Gerek Teizm gerekse Deizm yaratıcı olarak Allah’ı (c.c.) kabul etmekle ortak bir paydaya sahiptirler.
Ben
Teizm ile Deizm’i, müstakil birer din olarak görmüyorum; ilahi
dinlerden uzaklaşmanın aşamaları olarak değerlendiriyorum. Aslında
Ateizm’i (Tanrı tanımazcılığı) de işin içine katarsak ilahi dinlerden
uzaklaşmanın üç belirgin evreden oluştuğunu söyleyebiliriz.
Teistler,
tek tanrılı dinlerde olduğu gibi Allah’ı (c.c.) bir yaratıcı olarak
kabul ederler. Ama tek bir ilahı yaşamlarına gerektiği zaman sokarlar.
Dini ibadetler belirli değildir ve dini emir ve yasakların yaşamlarında
önemli bir yeri ve yaptırım gücü de yoktur. Allah’a (c.c.) akıl ve
sevgi yolu ile yaklaşmayı bir ideal olarak görürler. Bu yolla Allah’ı
(c.c.) iç dünyalarında bulacaklarını düşündükleri için ilahi dinlere
karşı bir tavır alırlar. İlahi dinlerin dini kurallarla, emir ve
yasaklarla kişi ile Allah (c.c.) arasına mesafe koyduğunu düşünürler.
Dinin bir vicdan işi olduğuna inanırlar. Dinin kişinin vicdanı dışında
kalan diğer yönlerini reddetmeseler de pek de önemsemezler. Sokrat’ın,
Platon’un Teist olduğunu iddia ederler.
Büyük bir kısmı açıkça itiraf etmese de tarih boyunca pek çok filozofun Teist olduğu dikkati çeker.
Teistlerin
Hıristiyan inancındaki teslis (üçleme:Tanrı, Hz. İsa ve Kutsal ruh)
akidesine bir tepki olarak bu inancı savunduklarını düşündürecek pek
çok kanıt vardır. Tanrı’ya ve bazı ibadetlere karşı olmamaları bunun en
açık belirtisidir. Bu yönüyle Teizm, ilahi dinlerden uzaklaşmanın bir
aşaması değil, hak dini arayışın bir çabasıdır.
Günümüzde
pek çok Müslüman genç, dinini yeterince öğrenememesi nedeniyle ve
yabancı din, felsefe ve kültürlerin etkisi ile farkında olmadan Teist
bir inancı savunmakta ve bu tür inançla İslam dinini anlamlandırmaya,
yorumlamaya, bağdaştırmaya çalışmaktadır. Elbette bu yönüyle Teizm
ilahi dinlerden uzaklaşmanın bir aşamasıdır.
Teizm,
Batı’da insanların hak dinin arayışı içerisinde olduğunu gösterirken
Müslüman ülkelerde insanların hak dinden uzaklaşmanın bir basamağı
olmaktadır.
Aslında Ortaçağ’da Hıristiyanlık inancının
kilise tarafından uygulanan baskıcı yönü o dönemdeki aydınları ya
dinsizliğe (Ateizm’e) ya Deizm’e ya da Teizm’e zorlamıştı. Bunun doğal
sonucu olarak aydın sınıfta bu insan doğasına bir zorba gibi hükmeden
Hıristiyanlık dinine karşı kendilerini savunma ve koruma düşünceleri
gelişti. Böylece Avrupa ülkelerinde laisizm (laiklik) önce bir düşünce
olarak belirmiş, daha sonra da bir inanç özgürlüğü güvencesi olarak
yasalara girmiştir. Fakat İslam dini uygulamada Hıristiyanlık gibi
böyle bir yanlış yola tarih boyunca hiç sapmamıştır. “Dinde zorlama yoktur (Bakara suresi, ayet 256).”, “Senin dinin sana, benim dinim bana (Kâfirûn suresi, ayet 6).” ayetleri,
farklı din ve mezhepte olanlar için inanç özgürlüğünün güvencesiydi.
