Prof. Dr. İlhami GÜLER
Hacca
giden vatandaşlarımızın Mescid-i Haram'da namaz kılan Arapların namaz
esnasında ta'dîl-i erkâna dikkat etmediklerini, namazda rahat
davrandıklarını, Mushaf'ı başlarının altına koyarak camide yattıklarını
görünce, döndükten sonra Türklerin Araplardan daha iyi Müslüman
olduklarını iddia ettiklerine hepimiz şahid olmuşuzdur. Son yirmi
yıldır 'siyasal veya fundamental İslâm' çıktıktan sonra bizdeki halk
İslâmı'nın 'Türk Müslümanlığı' şeklinde yeniden değerinin
keşfedildiğini söylemek mümkün. Bazılarının, bu Türk Müslümanlığının
merkezine 'Alevî' yorumunu koyarak yeniden inşâ etmeye çalıştıklarına
şahit olmaktayız. Türk Müslümanlığının bir yönetici-bürokrat sanatçı ve
zengin katı; bir de halk katı vardır. Birinci tabakanın dindarlığı
söylem düzeyinde 'Benim dedem de hacıydı', 'Ninemin de başı örtülüydü',
'şekil önemli değil (ibadetler kastediliyor), önemli olan kalp
temizliğidir', 'Benim kalbim temiz'... vs. şeklinde aktüelleşir. Eylem
düzeyinde ise genellikle mübarek gecelerde içki içmemek, kandil simidi
yemek, yakınlarının cenazesine yarım başörtüsü ve siyah gözlükle
katılmak ve Ramazanda oruç tutmak şeklindedir. Halk katında ise, beş
vakit (% 45) veya Cuma (% 84) namazı kılma, hacca gitme (% 17), oruç
tutma (% 91) şeklinde ibadetlerin ağırlıkta olduğu bir dindarlık tarzı
yaygındır. Biz aşağıda bir bütün olarak 'Türk Müslümanlığı'nın bazı
karakteristik özelliklerini fenomenolojik yöntemle gözlemlemeye
çalışacağız.
Kur'an okuyan bir kimse Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e
kadar yüzlerce peygamber tarafından tekrar tebliğ edilen İslâm dininin
(hak dinin) özünün Allah ve ahirete iman etmek ve ahlâklı olmak
olduğunu görür. Kur'an'da bu öz "iman edenler ve salih amel işleyenler"
şeklinde yüzlerce tekerrür eder.
Yalnız Kur'an'da söz konusu
edilen iman, Allah ve ahireti kesin tasdik etmekle başlayan ve bu iman
Allah'a ise, O'na saygı duyma, O'nu sevme, O'nun bilincinde olma, O'na
hamd ve şükretme, rahmetini umma, azabından korkma ve O'nu sık sık anma
şeklinde artan ve eksilen, bir şuur ve kalp fiilleri şeklinde tezahür
eder. Ahirete iman ise, cennet nimetlerini, ödüllendirmeyi arzu etme;
cehennemde cezalandırılmaktan da korkma şeklinde ortaya çıkar. Zorunlu
olarak ahlâkı doğuran bu bilinç hali 'takva' olarak isimlendirilir.
Ancak, Türklerin itikadî mezhebi olan Maturidîliğin iman anlayışı böyle
değildir. Türklerin iman anlayışı, fıkıhta mezhepleri olan Hanefîliğin
kurucusu olan Ebû Hanife'nin Mûrcie'ye yakın iman anlayışına dayanır.
Maturidî, Ebû Hanife'nin itikad alanındaki görüşlerini alarak
geliştirmiştir. Bu görüşe göre iman, salt zihinsel kesin tasdik (kesin
hüküm, kanaat, karar,inanç)dan ibarettir. Bu inanç anlayışı zamanla
işlenerek itikad (akaid) kitaplarında "Amentü" şeklinde özetlenmiştir:
Amentü'de imanın temel iki unsuru bulunduğu gibi; melekler, önceki
peygamberler ve onlara verilen kitaplarla birlikte bir de yorumlayana
göre içeriği değişebilen 'kader' eklenerek sayı altıya tamamlanmıştır.
Elbetteki Allah'ın haber verdiği varlıkları (melekler, cinler) ve
geçmiş haberleri (peygamberleri ve kitaplarını) tasdik etmek
zorunludur. Ancak, dinin ve dindarlığın özünü oluşturan iman, Allah'a
ve ahiret hayatına olan imandır.
İman (faith) ve inanç (belief)
birbirinden ayrı şeylerdir. İman inanca dayanır. İman canlı, sıcak,
tutkulu, dinamik ve sahibini mutlaka eyleme (amele, ahlâka) zorlayan
bir şey olduğu halde; inanç, ölü, kuru, zihinsel, pasif, durağan bir
itikaddır. İman artar-eksilir; inanç ise değişmez (artmaz-eksilmez).
