günleri iki ezandan biri ictihadidir ve artık gereksizdir, Zuhru
ahir diye uydurulan namaz kaldırılmalıdır. İbadetlerde içtihat halde bu
yanlış uygulamanın akli ve nakli delili yoktur. Zamanımızda bütün
hayatı durdurduğu her an yaşanan bir durum olduğu için saniyeye bile
değer verilerek şekli ve vakitli ibadetler ona göre ayarlanmalıdır.
3-
Müslümanların hala haysiyet ve şerefi ile oynayan üçten dokuza yani bir
sözle üç boşu verme hükmünün yanlışlığı açıkça anlatılmalıdır. Hala
yaygın bir boşama usulü olan bu yol Hz.Ömer’in bir içtihadına
dayanmaktadır, geçersizliği vurgulanmalıdır. Fukaha istediği zaman
hadise ve ayete istediği manayı verip, te'vil getirdiği halde on dört
asır, aileleri perişan eden bu tür boşamanın yanlış olduğu anlatılmalı
ve halkın şerefine nem verilmelidir. Bir İçtihattan dolayı tarih
boyunca ve günümüzde kentlerde bile bu gibi boşanmalara rastlanmakta,
fıkıh kitapları mutlaka ayrılmayı öngörmekte ise de kafasızlar ve
ahlaksızlar hülleyi çözüm yolu olarak göstermektedirler. Adamın hemen
pişman olması da karısını boşamaya niyetli olmadığını
göstermektedir.Bir ailenin yıkılmaması ve şerefinin bin içtihattan
,daha kıymetli olduğunu kabul Kur'an’ın deyimiyle şerefin ve izzetin
müslümanlara ait olduğunu ancak münafıklardır (10) hükmüne
girmektedirler.
4-
Millet bu kadar geri kalmışken, fabrikası yok, silahı yok, savaş uçağı
yok, okulu yok, okuyacak kitabı yok, yurdu yok, gece on ikiye veya
sabaha açık kütüphanesi yokken nafile olarak hacca ve umreye milyonlar
harcanma saydığımız şeyleri yapmanın ömrü boyunca hac ve umre
yapmasından daha önemli daha farz ve daha sevap olduğunu anlatılmalı
ve milletin bu servetini toplatıp bunları yapmaya özendirmeli ve halkı
bu yönde irşad etmelidir. Bunu da kalpazanların, sahtekarların eline
düşmekten de kurtaracak yöntemler düşünmelidir. Mesela her vilayetin
hacılarının parası onların gözü önünde o vilayette dediğimiz
kurumlardan en çok hangisine muhtaçsa ona aktarılmadır.
5- Boşanmanın ancak iki şahidin yanında olacağı iyi anlatılmalıdır. (11)
İşte
size büyük alimlerden İmam Cüveyni ve babası Ebu Muhammed Cüveyni (438
H. 1046 M.), Ebu İshak İbrahim b. Muhammed (418 H.1027 M.), Ebu Ali
Senci (430 H.l038 M.), İmam Nevevi ve İbn Salah'ın fetvası şudur: Farzı
kifaye yani toplumla ilgili farzlar, farzı ayndan daha önemli ve daha
faziletlidir. Çünkü farzı kifayeyi yapan, bütün ümmeti günah
işlemekten, kötü yola sapmaktan korumaktadır. Şüphe yoktur ki o bütün
müslümanların yerine dinin en önemli işlevlerinden birini yerine
getirmiştir. (12) Bazı kimseler, Hüseyin Atay fikirlerini çok cesurca
söylüyor diye tenkit ediyorlar. Halbuki görüyoruz ki Hüseyin Atay bu
cesaretini geçmiş büyük alimlerden alıyor, yine de bazan onlar kadar
cesur sayılamaz.
Şimdi
yukarıdaki fetvaya göre farz olan hac yerine, bulunduğu yerde
müslümanların muhtaç oldğu bir şeyi yapmak daha farzdır. Namaz da farzı
ayn'dır. Namaz kılma zamanında doktorun bir müslümanı ameliyat veya
tedavi edip hayata kavuşturması daha önemlidir ve dinde daha büyük bir
farzdır. (**) Çünkü Kur'an’da bir insanı dirilten bütün insanları
diriltmiş gibidir. Hacca ve umreye gidecek kimse parasıyla bir
öğrenciye yardım etmesi, basılacak bir kitabı bastırması, kitaplardan
kütüphanelere nüshalar alıp vermesi daha büyük bir farzdır. İşte bu
gibi sosyal farzlara, kifai farzlara yönelmelidir. İslamda farzı
ayınlar, insanı sosyal hizmetlere alıştırmak için bir eğitim
vasıtasıdır.
