Yazanlarda |
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
ahlakın kaynağı nedir...
din midir...
akıl mıdır....
dinsiz insanlar ahlaksız mıdır...
dinsizlerde görülen ahlaklı davranışların kaynağı nedir...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ahlak kurallarının kaynağı nedir? Bir sürü kalıba girebilen bu
kurallar bütünü nereden geliyor? İnanan kesimlere göre Tanrı'dan
geliyor. Bazı biyologlar kaynağın evrimleşme sürecindeki bir takım ince
detaylardan kaynaklandığını ifade ediyor.
Nicholas Wade / NY Times
İlk bakışta, doğal seleksiyon ve güçlünün hayatta kalması kuramı sadece
bencil bir düşünce olarak görülse de, grup halinde yaşayan hayvanlar
alemine göz attığımızda, bencilliğin oldukça sınırlı olduğunu görüyoruz
ya da sosyal yaşamın içinde çok da avantajlı olmadığını anlıyoruz.
Virginia Üniversitesi'nde psikolog olan Jonathan Haidt, 'The Happiness
Hypothesis' adlı kitabında, ahlak olgusunun evrimsel gelişimini din ve
politikaya dayandırarak oldukça kapsamlı bir şekilde ele almıştır. Dr.
Haidt, çalışmalarına canlılardaki 'iğrenme' duygusunu inceleyerek
başlamıştır. İnsanların reaksiyonlarını test ederek, kişilerin
bişeylerin yanlış gittiğine dair çok güçlü hisleri olduğu halde, bu
hislerini açıklayamamalarını incelemiştir. Örneğin, aç bir
ailenin, akşam yemeğinde bir arabanın altında ezilen köpeklerini
pişirerek yemelerinin nasıl bir duygu olacağını ve kişiler üzerinde
nasıl bir etki yaratabileceğini anlamaya çalışmıştır. Bu duruma da
'ahlaki şaşırtma' adını vermiştir. Kişilerin yaşamış olduğu bu
şaşkınlık, Dr. Haidt'i ahlak veya erdem konusunda iki farklı zihinsel
sistem eksen etrafında düşünmeye yöneltmiştir. Bunlardan biri eskiden
kalma sistem, diğeri ise modern sistem olarak isimlendirilebilir.
Dr. Haidt'in eskiden kalma olarak nitelendirdiği sistemde, ahlaki
önseziler ve de konuşma dilinin gelişmesinden önceki dönemlerde oluşan
duygusal merkezli davranışlar ön plandadır. Modern sistem ise kısaca,
etik muhakeme olarak adlandırılabilir. Bu süreç de dil kavramının
gelişiminden sonra, insanların yanlış ve doğru arasındaki farkı ayırt
etmesinden sonraki zamana tekabül eder. Birçok insana
göre tren raylarında duran dört kişinin canına karşılık başka yöndeki
bir kişiyi katletmek kabul edilebilir bir davranıştır. Fakat, aynı dört
kişinin hayatını kurtarmak için, bir kişiyi tren raylarına göz göre
göre atmak herkese aykırı ve yanlış gelir.Geçmişten gelen bilinçaltı
kuramı, bir kişiye direk olarak fiziksel zarar vermeyi hiçbir şekilde
kabul edemiyor. Dr. Haidt'in teorisine göre, ahlaki şaşırtma
da zaten, etik bir muhakeme yetisinin başarısız olması halinde ortaya
çıkan bir durumdur. O halde evrimleşme süreci, bir tanesi yeterli gibi görünürken, neden beyni iki ahlaki sistemle donatmıştır?
Jonathan Haidt, insanoğlunun oldukça karmaşık bir zekaya sahip olduğunu
ve bu engin zekanın her soruna dil kökenli bir neden yarattığını
söylüyor. Ayrıca insanın bilinçaltında yarattığı ahlaki veriyi file
benzetirken, bilinci de o filin üzerindeki biniciye benzetiyor.
Filozofların ve psikologların da sadece filin üzerindeki biniciye
odaklanmalarının onları daha dar bir bakışa ve yanılgıya sürüklediğini
ima ediyor. Ortak beş unsur Hindistan
gezisinden sonra Haidt, antropoloji ve psikoloji bilimini tüm
incelikleriyle tararken, ahlakın her kültürde ortak olan beş unsurunun
varlığını keşfettiğini itiraf ediyor. Bunların bir kısmı şahısların
korunmasını sağlarken, diğerleri de bir grubu bir arada tutmak için
bağlayıcı bir görev üstleniyor. Kişileri korumaya endeksli beş
ahlak unsurundan biri insanları korumayı hedeflerken, diğeri de adalet
duygusuna vurgu yapıyor. Kalan üç unsur da tamamen bağlayıcı bir görev
üstleniyor. Yani insanları bir arada tutmak için programlanmış. Bu
detayların hepsi otorite ve hiyerarşiye saygı ve biraysel saflığı
güçlendiriyor. Kişisel gelişime baktığımızda da bu beş ahlaki
unsur, çocukları belli meziyetlere yönlendirmek için çalışıyor. Çünkü
aslında bu meziyetler öğreniliyor ve kültürden kültüre farklılık
gösteriyor. Batı toplumları,ahlakı tamamen adalet prensipleri üzerine
konsantre etmeye uğraşırken, farklı toplumlarda bencillik daha baskın
bir ahlak şekli haline gelebiliyor. Ahlak ve kutsallık fikri
birbirine bağlı iki olgudur. Günümüzde güncelliğini ve önemini yitirmiş
olsa da, aslında kökenini sosyolojinin kurucusu Emile Durkheim'dan
alır. Din ve inanç da etkili Dr.