Osmanlı devleti örneğinde görüldüğü üzere farklı din ve mezhep
mensuplarına verilen hak ve özgürlükler, gösterilen hoşgörü onların
din, mezhep ve kültürlerinin zamanımıza değin bir değişme ve bozulma
geçirmeden ulaşmasını sağlamıştır. İslam dininin özünde Hıristiyanlıkta
olduğu gibi baskıcı bir yön mevcut değildir. Onun için de bir
Müslüman’ın Teist olmasına hiç gerek yoktur. Zaten İslam dini tek tanrı
inancıyla, diğer dinlerin mensuplarına sağladığı hak ve özgürlükler ve
hoşgörü ile Teistlerin de aradığı bütün dini özellikleri bağrında
fazlasıyla barındırmaktadır. Tabii bununla birlikte İslam dininde
ibadetlere, emir ve yasaklara önem verilmediği, verilmeyeceği anlamı da
çıkarılmamalıdır.
Teizm, Peygamber
Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimizin peygamberliğinden önce Arabistan’da
Hz. İbrahim Aleyhisselâmın dininin bir çeşit devamı niteliğinde olan
Hanif dinini andırmaktadır. Bilindiği üzere Peygamber Aleyhissalâtu
Vesselâm Efendimiz, peygamberliğinden önce Mekkeli Müşrikler gibi
Putperest değildi. Hiçbir zaman da putlara tapmamıştı. O dönemde Hz.
İbrahim’den (a.s) gelen Hanif dini gereğince tek Allah’a (c.c.) iman ve
kendince ibadet ediyordu. Hatta o sıralarda Ramazan aylarında bu
ibadetleri için Nur dağında Hira mağarasına çıkıp orada günlerce yalnız
kalıp ibadet ettiğini konuyla ilgili bütün kaynaklar belirtmektedir.
Kuran-ı Kerim’de peygamberimizin bu hakkı arayışı ve hidayete kavuşması
şöyle belirtilmektedir: “Seni dalalette bulup hidayete erdirmedi mi? (Duhâ suresi, ayet 7).”
Teizm de tıpkı Hanif dini gibi ilahi bir dinin gölgesinde olma özelliği
ile dikkati çekmektedir. İlahi dinlerin değişmesinde, bozulmasında
Teizm ilk aşama gibi görünmektedir.
On yedinci yüzyılda
Avrupa’nın değişik ülkelerinde kendisini gösteren Deizm ise, aslında
Aristo’nun Tanrı anlayışından esinlenmiş bir inanç biçimidir. Deizm’e göre,
Allah (c.c.) vardır, ama onun tek görevi her şeyi yaratmaktır. Bunun
dışında bizlerle hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Allah (c.c.) evreni,
dünyayı ve içerisindekileri yarattıktan sonra bir kenara çekilmiştir.
Artık insanlarla hiçbir alışverişi olmamıştır. Allah’ın (c.c.)
peygamberler göndermesi, ilahi kitaplar indirmesi düşünülemez. O,
insanların dünyasını kendi haline bırakmıştır. İnsanlar akılları
sayesinde nasıl yaşayacaklarını kendileri belirleyebilirler. Bu nedenle
Allah’a (c.c.) dua etmek de yararsız bir şeydir. İbadetler de gereksiz
ve anlamsız şeylerdir.
Deizm’in Allah’ı (c.c.) sadece
yaratıcı sıfatıyla tanıması, Allah’ı (c.c.) inkar etmenin bir başka
yoludur. Evreni, içerisindekileri, yeryüzünü, canlı, cansız varlıkları
ve insanı yoktan yaratan Allah’ın (c.c.) varlığını kabul edip de O’nun
insanı bu dünyada başı boş bıraktığını düşünmek büyük bir gaflettir,
aldanıştır, iftiradır. İnsan bile bir aleti ve eşyayı bir amaç için
yapar. Allah (c.c.) da insanları ve cinleri Kendi’sini tanıması,
Kendi’sine ibadet etmesi için yaratmıştır (bk. Zâriyât suresi, ayet
56). Bizi yarattıktan sonra kendi halimize bırakmamış, gönderdiği
peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla dinimizi (yaşam tarzımızı) tebliğ
etmiştir: Peygamberler ve ilahi kitaplar aracılığı ile Allah (c.c.),
bu dünyanın bir sınav yeri olduğunu, ölümden sonraki yaşamda ebedi
hayatımızın başlayacağını, ebedi yaşamda ödül ve cezanın bulunduğunu,
Kendi gösterdiği yola uygun yaşam sürenlerin cennette ebedi mutluluğa
ulaşacaklarını, O’nun dinine iltifat etmeyip karşı çıkanların da
cehennemde ceza göreceklerini belirtmiştir.