6-
Kur'an’ı Kerimin lafızlarını ve kelimelerini okumaya önem verildiği
kadar, manasının öğrenilmesine de önem verilmeli ve ona göre iş
yapmanın gerektiği açık açık anlatılmalıdır. Kur'an’ın lafzının
öğretilmesinde ve öğrenilmesinde hiç bir şart olmadığı, abdest gusül ve
kadınların başlarını kapamak gibi şartların bulunmadığı gibi iman da
şart değildir. Yoksa putpereste Kur'an nasıl öğretilecektir. Abdest,
gusül sadece namaz için şarttır. Kadınların başlarını örtmeleri İslamın
hükmüdür, ama hiçbir ibadetin şartı değildir.
İslamda
fuhşun ne kadar yasak olduğu ve lanetlendiği bilinmektedir. Fuhuş
yapmakla onu yaymak, propagandasını yapmak arasındaki fark şudur: Fuhşu
yapıp gizli kalıp tevbe ederse günahı affolur. Ama yayar,
propagandasını yapan, ister bu işi yapan olsun isterse olmasın, azaba
duçar olur. Daha da acısı, kendisi yapmadığı ve reklam da etmediği
halde başkası tarafından yapılmasına gönülden razı ise ve Müslümanlar
arasında yayılması hoşuna gidiyorsa, dünya ve ahirette can yakıcı bir
azaba uğrayacağının anlatılması gerekmektedir.(13)
8-
Dinde kolaylık üzerinde durulmalıdır. Yüce Allah Kur'an’da kolaylık ve
zorluk çıkarmamakta olduğunu, Hz. Peygamberin de aynı yolu tuttuğu
bildirildiği halde, ayak takımı, din kültürü ve bilgisi çok sığ
olanlar, dinde zorlaştırılmayı ve en temel ilke haline getirmiş ve
millete mal etmekte başarı ya ulaşmışlardır. Aklı başında olduğu
sanılan alimler de bu zorlamayı ellerinden geldiği kadar
yapmaktadırlar.hadise dayanmak en basit bir şey, Hz.Peygamberin
ağzından bir hadis uydurmak gayet kolay hemen herkes incelemeden,
araştırmadan Kur'an’la ve felsefesiyle uyuşup uyuşmadığına bakmadan
hadisi alıp nakletmek, bilgiçlik taslamak en çıkar yol olmuştur.
‘’Ibadetlerin en faziletlisi en zor olandır." diye nakledilen hadisin
aslı astarı olmadığını Ibn el-Kayyum söylemiştir. Ama tutmuş
Aliyyülkari "Büyük Uydurmalar" el-Mevzu'at’ül-Kubra adlı kitabında
manasının doğru olduğunu söylemesi akıl alacak bir savuma değildir.(14)
İşte dinde zorluk açık ve seçik olarak reddedildiği halde böyle uydurma
hadisler te’vil edilerek zorlaştırma esas ilke haline getirilmiştir.
Dinde esas ve şaşmaz ilkeleri Kur'an'la, akılla ve sağlam hadisle
ortaya koyup aykırı olanları düzeltme cihedine gitmek farzı
kifayedir. Genç bir hanımın bana yazdığı bir mektuptaki şu ifadesini
buraya almak istiyorum: Sizin kitabınızı okuyunca huzura, rahata
kavuşuyorum yapabileceğimi öğreniyorum." İşte kolaylığın en veciz
ifadesi, herkese daha çok Müslümanlık yaptırabilmektir. Bu da
Müslümanları çoğaltacak ve daha bağlı olmalarını sağlayacaktır.
Maşallah din görevlileri dinden nefret ettirme ordusu gibi nere gerek
bırakmamaktadırlar.
9-
İslam'da, "her koyun kendi bacağından asılır" kaidesi hiç kimse
başkasının yükünü çekmez, yani sorumluluğunu taşımaz, her insan
yaptığına hakkı olur(15) ayetlerine dayandırılarak, başkasının
yaptığının sorumluluğundan kaçmak yalnış anlaşılmaktadır. Bir insanın
bir işle ilişkisi üç şekilde olur:
a) O işi kendisi yapar, b) O işin yapılmasına sebep olur, c) O işin yapılmasına sevinir, hoşuna gider.