Haidt, din ve inanç faktörünün, insanoğlunun evrimleşmesinde oldukça
etkili olduğunu da belirtiyor. 'Eğer dine dayanan bir aklımız
olmasaydı, grup bilincini oluşturmak da çok zor olurdu' diyor Haidt.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
‘Dine dayanmayan ahlak (seküler ahlak) olur mu?’ İsmet Berkan ‘Olur’
dedi. Star gazetesi yazarı Mustafa Akyol da dünkü yazısında ‘Olmaz!’
veya ‘Çok zor’ diye yanıt verdi.
Ben de burnumu sokayım dedim.
Evet, dine dayanmayan ahlak olur. Ahlakın hiç de ilahi olmayan iki
temeli vardır: Birincisi toplum, ikincisi birey. Ahlak, toplumsal
yaşamda bireyler arası ilişkileri düzenleyen normlardan oluşur. Din
olsa da, olmasa da, iki kişi bir araya geldiği zaman uyulması gereken
bazı kurallar kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Birey açısından ise önemli olan bazı evrensel istekler ahlakın
biçimlenmesinde rol oynar: Özgürlük isteği, neslini sürdürme güdüsü,
yaşam içgüdüsü... Bunlara ‘insanın doğası’ diyenler de var.
Ahlakın ortaya çıkmasında sadece bireyle toplum arasındaki çekişmeler
değil, toplumsal sınıflar ve cinsiyetler arası çekişmeler de rol oynar.
Dine gelince, unutmayalım ki, din de toplumsal bir kurumdur. Dini
toplum yaratmıştır, toplumu din değil. Tabii ki dinin toplum üzerinde
müthiş bir etkisi var. Toplumu derinden etkiliyor ve değiştiriyor.
(Burada, Marx ile Weber’in ünlü karşıtlığına gelip dayanıyoruz!) Fakat,
uzun dönemde son sözü söyleyen toplumdur!
Bir an durup düşünelim: Kapitalistleşmiş, sanayileşmiş, kentleşmiş,
teknolojide ilerlemiş toplumlarla avcılığa ve tarıma dayalı üretim
yapan toplumlar aynı ahlak kurallarıyla yaşayabilir mi?
Uzun dönemde dinin teknolojinin getirdiği yeni toplumsal koşullara
uymaktan başka yapacağı bir şey yok! Bütün bunları, İslam’ı düşünerek
söylemiyorum. 2000 yıllık Katolik Kilisesi’ne bakın. Katolik ülkeler
boşanmayı kabul ediyor, kürtajı ve doğum denetimini kabul ediyor,
kiliselerde eşcinseller (hatta bazıları papaz olduğu halde) evleniyor...
Bizde transseksüeller televizyonların gözdesi. Arabistan’da kadınlar
hâlâ otomobil kullanamıyor. Sıcak Senegal’in Müslüman kadınları yarı
çıplak dolaşıyor. Hepsi de Müslüman ülkeler!
Aslında bazı durumlarda dinin ahlak üzerinde olumsuz bir etkisi de
olabilir: Dinler, ilahi bir kaynaktan geldiklerine inanıldığı için
kolay kolay değişmezler. Oysa toplumlar devamlı bir değişim içindedir.
Değişen toplum, yeni kurallara gereksinme duyarken, din eski kuralların
sürmesinde diretirse (ki çoğu kez diretir) eski ve yeni ahlak kuralları
arasında çatışmaya neden olabilir. Bu durum, özellikle cinsel konularda
görülür.
Ve nihayet dinler arasındaki savaşları unutmayalım. Bu savaşlar, istisna olamayacak
kadar çoktur ve kanlıdır. Engizisyon mahkemeleri, Katoliklerle
Protestanların savaşları, Haçlı seferleri, sömürgelere götürülen ilahi
mesajlar ve kızamık mikrobuna karşılık metropol ülkelere getirilen
frengi mikrobu... Arapların iki yüzyıl içinde İspanya’dan Çin’e kadar
devasa bir imparatorluk kurmaları... Yakılıp yıkılan kentler, öldürülen
çocuklar, kadınlar... Hepsi din uğruna değil miydi?
Ahlak açısından günümüzün en yaman çelişkisi bilimde yaşanan
değişikliklerden ve yeni buluşlardan gelmektedir: İnsan klonlanabilir
mi? Yeni canlı türleri yaratılabilir mi? Domuzdan insana kalp nakli
caiz midir? Kafa nakli yapılırsa kimin günahı kime yazılır?
Cennete gitmek gittikçe zorlaşacak gibi gözüküyor.
türker alkan
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
...Yelpazenin diğer ucunda, İslamcılar gibi kimi dinciler, bütün ahlakî
hakikatlerin sabit, değiştirilemez olduğunda ısrar etmektedirler.
Ahlakî açıdan neyin doğru ya da iyi olduğu Kuranda ayrıntılarıyla
açıklanmıştır ve bu hakikatler ezeli ve ebedidir; sosyo-tarihsel
bağlamdan bağımsızdır. Daha doğru bir biçimde bir dizi ahlaki ilke
olarak tanımlanabilecek şeriat yasal zorlayıcı emirlerden
ibaret olmaya zorlanmıştır. Bu emirler açık ve sonsuza dek belirlenmiş
oldukları için, daha öte bir anlayışa (fıkıh) ulaşmak için aklı
kullanmaya gerek yoktur. Ahlaksal ve iyi olan Tanrının
emrettiğidir. Kişi ahlaksal bir yaşama ulaşmak isterse, yapması gereken
tek şey yazılmış olanı izlemek ve onu her duruma uyarlamaktır. Bunun
aklın işletilmesiyle hiçbir ilgisi olmadığı gibi, klasik İslami
anlayışla da hiçbir ilgisi yoktur. Dinciliğin bu yozlaşmış biçimi, iman
ve aklın birbirine düşman edildiği bir dünyada zorunluluk haline
gelmiştir...
yazının tamamı şu linkte...