Deizm’de
Allah’ı (c.c.), sadece yaratıcı sıfatıyla kabul edip de, O’nun emir ve
yasaklarla insanın yaşamına müdahale etmesini kabul etmeme kendi
içerisinde bir çelişki ve mantıksızlık da taşımaktadır. Şöyle ki:
Yaratıcılık sadece yoktan var etmek, meydana getirmek değildir.
Yaratıcılık çok daha geniş bir anlama sahiptir. İnsanın tüm maddi ve
manevi ihtiyaçlarını da kapsar. Yaratıcının bunları da yaratması
beklenir. Bu açıdan Allah’ın (c.c.) el-Hâlık güzel ismi pek çok güzel
ismi de beraberinde taşır. Örneğin Allah (c.c.) insanı beslenmeye
muhtaç yarattığına göre er-Rezzâk olmalıdır. Çaresiz bir yavru olarak
şefkate muhtaç olarak dünyaya getirdiğine göre er-Raûf olmalıdır. Yine
insanın içerisinde ebedi yaşam iştiyakını yarattığına göre el-Bâ’is
olmalıdır. Tüm bunlardan öte nasıl bir anne-baba yavrusunu istediği
gibi büyütme ve eğitme hakkına sahipse bunların da gerçek yaratıcısı
olan Allah (c.c.) tüm insanların yaşam biçimlerini belirlemeye ve
onları gönderdiği peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla terbiye etmeye,
onlara yol göstermeye, doğru ile yanlışı açıklamaya er- Rabb, el-
Hakem, el-Hâdî, er-Reşîd güzel isimleri ile hak sahibi olmalıdır.
Deizm’de
Allah’ı (c.c.), sadece yaratıcı sıfatıyla kabul edip de, O’nun emir ve
yasaklarla insanın yaşamına müdahale etmesini kabul etmemenin elbete
psikolojik bir nedeni bulunmaktadır. Allah’ın (c.c.) dininde helal
dairesi hayli geniş iken bazı insanlar içgüdülerinin; basit, dünyevi
ihtiraslarının esiri olarak yine de kötü yollara, günahlara sapmaktan
geri durmazlar. Böyle birisi yaptığı kötü şeylerden ve günahlardan
sonra Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul etmenin verdiği bir parça
imanla kendisinin affedileceğini düşünmekte, diğer yandan Allah’ı
(c.c.) yaşamından uzaklaştırdığı için dinin yasakladığı kötülükleri ve
günahları nisbi bir vicdani rahatlık ile işleyebilmektedir. Yani
Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul etmek bunların suçluluk
duygularını yok etmede yardımcı olurken bunlar Allah’ın (c.c.) birey ve
toplum yaşamına müdahale etme hakkı olmadığı iddiasıyla da nefislerinin
esiri olarak rahat bir biçimde dinin yasakladığı kötülükleri ve
günahları işlemede bir düşünsel ve felsefi zemin bulabilmektedir.
Gerçekten, ne yazık ki, çağımızda pek çok Müslüman’ın Allah (c.c.) ile olan ilişkisi Deist bir karakter arz etmektedir.
Deistlerin
Allah’ın (c.c.) sıfatlarını ve güzel isimlerini bilmedikleri, daha
doğrusu bilmek istemedikleri düşünülebilir. Allah’ın (c.c.) güzel
isimleri (esma-ül hüsna) arasında Deistlerin de inandığı yaratıcı
(el-Hâlık) olma yanında O her şeye gücü yetendir (el-Kâdir,
el-Muktedir). Ayrıca Deistler inanmasa da Allah (c.c.), peygamber
gönderendir (el-Bâ’is). Ahirette bütün ölüleri diriltendir (el- Muhyi).