İmanın karşıtı küfür, inancın karşıtı reddetme, kabul etmeme,
yalanlamadır. İmanı olanın ameli mutlaka olur; ancak inancı olanın
ameli olmayabilir. İnanç, imanın ölmüş halidir.
Hanefiliğin
Türk versiyonunda ahlâk ve salih amel söylem düzeyinde dinin emri ve
önemli bir unsuru olarak kabul edilse de, pratikte dinin salih amel
boyutu ibadetlere indirgenmiştir. Bu da "İslâm'ın şartı beştir" formülü
ile yapılmıştır. Yani İslâm dini, beş unsurda özetlenmiş, daha doğrusu
beş unsura indirgenmiştir. Bunlardan birincisi, "Amentü"nün de özeti
olan "Kelime-i şehadet"tir. Yani "iman" önce 'Amentü' şeklinde altı
"inanç" ilkesine indirgenmiş, daha sonra bu da özetlenerek "Kelime-i
şehadet" şeklinde söze indirgenmiştir. Diğer İslâm'ın dört "şart"ı da
dört ibadettir: Oruç, namaz, hac ve zekât.
Kur'an'da Allah'a
imanı desteklemek, canlı tutmak ve ahlâka yardımcı olması amacıyla
konulan ibadetler, bağlamlarından, amaçlarından koparılarak kendileri
bizatihî amaç ve dinin en önemli ve neredeyse dinin tamamını ifade eden
unsurlar haline getirilmiştir. Zamanla tekrar edile edile alışkanlık
haline gelerek rutine binen bu ibadetler, amaçlarını büyük ölçüde
yitirmişlerdir. Bu ibadetler Allah'a "borç ödeme" mantığı ve ahirette
"sevap" kazanma amacına indirgenmiştir. Kur'an'da inanç, imanın temeli;
ibadetler de iman ve ahlâkın yardımcısı konumunda iken; aradan iman ve
ahlâk kaybolmuş, inanç ve ibadetler bunların yerini almıştır.
Osmanlı-Türk
Müslümanlığı "ilmihal" Müslümanlığıdır. İlmihallerin içeriğinin yüzde
doksanı ise itikad ve ibadetten oluşur. Buna "32 farz" Müslümanlığı da
denir: "Beş İslâm'ın şartı, altı da imanın şartı, etti 11; üç de guslün
farzı, etti 14; dört de abdestin farzı, etti 18; 12 de namazın farzı
(altısı içeride, altısı dışarıda; içeridekilere 'rukun'; dışarıdakilere
'şart' derler), etti 30; iki de teyemmümün farzı, etti 32." Otuz iki
farzı sayma, sayabilme Anadolu'da vasat Müslüman olmanın kriteridir.
Oruç ve hac ibadetinin farzlarıyla sayı 54'e tamamlanarak bir
Müslüman'ın "din bilgisi" tamamlanmış olur.
Kur'an kursları
olayı Türk Müslümanlığını özetleyen başka bir gerçektir. Önemli olan
ilâhî kelâmın mânâsını kavramak değildir. Önemli olan, ilâhî kelâmı
Arapça okuyabilmeyi öğrenmektir. Ramazanlarda 'hatim' indirme ve
ölülere bağışlama; ölülerin arkasından 'mevlid' okutma ve kandil
gecelerinde (dualar kabul edildiği için) ibadet ve dua ile hem dünyalık
beklentilerimizi karşılama hem de ahiret için bol sevap kazanma Türk
insanının tipik dindarlık tezahürleridir.
Alevî dindarlığı ve
din anlayışı (Türk Müslümanlığının önemli bir tezahürü olarak),
sosyolojik olarak kırsal kökenli ve Şamanizmle birlikte birçok İslâm
öncesi kadîm inançların karışımı bir sentezdir. Türk Müslümanlığının bu
versiyonu, İslâm'ın beş şartından dördünü de atarak din ve dindarlığı
"Kelime-i şehadet"e indirgemiştir. Alevîliğin, Kur'an ve sünnet
etrafında dönen bir söylem olma yerine, Hz. Ali'nin mitleştirilmiş
kişiliği etrafında oluşan bir söylem olduğu bilinmektedir. Alevîlikteki
"Ali"nin tarihsel Ali değil, mitleştirilmiş Ali olduğu herkes
tarafından bilinmektedir. Tıpkı Hıristiyanlığın tarihsel İsa yerine,
tanrılaştırılmış İsa etrafında oluşturulduğu gibi.