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Seküler ahlakın varlığını savunmak
Hiç kuşku yok, Prof. Dr. Şerif Mardin, yaşayan en önemli
sosyal bilimcilerimizden biri. Radikal’de dün Prof. Mardin’in ‘Mahalle
baskısı’ kavramı hakkında yaptığı son konuşmanın tam metnini gördünüz,
umarım okudunuz da.
Prof. Mardin’in konuşması gazete manşetlerine ‘Öğretmen imama yenildi’
cümlesiyle yansıdı ama bana göre onun asıl söylemek istediği tam bu
değil.
Önce izninizle Prof. Mardin’den bir alıntı yapacağım:
“Benim buradaki buluşum şu: Öğretmen, okul, öğrenci, kitapları vs.
bütün o yeniden inşa edilen ve Cumhuriyet’in bize getirmiş olduğu bu
inşa edilmesi istenen kolektiviteden ve bu işe iştirak eden, katılan
vatandaş. Burada küçük bir eksiklik var. Cumhuriyet’te ‘iyi, doğru ve
güzel’ hakkında çok derine giden bir düşünce yok. Diyeceksiniz ki:
‘Adam, laik bir sistem ileri sürdüğü için bu işlerle uğraşmaz bu
insanlar.’ Avrupa’da yüzlerce sene, binlerce sene, dindar olsun
olmasın, insanlar her iki grup da ve bu arada bilhassa laik
diyebileceğimiz grup, iyi, doğru ve güzel konusunda tartışmalara
girişmiş ve bu konuda binlerce, on binlerce sayfa yazmış. Kim mesela,
bunların piri kim? Bunların piri Kant. Kendisi iyi, doğru ve güzelden
başlayarak bir felsefe inşa etmeye çalışmış olan birisi. Biraz Kant’ı
böyle yanlı hale getiriyorum. Ama Kant’ta bu yan var.
Bizim Cumhuriyet öğretimizde, ‘iyi, doğru ve güzeli’ derinliğine
araştıralım diye bir şey yok. Orada binlerce sayfa tartışma
bulamazsınız. Şimdi bu çok önemli bir şey. Binlerce sayfa bulmadığımız
zaman ne kalıyor. Bu değerleri insanların birbirlerine karşılıklı
olarak üstlerine alması? ‘Göz’ kalıyor, ‘bakma’ kalıyor. Göz ve bakma
paradoksal olarak, yani sanki mahalle baskısının önemli unsurlarından
biriymiş gibi geliyor. Gerçekten orada önemli bir şey var, aynı zamanda
öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel olmayınca, işte orada
olan diğer elemanlar geliyor. Ha mahallenin kendisine baktığımız zaman,
orada gerçekten, ‘iyi, doğru, güzel’ hakkında bir düşünce var. Nedir o
düşünce? İslami düşünce tarzı.”
Prof. Mardin’in ‘iyi, doğru, güzel’ dediği ahlaki sistem esas olarak ve
onun örnek verdiği Immanuel Kant da bir ahlak sistemi kurucusu.
Esasen Kant’tan beri biliyoruz ki, ‘iyi, doğru ve güzel’in kaynağı din
değildir. Elbette bütün dinler ‘iyi, doğru, güzel’ hakkında önemli
şeyler söylemişler, sistemlerini bunun üzerine kurmuşlardır ama ‘iyi,
doğru ve güzel’ illa dinden kaynaklanmak zorunda değildir. ‘İyi, doğru
ve güzel’in kaynağı bizatihi insanın doğasıdır. O yüzden de, ahlakın
kökeninin insan hakları olduğu anlayışı genel kabul görmüş anlayıştır
artık.
Bunları aslında söylememe bile gerek yok ama tam da Prof. Şerif
Mardin’in gözlemlerine dayalı olarak getirdiği eleştiriler eşliğinde,
ahlakın kökeninin din değil insanın kendisi olduğunu söylemek, ‘iyi,
doğru ve güzel’in dinlerden bağımsız evrensel bir doğası olduğunu
hatırlatmak maalesef bir zorunluluk.
ismet berkan
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Filozofların Evrensel Ahlak Yasaları
Platon’a
göre asıl gerçeklik idealar evrenidir. Varlık evreni ise idealar
evreninin bir kopyasıdır. Platon ahlâk anlayışını da idea anlayışıyla
açıklar. İnsanın amacı mutluluğa ulaşmaktır. Mutluluğun tek yolu da
erdemdir. Erdem insanı mutlu kılar. İnsan iyiye varmak ister. İyi
ideası zaman üstüdür, ne doğar ne de yok olur. Nesneler dünyasında
insanın verdiği ahlâk yargıları, ahlâkî değerler, bu iyi ideasının bir
yansımasıdır. Eylemlerimizin ahlâkî ilkesi bütün zamanlar için geçerli
olan iyi ideasında temelini bulur. Buna göre ahlâklılık, iyi ideasının
bilgisine dayanır. Platon için de “ kimse bilerek kötülük yapmaz.” Buna
göre, iyi ideasını bilmek, doğruluk (hakikat) ile aynı anlama
gelmektedir.
Platon ‘un ahlâkı tek kişiyi değil toplumun mutluluğunu esas alır. Bu
mutluluk da ancak devlette bulunur. Devletin amacı insanlara erdemli,
iyi olan bir yaşam sağlamaktır.
Fârâbî (870-950)’ye göre de evrensel bir ahlâk
yasası vardır ve bu yasanın objektif özellikle oluşacağını belirtir.
İnsanlar için iyilik ve mutluluk yöneldikleri hedeflerdir. Bu hedeflere
insan akıl yoluyla ulaşır. Yani iyi ile kötü akıl yoluyla belirlenir.