Yine Allah (c.c.), Deistler inanmasa da gönderdiği peygamberlerle,
indirdiği kitaplarla insanlara yol gösterendir (el-Hâdî). Mahşerde O’na
bu sıfatları ve güzel isimleri ile inanmayanları hesaba çekip
cezalandıracaktır (el-Hasîb, el-Kahhâr), Müminleri, affedecek ve
esirgeyecektir (el-Gafûr, el-Gaffâr, el-Afüvv, el-Rahîm). Yine Allah
(c.c.), Deistlerin sandığı gibi bizi kendi halimize bırakmamıştır.
Sıkıntıda olanların imdadına koşmakta, dualarına icabet etmektedir
(el-Mucîb). Ayrıca indirdiği kitaplarla, gönderdiği peygamberle hüküm
sahibidir (el-Hakem).
Evimize aldığımız basit bir
teknolojik ürünün, örneğin bir bulaşık makinesinin bile bir “Kullanma
Kılavuzu” vardır. Onda ilgili ürünün kullanımı sırasında nelere dikkat
edilmesi gerektiği açıkça belirtilir, maddeler halinde sıralanır.
İnsan da Allah’ın (c.c.) yoktan yarattığı bir üründür. Yüce Allah
(c.c.) insanı belirli bir amaç için yaratmıştır. Dünyada rızası
istikametinde yaşaması için insanlara ilahi kitaplar indirmiş ve
peygamberler göndermiştir. Bir firma cansız bir teknolojik ürününü
bilgilendirmelerle, teknik servislerle koruma ve gözetleme altına
alırken yüce Allah’ın (c.c.) insan gibi dünyanın göz bebeği olan bir
varlığı yarattıktan sonra yalnız ve çaresiz bir biçimde bırakması,
yaratılış amacı ve nasıl yaşayacağı konusunda bilgilendirmemesi
olanaksızdır.
Deizm, Teizm’den daha ileri bir aşamada
ilahi dinlerden uzaklaşma özelliği göstermektedir. Artık Deizm’den
sonraki aşamada Ateizm gündeme gelmektedir.
19. yüzyıl
Avrupa’da bilimde önemli buluşların yapıldığı bir zaman dilimiydi. Bu
buluşların verdiği coşkuyla bilimsel ilkeler, veriler, kuramlar, bilgi
elde etme yöntem ve teknikleri ile hayatın tüm sorunlarının da
üstesinden gelineceği sanılmış ve bunların dinin yerine ikame
edilebileceği düşünülmüştür. Bu yüzden gerek Teizm, gerek Deizm, gerekse
Ateizm 19. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazanmış, insanların önemli
bir kısmı ilahi dinlerden koparak bu inançlardan birisine yaklaşmaya
başlamışlardır. Bunda en büyük etken tabii ki pozitivizmdir.
Pozitivist felsefe bilime mutlak bir değer verir. Bilimi adeta
ilahlaştırır. Hayatı bilime, bilimsel düşünceye uygun olarak yaşamayı
amaçlar.
Teizm’de ilahi dinlerle pozitivizmin eşit oranda
etkisi görünürken Deizm’de bu denge pozitivizm lehine bozulmuş,
Ateizmde ise ilahi dinlerin etkisi tamamen ortadan kalkarak pozitivist
felsefenin hakimiyeti söz konusu olmuştur.
Kuşkusuz
İslamiyet bilime, bilimsel sonuçlara ve bilgi elde etme yöntem ve
tekniklerine büyük değer verir. Çünkü bunlarla çelişen hiçbir ilkeye,
kurala sahip değildir. Bilakis bunlarla Allah’ın (c.c.) kitabındaki ve
yeryüzündeki ayetlerinin daha iyi anlaşılacağını, sırlarla gizlenmiş
gerçeklerinin ve türlü hikmetlerinin ortaya çıkacağını savunur.
Pozitivist
felsefe hiçbir zaman imanın esaslarının yerine konulamaz. Çünkü iman
bu dünyayı aşan, maddenin üzerinde olan aşkın bir anlama sahiptir.