Bu
üç durumda da insan sorumlu olur. Burada önemli olan (c) bendidir.
Başkası yaptığı halde ve kendisi sebep olmadığı halde yapılan kötü her
işe, haksızlığa,zulme razı oluyorsa ve bunlar onu sevindiriyorsa,
gönlünden onları alkışlıyorsa en büyük sorumluluğu yükleniyor ve ateşe
atılacağı, Allahtan başka onu kurtaranın olmayacağı Kur’an’ın en sert
uyarılarından olmak üzere (16) anlatılmaktadır. İslam'da ‘’Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın" deyimi temelinden reddedilmiştir.Islamda
vurdum duymazlık bana ne! deyimleri geçersiz ve dahası günahtır. Işte
zikrettiğimiz bu a,b,c bentleri İslamın ana ilkeleri ve Kur'an
ayetleridir.
Millet
zulümden, haksızlıktan açlıktan kırılıp dururken, bir müslümanın
bunları yapmaması veya bunlara sebep olmaması. yetmez onları yapanları
lanetlemesi ve onlara öfke duyması, gönlünden buğzetmesi Islamın esas
hükümlerındendir.Buna kamu vicdanı denir. Kamu vicdanında lanetlenen ve
öfke duyulan bir iş yapılamaz.Müslümanlar bu vicdanı da kaybetmiş bir
durumda; oh! ne güzel yapmış, aferin adama! gibi ifadeler kullanması
cehennemlik olmasına ve Allahsız kalacağına delalettir. İslamın bu
sosyal temel ilkeleri, millete, açık yetenekli kişilerce
anlatılmalıdır. Zulmün karşıtı ve nakizi olan adalete Kuranın ve
peygamberin verdiği önemi de iyi anlatıp vurgalamak nasıl bir şey
olduğunu olaylarla belgeleyerek anlatmak, dindeki değerini belirtmek
farzdır. Bunların namaz farzından önce geldiğini bildirmek de farzdır.
Çünkü içine helal ve haram girmektedir.
10-
On dört asırlık İslam tarihinde ahlak bir ilim haline getirilecek
şekilde nazariye ve kural olarak ortaya konmamıştır. Bazı ahlak
kitapları yazılmışsa da ilmi bir disiplin haline getirilmemiştir. İslam
ilimieri terimi ile söylersek ciheti vahdeti olan bir ilim olarak
yazılıp çizilmemiştir. Oysa İslam ahlaktan ibarettir, denecek kadar
ahlak Kur'an'ın ilkelerini içine alır. Ahlak, insan davranışlarının
bütün kurallarını koyar. Bütün kanuni davranışlar, hareketler, insanın
hareket ve hareketsizliği ahlak kapsamına girer. Müslüman toplumların
bir fıkıh sistemi, bir kelam sistemi, bir usulü'l-fıkh sistemi, bir
tasavvuf sistemi olduğu halde bir ahlak sistemi yoktur. Oysa ahlak
bütün bu sistemlerdeki davranış ve fiillere yön verecek bir sistemler
ve felsefeler bütünüdür.
Zamanımızda
bütün insan faaliyetleri hep kanunlara göre yürütülmeye ve düzenlenmeye
çalışılıyor. Ama ahlak, kanuni faaliyetleri de içine alacak şekilde
görünürdeki ve görünmezdeki insan davranışlarına yön verir. Toplumda
amir ahlakı, memur ahlakı, patron ahlakı, işçi ahlakı öğrenci ahlakı,
öğretmen ahlakı, ticaret ahlakı olmadığı için toplum gayesiz bir
nihilizme gitmektedir. İşte bütün bu ahlak türlerini ele alacak,
inceleyecek, ilmini yapacak İslamın ahlak görüşlerini toparlayacak
olanlar İslamın filozof ve alimleridir. Milletin, devletin en büyük
görevi bunları yetiştirmesidir. Aksi takdirde nihilizm kaçınılmaz bir
son olur.
11-
İlme önem verme zorunluluğu vardır. İslamda ilim imandan önce gelir.