İnsana özgür iradeyi akıl verir.
Spinoza (1632-1677)’ ya göre, insan tutkular
ve düşünce ikilemi içinde yaşar. Tutkular, ruhun karışık ve bulanık
yanını oluşturur ve bunlar güçsüzlük, erdemsizlik ve yetkinsizlik
halleridir. İnsan tutkularıyla bir köle, düşünce durumunda ise
özgürdür. Özgürlük erdemdir. Buna göre, ahlâkın hedefi düşünce ile
tutkuları yenmektir. Ahlâkî hayat, aklın tutkulara karşı savaşıdır ve
insanı tutkuların kölesi olmaktan kurtarıp, onu özgür kılmaktır.
İ. Kant (1724-1804) kendisinden önceki
filozofların öne sürdüğü ahlâksal eylemlerin mutluluk olduğu görüşünü
kabul etmez. Çünkü, mutluluk kişiden kişiye göre değişen bir durumdur
ve yaşamın amacı olamaz. Oysa ahlâkın temelini herkes için değişmeyen
bir şey oluşturmalıdır. Bu şey ise iyiyi isteme dir. Asıl olan amaç,
ister gerçekleşsin, ister gerçekleşmesin iyiyi isteme dir. Bu bir ahlâk
yasası olmalıdır. Kant bu ahlâk yasasını şu yargı ile dile getirir: “
Öyle hareket et ki, senin hareketlerin aynı zamanda başka insanların da
hareketleri için bir ilke ve yasa olsun.”
Kant bu yasayı insanın kendi özgür iradesi ile karar verdiği ve uyduğu
için, evrensel ahlâk yasası olarak değerlendirir. Özgür iradenin bu
yasayla birleşmesi gerçek özgürlüktür. Gerçek özgürlük ise insanın
değerini tam olarak ortaya koyar.
Kant , evrensel ahlâk yasasını akıl yoluyla temellendirmiştir. Bu yasa
hem sübjektif hem de objektif özellikler taşır; kişinin özgür kararına
bağlı olduğu için sübjektif, evrensel olma özelliği taşıdığı için de
objektiftir.
Kant’ın bu görüşleri şöyle örneklendirilebilir: Öğrencinin derslerine
çalışması onun ödevidir. Öğrenci, ödev olduğu için derslerine
çalışıyorsa, bu ödeve uygun eylemde bulunuyor demek olur ve bu da
ahlâkî bir eylem olur. Ama, sınıf geçmek gibi bir fayda amacı ile
çalışıyorsa, o zaman bu çalışma eylemini ödev olduğu için değil, onu
bir başka amaç için , bir fayda amacı için yapmış olur ki, o zaman bu
ders çalışma eylemi ahlâkî bir eylem olmaktan çıkar.
Yine örneğin, yoksula yardım etmek bir ödev olarak yerine
getiriliyorsa, bu ahlâkî bir eylem olur. Ama, yardım kişinin kendi
duygularını tatmin etmek amacıyla yapılıyorsa, bu eylemin ahlâkla bir
ilgisi yoktur.
Bu akılcı ve formalist (içeriksiz) niteliği ile Kant’ın ahlâk anlayışı,
ahlâk yasasını birey üstü ve evrensel bir boyutta temellendirirken, bir
yandan ahlâk felsefesinin mutluluk ahlâkı ve dinsel ahlâk gibi içerikli
ahlâk anlayışlarından olan bağımsızlığını, öbür yandan da ahlâk
değerlerinin göreliliğine karşı genel-geçerliğini ve mutlaklığını
savunmuş olur.
Ahlâk problemi yalnızca felsefede kalmamış, dinler de ahlâk yasasıyla
ilgilenmişlerdir. İslâm dünyasında gelişen tasavvuf düşüncesi, ahlâk
yasasını kendine özgü yorumuyla temellendirmeye çalışmıştır. Bu
görüşler Türk-İslâm kültüründe ortaya çıkmış olan önemli kişilerde
örneklendirilebilir.
Mevlânâ (1207-1273): Mevlânâ’ya göre, evrensel
ahlâk yasasının kaynağı Tanrı’dır. Tanrı insanı , kendi mutlak gücünü
ve büyüklüğünü bilmesi için yaratmıştır. İnsan yaratılanların en
değerlisidir. İnsan bir takım sorumluluklar taşır. Bu sorumlulukları
Tanrı’nın güç, güzellik ve yüceliğini en saf biçimde bilmek ve buna
göre yaşamaktır. İnsan gelip geçici zevklerden arınarak ilahî aşk ile
Tanrı’ya yaklaşmalıdır. İlahî aşkı içinde duyan kişi tüm insanları
sevecektir. Evrendeki varlık ve düzenin kaynağı Tanrı olduğu için, kim
ve ne olursa olsun sevilmeli ve hoşgörüyle davranılmalıdır.
Yunus Emre (1238-1320): Mevlânâ gibi tek
gerçeklik olarak Tanrı’yı kabul eder. Tanrı ilk önce sevgiyi
yaratmıştır. Bu nedenle bütün canlılara sevgi ile yaklaşılmalıdır.
İnsan, kendine kötülük yapılsa bile iyilikle karşılık vermesini
bilmelidir. Ancak böyle davranılırsa erdem sahibi olunur. “ Dünyadaki
her yaratığa aynı gözle bakmayan, dinin evliyası olsa bile, gerçekte
asidir.” Sözü Yunus Emre’nin görüşlerinin özünü oluşturmaktadır.