Pozitivist felsefe ise bu dünyayı, maddeyi anlama, anlamlandırma
çabasıdır. Tabii bu da beraberinde bu dünyaya ve maddeye saplanıp
kalmayı getirmektedir.
İman sahibi bir insan kendisini
yaratanın kim olduğunu düşünebilecek bir alana sahipken pozitivist
birisi dünya ve madde alanının üzerine çıkamadığı için böyle bir soruya
ulaşamamaktadır. Hiçbir pozitivist, felsefesine, daha doğrusu inancına
bağlı kalarak “Beni kim yarattı?” sorusunu soramaz. Çünkü ona göre
bu sorunun mahiyeti bilimsel değildir, bu soru dünyanın ve maddenin
üzerinde olan bir yaratıcı varlığa işaret etmektedir. Dünyanın ve
maddenin üzerinde yaratıcı bir varlık olmadığına, daha doğrusu dünya ve
maddeyi aşan konular bilimin dışında kabul edildiğine göre bu soru
ancak şu şekilde sorulursa mantıklı ve açık bir önermeye dönüşmüş olur:
“Beni ne meydana getirdi?” Tabii bir pozitivist bu
soruyu yanıtlamak için tüm dikkatini dünyaya ve içerisindekilere
yöneltecektir. Kendisi gibi yaratılmış olan madde ve varlıklardan bilim
adına medet umacaktır.
İman sahibi bir insan bu dünyadan
ve yaratılanlardan hareketle yaratıcısını tanımaya çalışır, pozitivist
felsefe sahibi biri ise kutsadığı bilimsel bilgiler, veriler,
kuramlar, yöntem ve tekniklerle dünyanın ve maddenin ufkunun dışına
çıkamaz. Pozitivist felsefenin tabii sonucu materyalizmdir. Materyalizm
ise maddeyi kutsamak ve ona aşkın bir anlam vermektir. Bütün canlı
varlıkların hayat sırrını maddede aramaktır.
Ben Teistlerin, Deistlerin durumunun şu ayet-i kerimede en güzel şekilde betimlendiğini düşünmekteyim: “Bunların
hali o kimsenin haline benzer ki, aydınlanmak için bir ateş yakar.
Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların gözlerinin nurunu
giderir. Onları karanlıklar içerisinde bırakır. Onlar da görmez olurlar
(Bakara suresi, ayet 17).”
Avrupa’da Ortaçağın
karanlığında aydınlar gerçeği bulmak istediler. Kilisenin halkı
sömürmek için yutturduğu batıl din anlayışı yerine hak dinin arayışı
içerisine girdiler. İyi bir niyet içerindeydiler. Çünkü aydınlanmak
istiyorlardı. Bu durum yukarıdaki ayette “Bunların hali o kimsenin haline benzer ki aydınlanmak için ateş yakar.”
ifadesine uygun düşmektedir. Yakılan ateş bilimdir. Gerçekten 19.
yüzyıl böyle gözleri alan bir bilim ateşine sahne olmuştur. İnsanlar
bilimsel keşiflerle ve buluşlarla adeta büyülenmişler, bilimle her
şeyin üstesinden geleceklerini sanmışlardır. Adeta bilime tapma diye
sapkın bir din ortaya çıkmıştır. İlahi dinlerin sonlarının geldiğine
inanmışlardır. Tabii bu düşünceler genellikle aydınlar arasında
taraftar bulmuş ama bunların geniş akisleri de halka doğru yayılmaya
başlamıştır. İşte tam bu noktada dalalete sapılmıştır. İnsanlar maddi
ateşle (bilimle) aydınlanacaklarını sanırken manevi nurla (imanla) gören
gönül gözleri kör olmuştur. İnsanlar imansızlığın karanlık cehennemine
yuvarlanmışlardır. Bu durum da ayetin diğer kalan kısmında açık olarak
şöyle ifade edilmektedir: “Ateş çevresini aydınlatır
aydınlatmaz Allah onların gözlerinin nurunu giderir. Onları karanlıklar
içerisinde bırakır. Onlar da görmez olurlar”
Ateş (bilim) çevresini aydınlatır aydınlatmaz
Allah’ın onların gözlerindeki nuru (imanı) alması gerçekten dikkat
çekicidir. Halbuki biraz önce onların iyi niyetlerini okumuştuk. Aydınlanmak için
ateş yakmışlardı. Kötü bir niyetle hareket etmemişlerdi. Ama mutlaka
bir yanlışları vardı. Her ne kadar kötü niyetle hareket etmeseler de
bir yerde büyük bir yanlışlık yapmışlardı. Burada gerçekleşen olayı
biraz daha yakından incelediğimizde “aydınlatır aydınlatmaz”
ifadesi ile adeta bir sihrin, irade dışı bir gücün etkisi altına girme
olayının anlatıldığı anlaşılmış olur. Bununla bilimin insanların
akıllarını başından alan, imanlarını yok eden gücü anlatılmak
istenmiştir. Öyleyse bilimin aydınlatan ışığına gözlerini dikmeleri
onların büyük yanlışları olmuştur.