İlimsiz iman saçmalık ve hayaldir. İman sözlük anlamında tasdik ve
benimseme olduğuna göre önce bilinecek sonra tasdik edilecek ve
benimsenecektir. İlk üç asır müslümanları birbirlerini i1imle
tanımlıyor ve tanıyorlardı. Böylece ilme en üstün değeri vermişlerdi.
Sonrakiler ve şimdikiler birbirlerini hep imanla tanımlıyor ve
tanıyorlar. Falanca imanlıdır, parolası geçerlidir. İlk Müslümanlar,
falanca imanlıdır, diye değil, filanca alimdir parolasına önem
verdikleri için İslam medeniyetini kurdular On küsür asırdır imanlı (!)
müslümanlar hep hazır yiyorlar, artık her şeyi bitirdiler, yiyecek bir
şeyleri kalmayınca, düşmanlarından dayak, tokat yiyorlar, gene de
akılları başlarına gelmiyor, ne iştir, bilinmez.
İlim
öğrenmenin yolu elbette kitap okumakla başlar. Ama sırf kitaptakini
ezberlemek, hep öğrenmede kalmak olur, böyle kitaba bağlı kalan alim
olamaz. Kitabın dışına çıkmak lazımdır. Kitabın dışına çıkmak ancak
ilim yapmakla olur. İlim okumak ve öğrenmek ile ilim yapmayı
birbirinden ayırmak lazımdır. Mukallidler hep ilim okudular ama ilim
yapmadılar. Kitapta böyledir, demek ilim değildir, ilim kitaptaki
yanlıştır, diyebilmektir. Kitaptakinin yanlış olduğunu diyecek kadar
ilme sahip olmayan kimse, sahip olan kimseyle tartışma hakkına da sahip
değildir. Kitabı aş ana kitap delil getirilemez. Kitaba bağlı kalan ve
onun dışına çıkamayan kimseye Külliyetü'şeriadaki hocanın ifadesi ile,
Kitaba mahkum, yani kitap kendisine hakim olan kimse denir. Yine aynı
hocanın ifadesiyle kitaba hakim olana alim denir. Kitabı okuyup
anlamak, insanı malumat sahibi yapar, alim yapmaz, ama kitabı okuyup
kitapta olmayanı anlayan alim olur, alim ünvanını alır.
Kitaptakileri bilene malumat sahibi, kitapta olan alim denir. Malumat
sahibi bilineni öğrenir alim ise bilinmeyeni bilir, bilinenden
bilinmeyeni öğrenir. İşte on bir asırdır taklitçi zihniyet hep
bilinenle meşgul, yeni bilmeye çalışmamıştır. Zamanımızda bilineni de
bilmeyenler allame,bilgiç kesilmektedirler. İslamın belini
doğrultamamasının sebebi bu bilmedikleri yani mürekkep cahiller
yüzündendir. Onlar millete de, devlete de, siyasete de hakimdir. Biz
ilim dediğimiz zaman ilim yapan, kitaplara hakim olan alimin ilmini
kastediyoruz. İslam dünyasında herkes ilmi över, ama alime düşman
olunur. Bunu yetişmez, millet de şahsiyetini koruyamaz, şamar oğlanına
döner. Halkı ilim adamını sevmeye, ona yardım etıneye, her türlü
imkanı sağlamaya çağırma, teşvik etme dindarların dini görevidir.
Hükümete iş bırakılırsa olacağı budur.
12- İslamda tebliğ ve irşad nazariyesi: Kur'an’ı Kerim insana şu üç şeyi getirmiştir:Neyi, niçin, nasıl yapacağını öğretmek.
a)
İnsan ne yapacak. Dürüst olacak, adil olacak ve adalet dağıtacak
insanları tek bir ailenin fertleri Allahın kulları kabul edip onlara
yardım edecek onlarla yardımlaşacak, kimsenin hakkına saldırmayacak ve
başkasının kendi hakkına saldırmasına fırsat vermeyecek, kimsenin
sırtından geçinmeyecek, çalışkan işinde maharet sahibi, ahlaklı yani,
nezaketli ve disiplinli olacak. İşte Kur'an tarafından insanın yapması
istenen şeyler bunlardır.