Hacı Bektaş Veli (1210-1270): Mevlânâ ve Yunus
Emre’nin görüşlerini benimsemiştir. Onun ahlâk anlayışı ve dayandığı
ilke Tanrı’ya duyulan sevgidir. Onun felsefesinde iki temel kavram
vardır. Biri “fark”, diğeri “cem” kavramıdır. Fark, Tanrı ile yaratmış
olduğu insanı birbirinden ayrıymış gibi bilmek ve tanımaktır. Cem ise,
Tanrı ve insanı birlik olarak bilmek ve tanımaktır. Bu bilme ve tanıma,
varlığın sırrıdır. Bu sırra yükselen ve onu bilen kişi ise, kâmil,
bilge kişidir. Kâmil kişi, yaratan ile yaratılanı birbirinden farklı
görmez. Bilge kişi yaratanın, yaratılanın iç yüzü olduğunu, yaratılanın
da yaratanın kendisinin ve bilgisinin dış yüzü olduğunu bilir. Tanrı
ile insan arasındaki bu beraberlikte ve varlıklar arasındaki , diğer
varlıklara ve insanlara sevgi ile yaklaşmanın ve sevgiye dayanan
evrensel ahlâkın kaynağı bulunur.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Dinin suretinden bağımsız ahlâk / Kenan ÇamurcuAhlâk tartışmasının önemi, toplumsal kesimlerin ortalamasını
almaya müsaade edecek dengeli çerçeveyi belirlemenin yegane imkanı
olmasından geliyor. Her din, felsefi inanç ve kültürel farklılığın
kendine özgü iç algıları ve kabülleri olabilecekken, “ahlâk”, bütün bu
farklılıkları kendi potasında barış içinde, birarada ve uyumlu
yaşatabilecek ortalamayı sağlayabilen bağımsız değişken rolü
oynayabilir.
Bundan dolayıdır ki felsefi tartışmaların en mühim başlıklarından bir tanesi dinden bağımsız ahlâk olup olmayacağı üzerinedir.
Kimi dindışı veya tanrıtanımaz felsefi inançların ahlâkı dinden
bağımsızlaştırmaya çalışması; herkese göre, ortalama ve ortak kabüle
imkan tanıyacak yeni bir ahlâk inşa etme arayışından kaynaklanır.
Niyet ve yaklaşım haklı gibi görünmekle birlikte, ahlâk,
kavramsal çerçevesi itibariyle dinden, daha doğru bir ifadeyle, dinî
hayatın beslediği beşeri kültürden bağımsız olamayacağı için dinden
bağımsız ahlâk aslında biraz sorunlu bir yaklaşım gibi görünüyor.
Öyleyse bunun yerine kavramsallaştırmayı düzelterek şöyle sormalıyız:
Dinin suretinden bağımsız ahlâk olabilir mi?
Soruyu böyle sormamızın nedeni şudur: Dindışı veya tanrıtanımaz
felsefi inançlar dahi içinde geliştikleri kültürel ortama yabancı
olamayacakları için dinden bağımsız ahlâk kategorik olarak mümkün
değildir. Bir ülkenin veya toplumun kültürüne akıl almaz yabancılaşma,
ancak sömürgeleştirilmiş coğrafyalarda emperyalist gücün çözüm ortağı
olmayı kabul etmiş ve kendisine bu nedenle kaynak aktarılan aydın
sınıfı için düşünülebilir. Nitekim sömürge aydını, elindeki
ayrıcalıkları korumak için kendi kültürüne yabancı ve ilgisiz olmakla
kalmıyor, aynı zamanda düşmanlık da edebiliyor.
Sömürge aydınının sözkonusu ettiği biçimiyle dinden bağımsız
ahlâk, Avrupa tecrübesindeki dindışı veya tanrıtanımaz felsefi
inançların kasdettiği şey değildir. Orada kurumsal anlamda dinin
(kilisenin) dışında geliştirilmiş bir ahlâk da olabileceği düşünülür ve
bu ahlâk, kilisenin kurallarına, geleneğine ve çerçevesine uymak
zorunda değildir. Fakat Avrupa tecrübesinde kilisenin dışında kalmak
dinin dışında kalmak anlamına gelmez. Nitekim bu tarihsel deneyimin
içinden süzülüp gelen laiklikde dinî ödevlerin değil, kilise
ödevlerinin dışında kalan kişiyi veya durumu ifade eder. Yoksa dinle
ilişkili herşeye ve bütün dinî tezahürlere karşı çıkmak laik olmanın
gereği değildir.
Şu halde Avrupa tarihsel tecrübesinin ürünü olan laikliğin bizdeki
uygulamasının neden arıza verdiği bu yapısal farklılıktan çok iyi
anlaşılıyor. Yani aslında mesele, kimilerinin laikliği yokedip ülkeyi
din devleti yapmaya çalışması meselesi değildir. Böyle olmayınca
laiklik duyarlılığı olan kesimlerin de karşılarında özgürlüklerini
savunacakları din adamları veya kurumsal din (kilise) bulamadıklarında
soluğu dinin kendisine veya tezahürlerine (başörtüsü, Arapça ezan,
Kuran kursu, Kuran alfabesi, imam hatip okulları, dindarlar vs.)
karşı savaş vermekte alması sömürge aydını tavrı oluyor.
İşte esas itibariyle sorunumuz, bütün bu ihtilaflı alanları aşacak
ortalama ahlâkın ne olabileceğini bulmaksa o zaman tartışmanın başlığı
kesinlikle dinden bağımsız ahlâk değil, olsa olsa dinin suretinden
bağımsız ahlâk şeklinde takdim edilmelidir.