Bilimin ışığına göz
dikme ile yapılan yanlışlığı biraz açmak gerekiyor. Yoksa bununla,
bilimsel düşünceye sırt çevirmek gerekir, gibi karşıt bir tezi
savunduğumuz sanılabilir. Göz dikmek bilindiği üzere bir şeye hırsla
sarılmak, hiçbir kural gözetmeksizin elde etmeye çalışmak demektir.
Örneğin böyle bir göz dikmek kavramıyla para insanın hayatında amaç
haline gelirse bir sapkınlık ortaya çıkar. İnsan para kazanmak,
biriktirmek için çalışır durur. Para böyle birisi için putlaştırılmış
olur. Ama para hayatı daha güzel ve anlamlı yaşamaya, başkalarını mutlu
etmeye araç olarak görülürse farklı bir tanıma ulaşılır. Para burada
amaç değil güzel şeyleri gerçekleştirmeye yarayan bir araç olur. Bunun
gibi bilim de kendisine gözlerini dikip kendisini amaç olarak gören
insanların imanlarını bir çırpıda almakta, onları imansızlığın
karanlığına sokmaktadır. Ama bilim Allah’ın (c.c.) kitabındaki ve
yeryüzündeki ayetlerini anlamaya ve anlamlandırmaya hizmet ettiğinde
imanın aydınlanmasına vesile olmaktadır.
Teistler ve
Deistler her ne kadar yaratıcı olarak Allah’ı (c.c.) kabul etme gibi
bir iyi niyet taşısalar da tıpkı yukarıdaki ayette gözlerini ateşe
diken kişi gibi bilimin ışığından gelen kamaşmayla kalplerindeki imanı
yitirmişlerdir. Tabii bu yitirme olgusu Teistlere göre Deistlerde daha
ileri derecede gerçekleşmiştir.
Bilim hiçbir zaman
peygamberlerin, ilahi kitapların yerini tutamaz. Gerçi bilimin de bir
aydınlatıcı ve yol gösterici özelliği vardır. Bilimle evrenin,
yeryüzünün, varlıkların, maddenin yasalarına ulaşılır. Bunların maddeye
uygulanması sonucu teknolojik ürün elde edilir. Bunlarla insanın
hayatında pek çok sorun çözülür veya kolaylaşır. Ama asla bu dünyada
bilimle insanın yaratılış amacına ulaşılamaz. “İnsan niçin yaratılmıştır?”
sorusu bilimsel bir bakış açısıyla yanıtlanamaz. Çünkü böyle bir soru
hem yaratıcıyı hem de peygamberleri ve ilahi kitapları gündeme
getirecektir. Bilimin yüzü yaratıcıya değil yaratılmış olan şeylere
dönük olduğu için bu soruyu saçma olarak değerlendirecektir. Buna bağlı
olarak bilimsel bakış açısıyla bu dünyada nasıl yaşanacağı sorusu da
nefsin sınırları, eğilimleri doğrultusunda yanıtlanır. İnsanlar
yaratılış amacını ve bu dünyada nasıl yaşanacağını dosdoğru olarak
ancak Allah’ın (c.c.) gönderdiği peygamberlerden ve indirdiği ilahi
kitaplardan öğrenebilir.