b)
İnsan bunları niçin yapacaktır? İnsan ilerisini düşünen ve geleceğini
en üstün şekilde teminat altına almak isteyen bir varlıktır. Bunları
yapmakla insanlığın üst derecelerine çıkacak ve böylece mutluluğu elde
edecektir. Insanın en büyük; amacı en mutlu olmaktır. Bu dünyada mutlu
olmaya, bunları yaparak ulaşacağı gibi, bunları elinden geldiği kadar
en iyi yaptığı takdirde ölümden sonraki hayatla da mutlu olacaktır.Bu
mutluluklara, ulaşabilmek, bu mutlulukları verecek Allaha kendini
beğendirecektir.İşte en büyük mutluluk insanın kendisini Allaha
beğendirmesinde yatmaktadır.
c)
Şimdi buna insan nasıl ulaşacaktır? İşte Kur’an’ın asıl amacı;asıl
amacı insana bu yolu yöntemi ve nasılı anlatmak ve göstermektir. Ama
Kur'an insanın ney'i, niçini ve nasılı yapabilmesinin ilimle mümkün
olacağını bildiği için, önce insana okumayı tavsiye etmiştir. İnsan
okumakla ilim öğrenecek ve bu ilimle bu üç meseleyi halledip mutluluğa
ulaşacaktır. İlim öğrenmesine Kur'an çok titizlik gösterir ve bilmediği
şeyi bilenden öğrenmesini emretmektedir. Kur'an öğrenmeyi ve okumayı
insanın arzusuna ve keyfine bırakmaz, onu dini bir vecibe ve en önemli
bir görev olarak insan yükler.İlim öğrenecek bilmediğini bilene
sorduğu zaman, bilen de bildiğini öğretmekten kaçınmayacak, işte bunu
Kur'an ayetiyle bir hüküm olarak ortaya koymuştur yani bilen ilmini
saklamayacaktır (17). Kur'an öğrenme ve öğretmeyi isteğe bağlı
kılmamıştır. İnsan mutlaka öğrenecek ve öğretmeni de bildiğini
söylemekle sorumlu tutmuştur. Kur'an, insanı öğrenmeye teşvik ederken,
önündeki engelleri de kaldırmakta ve öğrenme şartlarını
hazırlamaktadır. Ayrıca
Kur'an, insanları irşad etmek, onlara yol ve yordam göstermek için
herkese şamil olmak üzere emir çıkarmaktadır. Ne var ki bu emri nasıl
yapılacağından hareket edilerek, bu irşad ve iletişimi yapacakların
nitelikleri ortaya çıkıyor. Kur’an herkesin degil, ama ilim sahibi,
hikmet sahibi, konuşması etkili olan ve nezaket ve terbiye ehli
insanlara Allah’ın yoluna davet etmelerini emretmektedir. Kur'an
hikmetle çağır, demekle hikmeti bilmeye de emir veriyor. (18) Hikmet
kelimesi çok güzel seçilmiş bir kelimedir. İçinde iyi düşünme, faydalı
ve ölçülü davranma, ilim ve iyi ahlak anlamları bulunmak tadır. Bunları
bilmeyenin irşatla görevlendirilmesi cinayet ve Kur'a’na muhalif değil
midir? İslam dünyası bu muhalefeti sürdürmektedir. Bunlar, akıllı
kimseleri, düşünmek isteyenleri dinden uzaklaştırmakta başarıya
yürümekte ve kabahati de düşünenlere atmakta mahirdirler. Ama
cehaletlerini bilmiyorlar ve kendileri dini görevi kötü kullanıyor ve
kullandırıyorlar. Kur'a’na zıt olan yol, yöntem ve yanlış bilgi ile
Kur'a’na ve İslama hizmet edilmez. Samimi müslüman ne yapacağını
öğrenir, düşünür, yapar. Kur'an, "bir güzel öğütle çağır" diyor. Öyle
ise güzelin ne olduğunu, öğütün ne olduğunu ve bunu ne zaman, nerede ve
nasıl kullanacağını bilmeyen beceriksiz, cahil kekeme, tutuk ve sakat
kimselerin Osmanlı döneminde 1914 yılında açılan vaizlik medresesine
Medresetü'I-İrşad) bile alınmadığına (19) dikkat ederek, güzel öğüt
verecek insanları yetiştirmeye gitmek gerekmektedir. En güzel şekilde
tartışabilmek için mantığı, felsefeyi ve düşünme yollarını, tartışma
yöntemlerini bilmekten başka çare yoktur. En güzel şekilde tartışmak
için cedel ve belağati, hitabeti ve adab-ı münazara ilmini iyi bilmek
gerekmektedir. İslam
dünyası İslam dinini yabancılara, ilerlemiş milletlere anlatması bir
yana vatandaşına anlatmaktan aciz kalmıştır. Bunun sebebi siyasiler ve
idarecilerdir. Bu idarecelerin içinde Diyanet Teşkilatındaki
idarecileri öncelikle zikretmek ve sorun tutmak dindar ve samimi
müslümanın görevidir ve bunu düzeltmek için gerek siyasilere, ve
gerekse idarecilere bunu anlatması ve ıslahını ısrarla istemesi emr-i
bi'l-ma'rufun içine girdiğini bilmesi lazımdır.