Dinin suretinden bağımsız ahlâk, hakkında vahiy gelmeseydi de
iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi değerlerin bilinebileceği ve
ayırtedilebileceği anlamına geliyor. İrfan ve sufilik mektebinin
büyüklerinden İbn Arabi ekolüne mensup merhum İmam Humeyni (İranın
politik lideri sanılır, oysa hepsinden önemli özelliği, yazdığı onlarca
felsefi kitapla irfan-tasavvuf alanının büyük bilginlerinden biri
olmasıdır) şöyle der: Kemale ermiş insan, haram ve çirkin olduğu beyan
edilmeseydi de (vahiyden bağımsız olarak-K.Ç.) o kötülüklerden uzak
duracak olan insandır.
Herhangi bir dine mensup olan bir inançlı, kuşkusuz ahlâk
anlayışını da o dinin ilkelerinden çıkaracaktır. Bu durumda -az çok
farklılıklarla- Müslüman ahlâkı, Hıristiyan ahlâkı, Musevi ahlâkı vs.
tanımlarından sözedebilir ve her dinî kültürün kendine özgü ahlâk
anlayışının yarattığı göreceli bir alanı konu edebiliriz. Ama böyle
yapmakla sorunu çözmüş olamayacağız. Çünkü ahlâk alanındaki görecelilik
ve çoklu ahlâk anlayışı kendiliğinden toplumsal yaşayışın özgür,
barışçıl, düzenli, uyumlu ve hoşgörülü temelini oluşturmaya
yetmeyecektir.
Toplumsal dokunun çoklu, çoğul ve çeşitli olması tek başına
birarada barış içinde yaşamanın imkanı olamaz. Hatta görecelilik (sana
göre, bana göre) kimi zaman gerilim, gerginlik ve çatışmaların
sebebini bile oluşturabilir.
Şu halde toplumsal nizamın uyumlu işleyebilmesini, değişmez ve
herkese göre doğru olan bir ortalama ahlâk ile sağlayabiliriz ancak.
Bunu da akıl verebilir. Bu nedenledir ki akıl, Kuranda vurgulu
biçimde tekrarlanan bilgi kaynağıdır ve İslamın bilgi metodolojisinde
(usûl-i fıkıh) içtihadın kaynaklarındandır.
Akıl, zulmün kötü olduğunu vahiyden bağımsız olarak da
bilebilmelidir. Bu sayede toplumsal düzen için her toplumsal kesimin
tereddütsüz kabul edeceği temel ahlâkı oluşturmuş olabileceğiz.
Özgür Kocaeli gazetesi, 20 Mayıs 2009
fikritakip
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Ahlakın Kaynağı
III. Ulusal Risale-i Nur Kongresi - "Ahlak" / III. National
Congress of Risale-i Nur - "Ethics"
[Sonuç Bildirileri: I. Masa / Final Declarations: 1st
Table]
III. Ulusal Risale-i Nur Kongresi “Ahlak” - Risale-i Nur
Enstitüsü 25-26 Mart 2006 / İstanbul
Giriş
Ahlak olgusu insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli unsurlardan birisidir.
Yani ahlaktan bahsedilirken, kesin olarak insani bir durumdan söz ediliyor demektir.
Hem bir duygu olarak, hem de bilinçli bir davranış olarak ahlaki eylem, insana ait
bir tutumdur. Bu tartışmasız hakikate rağmen, ahlakın dayandığı temel ilke ve referanslar
konusunda tek bir noktada anlaşıldığı da söylenemez. Hatta sadece ahlakın kaynağı
konusunda değil, bu kavramın anlamı konusunda bile farklı tarifler yapılmaktadır.
Ahlak kavramı, lügatlerde "hulk" kelimesinin çoğulu olarak geçmektedir. Hulk,
seciye, huy, tabiat, yaratılış, davranış, tutumlar ve tavırlar anlamındadır. Terim
olarak ise insanın doğuştan veya sonradan kazanılan zihni ve ruhi halleri ile bu
hallerinden doğan iyi-kötü tavır ve hareketlerini ifade eder. Buna göre Arapça'daki
ahlak kelimesi, hem felsefi, hem de sosyolojik bir anlam taşır. Yani ahlak olgusunun
hem değişmez bir özelliği hem de zaman içinde geçirdiği bir değişim söz konusudur.
Bu anlamda, kavramın içinde özellikle İslam dinine münhasır bir ahlak anlayışının
mündemiç olduğu söylenebilir.
Ahlak'ın kaynağının ne olduğu konusunda insanlık tarihi boyunca ortaya konan
üç temel tezin olduğu görülmektedir. Bu tezlerden ilki, ahlakı insanın hem yaratılışı,
tabiatı veya fıtrat kanunları anlamında hem de peygamberler aracılığıyla gönderilen
vahiy kaynaklı ilkeler, kurallar anlamında kabul eden dinlerin tezleridir. İkinci
tez ise ahlakı akıl referanslı olarak ele alan, onu hem bir metafizik hem de pratik
bir insani olgu olarak gören farklı felsefe doktrinlerinin tezleridir. Üçüncü tez
ise, ahlakın toplumsal yönü üzerine geliştirilen antropolojik ve sosyolojik teorilerdir.
Ahlakın Kaynağı Dindir
Din, insanî değerleri ortaya koyar ve insana o değerlere bağlı kalarak yürüyebilme
iradesi kazandırır. İnsan o değerleri kendi özünde ve vicdanında bulur. Dinin kazandırdığı
irade ile o değerleri hayata geçirme bilincini ve gücünü kazanır. Dinin ahlâkla
olan ilişkisinin başladığı yer de esasen burasıdır.
Dinlere göre, öncelikle inanılması gereken temel imani esaslar ortaya konulur.
Daha sonra, insanların gerek fertler olarak, gerekse topluluk halinde nasıl yaşaması
gerektiğine dair temel ilke ve prensipler belirlenir. Yani ahlâk prensipleri dinin
inanç ilkelerinden çıkarılır. İlahi kudret yarattığı insanlara ahlak duygusunu verdiği
gibi, gönderdiği kitaplarla da bunları yeniden düzenlemiş, unutulanları hatırlatmıştır.