Bugün Müslümanların da Teist ve Deist türü inançlara yönelmelerinde pozitivist felsefenin büyük bir etkisi görülmektedir.
Pozitivist
felsefenin savunuculardan birisi olan A. Comte’un onu ilahi dinler
karşısında yeni bir inanç sistemi olarak kabul etmesi, Rus çarlığına ve
Osmanlı imparatorluğuna bu yeni dine girmeleri için mektupla teklifte
bulunması tesadüfi değildir.
Pozitivist felsefe adeta
Müslümanlar arasında beklenen ve kıyamet alametlerinden birisi olan
Deccal gibi bir güce ve etkiye sahip olmuştur. Bilindiği üzere Deccal
taraftarlarıyla birlikte Müslümanların imanını ellerinden almak için
mücadele edecektir. Hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere insanları
yalancı cennetlerle kandıracaktır. Teknolojinin sunduğu ürünler o kadar
hayatımızı kolaylaştırmıştır ki bu sayede bundan mahrum olan önceki
yüzyıllardaki insanlara göre gerçekten bir çeşit cennet hayatı
yaşamaktayız. Bu nimetlerle şımarmakta, hayatımızda Allah’a (c.c.) ve
O’nun dinine gereken önemi vermemekteyiz.
Allah’ı (c.c.)
yaratıcı olarak kabul edip de O’nun hayatına müdahale etmesini
istemeyen Teistlerin ve Deistlerin yaşamlarının amacı, bu teknolojik
ürünlerle yaratılan yalancı cennetten haram helal demeden en üst
düzeyde yararlanmak ve nefislerinin arzu ettiği her şeyi yine aynı
anlayışla özgürce yaşamaktır.
Dindar insanlar nedense
Teistleri kendilerine çok yakın bulurlar. Deistlere karşı da biraz
soğuk davranırlar. Bazıları da Teistleri gafil Müslümanlarla Deistleri
ise münafıklarla eşleştirir. Bazı kimseler ise her iki kesime de
münafık gözüyle bakmaktadırlar.
Bir insana münafık demek
doğru değildir. Peygamberimiz de münafıkları bildiği halde onlara karşı
hoşgörülü olmuştur. Muamelede Müslümanlarla münafıklara eşit
davranmıştır. Bu konudaki bilgisini de açığa vurmamıştır. Bizler de
kendilerini Teist veya Deist kabul edenlere münafık damgasını
vurmamalıyız, onlara karşı uyanık olmakla beraber peygamberimiz (s.a.s)
gibi sabırlı ve anlayışlı olmalıyız. Medine dönemindeki münafıklar
içlerindeki küfrü İslam devletinin gücünden çekindikleri için
gizlemekteydiler. Onlar genellikle kendilerinin de birer münafık
olduklarını biliyorlardı. Ama günümüzdeki Teistlerin ve Deistlerin
peygamberimiz (s.a.s.) dönemindeki münafıkların İslam devletinin
gücünden ötürü duydukları türünden öyle bir kaygıları, korkuları
bulunmamaktadır. Demek ki Teistlerdeki ve Deistlerdeki İslam dinine
karşı olan inkar hastalığı biraz farklı bir durum arz etmektedir. Onlar
Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul ettikleri halde diğer sıfatlarına
ve güzel isimlerine inanmadıkları için küfre düşmektedirler,
böylelikle farkına varmadan Allah’ı (c.c.) inkar etmektedirler.
Kuşkusuz
nefis kafir ve münafıkların bütün sıfatlarına ve özelliklerine
sahiptir. Müslüman da olsa insan nefsine biraz uyduğunda Allah’ın
(c.c.) pek çok sıfat ve güzel ismini inkar edebilir. Böylelikle insan
farkında olmadan Teist veya Deist türü bir inanışı savunuyor olabilir.
Her günahta insanı küfre götüren bir yol vardır. Bu, nefsin o günahı
vicdan azabı duymaksızın işlemek için Allah’ın (c.c.) bir sıfatını yada
güzel ismini inkar etmesiyle gerçekleşir.