Sonuç
olarak, geleneksel din, yani fukahanın anladığı din ile Kur'an’ın
anlattığı, arasında fark olduğunu din ile din kültürünü, diğer bir
deyimle fıkıh ile şeriatı ayırarak dini çalışmaların ve araştırmaların
yapılmasına maddi imkan ve manevı hürriyet tanımak ve ona göre
çalışmalara iyi niyetle hız vermelidir. Hz.Peygamber’in içtihat" ları
da dahil hiç bir içtihat din değil, din kültürü yani alternatifi
düşünebilecek bir fikir kabul edilmeli, dini nas sadece vahiy olup onun
doğru anlaşılmasına bakılmalı, yegane ölçü akıl ve vahiy (Kur'an)
alınmalıdır.
Son olarak burada şu beş cümleyi tescil ederek okuyuculara iletmek ve üzerinde düşünmelerini önermek istiyorum:
a) Fıkıh hayattan çekilmiş, bütün olarak tarihe geçmiş ve tarih olmuştur,
b) Kur'an yaşıyor ve insanları irşada devam ediyor,
c) Fukaha ölmüştür ve bize büyük bir din kültürü serveti bırakmıştır. Allah mekanlarını cennet etsin,
d) Allah hayyun la yemüt'tur. Ezeli ve ebedi hayata sahiptir. Kainatı yönetiyor insanları koruyor, aydınlatıyor.
e) Yeni fukahaya ihtiyaç vardır. Allah yetişmelerine ve çoğalmalarına yardım etsin.
DİPNOTLAR: 1)
El-Mu'cemü'l-Vasit 2/760; Rağıb İsfehâni, Müfredat; Kur'an 422, İbn
Faris, Mu'cem-i Mekâyisi'l-lüga 5/17, Ş.Sami Kamus-i Türkî 427 2) Maide 5/12; Zümer 39/63 3) Muhammed Ali Şevkanî, İrşâdü'l-Fühûl,233 4)
Ş.Sami, bu kelimeyi (kâf) ile yazıp kilit olarak Yunanca'dan geldiğini
söylemektedir. James W. Redhouse, Turkisc-Eng.Lex.(1569-70)de hem
Türkçe, hem Yunanca demiştir. 5) Muhammed Ali Şevkanî, İrşâdü'l-Fühûl,233 6) Şevkanî, a.g.e. 236 7) Cemalettin Ebû Muhammed Abdurrahim Esnevî, et-Temhîd 50-51, Tahkik 984 8)
İbn Hacip, Muhtasarü'l-Münteha 4, İstanbul 1307(Adud şerhi ile);
Şevkanî, İrşadü'l-Fühul 3, Mısır 1347; Ebu'l-Bereket Nesefî,
Keşfü'l-Esrar Şerhül-Menar 1/6 Mısır, 1306 9) Mennau'l-Kattân, Ulûmu'l Kur'an,330 10) Münafikûn, 63/8 11) Talak, 65/2 12)
İmamü'l-Harameyn Ebu'l-Meâli el-Cuveynî, El-Kıyâsî, 358, Katar, 1400;
Cemaleddin Ebu Muhammed Abdurrahim Esnevî, et-Temhîd, 75-77 13) Nur, 24/19 14) Bkz. Fahreddin Razî, el-Mahassal, el-Cüz'ûs-Sânî, el-Kısmü's-Salis,s.10(notta) 15) Necm, 53/38-39 16) Hud, 11/113 17) Bkz. Alak, 96/1-5; Enbiya 21/7; Bakara 2/174 18) Nahl 16/125 19) Bkz. Hüseyin ATAY, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi 308, İst.1983
I. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri (1-5 Kasım 1993), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1995.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|