Türk
toplumunun ideal dindar tipi 'abdestli-namazlı', 'namazında-niyazında',
'namazında-orucunda', sarıklı-sakallı', hacı, örtülü-tesettürlü
(örtünün 'irtica' alâmeti olduğu icadı yeni çıktı, topu topu yirmi
yıllık hikaye) insanlardır. Hacca gitmek isteyenler genellikle ömr-i
ahirinde bu ibadeti ifâ eder. Çünkü 'hacı'lığı 'taşıması' gerekir. O da
dünya işleri ile uğraşırken olmayacak bir şeydir. Ancak, hacca
gidenlerin çocukları da 'hacı'lık statüsünün güvenilirliğini ranta
dönüştürmesini bilir. "Hacıoğulları" işyeri tabelalarına yansır. İman
Türklerde inanç olarak algılandığı için, dışarıya taşan bir sonucu
olmadığı için 'iman ile paranın kimde olduğu bilinmez'. İman, son nefes
verilirken lazım olduğu için 'dünyada mekân-ahirette iman' gerekir.
Türk
dindarlığı, domuz etinin haram olduğu ve yenmemesi gerektiğinde çok
hassastır. Ama aynı titizliği rakı içme, şarap içme konusunda
göstermez. Rakı, Türklerin 'millî' içkisi haline gelmiştir.
Atalarımızın 'kımız' içmesi gibi. Erkekleri bekareti önemser, oysa
kendisi zinadan kaçınmaz ve bunu meşrulaştırır (çapkın, hovarda).
'Namus' uğruna kolayca cinayet işler. Namusunu temizler.
Toplumsal
ahlâka gelecek olursak; Türkler, Kur'an'da sadaka, infak ve zekât
olarak ifade edilen 'yardımseverliği' hakkıyla yerine getirirler.
Misafirperverdirler. Ancak, haksız kazanç ve hırsızlık alabildiğine
yaygındır. Hele kamu malı, devlet malı olunca 'Devlet malı deniz,
yemeyen domuz' kuralı geçerlidir. Kendinden olmayanları sömürme
kabiliyeti yoktur; ancak, kendinden olanlara karşı aynı hassasiyeti
göstermez. Yaptığı işi hakkıyla ve dürüst olarak yapmaz. İşin hilesine
kaçar, tembellik eder. İdeal olan 'salla başını, al maaşını'dır. 'İşini
bilir' sözü Türkçe'de lafzî anlama gelmez, işin hilesini bilir anlamına
gelir. Kısa yoldan 'köşe dönme' ile zengin olma, işi 'beleşe getirme'
idealidir. Türkler zora gelmez, 'işin kolayını tutmak' daha doğrudur.
Terlemez, üretmez. Rant yoluyla, faizden, piyangodan, totodan, lotodan,
defineden kısa yoldan zengin olmayı düşler. Yalan söylemekte bir beis
görmez. 'Yalandan kim ölmüş' ki. Araplar kadar olmasa da sözünde fazla
durmaz. 'Sözün sened' olduğu dönemler geride kalmış; çek-senet mafyası
türemiştir. Kur'an'daki 'cahiliyye' kavramının anlam içeriğine yakın
bir şekilde çok kötü bir 'gurur' anlayışı vardır. Gururuna dokunanı
çekip vurur. 'Burnundan kıl aldırmaz'. Erkeklik gururuna dokundurtmaz.
Gösterişe çok düşkündür. Yaptığı birçok şeyi "görsünler diye" yapar.
İşimiz, gücümüz: 'el-alem ne der', "Acem peh peh'i, Türk poh poh'u
sever." Yani israfa gömülmüş durumdayız. 'Yerli malı' kullanmak ve
tutumluluk otuzlu yıllarda kalmış bir masaldır.
Özetle, bu
söylenenler bir öz-eleştiridir. Diğer Müslüman milletlerle mukayese
edilerek söylenmiş şeyler değildir. 'Onların bizden neresi iyi'
denebilir. Ancak, 'Türk Müslümanlılğı' denen olguya Kur'an'ın ortaya
koyduğu "iman ve salih amel" ilkeleri açısından baktığımız da, hiç de
iyi bir yerde olduğumuz söylenemez. Ev taşımasında olduğu gibi, bir
din, doğduğu, yurt, millet ve dilden başka bir yurt, millet ve dile
taşınırken bazı zaiyatlar olur. Yeni kimliğin üzerinden bir de bin
senelik bir zaman geçince, bazı inhirafların olması kaçınılmazdır.
Türkler kimliklerinin ontolojik kurucu bir unsuru olarak İslâmiyeti
kabul ediyorlarsa, onu biraz daha ciddiye almak zorundadırlar.