Yani ahlâk kuralları, insanların hem fert, hem toplum olarak hayatlarını düzenlemeleri
için Allah'ın insan tabiatına yerleştirdiği istidatlar ve kitaplarıyla ortaya koyduğu
buyruklardır.
Yaratıcı, vahiy aracılığıyla insanların kuvve halindeki duygularını tekamül ettirmek
için onların iradelerini uyarır. Bu emirler kamil bir insan olabilmek için, gereken
eylemler ve duygularla bezenmeyi sağlayacak olan ilkelerdir. Bu hedeften sapma sonucunda
ortaya çıkan ahlakilikten uzaklaşma durumu ise, hem ferdi hem de toplumsal huzursuzluğu
ve mutsuzluğu doğurmaktadır. Peygamberler sadece inanç bakımından değil, ahlaken
de ölçüyü kaçırmış topluluklara gönderilmiştir. Hz. Peygamber'in, "Benim Allah tarafından
gönderilmemin ehemmiyetli bir hikmeti, güzel ahlakı tamamlamak ve insanlığı ahlaksızlıktan
kurtarmaktır" şeklindeki sözleri İslam dininin ahlaka verdiği önemi göstermektedir.
Kur'an'da ahlakın önemine vurgu yapmak için, imandan hemen sonra iyi davranışta
bulunmak da hatırlatılır. Mesela, "İman edin ve iyi amelde bulunun" emri Kur'an'da
en az elli defa tekrar edilir. Bazı ayetlerde belirtildiği gibi, güzel bir ahlaki
davranış aynı zamanda, dini bağlılığı ve imanı da gösterir: "Sevdiğiniz şeylerden
infak etmedikçe, iman etmiş olmazsınız."
Bu bağlamda Bediüzzaman, "edep" kavramını hayatın tamamına hakim olan davranışlar
bütünü olarak görmektedir. "Sünnet-i seniyye edeptir, hiçbir meselesi yoktur ki,
altında bir nur, bir edep bulunmasın" sözüyle, Kur'an'ın hayata tatbiki olan sünnetin
özünü edep ve ahlâkın oluşturduğunu vurgulamaktadır.
Bediüzzaman, "Sünnet-i seniyyede edeple ilgili pek çok değer vardır" dememiş,
doğrudan Sünnet'in tastamam ve bütünüyle edepten ibaret olduğunu ifade etmiştir.
Bu ifade, Hz. Peygamber'in ahlâkı sorulduğunda Hz. Aişe'nin "Onun ahlâkı Kur'an'dır"
mealindeki ifadesine benzemektedir. Hz. Aişe de "Onun ahlâkı Kur'an'a benzer" dememiş,
doğrudan Kur'an'ın kendisi olduğunu bildirmiştir. Şüphesiz bu durum, her yönüyle
ahlak-ı hamide sahibi olmayı, bütün azalarıyla ahlakı kuşanmayı gerektirir.
Öte yandan Bediüzzaman, Sünnet'teki edebe, "Sünnet-i Seniyye'deki edep, o Sâni-i
Zülcelâl'in hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyeti takınmaktır" diyerek açıklık
getirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, onun edepten kastı, her an Allah'ı görüyormuşçasına
hareket etmek, dolayısıyla her an Allah'ın murakabesi altında olduğunun bilincinde
"ihsan" kıvamında bir kullukta bulunmaktır. Bunun ise Kur'an ve Sünnet'i azami ölçüde
tatbik ile mümkün olacağı, Hz. Peygamber'i örnek alarak O'nun ahlakıyla ahlaklanmakla
gerçekleşeceği izahtan varestedir. Zira bütün Kur'an ayetleri ve hadisler, zevk,
estetik değerler ile yaratılış arasındaki ahenk ve dengeyi koruma, itidalli hareket
etme, sağlam bir fikrî temele, merhametli bir kalbe sahip olma ve nihayet bütün
bunların yönlendirmesiyle hayatı anlamlandıracak işlere (hayır işleri) yönelmede
insanoğluna rehberlik etmektedir. Bu açıdan bakılırsa, "Kur'an ve Sünnet'in özü,
ifrat ve tefritten uzak itidal ve vasattır" demek abartı olmayacaktır.
Bu ideal vasat seviyeyi ise, insanların çoğu kolayca yakalayamamaktadır. Bu nedenle
insanlığa bu yolu gösteren ve tarif eden peygamberlere ihtiyaç vardır. İşte insanların
aklı evrensel düzen ve ahengi kavramada sınırlı kaldığından veya kavrasa bile buna
uygun bir biçimde davranmayı başaramadığından, evrensel bir kanuna ihtiyaç duyarlar.
Böyle bir kanun da ancak, yaratılmış olan evreni ve içindeki insanı en iyi tanıyan
birinin "Kanun"u olabilir. İşte bu kanun da ancak peygamberler aracılığıyla insanlara
getirilen semavi kitaplardır.
Bediüzzaman'a göre bu kitaplardaki emirlerin önemli bir hikmeti de şudur: İnsanda
ruhun yaşayabilmesi için insan bedeninde üç adet duygu yüklü merkez yaratılmıştır.
Birincisi, "menfaatleri celb ve cezbetmek için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye"dir.
Bu duygu bütün hayvanlarda müşterek olarak bulunur. İkincisi, "menfaat ve zararı,
iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için kuvve-i akliyye-i melekiyye"dir. Meleklere
has bir özellik olan akıl nimeti insanlara ve cinlere de verilmiştir. Üçüncüsü,
"zararlı şeyleri defetmek için kuvve-i sebu'iyye-i gadabiye"dir. Bu özellik, insanlarda
bulunmakla beraber, daha kamil manada yırtıcı hayvanlarda bulunan bir özelliktir.
Bediüzzaman, ahlakın etkili kaynağı olarak gösterdiği bu melekelerden "kuvve-i
şeheviyye" ve "kuvve-i gadabiyye"yi özetle şöyle tanımlamaktadır:
"Kuvve-i şeheviyye cinsel arzu, yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi faydalı
şeyleri alma ve elde etme gücüdür. Ancak bu gücün üç derecesi vardır. Tefrit derecesi
'humud' denilen şehevi konulara karşı isteksizliktir. Böyle bir kişi, harama karşı
şehveti olmadığı gibi helallere karşı da iştahlı değildir. Tefritin zıddı olan ifrat
derecesi ise, helal-haram demeden aşırı şekilde şehvetine düşkün olmaktır. Böyle
bir kimse namusları ayaklar altına alma istidadındadır. Orta mertebe olan vasat
derecesi ise iffetliliktir. Kişinin helaline karşı şehveti varken, harama karşı
iştahsız olur."
"Kuvve-i gadabiyye, zararlı şeyleri reddetme duygusudur. Bu duygunun tefrit derecesi
korkaklıktır ki, böyle bir duyguya sahip olan insan olur olmaz şeylerden korkarak
hayatı kendisine zehir eder. İfrat derecesi ise, maddi ve manevi hiçbir şeyden korkmama
hissi veren 'tehevvür'dür. Denilebilir ki, bütün istibdatlar, zulümler ve tahakkümler
tehevvür mertebesinin mahsulüdür. Bu duygunun vasat mertebesi 'şeca'at' denilen
kahramanlıktır. Şeca'at sahibi bir kimse, başka bir şey için değil, sadece dini
ve dünyevi hakları için canını feda etmekten çekinmez. Ancak meşru olmayan işlere
karışmaz."
Buradan anlaşıldığına göre, hak tanımazlık ilkesine dayanan gadab duygusunun
ifrat derecesi, helal-haram bilmeyen kuvve-i şeheviyyenin ifrat derecesiyle birleşince,
masumların ve özellikle zayıfların hakları ayak altına alınacağı gibi, iffetli insanların
namusları da kirletilmiş olur. İnsanın eşref bir mahluk ve mükemmel bir varlık oluşuna
uygun olarak bu duygular, din tarafından tahdit edilmişse de fıtratça ve yaratılışça
sınırlandırılmamıştır. Başka bir deyimle, insanlara verilmiş bulunan bu duyguların
kontrolü tamamen insanın iradesine bırakılmıştır. İnsan eğer "hadd-ı vasat" dediğimiz
dereceyi muhafaza edemeyip ifrat veya tefrite düşerse, ahlaki zaafların içine gireceği
açıktır.
Böyle bir bakış açısıyla, iman, ibadet ve ahlak olguları birbirinden kopmaz ve
sürekli iç içe olmaları gereken birer insani tutum ve ruh halleridir. Yani ahlak
ilkeleri sadece insanların uymaları beklenen ve uymadıkları takdirde cezalandırılmakla
tehdit edildikleri soyut emirler ve kurallar olmaktan çok daha fazla bir anlama
sahiptir. Bu anlamda sadece insanların davranış ve duyuşlarını sınırlandıran dışarıdan,
zorla tatbik edilen emirler değil, onların kamil, erdemli bir insan olmalarının
yolunu gösteren deruni, vicdani ve canlı hayat ilkeleridir. Ayrıca bunlara uymak
da bir tür ibadettir. İbadet de insanın ruhunu yücelten, istidatlarını inkişaf ettiren,
meyillerini temizleyen, emellerini gerçekleştiren, fikirlerini genişleten ve sistemleştiren,
şehevi ve gadabi duygularını sınırlayan bir hal üzerinde olmaktır.
Bediüzzaman, güzel ahlakın salt insan aklından ortaya çıkmış olabileceğini kabul
etmemektedir. Ona göre, insanın ruhuna manen yükselmeyi ve ahlaken kemalatın zirvesine
çıkmayı aşılayan ve teşvik eden dinlerdir. Eğer peygamberler gönderilmeseydi, vahye
dayalı dinler de olmayacaktı; dolayısıyla insan, hayvanlar seviyesinde basit bir
mahlûk olarak kalacağı için insanda güzel ahlaktan ve vicdani kemalattan söz edilemezdi.
İnsanların hayvanlardan farklı ve üstün olmalarını sağlayan en önemli özelliklerinden
biri de temyiz yeteneğidir.
Temyiz yeteneği ise cüz'i irade ve ahlak ile ilişkilidir. Bu özelliği sayesinde
insan teklif ile sorumlu tutulmuş ve doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırt etmekle
mükellef olmuştur. İşte bu nedenle eğer teklif olmasaydı, insan ruhuna konulmuş
olan duygular tekamül etmezdi. Çünkü insanın insaniyet bakımından gelişmesi için,
beden ve ruh dengesinin sağlanabilmesi de gerekmektedir. Böylece, insanın tabiatına
konulan bazı duygu ve istidatlar dengeli bir şekilde gelişip devam edebilir. Yoksa
insan bu duygularını dengeleyemeyeceğinden, hem şahsi hayatını, hem de toplumsal
hayatı bozacaktır. Bu duyguların dengelenmesi sayesinde ise, insan şahsi hayatında
denge ve istikameti, toplum hayatında ise adaleti sağlayacaktır.
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
asım Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 agustos 2008 Yer: Turkiye Gönderilenler: 1700
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
.
[PDF]
__________________ O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
|
Yukarı dön |
|
|
|
|